Allahü teâlâ âdemoğlunu yarattı. Hangisinin daha güzel amel işlediğini denemek için onları dünyâya yerleştirdi. Sonra onları kabir âlemine nakletti. Onları burada, kıyâmet gününe kadar tuttu. Onlar kabir âleminde olmakla beraber, amellerinin iyi veya kötü olmasına göre karşılık görürler. Ameli iyi olanlar, kabirlerinde ikrâma ve nîmetlere kavuşurlar. Amelleri kötü olanlar ise, hor ve hakîr olurlar.
Kabir hayatına muhakkak inanmak lâzımdır. Kabir, bir konaktır. Hadîs-i şerîfde; "Kabir, âhıret konaklarının birincisidir. Ondan kurtulana sonraki konaklardan geçmek kolay olur. Kabirden kurtulamayana, ondan sonraki konaklar daha zor olup, azâbları da daha şiddetlidir." buyuruldu. Sevgili Peygamberimiz yine buyurdu ki: "Kabir, Cennet bahçelerinden bir bahçe, yâhut Cehennem çukurlarından bir çukurdur." Kabirde, îmân edenlere ve ibâdetlerinde kusuru olmayanlara mükâfat, iyilik ve nîmetler verileceği gibi; kâfirlere ve günah işleyen müslümanlara da azâblar yapılacağı bildirilmiştir. Kabir azâbı haktır, rûh ile bedene olacaktır. Müslümanlara yapılacak kabir azâbının çoğu, helâda üzerine idrar sıçratanlara, birbirini çekiştirenlere olacaktır.
Kabir azâbı, rüyâda, âlem-i misâldeki görüntüleri görmek değildir. Kabir azâbı, rüyâ gibi değildir. Kabir azâbı, azâbın görüntüsü değildir. Azâbın kendisidir. Bundan başka, rüyâda görülen acı, azâb, azâbın kendisi denilse bile, dünyâdaki acılar, azâblar gibidir. Kabir azâbı ise, âhıret azâblarındandır. Birbirlerine hiç benzemezler. Çünkü dünyâ azâbları, âhıret azâbları yanında hiç kalır. Eğer, âhıret azâblarından bir kıvılcım dünyâya gelse, her şeyi yakar, yok eder. Kabir azâbını, rüyâda görülen azâb gibi sanmak, kabir azâbını bilmemekten, anlamamış olmaktan ileri gelmektedir. Azâbın kendisi ile, görünüşünü karışdırmaktan hâsıl olmaktadır. Böyle yanlış düşünmek, dünyâ azâbı ile âhıret azâbını aynı sanmaktan da olur. Böyle sanmak, pek yanlıştır. Yanlış ve bozuk olduğu meydandadır.
Allahü teâlâ, Mü'minûn sûresinin 100. âyet-i kerîmesinde meâlen; ''(Kâfirler der ki:) "Tâ ki, ben terk ettiğim îmânı yerine getirip, sâlih bir amelde bulunayım." (Hayır, artık dünyâya dönülmez), müşriklerden herbirinin söylediği bu sözler, söyleyene âit faydasız bir lâftır. Önlerinde ise bir mezâr vardır. Diriltilecekleri güne kadar oradadırlar." buyuruyor.
Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh), bir gün kabirleri göstererek; "Bunlar, sizin ile âhıret arasında bulunan kabirlerdir" buyurdu. Atâ Horasanî de; "Kabir, dünyâ ile âhıret arasındaki vakittir" ve Ebû Ümâme el-Bâhilî, bir şahsın cenâze namazını kılıp, cenâze kabre konunca; "Bu andan îtibâren, meyyit için mahlûkâtın diriltileceği güne kadar devam edecek bir kabir hayatı başladı" dediler.
Şa'bî'ye (radıyallahü anh); "Falanca kimse vefât etti" denilince; "O, ne dünyâda ne de ahırettedir. O, kabir âlemindedir" dedi. Yine Şa'bî (radıyallahü anh), birisinin; "Falanca vefât etti, âhıret ehlinden oldu" dediğini duyunca, o kimseye; "Âhıret ehlinden oldu deme, kabir ehlinden oldu de!" buyurdu.
Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) buyurdu ki: Kabir, insanoğluna şöyle seslenir: "Ey Âdemoğlu! Benim üzerimde koşuyorsun, fakat bir gün benim içime gireceksin; üzerimde Allahü teâlâya isyân etmektesin, fakat içimde azâb göreceksin. Üzerimde gülüyorsun, ama içimde ağlayacaksın. Üzerimde haram, helâl demeden bulduğunu yemektesin, fakat içimde kurtlar, böcekler senin bedenini yiyecekler. Üzerimde neş'e ve sevinçlisin, fakat içimde çok üzüleceksin. Üzerimde haramları topluyorsun, fakat, içimde eriyip gideceksin. Üzerimde kibir gurur içinde büyüklenip durursun, fakat içimde çok zelîl, aşağı ve hakîr olacaksın. Üzerimde aydınlıkta geziyorsun ama içimde karanlıklarda kalacaksın. Üzerimde sevdiklerinle berabersin, lâkin içime girince yalnız başına kalacaksın."
