Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Sebe’ şehri ve Belkıs'ın nesebi

Sebe’ şehri ve Belkıs'ın nesebi || Peygamberler Ansiklopedisi || Hadis Kütüphanesi

Sebe, Yemen'de, San'a şehrine üç günlük mesâfede, Mağrib bölgesinde kurulmuş bir şehir olup, Himyerîlerin merkezi idi. Mağrib bölgesi çok ma’mûr bir bölgeydi. Mağrib seddi yapılarak, bölgenin hem su ihtiyâcı karşılanmış, hem de selden korunmuştu. Baştan başa, birbirine bitişik köyler ve bahçelerle kaplıydı. Kadınlar, başlarında tabla, iplik eğirerek ağaçların altında dolaşırlar, dönüşlerinde, tablalarının, olgunlaşarak düşen çeşitli meyvelerle dolmuş olduğunu görürlerdi. Meyve toplama zahmeti olmazdı.
Sebe’ beldesinde eziyet verici canlılar, yırtıcı hayvan, sivrisinek ve diğer sinekler, pire, akrep, yılan yoktu. Hattâ bir şahıs, üzerinde kurt varken onların beldesine uğrasa, oranın havasından kurtlar ölürdü. Hastalar da sıhhate kavuşurdu. Ancak Sebe’ halkı, Allahü teâlânın kendilerine ihsân ettiği bu kadar nîmete şükretmeyip nankörlük ettiler. Onların bu nankörlükleri, helâklerine sebep oldu.
Allahü teâlâKur'ân-ı kerîmde Dâvûd ve Süleymân'ın (aleyhimesselâm) hâllerini bildirerek, nîmetlerine şükredenlerin durumlarını beyân buyurduktan sonra, Sebe’ halkının ahvâlini meâlen şöyle bildirmiştir:
“Gerçekten, Sebe’ kavmi için sâkin oldukları yerlerde, (kudretimizin kemâline, bize şükredilmesinin vâcib olduğuna) bir alâmet vardır. (Bu alâmet, onların vâdilerinin) sağından ve solundan iki bölük bağları ve bahçeleridir (ki, her bölük birbirine bitişik idi. Yâhud onlardan her birinin evinin sağında ve solunda bir bağı vardı. Peygamberleri aleyhisselâm onlara dedi ki): Rabbinizin size verdiği rızıklardan (bağlarınızın meyvelerinden) yiyip O'na şükredin. (O'na tâatta bulunun. Çünkü Sebe’ beldesi) hoş (geniş, verimli havası, suyu güzel) bir beldedir. (Onu size Allahü teâlâ ihsân etmiştir.) O, (kendisine şükredenlerin) günâhlarını, af ve mağfiret eden bir Rabdır.” (Sebe’ sûresi: 15) İslâm âlimlerinin büyüklerinden Molla Câmî (rahmetullahi aleyh), bu âyet-i kerîmede geçen; “Hoş bir beldedir” meâlindeki; “Beldetün tayyibetün” lâfz-ı celîlini, ebced hesâbıyla İstanbul'un fethine târih düşürmüştür.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede, kendi tarafından Sebelilere ihsân edilen nîmetleri açıkladıktan sonra, onların durumlarını da meâlen şöyle beyân buyurdu. “Fakat onlar (bu kadar nîmetin şükründen) yüz çevirdiler.” (Sebe’ sûresi: 16)
Rivâyete göre; Allahü teâlâ, onlara bir çok peygamber gönderdi. Sebe’ halkını Allahü teâlânın dînine dâvet ettiler. Onlara, Allahü teâlânın nîmetlerini hatırlattılar. Allahü teâlânın emirlerine uymazlarsa, azâba uğrayacaklarını anlatıp, korkuttular. Fakat, Sebe’ halkı, onları yalanladılar Üstelik; “Allahü teâlânın bize nîmet verdiğini falan bilmeyiz. Rabbinize söyleyin, eğer gücü yeterse, bu nîmetleri bize vermesin!” diye nankörlük ettiler.
Sebe’ halkının sâkin oldukları yerler, kendileri için Allahü teâlânın kudretine delâlet eden bir işâret ve delil idi. Fakat bunu düşünmediler ve Allahü teâlânın kendilerine ve verdiği bu kadar nîmete yüz çevirmekle, zâlim olduklarını gösterdiler. Nitekim Secde sûresi 22. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyruldu: “Kendisine Rabbinin âyetleri ile nasîhat edildikten sonra, ondan yüz çeviren (tefekkür etmeyen) kimseden daha zâlim kimdir? Biz, mücrimlerden (müşriklerden azâb ile) intikâm alırız.”
Allahü teâlâ, üzerlerine Arim selini gönderip, mallarını ve evlerini su içinde bırakmakla, onlardan intikâm aldı. Arim selinin, önüne geçilmeyen sel, yahut Arim denilen seddin seli, yahut Arim vâdisinin seli olduğu bildirilmiştir.
Rivayete göre; Sebe’ halkı, vâdilerinin suyu için aralarında kavga ederlerdi. Sebe’ hükümdârlarından biri, vadideki iki dağın arasını kayalar ve zift ile kapattırarak, bir bend inşâ ettirdi. Bende üç tane kapı, önüne büyük bir havuz yaptırdı. Havuzda, dağılan ark adedine göre, çıkış yerleri koydurdu. Suya ihtiyaç olduğunda, buraları açar, bağ ve bahçelerini sularlardı. İhtiyaçlarını giderince, kapatırlardı. Yağmur yağınca, vâdinin suları seddin arkasında toplanır ve hiç su sızmazdı. Burası bir senede su ile dolar ve Sebe’ halkının su mes’elesi hâlledilmiş olurdu. Sebe’ halkı bir müddet bu hâl üzere kaldılar. Sonra, azgınlık ve taşkınlıkta ileri gittiler. Verilen bu nîmetlerin şükrünü yapmadılar. Kulluk vazifelerini yerine getirmeleri gerekirken, tam aksini yaptılar. Kendilerini doğru yola dâvet eden peygamberlere inanmadılar. Allahü teâlâ da onlara, köstebeği musallat etti. Köstebek, seddi, altından deldi. Sebelilerin herkese öğünüp gururlandıkları bağ ve bahçeleri, verimli arâzileri, köşkleri sular altında kalıp harâb oldu. Bugün Mârib seddi denilen bu sed, yeniden inşâ edilerek Mârib Barajı adıyla hizmete açılmıştır.
