Dâvûd aleyhisselâm, her işinde Allahü teâlânın rızâsını gözeten, mücâhid, sâlih bir kul ve peygamberdi. Çok ağlar, çok ibâdet ederdi. Yetim ve fakirlere karşı çok şefkâtli ve merhametli idi. Misâfir ve yabancılardan; “Dâvûd'un idâresi hakkında halk neler söylüyor?” diye sorup öğrenirdi. Mü’minlerin râzı olmadığı bir şey işitse, onu terkedip, istiğfâr ederdi. Onların hoşuna giden bir şey işitse, onunla amel ederdi. Dâvûd aleyhisselâmın güzel hâlini, Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde övmektedir: “(Habîbim!) Kuvvet sâhibi Dâvûd'u an! O, her zaman Allah'a tevbe ederdi” buyurdu. (Sâd sûresi: 17) Âlimler; Âyet-i kerîmedeki kuvvetten murâd: Dâvûd aleyhisselâmın ibâdete olan tahammülü idi. O, bir gün oruç tutar, bir gün yerdi. Gecenin ancak üçte bir kısmında uyur, geri kalan vakitlerini ibâdet ile geçirirdi buyurmuşlardır.
Buhârî deki Hadîs-i şerîfte bildirildi ki: Bir zaman Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) Abdullah ibni Amr'ın her günün gecesinde namaz kıldığını, gündüzleri de oruç tuttuğunu söylediler. Resûlullah da (sallallahü aleyhi ve sellem) bu durumu kendisinden sorduklarında, îtirâf edince; “Buna gücün yetmez (takat getiremezsin). Bâzı günler oruç tut, bâzı günler iftar et. Gecenin bir kısmında uyu ve bir kısmında da namaz kıl” buyurdular ve ayda üç gün oruçlu olursa, her gün oruç tutulmuş gibi sevâb alacağını ona anlattılar. Bunun üzerine İbn-i Amr; “Yâ Resûlallah! Bundan fazlasına da gücüm yeter” dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Öyle ise bir gün oruç tut, iki gün iftar et” buyurdu. Abdullah ibni Amr'ın bu defâ; “Bundan fazlasına da tâkâtim yetişir” demesi üzerine, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Öyle ise bir gün oruç tut, bir gün iftar et. İşte bu Dâvûd'un (aleyhisselâm) orucudur” buyurdular.
Abdullah ibni Amr'ın bundan fazla isteğine karşı da; “Bundan daha fazîletli oruç yoktur” buyruldu.
Buhârî’nin ikinci rivâyetinde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Allahü teâlâya en sevimli oruç, Dâvûd'un aleyhisselâm orucudur. O bir gün oruç tutar, bir gün iftar ederdi. Allahü teâlâya en sevimli namaz da Dâvûd'un aleyhisselâm namazı idi. O, gecenin yarısında uyur, üçte birinde namaz kılar, altıda birisinde yine uyurdu” buyurdu. Orucun, miktarına göre üç derecesi vardır. Bunun en azı, Ramazân-ı şerîf orucu ile yetinmektir. Çünkü bu, her müslümana farzdır. Bundan sonra nafile oruçlar içerisinde en iyi oruç tutma şekli, Dâvûd aleyhisselâmın orucudur. Dâvûd aleyhisselâm, bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı. Bu şekildeki oruç, farz ve vâcib oruçların dışında en fazîletli oruçtur. Devamlı oruç tutmaktan daha fazîletlidir. Abdullah bin Ömer, oruç için Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) sorunca; “Bir gün tut, bir gün tutma” buyurmalarının sırrı budur. Abdullah bin Ömer (radıyallahü anh); “Bundan daha fazîletlisini istiyorum” deyince, Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem); “Daha fazîletlisi yoktur” buyurdu. Bir gün tutup, bir gün tutmamak, insanda daha tesirli olmaktadır, devamlı tutmak ise, bu tesiri azaltmaktır.
Dâvûd aleyhisselâm, Allahü teâlânın azâbını hatırladığı zaman mafsalları gevşer, tamâmen kendisini salıverir; Allahü teâlânın rahmetini hatırlayınca da eski hâline dönerdi.
