Sebe’ sûresi 14. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Sonra, biz ona ölüm hükmünü infaz edince, (dayandığı) asâsını yemekte olan ağaç kurdundan başkası onun vefâtını onlara (ailesine veya cinlere) göstermedi...”
Rivâyete göre Süleymân aleyhisselâm Beyt-ül-Makdis'e girip, bir yıl, iki yıl, bir veya iki ay yahut daha az ve daha çok ibâdetle meşgûl olurdu. Yiyecek ve içeceğini yanında getirirdi. Yine vefâtına yakın oraya girdi. Her sabah geldiğinde, mihrabında bir fidanın bittiğini görürdü. Süleymân aleyhisselâm ona, ismini ve faydasını suâl ederdi. Eğer dikilecek bir fidan ise, onu çıkartıp başka bir yere diktirir, ismini, faydasını, zararını ve tıbda ne işe yaradığını da üzerine yazdırırdı. Yine bir sabah Beyt-ül-Makdis'e geldiğinde, bir fidanın bittiğini gördü. Ona ismini sordu. İsminin Harnup (keçi boynuzu) olduğunu söyledi. “Sen niçin bittin?” diye sorunca; “Senin mescidini harâb etmek için” dedi. Süleymân aleyhisselâm, onun cevâbı üzerinde düşündü. Kendi kendine; “Ben hayatta iken Allahü teâlâ bu mescidi harâb etmez. Bu benim vefâtımın yaklaştığına alâmettir” dedi. Oradan o Harnup fidanını çıkartıp, başka bir yere diktirdi.
Allahü teâlâya yalvarıp; “Yâ Rabbî! Benim vefâtımı cinlerden gizle. Böylece insanlar, cinlerin gaybı bilmediklerini anlasınlar” dedi. Çünkü cinler; “Biz gaybdan bâzı şeyleri, meselâ yarın olacak şeyi biliriz” derler, insanları aldatırlardı.
Sonra, Süleymân aleyhisselâm mihraba girdi. Âdeti üzere asâsına dayanarak namaz kılmaya başladı. Nihâyet bir gün asâsına dayanmış bir vaziyette, namazda iken ayakta rûhu kabzolundu. Beyt-ül-Makdis'in ön ve arka yüzlerinde delikler vardı. Cinler, bu delikten bakarlar, Süleymân aleyhisselâmı asâsına dayanmış ibâdet ediyor görüp, hayatta olduğunu sanıp, o hayatta iken olduğu gibi, en ağır ve zor işleri yapmaya devam ederlerdi. Uzun zaman insanların arasına çıkmamasını da garip görmezlerdi. Çünkü daha önce de, ibâdetle meşgûl olduğu için insanlar arasına pek çıkmazdı. İşte cinler, Süleymân aleyhisselâmın vefâtından uzun bir müddet sonra da, eski minvâl üzere ağır işlerde çalışmalarını sürdürdüler. Nihâyet, bir ağaç kurdunun asâyı yemesi üzerine, Süleymân aleyhisselâm yere düştü. Böylece, insanların ve cinlerin onun vefâtından haberleri oldu.
Âyet-i kerîmenin devamında, bu husûs meâlen şöyle beyân buyrulmaktadır: “Bu sûretle yere kapanıp yıkıldığı zaman, cinler kat’î olarak bildiler ki; şâyet gaybı bilselerdi (Süleymân aleyhisselâm vefât ettiği hâlde, hayatta sanıp, ona itâat ederek) horlayıcı bir azâb içinde kalmazlardı (meşakkatli işleri yaparak, sıkıntı ve zahmete düşmezler, yorulmazlardı.)” (Sebe’ sûresi: 14) Allahü teâlâ böyle yapmakla, onlara, gaybı bilemeyeceklerini bildirmeyi murâd eyledi. Çünkü cinler, câhillikleri sebebiyle, gaybdan bâzı şeyleri bilebileceklerini söylüyorlardı.
Süleymân aleyhisselâmın vefâtının uzun müddet sonra anlaşılması, cinlerin durumlarını meydana çıkarmış; bu sebeple tefsîr âlimleri âyet-i kerîmeye; “Onlar (insanlar), cinlerin gaybı bilmediğini anladılar” şeklinde mânâ vermişlerdir.