Allahü teâlâ, bu hâdisenin devamını meâlen şöyle bildirdi: (Beldelerinin veya her evin sağında ve solunda bulunan ve pek ma’mûr ve latîf olan) iki bahçenin yerine, acı meyveli, acı ılgınlı ve az bir şey de sedirden (Arabistan kirâzından) olmak üzere (harab) iki bahçe verdik.” (Sebe’ sûresi: 16) Sedir, Arabistan'ın makbûl ve meşhûr bir ağacıdır. Allahü teâlâ onlara sedir ağacından da az bir şey vermişti. Fakat bundan faydalanılmazdı. Sonra, Allahü teâlâ, onların niçin cezâya uğratıldıklarını meâlen şöyle beyân buyurdu: “İşte biz onları, nîmete nankörlükleri (yahut, peygamberlerini aleyhimüsselâm yalanlamaları) sebebiyle böyle cezâlandırdık. Biz, ancak nîmete nankörlük edenleri (veya peygamberlerini tekzip edenleri) cezâlandırırız.” (Sebe’ sûresi: 17)
Rûh-ul-Beyân’da, bu âyet-i kerîme ile şu husûsa işâret buyrulduğu bildirilmektedir: Şükreden mü’min, îmân, takvâ, sıdk, tevekkül, ihlâs ve güzel ahlâk gibi, bâtınî ve zâhirî nîmetlerin elinden çıkmaması için, şükür ipiyle onları kendisine bağlar. Bu nîmetlere şükretmeyen kimse de şükretmemekle nankörlük eder ve onları elinden çıkarır. Sonunda nîmetlerin yerinde; fakirlik, küfür, nifak, îmânda şüphe ile bâzı kötü vasıf ve huyları bulur.
Küfür ehli olan îmânsızlar, kalb ve rûhlarına küfür tohumlarını ektikleri için, onlarda iyilikten ve güzellikten bir şey bulunmaz. Bulunanlar ise yalnız nefisle ilgilidir. Onlar ancak ektiklerini biçerler. Kazdıkları kuyuya düşerler. Nitekim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Hayır bulan, (her hayır ve rahmetin kaynağı olan) Allahü teâlâya hamdetsin. Bundan başkasını bulan (hiç kimseyi kınayıp ayıplamasın) sâdece kendi nefsini kınayıp, ayıplasın” buyurmuştur.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede; Sebe’ memleketinin güzelliklerini, halkının, peygamberlerini (aleyhimüsselâm) yalanlamalarını, verilen nîmetlere nankörlüklerini bildirdikten sonra, bu ülkenin hariçteki ahvâlini, çevresini ve buranın birçok köyler vâsıtasıyla ma’mûr olduğunu meâlen şöyle beyân buyurdu:
“Onlar(ın beldeleri olan Yemen memleketleri) ile (nehirler, ağaçlar ve çeşitli nîmetlerle) bereket verdiğimiz beldeler (Şam) arasında, (birbirine yakın oldukları için birinden diğeri görülebilen) bitişik kasabalar yaptık. Oralarda onların seyir (ve sefer) etmelerini takdir ettik. (Biz onlara lisân-ı hâl veya kâl ile dedik ki;) Gecelerde ve gündüzlerde, (istediğiniz vakit) oralarda (açlık, susuzluk, düşman, yırtıcı hayvanlardan ve hırsızlardan) emîn olduğunuz hâlde, (korkusuzca) dolaşın.” (Sebe’ sûresi: 18) Âyet-i kerîmedeki Şam memleketlerinden murâd; Filistin, Erîha ve Ürdün beldeleridir.
Rivayete göre, Yemen kasabalarından sabahleyin yola çıkan bir kimse, öğleyin başka bir kasabada kaylûle yapardı. Öğle vakti buradan ayrılan bir kimse, geceyi başka bir kasabada geçirirdi. Böylece Şam'a kadar, yanında su ve azık taşımaya ihtiyaç duymadan giderdi. Çünkü yolda bu ihtiyaçlarını te’min edebilecekleri sulu ve ağaçlıklı kasabalar mevcûttu. Rivâyete göre bu kasabaların sayısı, dörtbin yediyüzü buluyordu.