Dâvûd aleyhisselâm gece ve gündüz bütün günü âilesi arasında bölüştürmüştü. Hiç bir saat yoktu ki, çoluk-çocuğundan, o sırada ibâdet eden birisi bulunmasın. Böylece onun âilesi, günün yirmidört saatini ibâdetle geçirirdi. Kur'ân-ı kerîmde Sebe’ sûresinin 13. âyet-i kerîmesinde, Dâvûd aleyhisselâmın âilesi hakkında şöyle buyrulmaktadır: “Ey Dâvûd âilesi! Şükredin. Kullarım içinde (gereği gibi Allah'a bol bol) şükreden azdır.”
Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma vahy gönderdi ve; “Ey Dâvûd! Zikrim zikr edenlerin, Cennet’im ibâdet edenlerin, kâfi olmaklığım tevekkül edenlerin, nîmetimin çoğalması şükredenlerin, rahmetim iyi işler yapanların, ünsiyetim beni ziyâdesiyle arzu edenlerindir ve ben, muhiblerime mahsusum” buyurdu.
Dâvûd aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Sana ibâdet etmek isterim. Bunun için hangi vakit daha makbûldür” dedi. Allahü teâlâ; “Ey Dâvûd! Gecenin ilk ve son vakitlerinde kalkınca. Çünkü ilk vakitte kalkan sonunda kalkamaz, sonunda kalkan ilk vakitte kalkamaz. Bunun için gece yarısında kalk, bana ibâdette bulun! Ben de bütün dileklerini kabûl edeyim” buyurdu. Bir defâsında, Resûl-i ekreme (sallallahü aleyhi ve sellem); “Gecenin hangi vakti daha makbûldür?” diye sorduklarında Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem); “Yarı geceden sonraki vakittir” buyurdular.
Dâvûd aleyhisselâm, Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Hiç bir gece yok ki, evlâdımdan, çoluk-çocuğumdan ayakta bulunan olmasın. Hiç bir gün yok ki, oğullarımdan oruç tutan bulunmasın. Hiç bir saat geçmez ki, Dâvûd oğullarından sana ibâdet eden bulunmasın. Mutlaka ya namaz kılar, ya oruç tutar veya seni zikreder” deyince, Allahü teâlâ; “Ey Dâvûd! Bu imkan onlara nereden verildi? Bu ancak benim lütfumdur. Yardım etmesem, kendi nefsleri ile baş başa kalsalar, bunların hiç birini yapamazlardı” buyurdu.
Dâvûd aleyhisselâm, münâcâtında dedi ki: “İlâhî! Seni hatırlayıp zikredenlerin meclisinden geçip, gâfillerin meclisine gitmek istediğim vakit, oraya gitmeden ayaklarımı kır, zirâ senin böyle yapman, benim için büyük bir lütûftur.”
Allahü teâlânın Dâvûd aleyhisselâmın kavminden, duâlarını kabûl ettiği abid, sâlih kimseler vardı.
Yahyâ Gassânî anlatır: Dâvûd aleyhisselâm zamanında kuraklık oldu. Halk, dua etmek için aralarından üç âlim seçti. Onlar duâ için sahraya çıktıklarında, içlerinden biri; “Yâ Rabbî! Kitabında, bize, zulmedenleri affetmemizi bildirdin. İşte nefislerine zulmeden bizler, huzûruna geldik. Senden af dileriz. Bizi affeyle” dedi. Diğeri; “Yâ Rabbî! Kitabında, köleleri âzâd etmemizi bizlere tavsiye ettin, işte kul olarak huzûruna geldik, bizleri âzâd eyle” Üçüncüsü de; “Yâ Rabbî! Sen, kitabında; Kapıya gelen sâili (bir şey isteyeni, fakiri) reddetmeyin, ondan yüz çevirmeyin buyuruyorsun. İşte biz sâil (isteyici) olarak huzûruna geldik. Senden rahmet diliyoruz, boş çevirme” diye duâ edince, Allahü teâlâ hepsinin duâlarını kabûl ederek rahmetini gönderdi.
Sa’îd-i Cerîrî (radıyallahü anh) buyuruyor ki; Dâvûd aleyhisselâm bir kaç kişi ile birlikte oturuyor ve yanındakilere bir şeyler anlatıyordu. Bu sırada birisi gelip, münâsip olmayan bâzı sözler söyledi. Orada bulunanlar bu şahsa kızarak haddini bildirmek istediler. Dâvûd aleyhisselâm mâni olup; “Ona kızmayınız ve bir zarar vermeyiniz. Ben namaz kılıp, istiğfâr edeyim. Sonra bakalım durum nasıl olacak. Siz onu bırakın gitsin” buyurdu. Uygunsuz sözleri söyleyen şahıs gitti. Dâvûd aleyhisselâm kalkıp abdest aldı, iki rekat namaz kıldı ve Allahü teâlâya duâ edip istiğfârda bulundu. Sonra gelip yerine oturdu ve sohbete devam etti. Biraz sonra, uygunsuz sözleri söyleyen o kimse tekrar geldi. Dâvûd aleyhisselâmın elini öptü ve ayaklarına kapanıp ağlayarak; “Ey Allah'ın peygamberi! Ben çok büyük hatâ yaptım, beni affediniz” diye yalvardı. Dâvûd aleyhisselâm da o kimsenin özrünü kabûl etti.
