Rivayete göre. Süleymân aleyhisselâm, Beyt-ül-Makdis'in (Mescid-i Aksâ'nın) inşasını bitirince, Mekke-i mükerremeye gitmeye karar verdi. Hazırlığını yaptı. Rüzgâr, cinler, insanlar, kuşlar ve diğer vahşî hayvanlardan meydana gelen ordusu ile birlikte yola çıktı. Mekke-i mükerremeye varıp, bir müddet orada ikâmet etti. Orada, kavminin ileri gelenlerine; “Buradan bir peygamber çıkacaktır. Hak husûsunda, O'nun yanında herkes birdir. Allahü teâlânın emrini yerine getirmek husûsunda, kınayanın kınamasına aslâ kıymet vermez” dedi. Yanında bulunanlar ona; “O hangi din üzeredir?” dediler. Süleymân aleyhisselâm da; “O hanif dîni yâni İslâm dîni üzeredir. O'na yetişip de îmân edenlere ne mutlu! Burada olanlar, olmayanlara; O'nun, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) efendisi ve son peygamber olduğunu ulaştırsınlar” buyurdu. Süleymân aleyhisselâm, kurbanlar kesip ibâdetler yaptıktan sonra, bir sabah vakti, Mekke-i mükerremeden ayrılarak Yemen tarafına gitti. Birkaç saatte San'a'ya vardı. Gördüğü güzel bir arâziye inerek namaz kılmak ve bir şeyler yemek istedi. Süleymân aleyhisselâm iniş ile meşgûl iken, hüdhüd, daha yükseklere çıkıp, etrâfı seyretmeye, meşgûliyetinin bitmesine yakın yanında olmaya karar verdi. Hüdhüd etrâfa bakınırken, Belkıs'ın güzel bahçelerinden birini gördü. Hoşuna gidip, oraya indi. Burada, başka bir hüdhüd ile karşılaştı. Karşılaştığı hüdhüd ona; “Nereden gelip, nereye gidiyorsun?” dedi. Hüdhüd ona; “Pâdişahımız, Süleymân bin Dâvûd'la Şam tarafından geldik. O; insanların, cinlerin, şeytanların, kuşların ve diğer vahşî hayvanların sultânıdır” dedi. “Senin pâdişahına büyük bir mülk verilmiş. Fakat bu Yemen diyârının melikesi Belkıs da, ondan aşağı değildir. Çünkü onun emrinde, pek çok kumandan, her kumandana bağlı pek çok asker vardır. İstersen sana onun mülk ve saltanatını göstereyim” dedi.
İbn-i Abbâs'ın bildirdiğine göre, hüdhüd nerede su olduğunu bilir ve Süleymân aleyhisselâma su bulurdu. Suyun yakınlığını ve uzaklığını bilirdi. Suyun bulunduğu yeri gagalar, cinler gelir, orayı kazıp, su çıkarırlardı.
İbn-i Abbâs'a; “Hüdhüd (Çavuş kuşu), böyle bir haslete sâhip olduğu hâlde, bir çocuk tuzak kurup, üzerini azıcık bir toprakla örtünce, toprağın altındaki tuzağı görmez. Gelir üstüne basar. Tuzağa yakalanır. Halbuki o, toprağın altındaki suyu görmektedir” denildi. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh); “Kaza ve kaderin vakti gelince göz görmez olur, akıl baştan gider” cevâbını verdi.