Ama Sebe’ halkı, kendilerine ihsân edilen nîmetlere nankörlük ettiler. Şükre yanaşmadılar. Aksine, sâhip oldukları nîmetler, onları azdırdı. Refâh ve bolluk içinde yaşamaktan, âfiyet içerisinde bulunmaktan bıktılar. Rahatlık kendilerini rahatsız etti. Refâha ve âfiyete sabredemediler. Rızık kazanmak için, meşakkat ve sıkıntı çekmeyi ister oldular. Nitekim İsrâiloğulları da çölde rızıklandırıldıkları helva ve bıldırcın etinden bıktıklarını, bunların yerine topraktan biten; bakla, mercimek, sarmısak gibi yiyecekler istediklerini söylemişlerdi. İsrâiloğulları gibi Sebe’ halkı da, Allahü teâlâdan, bahçeleri arasındaki mesâfeyi açmasını, Şam beldeleri arasında çöller yapmasını istediler. Maksatları, bineklerine binmek, yanlarına azık almak, bunlardan faydalanarak ticâret yapıp para kazanmak, böylece insanlara karşı övünüp, gururlanmak imkanı bulmaktı. Rahat ve huzûru, sıkıntı ve meşakkate değişmeyi istemeleri, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Onlar ise (buna karşı); Ey Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır (Sebe’ ile Şam arasında çöller, sahralar yap) dediler. (Onlar bu nîmetlerle şımarmaları ve taşkınlıkları sebebiyle) nefislerine zulmettiler.” (Sebe’ sûresi: 19)
Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh), onların bu isteklerinin İsrâiloğullarının, helva ve bıldırcın eti yerine soğan ve sarmısak gibi yiyecekler istemeleri gibi, kavuştukları nîmetlerin çokluğundan şımarıp, kibir ve gurura kapılmalarından ileri geldiğini zikretmiştir. Bir de; bozuk îtikâdlarını, ellerindeki nîmetlere çok güvenmelerini, bunların bir gün ellerinden çıkacağına aslâ, imkan ve ihtimâl vermemelerini hesâba katmak lâzımdır.
Onların; sefer sırasında yollardaki konakların arasının uzak olmasını, ma’mûr olan beldelerinin haraplığını söz ile değil de nîmete nankörlük eden bir tavır ve hareketle yâni hâl diliyle istemeleri de mümkündür.
Allahü teâlâ, Sebe’ halkının bu taleplerini kabûl buyurduğunu, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirdi: “... İşte biz de onları darmadağınık ettik. Şüphesiz ki, bunda çok sabır (ve) çok şükreden herkes için elbette ibretler vardır.” (Sebe’ sûresi: 19)
Sebe’ halkının; şehir, kasaba ve köyleri su altında kalınca, kendileri muhtelif memleketlere dağıldılar. Gassân kabîlesi Şam'a, Ezd kabîlesi Amman'a, Huzâa kabîlesi Tihâme'ye, Evs ve Hazrec kabîleleri Yesrib'e (Medîne-i münevvereye) geldi. Huzeyme kabîlesi ise, Irak'a gitti. Sebe’ halkının bu şekilde dağılmaları, daha sonra gelen kimseler arasında darb-ı mesel olarak söylene gelmiş, onların başına gelenler, insanlara ibret olmuştur. Nitekim âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Şüphesiz ki bunda (Sebe’ halkının kıssasında; günâhları, nefislerinin arzu ve isteklerini yapmamaya, şehvetlerine uymamaya, ibâdet ve tâatları yapmanın meşakkatine, belâ ve musîbetlere) çok sabır (bütün hâllerde ve vakitlerde Allahü teâlânın lutfettiği nîmetlere) çok şükreden herkes için, elbette ibretler vardır” buyrulmaktadır. (Sebe’ sûresi: 19)
Tefsîr-i Mazharî müellifi Senâullah-ı Pani-pütî (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurmuştur: “Mü’min, dâimâ sabırlı ve şükredicidir. Çünkü, dünyâ; belâ ve musîbet yeridir. Hattâ, kula verilen nîmetler de onun uğradığı belâ ve musîbetlerdendir. Çünkü, bu nîmetlerin verilmesiyle; onlara şükür mü; yoksa günâh işlerde kullanmak sûretiyle, nankörlük mü edecek diye kul imtihân edilmekte ve denenmektedir. İşte bu imtihân kul için bir musîbettir. Çünkü imtihânda muvaffak olamazsa, yâni nîmetlere şükretmeyi başaramazsa, sonu felaket ve hüsrân olacaktır.
İşte bundan dolayı, kulun ölümü de imtihân, hayatı da imtihândır. Nitekim Allahü teâla, Mülk sûresi 2. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurmaktadır “O (Allahü teâlâ, ezelde sizden meydana geleceğini bildiği şeyleri, hayatınızdan ölümünüze kadar, sizi mükellef kılıp, imtihân olunan muâmelesi yapmak sûretiyle, tecrübe ve imtihân sahası olan dünyâda) hanginizi amelce daha güzel (amelinde daha ihlâslı, sünnet-i seniyyeye daha çok uyan ve hanginizin haramlardan daha çok sakınan, tâatlara daha çok koşan) olduğunu, size de bildirmek için (dünyâda) ölümü, (ahirette) hayatı (veya ölümü de hayatı da dünyâda) yarattı.”
İşte mü’min dâimâ günâhlardan sakınmaya, musîbetlere ve tâatların meşakkatine sabırlıdır. Her belâ ve musîbet, günâhlara kefârettir. Bu sebeple belâ ve musîbetler, sabrı icâbettirdiği gibi, şükrü de gerektirir. Sonra sabra muvaffak kılması da Allahü teâlânın nîmeti olup, ayrıca buna da şükür lâzımdır.
İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh); “Mahbûbun (sevgilinin) elem vermesi, seven için, nîmetinden daha lezzetlidir. Onun için, sevgiliden (Allahü teâlâdan) gelen ve seven için bir lezzet olan belâ ve musîbetler, şükre daha lâyıktır” buyurmuş ve Abdülhak-ı Dehlevî hazretlerine yazdığı bir mektubunda bu durumu şöyle izâh etmiştir: “...Kıymetli efendim. Sıkıntıların gelmeleri, görünüşte çok acı ise de bunların nîmet oldukları umulur. Bu dünyânın en kıymetli sermâyesi üzüntüler ve sıkıntılardır. Bu dünyâ sofrasının en tatlı yemeği, dert ve musîbetlerdir. Bu tatlı nîmetleri, acı ilaçlarla kaplamışlar, bununla imtihân yolunu açık tutmuşlardır. Saâdetli, akıllı olanlar, bunların içine yerleştirilmiş olan tatlıları görür. Üzerindeki acı örtüleri de tatlı gibi çiğnerler. Acılardan tat alırlar. Nasıl tatlı olmasın ki, sevgiliden gelen her şey tatlı olur. Hasta olanlar, onun tadını duyamaz. Hastalık da, O'ndan başkasına gönül vermektir. Saâdet sâhipleri, sevgiliden gelen sıkıntılardan o kadar tat alırlar ki, iyiliklerinde o tadı duyamazlar. Her ikisi de sevgiliden (Allahü teâlâdan) geldiği hâlde, sıkıntılardan, sevenin nefsi pay almaz. İyiliklerini ise, nefs de istemektedir. Arabî mısra tercümesi:
Nîmete kavuşanlara âfiyet olsun!