Allahü teâlâ, Hazret-i Dâvûd'a vahyetti ki: “Ey Dâvûd! Kullarımdan herhangi biri, yaratmış olduklarımı bir yana atıp bana sığınırsa, bu hâlinden dolayı, yedi kat semâ ve içindekiler, yedi kat yer ile içindekiler o kimseye düşman olsalar, yine onun için bir kurtuluş yolu açarım. İzzetime ve celâlime yemîn ederim ki, bu böyledir. Yine izzetime, celâlime ve âzametime yemîn ederim ki, bir kimse beni bırakıp da, mahlûkâtımdan herhangi birine gönül bağlarsa, bütün sebep yollarını keserim. Kalbini, hırs ve içinden çıkılmaz meşgûliyetlerle doldururum. Ömrü, dünyânın ömrü kadar da olsa, bitirip tüketemeyeceği ümîdlerle doldururum.
Ey Dâvûd! O kimdir ki, bana duâ eder de duâsını kabûl etmem? Kapımın, çalana açılmadığını kim gördü? Mahlûkâtımın arzu ettiklerini ben veririm. Onların her istediği, bende mevcûttur. Bütün ümîdlerin yeri benim. Bana âşık olanların kalblerini, yeryüzünde nazargâhım kıldım. O kalbleri, bana daha da yanaşsın ve fazla iştiyak (arzu) duysunlar diye, her yandan boşalttım. Sâdece kendi sevgimi doldurdum. Dostlarıma müjdele, onlara her an nîmetlerimi saçıyorum. Bana şükrettikleri ve beni unutup başkalarına meyletmedikleri için böyle yapıyorum. Bir an bile beni unutmasınlar diye onlara hadsiz, hudutsuz bana kavuşma arzusu veriyorum. Onlara ünsiyet (yakınlık) kapılarımı açtım. Bana duâ etmeden isteklerini yerine getirdim. İzzetime, celâlime yemîn ederim ki, onları Firdevs Cennet’ine koyup cemâlimi göstereceğim. Ben onlardan, onlar da benden râzı oluncaya kadar iyiliklerimi yağdıracağım. Yeryüzünde olanlara haber gönder, Beni sevenlerin sevgilisiyim. Benimle olmak isteyenlerle beraberim. Bana yakın olmak isteyenlerin can yoldaşıyım. Emirlerime itâat edenlere, mûti sıfatımla tecelli ederim. Beni, başkalarına tercih edenleri seçerim.
Yâ Dâvûd! Sevdiğinden bir şey saklayan sevgili hiç görülmüş müdür? İyi kimselerin, bana muhabbeti artar. Benim de onlara her an artmaktadır. Beni arayan bulur. Başkasını arayan, beni kaybeder. Kulumun en büyük işi, benim muhabbetim olursa, onu kendi zikrimle rahatlatırım. Onu sever, aramızdaki mesâfeyi kaldırır ve perdeyi aralarım. Herkes gaflet içinde beni unutmuş iken, o ayık olur. İşte bunlar, hakîkat ehlidirler. Sevgimi, kalbi ve dili ile beni zikredene verdim. Kalbine muhabbetimi yerleştirdim. Benden râzı olursan ben de senden râzı olurum. Verdiklerime şükredersen, iki cihânda azîz ederim. Gönderdiğim belâlara sabretmeyenler, bizden bir talepte bulunmasınlar. Ben bir kulumu sevince, onun kalbini korkumla doldururum. Bana kavuşmak için onu pervâne gibi yaparım. Bundan sonra o kul, tâatıma cân-u gönülden koşar. Dostlarımı, kubbelerimin altında gizlerim. Onları, ancak sevdiklerime tanıtırım. Onlara müjdeler, saâdetler olsun. Beni unutanı bile unutmam, dâimâ beni zikredeni hiç unutur muyum? Ben, cimrilere bile ihsânlarımı bolca yağdırırken, nasıl olur da cömertlere cimrilik ederim. Dileği olan kullarıma müjdele! Ben merhametliyim, kullarıma acırım. Bana severek kulluk yapanı, Cennet’ime