Ayrıca bu âlimler, horlayıcı azâb içinde kalanların yalnız kâfir cinler olduğunu, müslüman cinlerin bir peygamberin emrinde sıkıntı ve eziyet çekmeyeceklerini bildirmişler, âyet-i kerîmenin bu husûsa delâlet ettiğini söylemişlerdir.
Allahü teâlâ, Süleymân aleyhisselâmın âzametini (büyüklüğünü), rüzgârı onun emrine verdiğini beyândan sonra, onun da ölümden kurtulamadığını, onun hakkında da ölümle hüküm olunduğunu beyân buyurdu. Bununla, insanlara; “Herkes mutlaka ölecektir, ölümden kurtulsa, Süleymân aleyhisselâm kurtulurdu” telkininde bulunulmuştur.
Rûh-ul-Beyân’da bu âyet-i kerîmede şu husûslara işâret olduğu da bildirilmiştir: Süleymân aleyhisselâm, vefât ettiği hâlde, asâsına dayanmış olmasıyla mülkünü devam ettiriyordu. Çünkü, cinler onu asâsına dayanmış olarak gördüklerinden, hayatta sanıyor ve çalışmalarına devam ediyorlardı. Nihâyet Allahü teâlâ, dayandığı asâyı yiyerek bertaraf etmesi için zayıf bir hayvanı gönderdi. Asayı kemirerek, kırılmasına ve Süleymân aleyhisselâmın yere düşmesine sebep oldu.
Abdülkadir-i Geylânî hazretleri Gunyet-üt-Tâlibin adlı eserinde, Süleymân aleyhisselâm ile Belkıs'ın kıssasının anlatılmasındaki hikmeti şöyle izâh etmiştir: Süleymân aleyhisselâmla Belkıs kıssasında akıllıların hâlleri anlatılmakta, akıllılar için ibret alınacak çok şeyler bulunmaktadır. Aynı zamanda, geçmişteki iyi insanların hâlleri haber veriliyor. Allahü teâlânın geçmiş ve şimdiki ümmetler hakkında kudret ve kuvvetini, kendine itâat edenler için ihsân ettiği nîmetleri, kötülük ve günâh işleyenleri, kendine itâat edenlerin emrine vermesini, velî ve sevgili kullarını malik, diğerlerini onlara esir etmesini bildiriyor, insanlara anlatıyor: “Ey akıl sahihleri ibret alınız?” meâlindeki Haşr sûresi 2. âyet-i kerîmesi ile insanların bunlardan ibret alması bildiriliyor.
Süleymân aleyhisselâm, Rabbine tâat ve teslim üzere bulunduğundan, Belkıs'ı emrine verdi. Süleymân aleyhisselâmı ona malik eyledi. Süleymân aleyhisselâmın galib ve hâkim olması, yalnız tâatinden ve Rabbine olan bağlılığından dolayıdır. Belkıs'ın yenilmesi ve onun emrine girmesi ise, küfür ve günâhı sebebiyledir.
Ey insan! “İslâm, âlî, yüksek olup, onun üzerine başkası üstün olmaz” buyrulduğunu bilmelisin. Nisa, 141. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahü teâlâ, kâfirlere, mü’minler üzerine yol vermez” buyruldu. Sen îmân ettiğin zaman; dünyâda düşmanlardan, âhırette Cehennem ateşinden emîn olursun. O zaman ateş sana hizmet eder. Senden lütûf ifâdesi ile, sırât ve ateşi çabuk geçmeni ricâ eder. “Zirâ senin nûrun, benim ateşimi söndürüyor” der. Yâni senin Allahü teâlânın nûru ile mükerrem olduğunu, sende vakâr nişânı bulunduğunu, sana birçok nîmetlerin verileceğini söyler.
Ama Cehennem; kâfir ve asîlere çok fazla kızıp, harbin kazanıldığı zaman şiddetli ve kahhâr bir kimsenin düşmanından intikâmını aldığı gibi, âsî ve kâfirden intikâm alır.
Bunun için, dünyâ ve âhırette şeref ve saâdet istiyorsan, Allahü teâlâya tâata ve günâhtan kaçmaya sabırlı ol. İzzet ve saâdeti ancak bunda bulursun. Çünkü bütün izzetler, Allahü teâlâya mahsustur. Nitekim Allahü teâlâ Fâtır sûresi 10. ve Münâfikun sûresi 8. âyetlerinde meâlen; “Bir kimse izzet isterse, bilsin ki, bütün izzet Allahü teâlâya mahsûstur” ve; “İzzet; Allahü teâlânın, Resûlünün ve mü’minlerindir. Fakat münâfıklar bilmiyorlar” buyurdu.