Yâ Rabbî! Bizi, sıkıntıların sevâblarından mahrûm eyleme! Bunlardan sonra, bizi fitnelere düşürme!.” (2. cilt, 29. mektup)
Bir diğer mektuplarında ise şöyle buyurmuşlardır: “Allahü teâlâ, size lâyık olmayan şeylerden selâmet versin! Dostlara dünyâ sıkıntılarının ve belâların gelmesi, bunların günâhlarının affolması için keffârettirler. Yalvararak, ağlayarak ve sığınarak, kırık kalb ile Allahü teâlâdan af ve âfiyet dilemelidir. Duânın kabûl olunduğu anlaşılıncaya ve fitneler kalmayıncaya kadar, böyle duâ etmelidir. Dostlarınız ve iyiliğinizi isteyen sevenleriniz de, sizin için duâ etmekte iseler de, dertlinin kendisinin yalvarması daha yerinde olur. İlaç almak ve perhiz yapmak, hastaya lâzımdır. Başkalarının yapacağı, olsa olsa, ona yardımcı olmaktır. Sözün doğrusu şudur ki, sevgiliden gelen her şeyi, gülerek, sevinerek karşılamak lâzımdır. Ondan gelenlerin hepsi tatlı gelmelidir. Sevgilinin sert davranması, aşağılaması, ikrâm, ihsân ve yükseltmek gibi olmalıdır. Hattâ, kendi nefsinin böyle isteklerinden daha tatlı olmalıdır. Seven böyle olmazsa, sevgisi tam olmaz. Hattâ, seviyorum demesi, yalancılık olur...) (2. cilt, 75. mektup)
İmâm-ı Beyhekî'nin Şu'ab-ül-îmân kitabında bildirilen Hadîs-i şerîfte; “Îmân iki parçadır. Bir parçası sabırda, diğer parçası şükürdedir” buyrulmuştur. Senâullah-i Pani-pütî (rahmetullahi aleyh) de, bu Hadîs-i şerîfi yazdıktan sonra; “Mü’minin îmânı tam olup, dâimâ bu iki kısmı kendisinde bulundurur. Bu parçalardan biri ile iktifa etmez” buyurmuştur.
Allahü teâlâ, Sebe’ halkının ibretli hâlini beyân ettikten sonra meâlen; “Muhakkak iblis, onların (bazı insanların veya Sebe’ halkından nîmete nankörlük edenlerin) aleyhindeki (onların nîmete nankörlük etmeleri ve kendisine tâbi olacaklarına dair) zannını tahakkuk ettirmişti de, mü’minlerden ibâret bir cemâatten (veya Allahü teâlâya itâat eden, âsî olmayan mü’minlerden bir kısmından) başkası (Allahü teâlâya âsî olmakta) iblise tâbi oldular” buyurdu. (Sebe’ sûresi: 20)
İblis, kendisini Âdem aleyhisselâmdan üstün görüp, Âdem'e (aleyhisselâm) secde emrine itâat etmeyip, kâfir olmuş, Allahü teâlânın rahmetinden ve kereminden kovulmuştu. Şeytanın talebi üzerine, Allahü teâlânın katında malûm olan vakte kadar, (bazı âlimlere göre birinci sûrun üfürülüşüne kadar) mühlet verildi. İblisin âyet-i kerîmede meâlen şöyle dediği bildirildi: “Öyle ise, izzet ve kudretine yemîn ederim ki, onların hepsini muhakkak azdıracağım. Ancak içlerinden muhlas olan kulların müstesna...” (Sâd sûresi: 82, 83)
A’râf sûresi 16 ve 17. âyet-i kerîmelerinde, şeytanın şu sözü de bildirilmektedir: (Yâ Rabbî!) Öyle ise beni rahmetinden kovmana yemîn ederim ki, onları (Âdemoğullarını) saptırmak için muhakkak senin doğru yoluna (dîn-i İslâm yoluna) oturup, vesvese ile onları saptıracağım. Sonra onların önlerinden, arkalarından, sağ taraflarından ve sol taraflarından sokulacağım (saptıracağım). Sen (Âdemoğullarının) çoğunu (verdiğin nîmetlere) şükredici bulmayacaksın” dedi.”
İbn-i Kuteybe; “Şeytan bu sözleri söylediğinde, bunların tahakkuk edeceğini kat’î olarak bildiğinden değil, zan ile söylemişti. Fakat (insanlar veya Sebe’ halkı) ona tâbi olup, itâat edince, bu zannı tahakkuk etti” demiştir.
Şeytan, onların doğru yoldan saptırılması ve igvâsına bir sebeptir, bir vâsıtadır. Yoksa hidâyet ve dalâleti yaratan Allahü teâlâdır.