koyarım. Bana kulluk etmeyeni de hiç acımadan Cehennem’e atarım. İzzetime, celâlime yemîn ederim ki, ancak beni arzu edenler bana yakın olurlar. Beni seveni (imtihan için veya derecelerini yükseltmek için) belâlara salarım. Benden kaçmak isteyeni de yakarım. Günâhkâr olanlara benim gafur (mağfiret edici, bağışlayıcı) olduğumu bildir. Korkarak bana gelenlere azâb etmem. Beni severek geleni, ayrılık ateşine atmam. Utanarak bana yöneleni, kıyâmet günü utandırmam. Cennet’im, rahmetimden ümidini kesmeyenleredir. Yaptığı hatâyı, benim affımdan daha büyük bilenlere gadab ederim. Bir kimsenin cezâsını hemen vermek istesem, önce rahmetimden ümidini kesenleri cezâlandırırım. Fakat, acele etmek benim şânımdan değildir. Geceleri sevdiklerimin kalbine tecelli ederim. Onlar, benimle huzûr içinde kelâm ederler. Benim sevdiğim, hayra ehil olan kullara saâdetler olsun. Onların yeri ne kadar güzeldir.”
Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma; “Benim, ahlâkımla ahlâklan, ahlâkımdan birisi de mutlak sûretle sabırlı olmamdır” diye bildirdi. Dâvûd aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Senin rızân uğrunda musîbetlere sabreden kederli bir kimsenin mükafatı nedir?” diye sorunca, Allahü teâlâ; “Ondan hiç çıkarmayacağım îmân kisvesini ona giydirmemdir” buyurdu.
Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma; “Sabredenlerin yeri Dârüssela'm Cenneti’dir. Oraya girdikleri vakit, onlara şükretmeleri ilham edilir. Şükür, sözlerin en güzelidir. Onlar şükrettikçe, nîmetlerimi arttırır ve daha ziyâdesini gösteririm” buyurdu.
Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma; “Ey Dâvûd! Beni sev, beni seveni sev ve beni kullarıma sevdir. Kullarım beni sevsinler” buyurdu. Dâvûd aleyhisselâm; “Bunu nasıl yapayım?” deyince, Allahü teâlâ; “Sen, beni güzel bir şekilde an. Benim nîmet ve ihsânlarımı onlara hatırlat, onlar benden ancak iyilik bilsinler” buyurdu.
Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma şöyle vahyetti: “Ey Dâvûd! Yırtıcı hayvanlardan korktuğun gibi, benden de kork.”
“Kim diğer yaratıklara bakmaz ve bana dayanırsa; yer, gök ona hîleye kalksa da, ben ona çıkacak yol bulurum.”
“Ey Dâvûd! Beni sevdiğini iddia eden kimse, bütün gece yatar uyursa, yalan söylemiş olur. Herkes sevgilisini tenhâda arayıp bulmak istemez mi? İşte ben, gece vakti beni arayanlar için hazırım.
“İştiyakın bana olsun. Benimle ünsiyet et ve başkalarından uzaklaş.”
“Benim dostlarıma ne oluyor ki, onlar dünyâlığı düşünüyorlar? Halbuki, dünyâ düşüncesi, benim münâcâtımın zevkini giderir. Ey Dâvûd! Dostlarımdan istediğim, âhıreti isteyip dünyâlık için gadab etmemeleridir.”
“Ey Dâvûd! Bir husûsta, sen bir şeyi murâd edersin, ben de o husûsta irâde ederim. Netîce, ancak benim dediğim olur.”
Bir Hadîs-i şerîfte; “Üç şey vardır ki, bunlar kime verilmişse, Dâvûd'un eline verilen gibi ona da verilmiştir. (Bunlar;) hiddetli ve hiddetsiz zamanlarda adâlet, varlık ve yoklukta iktisat, gizli ve âşikârede Allahü teâlâdan korkmaktır” buyruldu.