Hazret-i Âişe vâlidemizden şöyle rivâyet edildi: "Bir gün evde oturuyordum. O esnâda Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) teşrîf buyurdular. Ben hemen, her zaman gösterdiğim saygı üzerine ayağa kalkmak istediğimde, Resûlullah; "Ben de yanına oturayım yâ Âişe" buyurup oturdular. Daha sonra, mübârek başını kucağıma koyup uyudular. Mübârek sakal-ı şerîfindeki beyazlanmış olan dokuz adet kılı gördüm. O zaman kendi kendime; "Muhammed aleyhisselâm benden önce dünyâdan gidecek. Ümmeti, Peygambersiz kalacak" diye düşünürken ağladım, gözlerimden yaşlar boşandı. Bir damlası kucağımdaki Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek yüzüne düştü. Onu hemen uykusundan uyandırdı. Resûlullah; "Ey Âişe! Seni ağlatan şey nedir?" buyurdu. Ben de düşündüklerimi anlattım. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Hangi hâl ölüye daha şiddetlidir?" buyurdu. Ben; "Siz söyleyin yâ Resûlallah!" deyince; "Sen söyle" buyurdu. Ben de; "Meyyitin evinden çıktığı hâl çok üzüntülü olur. Çoluğu çocuğu çok üzülür ve vâh babamız vâh annemiz deyip feryâd ederler" dedim. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Doğru, ondan daha şiddetlisi hangisidir?" buyurunca, ben de; "Kabre konması, üzerinin örtülmesi ve yakınlarının, dostlarının kendisini dünyâdaki ameliyle başbaşa bırakmaları hâlidir. O zaman Münker ve Nekir ona gelir" dedim. Resûlullah; "Ey Âişe, meyyite ondan daha şiddetlisi nedir?" buyurunca; "Allahü teâlâ ve Resûlü daha iyi bilir" dedim. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ey Âişe, meyyitin en zor durumu, gâsilin (yıkayıcının) evine gelip, onu yıkamaya başladığı vakittir. Parmağından yüzüğü çıkarmakla işe başlar. Elbisesini, dünyâlık ne rütbesi varsa çıkarır. O zaman meyyitin rûhu, kendi çıplak bedenini görür ve öyle nidâ eder ki, insan ve cinden başka her mahlûk işitir.
Rûhu cesedinin başı ucuna gelip; "Ey yıkayıcı! Yavaş yavaş tut! Zîrâ Azrâil pençesinden can yarası yemiştir. Ve tenim gâyet zahmet çekmiş ve sarsılmıştır" der. Teneşire gelince yine gelip; "Suyu çok sıcak etme! Tenim pek zayıftır. Tez beni elinizden halâs eyleyin ki, rahat olayım" der. Yıkanıp kefene sarılınca, bir mikdar durup yine; "Bu cihânı son görüşümdür. Hısım ve akrabâlarımı göreyim ve onlar da beni görsünler ve ibret alsınlar. Onlar da yakında benim gibi öleceklerinden, ardımdan feryâd etmesinler. Beni unutmayıp, Kur'ân-ı kerîm ile beni ansınlar. Benim mîrasım için aralarında çekişmesinler, tâ ki, kabirde azâb görmeyeyim. Cumâlarda ve bayramlarda da beni hatırlasınlar" der.
Sonra musalla üzerine konulunca, yine; "Rahat kalın, ey benim oğlum ve kızım, anam ve babam! Bunun gibi firak günü yoktur. Hasretlik, görüşmemiz kıyâmete kaldı. Elveda olsun sizlere, ey ardımca göz yaşı dökenler" der.
Namazı kılıp, omuza alınınca yine; "Beni yavaş yavaş götürün! Eğer kasdınız sevâb ise, bana zahmet vermeyin! Sizden Allahü teâlâya hoşnutluk götüreyim" der."
Kabirde olanların dört hâli vardır: Azâb olunurlar, rahmet olunurlar, tahkîr olunurlar (hakaret görürler), ikrâm olunurlar.
Kabir hayatındaki hâller, mevtâların hakîkatleri, sıfatları zâhir olduğu vakitteki hâlleridir. Mevtânın bâzısı yerinde kalır. Bâzısı, dolaşır. Bâzısı döğülür. Bâzısına da şiddetli azâb edilir. Bunun doğruluğuna delil, Mü'min sûresinin; "Nâr, füccâr üzerine sabah-akşam arz olunur. Kıyâmet gününde de, Cehennem’de vazifeli olan meleklere, Fir'avn'a tâbi olanları azâbın en şiddetli mahalline atın" meâlindeki 46. âyet-i kerîmesidir.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.