Süleymân aleyhisselâmın hüdhüdü, Yemenli hüdhüde; “Namaz vaktinde Süleymân aleyhisselâmın suya ihtiyâcı olup beni aramasından korkuyorum” dedi. Yemenli hüdhüd; “Fakat, Belkıs'ın memleketini Süleymân aleyhisselâma haber verirsen, o bundan memnun kalır” dedi. Süleymân aleyhisselâmın hüdhüdü, onunla beraber Belkıs'ın mülkünü görmek için gitti. Süleymân aleyhisselâmın ordusu ile beraber indiği yer, susuz bir yerdi. Su ihtiyâcı üzerine, insan ve cinlerden orada su bulunup bulunmadığını araştırdı. Onlar da bilemediklerini söylediler. Süleymân aleyhisselâm, adı geçen hüdhüdü sordu. Çünkü o hüdhüdlerin reîsi idi. Ona, oralarda su bulunup bulunmadığını soracaktı. Fakat onu ortalıkta göremedi. Sonra kuşları tanıyan, akbaba (veya kerkenez kuşunu) çağırdı. Ona, hüdhüdün nerede olduğunu sordu. O da bilmediğini söyledi. Süleymân aleyhisselâm, hüdhüdün orada bulunmadığını anladı. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “(Süleymân aleyhisselâm hüdhüdü görmek için) kuşları araştırdı. (Onu kuşlar arasında göremeyince;) Bana ne oluyor ki; (kuşların arasında) hüdhüdü görmüyorum? (Acabâ ne oldu?) Yoksa gayıplardan mı oldu? dedi. (Neml sûresi: 20)
Rûh-ul-Beyân tefsîri’nde, Tevîlat-ı Necmiyye isimli eserden naklen şöyle bildirilmektedir: Bu âyet-i kerîme; sultânlara, memleketleri husûsunda uyanık ve dikkatli olmalarına, halkın işlerini iyi yürütmelerine, teb’asından en büyük mertebede olanların durumlarını araştırdığı gibi, en küçüklerinin de hâllerini sorup öğrenmesine, büyük-küçük hepsinin varlığından ve yokluğundan haberdâr olması icâb ettiğine işâret etmektedir. Nitekim Süleymân aleyhisselâm, kuşların en küçüklerinden olan hüdhüdün durumunu araştırmış, onun izinsiz azıcık ortadan kaybolması kendisine gizli kalmamıştır.
Süleymân aleyhisselâm, tebaasına son derece şefkâtli idi. Bu sebeple kusuru kendi şahsına nispet ederek; “Bana ne oluyor ki, hüdhüdü görmüyorum” dedi. Bununla tebaasının faydasını gözetmek ve onları terbiye etmek istedi. Bunun için; “Hüdhüde ne oluyor ki, onu (kuşlar arasında) görmedim?” demedi.
Hüdhüdün orada bulunmadığı kesin olarak ortaya çıkınca, Süleymân aleyhisselâm gadablandı ve tehdit ederek meâlen; “(Tüyünü yolup, güneşin harâretinde bırakmak, yahut çiftinden ayırmak, yahut yanında ona zıt bir kuş bulundurmak, yahut karıncalı bir yere koyup onu karıncalara yedirmek, yahut onu akranlarına hizmetçi yapmak veya huzûrumdan kovmak sûretiyle) ona şiddetli bir azâb yapacağım” buyurdu. (Neml sûresi: 21)
Rûh-ul-Beyân’da, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde şöyle buyrulmaktadır: Hüdhüde yapılan bu tehdit, onu terbiye etmek için azâb ile yapılmış bir korkutmadır. Hüdhüd, mükellef bir varlık değildir. Mükellef olmayanların terbiyesi dört ayaklı hayvanların terbiyesi gibidir.
Yine Rûh-ul-Beyân tefsîri’nde, Tevîlat-ı Necmiyye’den naklen şöyle bildirildi: Âyet-i kerîme, Süleymân aleyhisselâm zamanında kuşların ve Süleymân aleyhisselâma itâatle emrolunmuş olan insanların ve cinlerin kendi hâllerine münâsip bir teklifle mükellef olduklarını, Süleymân aleyhisselâmın bir mûcizesi olarak emir ve nehyleri kabûlde kuşların da insanlar gibi olduğunu göstermektedir.