“Ey Dâvûd! Eğer benden yüz çevirenler, benim onları nasıl beklediğimi, onlara nasıl acıdığımı ve onların günâhı terketmelerini nasıl istediğimi bilseler, bana olan heveslerinden hemen ölür ve benim sevgimden birbirlerinden ayrılırlardı. Ey Dâvûd! İşte benden yüz çevirenlere karşı irâdem budur. Bundan, bana yönelenlere karşı irâdemin ne olacağını sen düşün. Ey Dâvûd! Kulumun bana en çok muhtâç olduğu zaman, benden müstağni olduğu andır. Benim de kuluma en çok merhamet edeceğim zaman, kulumun bana arka çevirdiği andır. Benim katımda en yüksek mevkî de, bana yöneldiği andır.
“Ey Dâvûd! Uyanık ol, kendine dost ara. Beni sevmekte, sana uymayanlarla da arkadaşlık yapma. Çünkü bu gibiler senin düşmanındır, kalbini karartır ve seni benden uzaklaştırırlar.
“Ey Dâvûd! Beni taleb eden birini gördüğün zaman, ona hizmetçi ol!”
Zeyd bin Erkam (radıyallahü anh) rivâyet etti ki: Dâvûd aleyhisselâmın bir çocuğu vefât etmişti. Buna çok üzüldü. Bunun üzerine; “Bu çocuk, senin nazarında ne kadar kıymetli idi?” dendi. O da; “Yer dolusunca altın kadar” deyince, kendisine; “İşte sana bunun kadar mükafat âhırette verilecektir” diye vahyedildi.
Dâvûd aleyhisselâm; “İlâhî! Senin güneşinin harâretine dayanamazken, yarın Cehennem ateşinin harâretine nasıl dayanacağım? Yâ Rabbî! Senin rahmet için olan dâvetine dayanamazken, azâb için olana nasıl tahammül edeceğim” der, göz yaşı dökerdi.
“Ey Dâvûd! Arzularını sevgim üzerine tercih eden âlime vereceğim cezânın en küçüğü, bana yalvarmasının tadını ona haram etmektir. Ey Dâvûd! Dünyâ sevgisi kendisini kaplayan âlimi benden sorma, bu gibiler, bana muhabbetten insanlara mâni olurlar; kullarımın bana gelen yollarını keserler. Ey Dâvûd! Beni arayan birini görürsen yâni bulursan, ona hizmetçi ol. Ey Dâvûd! Bir kaçağı bana iâde eden zâtı, basiretli ve anlayışlı yazarım. Kimi anlayışlı yazarsam, ona aslâ azâb etmem.”
Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma; “Bir kimse, her şeyden ümîd kesip yalnız bana güvenirse, yerde ve göklerde bulunanların hepsi ona zarar yapmağa, aldatmağa uğraşsalar, onu elbette kurtarırım” diye vahy gönderdi. Dâvûd aleyhisselâmın yanına iki kişi gelip, birbirinden şikayet etti. Dinleyip karar verip giderken, Azrâil aleyhisselâm gelip; “Bu iki kişiden birincisinin eceline bir hafta kaldı. İkincisinin ömrü de, bir hafta önce bitmişti. Fakat ölmedi” dedi. Dâvûd aleyhisselâm şaşıp, sebebini sorunca; “İkincisinin bir akrabâsı vardı. Buna dargın idi. Bu gidip, onun gönlünü aldı. Bundan dolayı, Allahü teâlâ, buna yirmi yıl ömür takdir buyurdu” dedi. Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma; “Yeryüzündeki bütün halka îlân et ve de ki: “Ben, beni sevenin sevgilisi, benimle oturanın arkadaşıyım. Beni zikr ile ünsiyet edenin dostu, bana arkadaşlık edenin refikiyim. Beni tercih edeni tercih ederim. Beni gerçek olarak seveni, kendim için kabûl eder ve onu herkesten üstün tutarım. Gerçek olarak beni arayan bulur, fakat başkasını arayan beni bulamaz. Ey yeryüzünün halkı! İçine düştüğünüz şaşkınlık ve aldanmadan vazgeçin. Benim keremime, arkadaşlığıma ve benimle ünsiyete yönelin ki, ben de sizinle ünsiyet edeyim ve sür’atle sizi seveyim. Zirâ ben dostlarımın tıynetini, halîlim İbrâhim, sırdaşım Mûsâ ve hâlis dostum Muhammed'in (aleyhimüsselâm) tıynetinde yarattım. Bana iştiyak duyanların kalbini, benim nûrumdan yarattım” buyurmuştur.