Ancak, Allahü teâlânın, şeytanı insanlara musallat kılması, ezelî ilmi ile mü’min ve kâfir olduklarını bildiği kimseleri, bu âlemde, mü’min ve kâfir olarak ortaya çıkarmak içindir. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen; “Halbuki onun (iblisin) bunlar (insanlar) üzerinde (önceden) hiç bir tasallutu (vesvese vermeye kudreti) yoktu. Ancak biz, âhırete îmân eden kimse ile, onda şüphe edeni ayırt etmek için buna meydan vermiştik. Senin Rabbin her şey üzerine bir hafîzdir” (koruyucudur). (Sebe’ sûresi: 21)
Büyüklerden birisi, Allahü teâlânın muhâfazasına nâil olabilmenin sebeplerinden bâzılarını; “İbâdet ve tâata gayret ve devam etmek, günâhları terketmek, misvâk kullanmak, az uyumak, gece namazı kılmak ve yüzünden Kur'ân-ı kerîm okumak olarak bildirmiştir.
Zünnun-i Mısrî (rahmetullahi aleyh) şöyle anlatır: “Bir gün, içimde bir sıkıntı meydana geldi. Bu sıkıntıyı gidermek için, Nil nehrinin kenarına gittim. Orada, sür’atle gitmekte olan bir akrep gördüm. Onun peşinden gittim. Nehrin kenarında duran bir kurbağanın sırtına binip, nehrin öte yakasına geçti. Ben de bir kayığa binip, karşıya geçtim. Onu tâkib ediyordum. Karşıya varınca, kurbağanın sırtından indi ve uyuyan bir gence doğru sür’atle yürüdü. Bu sırada bir yılan, aynı gence doğru yaklaşıyordu. Akrep, yılandan tarafa yöneldi. Yılanla akrep karşı karşıya geldiler, hücûm ederek birbirlerini soktular. İkisi de öldü. Orada uyuyan genç de Allahü teâlânın muhâfazasıyla onlardan kurtuldu.”
İbrâhim Havvâs da (rahmetullahi aleyh) şöyle anlattı: “Mekke-i mükerremeye giderken, geceyi geçirmek için harâbelik bir yere girdim. Orada, büyük yırtıcı hayvanlar vardı. Onlardan korktum. Bu sırada, gizliden bir ses; “Korkma, sâkin ol! Etrâfında yetmişbin melek seni muhâfaza ediyor” diyordu.” Bu, Allahü teâlânın evliyâsına olan lütfu idi.
Bu hâdiseler, Allahü teâlânın koruduğu kullara zarar gelmeyeceğini en iyi şekilde belirtmektir.
İşte Süleymân aleyhisselâm devrinde, Sebe’ ülkesinin başında Belkıs isimli kadın bir sultân vardı. Belkıs, Himyerî meliklerinin neslinden geliyordu. Bir rivâyete göre, annesi cinnîlerdendi. Süleymân aleyhisselâmın Belkıs'tan, onun da Süleymân aleyhisselâmdan haberi yoktu. Rivâyete göre; hüdhüd, Belkıs'ın haberini getirdiğinde, Süleymân aleyhisselâm, Yemen'de San'a şehrinde idi. Belkıs ise Mârib Sebe’ şehrinde bulunuyordu. Aralarında üç günlük bir mesâfe vardı. Ancak, Allahü teâlâ bir hikmetinden dolayı, Süleymân aleyhisselâma Belkıs'ın orada olduğunu bildirmemişti. Nitekim, aralarındaki mesâfe pek uzak olmamasına rağmen, Ya’kûb aleyhisselâma da Yûsuf aleyhisselâmın bulunduğu yeri gizlemişti.
Hüdhüd, getirdiği haberi, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen şöyle açıkladı: “Muhakkak ki, ben (orada) bir kadını (Belkıs'ı) onlara hükümdârlık eder buldum. Ona (hükümdarlara lâyık olan mallar, ordular ve daha başka) her şey verilmiştir. Onun bir de çok büyük tahtı var.” (Neml sûresi: 23)
Âyet-i kerîmede, hüdhüdün anlatmasına meâlen şöyle devam ettiği bildirildi: “Ben, onu ve kavmini, Allahü teâlâyı bırakıp, güneşe secde eder buldum. Şeytan onlara amellerini (güneşe tapmalarını ve diğer çirkin işlerini) süslemiş, onları, hak yoldan alıkoymuş. (Bu sebeple) onlar hidâyet ve tevhid yolunu bulamıyorlar.” (Neml sûresi: 24)
Hüdhüdün anlattıklarını dikkatle dinleyen Süleymân aleyhisselâm, Belkıs'ın ülkesini kendi mülküne katmayı hiç düşünmedi ve memleketin büyüklüğüne hiç ehemmiyet vermedi. Hüdhüd anlatmasına devam ederek, meâlen; (Şeytan), göklerde ve yerdeki her gizliyi (yağmur ve nebât gibi şeyleri meydana) çıkaran, (kalblerinde) ne gizliyorlar, (dilleriyle ve âzâları ile) ne açıklıyorlarsa (hepsini) bilen Allahü teâlâya secde etmesinler diye, (onları doğru yoldan alıkoyuyor.) Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. (O) büyük arşın sâhibidir (yani, ibâdete ve secde olunmaya lâyık olan Allahü teâlâdan başkası değildir) dedi.” (Neml sûresi: 25, 26)
Hüdhüdün sözlerinden; “Göklerde ve yerdeki her gizliyi (yağmur ve nebât gibi şeyleri meydana) çıkaran...” dan; Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. (O) büyük arşın sâhibidir” sözünün de dâhil olduğu kısım onun; “Senin bilmediğin şeye vâkıf oldum..” sözüne dâhil değildir. Çünkü bütün bu bilgileri hüdhüd, Süleymân aleyhisselâmdan öğrenmişti. Rûh-ul-Beyânda bildirilen Hadîs-i şerîfte şöyle buyruldu: “Size hüdhüdü öldürmeyi yasaklıyorum. Çünkü Süleymân aleyhisselâmın, suyun yakınlığını ve uzaklığını bilen delîli idi. O yeryüzünde (yalnız) Allahü teâlâya ibâdet, kulluk edilmesini istedi. Çünkü; Sana Sebe’ (şehrinden) çok doğru (ve mühim) bir haber ile geldim...” dedi.”