Ey îmân etmiş gibi görünen kimse! Ey ihlâslı olduğundan bahseden kişi! Senin bu hâlin felaketine sebep olacaktır. Bozuk îtikâdın seni; Allahü teâlâyı, Resûlünü ve seçilmiş mü’minleri sevmekten alıkoymuştur. Eğer sen, îmânın gereği ile amel edip, ihlâsın şartlarını kabûllensen, dünyâda insan, cin ve şeytan gibi her eziyet veren şeyden ve âhırette Cehennem ateşinden elbette kurtulurdun. Yardım ve izzet senin, aşağılık ve küçüklük düşmanın için olurdu. Nitekim Allahü teâlâ, Muhammed sûresi 7. âyetinde meâlen; “Ey îmân edenler! Allahü teâlânın yoluna gider, O'nun dînine yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı doğru yoldan ayırmaz” ve yine Muhammed sûresi, 35. âyetinde meâlen; “Kâfirlere zayıf olduğunuzu göstermeyin. Onlardan önce barış istemeyin. Siz muhakkak gâlipsiniz. Allahü teâlânın yardımı sizinledir” buyuruyor. Hareketsizlik, gevşeklik ve gaflet senin kalbine yığılmış, zulmet kalbini kaplamıştır. Bütün gizli ve saklı şeylerin açığa vurulduğu o gün, öyle bir gündür ki, hakkında El-Hâkka sûresi 18. âyetinde meâlen; “Hesap için Allahü teâlânın huzûruna çıkacağınız ve amellerinizden hiç bir şeyin Allahü teâlâdan gizli olmayacağı âşikârdır” ve; “O gün insanlar, amellerinin karşılığını görmek için, dağınık ve güruh güruh hesap yerine dönerler. Zerre kadar iyilik yapan onu görür, zerre kadar kötülük yapan da onu görür” buyruldu. (Zilzal sûresi: 6-8)
O gün senin amelin bu kadar ince ve dikkatle tartılır. Bir zerre ile ağır ve bir zerre ile hafif gelir. Senin hâlinin sonu ne olur? Allahü teâlâ, o gün için Meryem sûresi 85. âyetinde meâlen; “Biz takvâ sâhiplerini binekler üzerinde Rahmân'ın huzûrunda (Cennet-i âlada) toplarız, mücrimleri de susuz olarak Cehennem’e sevk ederiz” buyuruyor. O zaman senin hâlin nasıl olur ki, perdeler açılır, gizli şeyler açığa çıkarılır, mü’min kâfirden, sıddîk münâfıktan, îmânlı müşrikten, dost düşmandan, doğru yalancıdan ayrılır. Yâsîn sûresinde geçen ve; “Ey mücrimler, kâfirler! Bu gün mü’minlerden ayrılınız!” meâlindeki 59. âyet-i kerîmenin sırrı açığa çıkar. Ey zavallı ve kudretsiz insan, hâlini düşün, kendine gel! O günün korku ve dehşetinden sakın! Bu iki fırkanın hangisinde bulunacağını şimdiden düşün! Eğer Allahü teâlâ için amel ettiysen, iyi işlerinde yakîn ve ihlâs üzere bulunduysan, Allahü teâlânın, amelini reddetmeyeceği ve kabûle şayan göreceği bir hâlde saf ve hâlis yaptıysan, kıyâmet gününde binekler üzerinde Cennet’e giren takvâ sâhiplerindensin. Bu durumda kerâmet ve ihsân senin içindir.
Yok, anlatılan şekilde değilsen, bil ki, bu iki fırkadan ikincisindesin. Cehennem’de Fir’avn ile bulunanlarla beraber olup helâktesin. Hâmân ve Kârûn'un yanındasın. Allahü teâlâ Kehf sûresinin son âyetinde, meâlen; “Rabbine kavuşmak isteyen sâlih ameller işlesin. Rabbine ibâdette, kimseyi ortak etmesin” buyuruyor.
Demek ki, o korkunç ve dehşetli kıyâmet gününde seni, sâlih amellerinden başka kurtuluşa kavuşturacak bir şey yoktur. Bunu düşünüp sâlih amel yapman şarttır.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.