Dâvûd aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Sana müştâk olanlar, kavuşmayı isteyenler kimlerdir?” diye sorunca, Allahü teâlâ; “Onlar, her türlü keder ve bulanıklıklardan kendilerini temizlediğim ve çekinmelerini emrettiğim, gönüllerinde bana bakmaları için pencere açtığım, sâfi kimselerdir. Ben kendi yed-i kudretimle, onların kalblerini alır, göklerin üzerine yükseltirim. Sonra meleklerimi çağırırım, onlar gelir bana secde ederler. Ben meleklerime; “Sizi, bana secde etmeniz için çağırmadım, sizi, bana müştâk olanların gönüllerini göstermek ve onlarla iftihar etmek için çağırdım” derim. Onların kalbleri, güneşin yeryüzüne verdiği ziyâ gibi, göklerdeki meleklere aydınlık verir. Yâ Dâvûd! Ben, bana müştâk olanların kalblerini benim rızâmdan yarattım. Benim cemâlimin nûru ile onları nûrlandırdım. Onları benim için haberci kıldım. Onlar, nîmeti anar ve bana şükrederler. Bedenlerini ise, yeryüzünde bakacağım yer yaptım. Gönüllerinden bana gelen bir yol açtım. Her an oradan bana bakarlar ve bana olan şevk-u iştiyakları artar” buyurdu. Dâvûd aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Seni sevenleri bana göster” dedi. Allahü teâlâ; “Lübnan Dağı’na çık, orada genç, orta yaşlı ve ihtiyâr olarak ondört kişi vardır. Yanlarına gittiğin vakit selâmımı söyle ve de ki: “Rabbiniz size selâm eder ve buyurur ki: “Bir isteğiniz var mı? Zirâ siz benim dostlarım, sevgililerim ve velîlerimsiniz. Sizin sevinmenizle ben ferahlanır ve sizin ferahlanmanıza yardım ederim” buyurdu.
Dâvûd aleyhisselâm, Lübnan Dağı’na çıkarak, onları bir pınar başında buldu. Orada, Allahü teâlânın kudreti üzerinde düşünüyorlardı. Dâvûd aleyhisselâmı görünce, uzaklaşmak istediler. Fakat Dâvûd aleyhisselâm; “Durun! Ben Allah'ın elçisiyim, size Rabbinizin haberini getirdim” deyince, hemen Dâvûd aleyhisselâma yöneldiler ve önlerine bakarak kulaklarını ona verdiler. Dâvûd aleyhisselâm; “Ben, Allahü teâlânın size bir elçisiyim. Allahü teâlânın size selâmı var. Allahü teâlâ; “Niçin benden bir şey istemiyorsunuz? Niçin bana seslenmiyorsunuz ki, ben sesinizi ve sözünüzü duymuş olayım. Siz benim sevgililerim ve velîlerimsiniz. Sizin sevinmenizle ben de sevinirim ve sizin sevginize sür’atle gelirim. Her an şefkâtli bir anne gibi, size bakarım buyurdu” dedi.
Onlar bunu dinleyince gözlerinden yaşlar döküldü ve en yaşlıları; “Yâ Rabbî! Seni tesbîh eder ve noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Allah'ım! Biz, senin kulların ve kullarının çocuklarıyız. Ömrümüzde bir an seni hatırımızdan çıkarmışsak, bu husûstaki kusurumuzu bağışla” dedi. Diğeri; “Allah'ım! Seni tesbîh ve takdis ederiz. Biz senin kulların ve kullarının çocuklarıyız. Bize Hüsn-i nazar etmekle ikrâmda bulun” dedi. Bir başkası da; “Allah'ım! Biz senin kulların ve kullarının çocuklarıyız. Hangi cüretle sana duâ edelim? Halbuki, bizim rahmetinden başka hiç bir şeye ihtiyâcımız olmadığını sen bilirsin. Sana gelen yola bizi devam ettir ve bu sûretle nîmetini bize tamamla” dedi. Diğeri de; “Biz senin rızânı aramakta kusurluyuz, bu husûsta kendi lütfunla bize yardımcı ol yâ Rabbî!” dedi. Bir başkası da; “Yâ Rabbî! Bizi nutfeden yarattın, bize kendi lütfunla, âzametini, düşünme imkanlarını bahşettin. Senin âzametinle meşgûl olup, celâl ve kibriyalığını düşünen ve nûruna yaklaşmak isteyen kimse hiç söz söylemeğe cüret edebilir mi?” dedi. Diğeri; “Yâ Rabbî! Senin şânının âzametinden, evliyâlarına yakınlığından ve sevgililerine fazla minnetinden, dilimiz tutuldu ve sana duâ edemedik” dedi. Bir diğeri de; “Yâ Rabbî! Seni zikretmeğe bizi hidâyet eden, seninle meşgûl olmakla bizi başkalarından alıkoyan sensin. Sana karşı şükrümüzdeki kusurumuzu bize bağışla” dedi. Diğeri de; “Yâ Rabbî! Bizim