Hadis âlimlerinden Ebû Kılabe'nin annesi, Ebû Kılabe'ye hâmile iken, rüyâda, bir hüdhüd dünyâya getirdiğini gördü. Bu rüyâsını, tabire ehil kimselerden sordu. Ona; “Eğer rüyân doğru ise, namaza çok bağlı bir çocuğun olacak” dediler. Nihâyet Ebû Kılabe doğdu. Büyüdüğünde, her gün 400 rekat namaz kılardı. Ezberinden 60 bin Hadîs-i şerîf rivâyet etti. Hicrî 276 senesinde vefât etti.
Fahreddîn-i Razî hazretleri, yukarıdaki âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyurdu ki: Âyet-i kerîme; “Göklerde ve yerdeki her gizliyi çıkaran...” kavl-i şerîfi ile, Allahü teâlânın kudret sıfatına, her şeye gücü yettiğine; “Ne gizliyorlar ne açıklıyorlarsa (hepsini) bilen Allahü teâlâya...” kavl-i şerîfi ile de Allahü teâlânın ilim sıfatına, her gizliyi bildiğine delâlet etmektedir.
Bu âyet-i kerîme, güneşe tapanlara cevap vermektedir. Şöyle ki; İlâhın gizlileri çıkarmaya kâdir olması, gizli olanları bilmesi lâzımdır. Halbuki güneş böyle değildir. Hattâ onun ne bir fayda te’minine, ne bir zarar gidermeye gücü yetmez. Nitekim İbrâhim aleyhisselâm da, amcası ve üvey babası olan Âzer'e; “İşitmez, görmez, sana hiç bir faydası olmaz şeylere niçin tapıyorsun?...” buyurmuştur. (Meryem sûresi: 42) O hâlde güneş ilâh değildir. Güneş ilâh olmayınca, ona secde etmek de câiz değildir. Allahü teâlâ ise, her şeye kâdir olduğu gibi, her gizliyi de bilicidir. Secde olunmaya lâyık olan, ancak O'dur. Nitekim İbrâhim aleyhisselâm da, ilâhlık davasında bulunan Nemrud'a; “...Benim Rabbim hem diriltir, hem öldürür...” buyurmuştu. (Bakara sûresi: 258)
Hüdhüdün bütün konuşmaları, Süleymân aleyhisselâmı sözüne inandırmak, Belkıs'la gazâ edip onu itâati altına almaya teşvik içindi.
Hüdhüd, Belkıs ve kavminin, Allahü teâlâyı bırakıp güneşe taptıklarını anlatınca, Süleymân aleyhisselâm, gadablandı ve bunu araştırmak istedi; “Bakalım doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun?” dedi.” (Neml sûresi: 27)
Bu âyet-i kerîme, devlet başkanının, teb’asının mûteber mâzeretini kabûl edip, bu mâzeretleri sebebi ile onlardan cezâyı kaldırması lâzım geldiğine delâlet etmektedir. Çünkü Süleymân aleyhisselâm, özür beyân eden hüdhüdü cezâlandırmadı. Hüdhüdün doğru konuşması, özrü oldu ve cihâdı icâbettiren bir haber getirmişti. Süleymân aleyhisselâm ise Allah yolunda cihâd yapmayı severdi. Hüdhüdün verdiği haber, dîni bir mes’ele olduğundan, doğruluğunu araştırmak istedi. Hüdhüdün, tek başına; “Çok doğru ve kesin bir haber getirdim” demesini, ihtiyatla karşıladı ve Belkıs'ın memleketine cihâda çıkmak için, bu haberi kâfi görmedi. Yâni haber-i vâhid ile amel etmedi.
Bu âyet-i kerîme, haber-i vâhidin, ilim (kat’î bilgi) ifâde etmediğine delâlet etmektedir. Hadis ilminde haber-i vâhid; Şöhret ve tevatür derecesine ulaşmamış olan, bir, iki veya daha fazla kimse tarafından rivâyet edilen Hadîs-i şerîftir.
Bunun için, haber-i vâhidi, ihtiyatla karşılamak lâzımdır. İşte Süleymân aleyhisselâm, onun bu haberini kat’î olarak kabûl etmedi. Fakat, büsbütün de ilgisiz kalıp reddetmedi ve doğruluk derecesini araştırmak istedi.
Üstelik hüdhüd, izinsiz gittiği için suçlu durumdaydı ve bu hâli hiç de iyi değildi. Hal böyle olunca, getirdiği haberin doğruluğunu araştırmak gerekirdi. Süleymân aleyhisselâmın bu hâli; “Ey îmân edenler! Eğer bir fâsık size haber getirirse, onu tahkik edin. (Yoksa) bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da, yaptığınıza pişman kimseler olursunuz” meâlindeki, Hucurât sûresi 6. âyet-i kerîmesinin hükmüne de uygundu.
Hüdhüdün getirdiği haberin doğruluğunu araştırmak isteyen Süleymân aleyhisselâm, o anda veya daha sonra Belkıs'a bir mektup yazdı. Mektubu, Allahü teâlânın adı yazılı mührüyle mühürleyip hüdhüde verdi.