Ayet-i kerîmenin devamında bildirildiği gibi, Süleymân aleyhisselâm sözlerine meâlen şunları da ilave etti: “Yâhud onu mutlaka (boğazından) keseceğim. Yâhud bana (kayıp olmasına mâzeret olacak) açık ve kat’î bir delil getirir.” (Neml sûresi: 21)
Süleymân aleyhisselâm hüdhüd hakkında bu tehdidi yaptıktan sonra, kuşların efendisi olan Ukâb isimli kuşu çağırdı. Hüdhüdü derhal bulup getirmesini emretti. O kuş, hemen havalandı. Her tarafı gâyet iyi görüyordu. Etrâfa bakınırken, hüdhüdün Yemen tarafından gelmekte olduğunu gördü. Nitekim Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “Derken (hüdhüd) çok eğlenmeyip döndü” buyruldu. (Neml sûresi: 22)
Hüdhüdün ortadan kaybolması her ne kadar şiddetli azâba uğratmasına sebep ise de, kaçmasını telâfîye çalışması ve gittiği yerden sür’atle dönmesi de onun hakkında hayır ve saâdet alâmetlerindendir. Süleymân aleyhisselâmın hüdhüdü aramakla vazifelendirdiği kuş, ona doğru öterek seslendi. Hüdhüd, kötü bir haber olduğunu anladı. Yaklaşınca o kuş hüdhüde; “Allahü teâlânın peygamberi Süleymân aleyhisselâm sana pek şiddetli azâb edeceğine, yahut seni boğazlatacağına yemîn etti” dedi. Bunu duyan hüdhüd, Süleymân aleyhisselâma doğru uçtu. Süleymân aleyhisselâmın bulunduğu yere varınca, onu akbabalar ve diğer kuşlar karşıladı. Ona; “Yazık sana! Bugün nerede idin?” diyerek, Allahü teâlânın peygamberi Süleymân aleyhisselâmdan bahsedip, onun hakkında yaptığı tehdidi tekrarladılar. Bunun üzerine hüdhüd; “Süleymân aleyhisselâmın istisna tuttuğu bir sözü olmadı mı?” diye, sordu. Onlar da; “Evet istisnası oldu. “Yâhud bana (mazeretini beyân eden) açık, kat’î bir delil getirir” buyurdu” dediler. Hüdhüd; “Öyleyse, kurtuldum” dedi. Ukâb, hüdhüdü, Süleymân aleyhisselâmın huzûruna çıkardı. Süleymân aleyhisselâm, kürsîsinde oturuyordu. Ukâb; “Hüdhüdü getirdim, yâ Nebiyyallah” dedi. Hüdhüd, Süleymân aleyhisselâma yaklaşıp, tevâzû ve hürmetini arzetti. Süleymân aleyhisselâm, Ona; “Nerede idin? Sana şiddetli azâb edeceğim” buyurdu. Bunun üzerine hüdhüd, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Ey Allah'ın Nebîsi!) Ben, senin bilmediğin bir şeye vâkıf oldum. (Senin ve ordunun varmadığı yere vardım.) Sebe’ şehrinden sana çok doğru (ve mühim) bir haber getirdim dedi. (Neml sûresi: 42)
Hüdhüdün, Süleymân aleyhisselâmın bilmediği bir şeyi bilmesi, onun peygamberliğinin şânına bir şey getirmez. Çünkü Hüdhüdün bildiği şey, nübüvvetle (peygamberlikle) alakalı değildi. Bu bilgi, sırf his uzvuna bağlı olup, onu bilmekte ve görmekte, akıl sâhibi olanlar, ile akıl sâhibi olmayanların müşterek oldukları bir bilgidir.
Sonra bu âyet-i kerîme, peygamberlerin de gaybı bilmediklerini, ancak, mûcize olarak, Allahü teâlâ kendilerine bildirdiği takdirde, haberdâr olabildiklerini göstermektedir.
Yine Hüdhüdün, Süleymân aleyhisselâma; “Ben, senin bilmediğin bir şeye vâkıf oldum” demesi, edebe uygun değil ise de, peşinden faydalı bir şey bildirmesi, önceki sözünün yükünü hafifletti. Büyükler, böyle edebe uygun olmayan hareket ve sözlere faydalı bir husûs ile beraber söyleyince, sabır ve tahammül gösterirler. Nitekim hüdhüd, bu sözünün hemen peşinden, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Sebe’ (şehrin) den sana kat’î bir haber ile geldim” dedi. Tefsîr âlimlerinin bildirdiğine göre, âyet-i kerîmede; doğruluğunda aslâ şüphe olmayan haberleri sultâna, âmire bildirmenin lâzım olduğuna işâret vardır.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.