ihtiyâcımızın, yalnız senin cemâline bakmak olduğunu bilirsin” dedi. Ötekisi de; “Yâ Rabbî! Sen kendi cömertliğinden bize duâ ile emretmesen, bir kul efendisine karşı nasıl cüret edebilirdi? Karanlıkta, hidâyete ulaşacağımız nûru bize ver” dedi. Onlardan birisi de; “Yâ Rabbî! Bizim senden istediğimiz, devamlı olarak bize yönelmendir” dedi. Bir diğeri de; “Yâ Rabbî! Fazl-u kereminle bize bahşettiğin nîmetinin tamamlanmasını isteriz” dedi. Diğeri de şöyle dedi: “Yâ Rabbî! Yarattıklarının hiç birine ihtiyâcımız yok, yalnız cemâlini isteriz, bize lutfet cemâlini göster.” Diğeri de; “Allah'ım! Dünyâ ve dünyâdakilere bakmaktan gözümü, âhıretten alıkoyacak şeylerden kalbimi kör etmeni dilerim” dedi. Diğeri de; “Allah'ım! Şânının âlî ve kadrinin yüce olduğunu bilirim. Sen dostlarını seversin. Lûtfet de kalbimi senden başka herhangi bir şey ile meşgûl olmaktan alıkoy” diye duâ etti.
Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma şöyle vahyetti: “Onlara de ki: “Sevdiklerine icâbet ettim. Duâlarını kabûl ettim.”
Dâvûd aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Bunlar bu mertebeye nasıl kavuştular?” diye sordu. Allahü teâlâ; “Hüsn-i zan, dünyâlıktan çekinmek ve benim için halveti tercih edip yalnızlıkta bana münâcât etmeleri sayesinde. Zirâ bu mevkiye ancak dünyâyı (haram ve günâhlarını) terkedip, kalbini yalnız bana bağlayıp, bütün varlıklar üzerine beni tercih edenler ulaşır. İşte bu durumda, ben onlara her saat, çeşitli ihsân ve ikrâmlarda bulunurum. Hastalanırsa, şefkâtli bir anne gibi ona bakarım. Susadığı vakit sular ve zikrimin zevkini tattırırım. Ona bu ikrâmda bulunduğum vakit, dünyâ ve dünyâ ehline gözünü kör ederim de, dünyâlığı ona sevdirmem. Benden başka hiç bir şey ile meşgûl olmaz. Bir an önce bana ulaşmak ister. Ben ise, onu hemen öldürmeyi istemem. Onunla, gök ehline ve meleklerime iftihar ederim. İzzet ve celâlim hakkı için, âhırette onu Firdevs Cenneti'nde oturtur, cemâlimi göstermekle gönlünü hoş ederim de, kat kat benden râzı olur.
Yâ Dâvûd! Dostlarımla samîmi dostluk kur, dünyâ halkı ile de zaruri olarak bir arada bulun. Dininde başkalarını değil, beni taklit et. Ancak benim sevgime uygun bulduğuna sarıl! Şüpheli gördüğün şeylerden uzaklaş. Seni korumak bana aittir. Böyle yaparsan, senin delilin ve öncün olurum, İstemeden sana verir, zorluklarda sana yardım ederim. Yine ben, zâtıma kasem ettim ki, kendisine ve kendi işine bağlananları, işleri ile başbaşa bırakırım. Sen her şeyi benden bil. Ameline bağlanma, boşuna zahmet çekersin ve senden kimse istifâde edemez. Beni bilmenin, bir haddi hudûdu olduğunu sanma, zirâ onun nihâyeti yoktur. Benden ziyâdeyi ve fazlalığı istediğin vakit, onu sana veririm. Ziyâdenin de bir hudûdu olduğunu sanma. Sonra İsrâiloğullarına, benimle hiç kimse arasında bir münâsebetin olmadığını da bildir. Bunun için tamâmen bana bağlansınlar. Ben de, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, hatır ve hayâle gelmeyen nîmetleri onlara vereyim. Beni, dâimâ iki gözünün önünde sakla ve basiret gözünle bana bak. Baş gözün ile akılları benden uzaklaşanlara bakma. Ben izzet ve celâlime yemîn ettim ki, denemek veya ilerde yapmak üzere bana kullukta bulunanlara sevâb kapılarını açmam. Öğretene tevâzû göster, öğrenmek isteyeni yorma. Eğer beni sevenler, öğrenenlerin benim nezdimdeki mevkilerini bilseydiler, onlara, üzerinde yürüyecek yer olur ve onları baştacı yaparlardı. Yâ Dâvûd! Düştüğü sarhoşluktan bir talebeyi kurtarırsan, seni mücâhidlerden yazarım. Benim indimde mücâhidler defterine geçenler ise, vahşet görmez ve kimseye muhtâç olmazlar. Ey Dâvûd! Sözümü dinle. Kullarımı, rahmetimden ümîdsizliğe düşürme, o zaman ben de senin bana olan arzunu benden keserim.”