Süleymân aleyhisselâmın bir mührü vardı. Yüzük taşı şeklinde taşıdığı bu mührü, parmağına geçirince; ins ve cin, kuşlar da dâhil her çeşit hayvan ona itâat ederdi. Mührün üzerinde, Allahü teâlânın ismiyle birlikte âhır zaman peygamberi Muhammed aleyhisselâmın ismi de vardı. Nitekim Râmûz’da nakledilen ve Câbir radıyallahü anhın rivâyet ettiği Hadîs-i şerîfte, Süleymân aleyhisselâmın mühründeki nakşın; “La İlâhe illallah Muhammedün Resûlullah” olduğu bildirilmiştir.
Süleymân aleyhisselâm, mektubu hüdhüde verdikten sonra; “Bu mektubu (Belkıs ve kavmine) götür. Onu onlara (görebilecekleri bir yere) bırak. Sonra (onlara yakın) bir yere çekilerek, (gizlenip) ne şekilde cevap verecekler bak” dedi. (Neml sûresi: 29) Aslında Süleymân aleyhisselâm, mektubu emrindeki cinnîlerle de gönderebilirdi. Fakat hüdhüd, Belkıs'ın memleketini biliyordu. Bu sebeple, onunla gönderdi.
Belkıs, kavminin işlerinin durumunu ve ihtiyaçlarını dinlemek için, her Cumâ günü dışarı çıkardı. Tahtı; altından yapılmış, dört direk üzerine konurdu. Tahta oturunca, Belkıs halkı görür, halk kendisine bakamazdı. Kavminden birisinin bir işi, arzı veya ricâsı olsa, soru sorabilmek için izin ister, huzûruna gider, başını önüne eğerdi. Belkıs'ın yüzüne aslâ bakmazdı. Sonra tâzim olarak ona secde ederdi. Belkıs izin vermeyince, başını secdeden kaldırmazdı. Belkıs, kavminin ihtiyaçlarını hüküm ve gereğinin yapılmasını emrettikten sonra, köşküne girer, bir sonraki Cumâ gününe kadar, dışarı çıkmazdı. Sarayı büyük idi. Hüdhüd, Süleymân aleyhisselâmın mektubu ile gittiği zaman, kapıları kapanmış, etrâfta muhâfız ve devriyeler dolaşıyordu. Hüdhüd, hiç bir yerden giremeyince, köşkün penceresinden girdi. Odadan odaya geçerek, yirmi metre yüksekliğindeki Belkıs'ın tahtını gördü. Belkıs, tahtında uzanmış yatıyordu. Onu bu hâlde gören hüdhüd, mektubu tahtına bıraktı. Sonra, Belkıs'ın uyanıp mektubu okumasını bekledi ve görebileceği bir pencere kenarına saklandı. Aradan bir hayli zaman geçtiği hâlde, Belkıs uyanmamıştı. Hüdhüd, indi, gagasıyla ona dokunup uyandırdı.
Belkıs, tahtının üzerindeki mektubu görünce, aldı. Eliyle gözlerini ovuşturarak, mektuba baktı. Her yer kapalı olduğu hâlde, yanına kadar bu mektubun kimin tarafından ve nasıl getirildiğini düşündü. Merâkla odasından çıkıp, sarayın etrâfına baktı. Muhafız ve nöbetçilerin hepsini yerlerinde gördü. Onlara; “Kapıyı açıp benim odama giren kimse gördünüz mü?” diye sordu. Muhafızlar; “Kapılar hiç bir şekilde açılmamıştır. Eskisi gibidir. Biz de devamlı beklemekteyiz” diye cevap verdiler. Hemen mektubu açtı ve okudu. Mektupta; “Bismillâhirrahmânirrahîm” yazılı olduğunu görünce, kavminin ileri gelenlerine haber gönderdi. Toplandılar. Onlara hitâb edip, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Ey ileri gelenler! Bana çok şerefli bir mektup bırakıldı. O (mektup), Süleymân'dandır. (O mektubun muhtevası); Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânın adıyla. Bana karşı büyüklenmeyiniz (yani bana icâbetten kaçınmayınız. Çünkü bana uymayı terk etmek; tekebbür, büyüklenmek, kendini yüksek ve üstün görmektendir). Bana, müslümanlar (emrime itâat ediciler) olarak geliniz”dir dedi.” (Neml sûresi: 29-31)
Süleymân aleyhisselâmın mektubu niçin şerefliydi?
1- İçinde yazılı olanlar güzel olduğu için.
2- Şerefli bir melikten (Süleymân aleyhisselâmdan) geldiği için.
3- Mektup mühürlü olduğu için. Nitekim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Mektubun şerefi, mühürlü olmasıdır” buyurmuştur. Kendileri de hükümdârlara mektup göndermişlerdi. Bu sebeple kendileri için gümüşten bir mühür yaptırdılar. Üstünde; Muhammedün resûlullah (Muhammed aleyhisselâmAllahü teâlânın resûlüdür) yazılı idi.
4- Süleymân aleyhisselâmın mektubu, besmele ile başladığı için şerefliydi. Çünkü Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Besmele ile başlanmayan her söz, (bereket ve hayırdan) kesilmiştir” buyurmuştur.
5- Belkıs'ın hidâyete kavuşup müslüman olmasına vesîle olduğu için.