Fudayl (rahmetullahi aleyh) anlatır: “Dâvûd aleyhisselâm, bir gün elini başına koyarak dağlara çıktı. Tevbe ve istiğfâr edip ağlamaya başladı. Kendisine, neden ağladığı sorulunca; “Bırakın da ağlama günü geçmeden, et kemikten ayrılmadan, azâb melekleri beni yakalamadan önce ağlayayım” dedi.
Hazret-i Ali'nin bildirdiği hadis-i kudsîde; “Ey Dâvûd! Dünyâ, köpeklerin üzerine toplanıp da sürükledikleri bir leşe benzer. Sen onlar gibi olup, onlarla beraber onu sürüklemeyi arzu eder misin? Ey Dâvûd! Güzel yemek, yumuşak elbise ve bâtıl şöhret, hem insanlar arasında (bu dünyâda), hem de âhırette elde edilsin, bu mümkün değildir” buyruldu.
Hazret-i Ebû Zer'in bildirdiği Hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Dâvûd (aleyhisselâm) dedi ki: “Yâ Rabbî! Kulların seni ziyâret ederlerse, alacakları ne olur? Sendeki hakları nedir? Zirâ, her ziyâret edenin, ziyâret edilende hakkı vardır.” Allahü teâlâ buyurdu ki; “Ey Dâvûd (aleyhisselâm)! Beni ziyâret edenlere, dünyâda âfiyet verir ve bana mülaki olduklarında (kavuştuklarında) da kendilerine mağfiret ederim” buyurdu.
İbn-i Ömer'in (radıyallahü anh) bildirdiği Hadîs-i şerîfte; “Halk, Dâvûd'u (aleyhisselâm) hasta zannı ile ziyârete gidiyorlardı. Halbuki, kendisindeki bu hal, Allah korkusunun şiddetinden ve kendi hayâsındandı” buyruldu.
Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Bekr'e (radıyallahü anh) öğrettiği duâda, Davûd aleyhisselâm ve Zebur zikredildi.
“Yâ Rabbî! Peygamberin (habîbin) Muhammed, dostun İbrâhim, sırdaşın Mûsâ, kelîme ve rûhundan olan Îsâ hürmetine; Mûsâ'ya inen Tevrât, Îsâ'ya inen İncîl, Dâvûd'a inen Zebur, Muhammed'e (aleyhimüsselâm) inen Kur'ân-ı kerîm hürmetine; bütün peygamberlerine yaptığın vahy hürmetine; mahlûkâtın üzerindeki kazâ ve takdirin, senden isteyenlere verdiğin, fakir ettiğin zenginler, zengin yaptığın fakirler, hidâyete ulaştırdıkların hürmetine; Mûsâ aleyhisselâma bildirdiğin Tevrât'ın, kulların rızıklarını böldüğün yeryüzünün, hareketten sükûna erdirdiğin dağların, ayakta tuttuğun, arş-ı âzamı taşıttığın ism-i âzamın hürmetine; Kur'ân-ı kerîmde nâzil olan samed, ahad ve tâhir isimlerin hürmetine; gündüzleri aydınlatıp geceleri karartan ismin hürmetine; âzamet-i kibriyan ve nûr-i vechin hürmetine, senin kuvvet ve kudretinle, Kur'ân-ı kerîmi okuyup anlamağı ve onu bütün vücûduma duyurmanı ve bütün hareketlerimi ona uydurmamı senden dilerim. Kuvvet ve kudret ancak sendendir. Yâ Erhamerrahîmin.”
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.