6- Süleymân aleyhisselâmın mektubu, peygamberlerin aleyhimüsselâm Allahü teâlâya dâvetteki âdet ve usûllerine göre yazılmıştı. Mektupta, yumuşak ve nezaketli ifâdeler yer alıyordu. Allahü teâlâya kulluk edilmesini nasîhat ediyordu. Ona lânet etmiyor, dil uzatıp, incitici ve gücendirici sözlere yer vermiyordu. Nitekim Allahü teâlâ, Nahl sûresi 125. âyet-i kerîmede, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme meâlen; (Ey Muhammed! İnsanları,) hikmetle (hakkı beyân eden şüpheleri gideren delil ile), güzel mev'ize ile (teşvik ve kendilerine nasîhat ettiğini, kendilerinin faydasını istediğini bildikleri hâlde sen onları korkutarak) Rabbinin yoluna (İslâm'a) dâvet et. Onlarla en güzel mücâdele şekli (olan rıfk ve yumuşaklık) ile mücâdele et” buyurdu. Yine Allahü teâlâ, Mûsâ ve Hârûn'a (aleyhimesselâm); “Fir’avn'a yumuşak söyleyin. (Yumuşaklıkla muâmele edin. Sert davranmayın) buyurdu. (Tâhâ sûresi: 43)
7- Mektup, Belkıs'ın hidâyetine sebep olduğu için, âyet-i kerîmede “Şerefli bir mektup” buyrulmuştur. Bâzı âlimler; Belkıs, Süleymân aleyhisselâmın mektubuna hürmette bulunduğu ve kıymet verdiği için, hidâyet ve îmânla şereflendi buyurmuşlardır. Nitekim Fir’avn'un sihirbazları; “Yâ Mûsâ! Asânı yere önce sen mi atarsın, yoksa biz mi atalım?” (Tâhâ sûresi: 65) dediler. Böylece Mûsâ aleyhisselâma öncelik vererek edebi gözetmişler ve îmânla şereflenmişlerdir. Buna karşılık İran kisrası, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin mübârek mektuplarını yırttığı, edepsizlik yaptığı için, Allahü teâlâ da onun mülk ve saltanatını, paramparça etti. Onun küfürdeki inâdına böyle büyük bir cezâ verdi.
Âyet-i kerîmenin; “O (mektup) Süleymân'dandır” meâlindeki kısmı, Belkıs'ın kendi sözüdür. Bununla, mektubun kimden geldiğini bildirmiştir. Mektup; “Rahmân ve Rahim olan Allahü teâlânın adı ile” meâlindeki Besmele ile başlamakta, kibirlenmeden, müslümanlar (emrine itâat ediciler) olarak kendisine gelmelerini istemektedir. Görüldüğü gibi, Süleymân aleyhisselâm mektubunu fazla uzatmamış, maksadını ifâde etmekle iktifa etmiştir. Zâten peygamberler (aleyhimüsselâm) mektuplarını uzatmazlar, maksadı ifâde ile yetinirlerdi. Süleymân aleyhisselâmın mektubu da, maksadın tamamını içine alıyordu. Kullara ilk önce lâzım olan; temiz ve sağlam bir îtikâd, sonra ameldir. Mektupta Besmele-i şerîfeye yer verip başlaması ile, Allahü teâlânın her şeyin yaratıcısı olduğu, O'nun her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, hayat, irâde, hikmet ve merhamet sâhibi olduğu da bildirilmiş olmakta, böylece; îtikâdın amelden önce olduğu da beyân edilmektedir. Besmele ile, îtikâdî mes’eleler kısaca ve toptan bildirilmiş olmaktadır. Çünkü, Rahmân ve Rahîm olmak, subûtî sıfatların hepsini içine almaktadır. Böylece Süleymân aleyhisselâm, mektubunun başına yazdığı Besmele ile; ibâdetin ancak Allahü teâlâya yapılacağını, O'ndan başkasının ibâdete lâyık ve müstehak olmadığını anlatmış oldu.
Süleymân aleyhisselâm, hak olan îtikâdı beyân ettikten sonra; “Bana karşı tekebbürde bulunmayınız” buyurmak sûretiyle onları, nefslerine, arzu ve isteklerine uymaktan, büyüklenmekten ve kendilerim üstün görmekten men etti. Çünkü kibirlenerek kendilerini üstün görmeleri, bu hak dâveti kabûl etmelerine mâni olurdu. Nitekim, Mekke müşriklerinin ileri gelenleri, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) âlemlere rahmet olarak gönderilen Allahü teâlânın habîbi (sevgilisi) değil de, Abdullah'ın yetimi diye baktıkları için; “Böyle bir yetimin peşinden mi gideceğiz” diyerek büyüklenip, îmân etmemişlerdi.
Süleymân aleyhisselâm mektubun sonunda; “Bana, müslümanlar (müminler veya emrime itâat ediciler) olarak gelin” buyurarak, bütün fazîletlerin esaslarını kendinde toplayan İslâm'ı ve itâati emretti.
Kısaca söylemek gerekirse, Süleymân aleyhisselâmın bu mektubu, din ve dünyâ için lâzım olan faydaları ihtivâ etmektedir.
Belkıs, kavminin ileri gelenlerinin görüşlerini almak ve bu husûsta kendisine yardımcı olmalarını istemek için, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Ey eşrâf! (Bu) işimde hayırlı, faydalı ve doğru gördüğünüz ne ise bana söyleyiniz. Siz hazır olup, sizinle müzâkere etmeden hiç bir işte kat'i bir hüküm vermedim. (Böyle mühim bir husûsta, siz olmadan nasıl hüküm verebilirim) dedi.” (Neml sûresi: 32) Belkıs'ın adamları (bir rivâyette ordu kumandanları), kendi aralarında düşünüp konuştuktan sonra, âyet-i kerîmede beyân buyrulduğu gibi meâlen; “Biz güç ve kuvvet sâhibi çetin savaş erbabıyız. (şecaat sâhibiyiz. Bununla beraber) emir sana aittir. (Biz sana itâat edicileriz. Muhârebe ve sulhtan hangisini istersen, biz sana tâbiyiz.) Bak sen ne emredeceksin dediler.” (Neml sûresi: 33)
Tefsîr-i Medarik'de buyruluyor ki: Belkıs'ın ordu kumandanları, böyle demekle şunu kasd ettiler: Biz harb adamıyız. Rey ve tedbire ehliyetimiz yoktur. Sen ne emredersen, itâat etmek boynumuzun borcudur.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

[blogger]

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget