Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Büyük Alâmetler

Büyük Alâmetler || Peygamberler Ansiklopedisi || Hadis Kütüphanesi

Eshâb-ı kirâmdan bir cemâatin, kıyâmetten konuştuğu bir sırada Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "On büyük alâmet görülmeyince kıyâmet kopmaz" ve "Duhân (duman), Deccâl, Dâbbet-ül-erd, Güneşin batıdan doğması, Îsâ aleyhisselâmın gökten inmesi, Ye'cüc ve Me'cüc'ün çıkması, doğuda, batıda ve Arabistan'da yer batması, bunlardan sonra Yemen'den bir ateş çıkıp halkı bir araya getirecektir." İşte bu on büyük alâmet bir hadis-i şerîfde bildirilmektedir. Diğer sahih hadîslerde Hazret-i Mehdî'nin geleceği bildirilmektedir. Bu alâmetlerin birisi ortaya çıkınca, diğerleri birbiri ardından ortaya çıkar. Bir hadîs-i şerîfde; "Kıyâmet kopmadan önce, Allahü teâlâ benim evlâdımdan birisini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın ismi gibi olur ve dünyâyı adâletle doldurur. Ondan önce dünyâ zulümle dolu iken, onun zamanında adâlet ile dolar." buyruldu.
1- Deccâl: Deccâl hakkında bir çok hadîs-i şerîf vardır. Buyruldu ki: "Geçmiş peygamberler, şaşı, kör ve yalancı olan Deccâl'ın, büyük fitne ve musîbet olduğunu haber verip ümmetlerini, onun şerrinden, zararından korkuttular." Zirâ Âdem aleyhisselâmdan kıyâmete kadar, onun gibi büyük musîbet, korkunç düşman dünyâya gelmemiştir. Ahır zamanda, kıyâmete yakın meydana çıkıp, çok memleketleri istilâ eder. İnsanlara ilâh olduğunu söyleyerek, onları aldatır. Dünyâda kırk gün kalır. Onu, Îsâ aleyhisselâm öldürür. (Bkz. Îsâ aleyhisselâm)
2- Hazret-i Mehdî: Kendi ismi Muhammed, babasının ismi Abdullah'tır. Hazret-i Fâtıma evlâdından âdil bir devlet reisi ve zamanın halîfesi olup, mutlak müctehid derecesine yükselmiş ve velî olan mübârek bir zâttır. Allahü teâlâ dilediği zaman yaratıp insanlara gönderir. İslâm dînine yardım için gönderilir. Bir hadîs-i şerîfde; "İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mü'min, ikisi de kâfir idi. Mü'min olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân (aleyhisselâm) idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrûd île Buhtünnasar idi. Beşinci olarak, yer yüzüne, benim evlâdımdan biri, yâni Mehdî de mâlik olacaktır." buyruldu.
3- Hazret-i Îsâ’nın gökten inmesi: Hazret-i Îsâ ölmedi. Diri olarak göğe çekildi. Şimdi göktedir. Kıyâmete yakın, gökten inip Deccâl'i öldürür. Hazret-i Mehdî de onun yanında olacaktır. Hadîs-i şerîfde; "Îsâ aleyhisselâm yeryüzüne iner. Evlenir ve bir oğlu dünyâya gelir. Kırk beş sene yaşar. Sonra vefât eder ve benim kabrimde defn olunur. Ve ben, Ebû Bekr ile Ömer arasında Îsâ aleyhisselâm ile beraber bir kabirden kalkarım." buyruldu. (Bkz. Îsâ aleyhisselâm)
4- Ye'cüc ve Me'cüc: Allahü teâlâ Enbiyâ sûresi 96. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Ye'cüc ve Me'cüc, seddi yıkıp her yüksek yerden sür’atle çıkarlar." buyuruyor. Ye'cüc ve Me'cüc denilen kimseler Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in soyundandırlar. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır. Herbirinin bin çocuğu olur. Sayıları çok fazladır. Arkasında kaldıkları seddi her gün oyarlar. Gece, eskisi gibi olur. Kâfirdirler. Sed arkasından çıkınca insanlara saldırırlar. İnsanlar şehirlere, binâlara saklanırlar. Yeryüzündeki bütün hayvanları yiyip bitirir, nehirleri içip kuruturlar. Îsâ aleyhisselâm ve eshâbı duâ ederler. Boyunlarında yara hâsıl olup, bir gecede hepsi ölür. Hayvanlar bunları yiyerek çoğalırlar. Pis kokularından dünyâ yaşanmayacak bir hâl alır. Ye'cüc ve Me'cüc'ün çok eski zamanda, bir duvar arkasında bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak iki kötü millet olduğu, Kur'ân-ı kerîmde haber verilmiştir. (Bkz. Zülkarneyn)
5- Güneşin batından doğuşu: Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki; "Güneş batıdan doğmayınca, kıyâmet kopmaz. Güneş batından doğunca, bütün insanlar (yahudiler, hıristiyanlar) îmân ederler." Fakat fayda vermez. Bir Cumâ gecesi, her zamanki gibi güneş batar. Üç gün doğmaz. O zaman güneş, âdet dışı olarak batıdan doğacaktır.
6- Dâbbet-ül-erd: Kıyâmete yakın çıkacak olan büyük bir hayvandır. Mekke-i mükerremede Safâ tepesi altından çıkar. Onda her hayvanın rengi ve benzerliği bulunur. O kadar kuvvetlidir ki, kime kavuşmak istese yetişir. Onu öldürmek isteyen, başaramaz. Allahü teâlâKur'ân-ı kerîmde Neml sûresi 82. âyet-i kerîmede meâlen; "Kıyâmet kopmadan önce, onlar için yerden dâbbe (hayvan) çıkarırız." buyurdu.
7- Duhân (Duman): Büyük bir duman her tarafı kaplayacaktır. Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) dumandan sorulunca; "Semânın (gökyüzünün) duman getirdiği güne muntazır ol ki, müşriklerin hâlini göresin" meâlindeki Duhân sûresinin 10. âyet-i kerîmesini okudu. Sonra buyurdu ki: "Doğu ile batı arası dumanla dolar. Kırk gün, kırk gece kalır. Mü'minler nezle gibi küçük bir hastalığa tutulur. Kâfirler, sarhoşlar gibi olup, burunlarından, kulaklarından ve arkalarından duman çıkar."
8- Kıyâmete yakın Medîne-i münevvere harap olacak, Kâbe-i muazzama Habeş renkli siyâhî kimseler tarafından yakılıp, hazîneleri talan edilecektir. İmâm-ı Buhârî'nin İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde, Kâbe-i muazzamayı yıkacak olan Habeşîler târif buyurulmuştur.
9- Üç yerin batması: Hadîs-i şerîfde; "Kıyâmetten önce biri doğuda biri batıda ve biri de Arabistan'da olmak üzere üç yer batar." buyruldu.
10- Hicaz'dan ateşin çıkması: Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Kıyâmetten önce Hicaz diyârından bir ateş çıkar. Basra'da bulunan develerin boyunlarını aydınlatır." Yâni etrâfa ışık saçar. Diğer bir hadîs-i şerîfde; "Ateş zuhûr eder. İnsanları bir araya toplar, insanlar saf saf olur kaçarlar. Bir deve üstünde iki, üç, dört, beş kişi binip uzaklaşırlar. Kalanların hepsini kuşatır. Onları bir araya toplar. Onların arkalarından gider. Sabah-akşam onlardan ayrılmaz" buyuruldu. Bu ateş bütün alâmetlerin sonudur.
Alâmetlerin hepsinin tamam olmasından sonra misk ve anber kokusu gibi ferahlatıcı serin rüzgârlar esip, bütün mü'minler vefât eder. Dünyâ’da Allah diyen kimse kalmaz. Kur'ân-ı kerîmin bütün hükümleri yeryüzünden kalkıp, halkın hepsi cehâlette kalır. Yeryüzünde yalnız kâfirler kalıp, hayvanlar gibi türlü fesâd, zulüm ve azgınlıklar yaparlar. Bütün cihân küfür, sapıklık ve fesâd ile dolar. İşte bu hâlde sûra üflenip, onların başına ansızın kıyâmet kopar. Hadîs-i şerîfde; "Kıyâmet, insanların kötüleri ve kâfirler üzerine kopar." buyruldu. Cennet’e ve Cehennem’e gideceklerin adedi tamam olunca kıyâmet kopar.
11- Sûrun üflenmesi: Sûr, büyük bir boynuz şeklinde olup, vakti gelince, Allahü teâlâ, İsrâfil adındaki meleğe emreder. Bir hadîs-i şerîfde; "İsrâfil aleyhisselâm sûru, ağzında lokma gibi tutup, kulağını açıp Allahü teâlâdan, üflemek için izin bekler durur. Ben nasıl rahat olurum." buyuruldu.
Sûra birinci defâ üfürüldüğünde, çıkan sesin heybetinden yedi kat göklerde olan melekler ve yedi kat yerde olan mahlûkların hepsi kıyâmet koptu sanarak yüzleri üstüne düşüp can verirler. Allahü teâlâ, Zümer sûresi 68. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Sûra üflenip arkasından göklerde ve yerlerde olanlar düşer, ölürler. Ancak Allahü teâlânın diledikleri müstesna..." Neml sûresi 87. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Ey Habîbim! O günü hatırla ki, onda sûra üflenir. Göklerde ve yerde olanlar, çok büyük korkuda olurlar. Ancak, Allahü teâlânın bu korkudan korudukları müstesnadır." buyurdu. Yalnız mukarrebûn meleklerden sekiz tanesi kalır. Bunlardan dördü Cebrâil, Mikâil, Rıdvân ve Azrâil'dir. Diğer dördü, Hamele-i arş melekleridir ki, birisi İsrâfil'dir. Allahü teâlânın emri ile Azrâil aleyhisselâm, diğer yedi meleğin de rûhlarını kabzeder, alır. Sonra Allahü teâlâ onun da rûhunu alır. Her canlı ölümün tadını tadıp, fâni olur. Allahü teâlâdan başka her şey yok idi ve hepsi yine yok olacaklardır. Kıyâmet kopacağı zaman, yıldızlar yerlerinden ayrılıp dağılacak, gökler parçalanacak, yeryüzü ve dağlar da parça parça dağılıp hepsi yok olacaklardır. Böyle olacakları Kur'ân-ı kerîmde açıkça bildirilmektedir. El-Hâkka sûresinin 13-16. âyet-i kerîmelerinde meâlen; "Sûra bir kere üfürülünce, yeryüzü ve dağlar, yerlerinden kaldırılıp silkilecektir. O gün kıyâmet kopacak, gök yarılacak ve dağılacaktır." ve Tekvîr sûresi 1-3. âyet-i kerîmelerde meâlen; "Güneşin karardığı, yıldızların yerlerinden ayrılıp döküldükleri ve dağların dağılıp saçıldıktarı zamana..." ve İnfitâr sûresi 1 ve 2. âyet-i kerîmelerde meâlen; "Gökün yarıldığı ve yıldızların dağılıp yok oldukları zaman..." ve Kasas sûresinin son âyetinde meâlen; "Her şey yok olacaktır. Yalnız O kalacaktır!" buyruldu.
Allahü teâlâ, sûr üfürüldükten sonra, kıyâmetin kopmasını murâd buyurduğu vakit, dağlar uçar, bulutlar gibi yürümeğe başlar ve toz hâline gelir. Denizlerin bâzısı bâzısına taşar, güneşin nûru giderek simsiyah olur. Âlemler birbirine girip; yıldızlar, dizili incinin kopup dağıldığı gibi olur. Gökler, gülyağı gibi erir ve değirmenin döndüğü gibi şiddetli bir şekilde hareket eder. Bâzı kere toplanır, bâzı kere de dümdüz olur. Allahü teâlâ, göklerin parça parça olmasını emreder. Yedi kat yerde ve yedi kat gökte ve kürsîde diri olarak kimse kalmaz. Her canlı vefât etmiş olur ve eğer rûhânî ise, rûhu gitmiş olur. Yerde taş taş üstünde kalmaz. Göklerde hiç canlı kalmaz.
Birinci nefhada (sûrun birinci üfürülmesinde) olan ölüm, ikinci ölümdür. Çünkü bu ölüm, bâtınî hisleri de giderir, yok eder. Birinci ölüm ise, sâdece konuşma, işitme, tatma gibi zâhirî hisleri giderir. Birinci ölümde bâzı cesetler hareket eder. (Peygamberlerin kabirlerinde namaz kıldığını bildiren hadîs-i şerîf bunun açık delilidir.) İkinci ölümden sonra yâni birinci sûr üfürülüp kıyâmet koptuktan sonra ise, namaz kılıp oruç tutamadıkları gibi, ibâdet de edemezler. Rûh basîttir. Eğer cesette olursa his etmeğe ve harekete sebep olur. Bu iki nefha arasındaki ölüm zamanı âlimlerin birçoğuna göre kırk senedir.
Allahü teâlâ, ilâhlık makâmında tecellî buyurup; "Ey alçak dünyâ! Senin içinde rablık dâvası edenler ve ahmakların rab tanıdıkları âcizler nerededir ve senin güzellik ve letâfetinle aldatarak âhıreti unutturduğun kimseler nerededir?" der. Bundan sonra kahr, yok edici kuvveti ve hikmeti ile iftihâr eder. Sonra, Mü'min sûresi 16. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurulduğu gibi; "Mülk kimindir?" der. Hiç kimse cevap vermez. Kahhâr olan Allahü teâlâ, kendi kendine meâlen; "Vâhid ve kahhâr olan cenâb-ı Allah'ındır." buyurur. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki; "Allahü teâlâ; Ben azîmüşşân, Melik-i deyyânım (yâni kıyâmet gününün tek hâkimi ve sâhibiyim). Benim verdiğim rızkı yiyip de, bana ortak koşanlar ve benden gayrı putlara ibâdet edenler nerededirler? Şol kimseler ki, benim verdiğim rızk ile kuvvetlenip de âsî olurlar. Cebbâr ve zâlimler nerededirler? Kibirlenen ve öğünenler nerededirler? Şimdi mülk kimindir?" buyurur." Buna cevap verecek kimse bulunmaz. Hak sübhânehü ve teâlânın murâd ettiği bir zaman kadar sessizlik olur. O zaman arş-ı âlâdan makâm-ı ehâdiyyete kadar düşünen ve görünen bir nefs yoktur. Zîrâ cenâb-ı Hak, hûrî ve gılmanların rûhlarını da Cennetlerinde kabz buyurmuştur.
Bundan sonra cenâb-ı Hak, Cehennem çukurlarından olan Sakar'dan bir kapı açar. Oradan ateş fışkırır. İşte bu ateş, ateşin içine atılan yün parçasını yaktığı gibi, ondört denizi kurutur, yeryüzünü kapkara eder ve gökleri sarı zeytinyağı yâhut erimiş bakır gibi bir hâle koyar. Sonra ateşin şiddeti göklere yakın olduğu vakit, Allahü teâlâ öyle bir dehşet ile men eder ki, ateş hiç eser kalmayacak şekilde, tamâmen söner.
Bundan sonra Allahü teâlâ hazretleri, arş-ı âlânın hazînelerinden birini açar. Onda hayat denizi vardır. Bu deniz, yer üzerine şiddet ile yağmur yağdırır. Yağmur, yeryüzünü kaplayıp, kırk arşın kadar yukarı yükselinceye kadar devam eder. O zaman, toprak olmuş olan insanlar ve hayvanlar, ot gibi biterler. Zîrâ "Buhârî" ve "Müslimin" bildirdikleri hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: "İnsan, kuyruk sokumu kemiğinden yaratılmıştır. Sonra yine ondan iâde olunacaktır." Diğer bir hâdis-i şerîfde; "Kişinin her yeri mahv olup çürür. Lâkin kuyruk sokumu kemiği çürümez. İnsan ondan çıkmıştır. Yine ondan iâde olunur." buyruldu. (Kuyruk sokumu kemiği, omurganın son kemiği olup içinde iliği bulunmayan nohut kadar bir kemiktir)
Canlılar ve bütün âzâları, mezârlarında yeşil ot gibi biter, hep o kemikten ortaya çıkarlar. Bâzısı bâzısına girmiş ağ örgüsü gibi dolanmış olur ki, birinin başı diğerinin omuzunda, öbürünün eli, diğerinin sırtında olur. İnsanın çokluğundan böyle karmakarışık olurlar. Hak teâlâ, Kâf sûresinin 4. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Hakîkaten biz biliriz ki, arz onlardan birini noksan etmez. Zîrâ bizim indimizde mahfûz kitap vardır. Yâni biz yarattıklarımızın hepsini biliriz." buyurmuştur.
Bu dirilmek keyfiyeti tamam olunca, hesâb üzere, sabî, yine sabîdir, ihtiyâr, yine ihtiyârdır. Olgun yaşta olanlar, yine olgun, gençler yine gençtir. Yâni Âlem-i fenâdan Âlem-i bekâya intikâl eyledikleri zaman ne hâldeyseler, yine o sûret ile belirirler. Allahü teâlâ arş-ı âlânın altında bir latîf rüzgâr emreder. Bu rüzgâr, yeryüzünü baştan başa kaplar ve yeryüzü toz gibi ince kum hâline girer.
Bundan sonra Allahü teâlâ İsrâfil'i (aleyhisselâm) diriltir. Beyt-i mukaddesin sahrasından sûr üfürülür. Sûr, ondört dâiresi bulunan nûrdan bir boynuzdur. Bir dâirede, karada olan hayvanların adedince delikler vardır. Karada olan hayvanâtın rûhları oradan çıkar. Arı sesi gibi sesler işitilir. Yerle gök arasını doldurur. Sonra her bir rûh, kendi cesetlerine girer. Hak teâlâ bunlara kendi cesetlerini ilham eder. Hattâ dağlarda ölmüş olan, vahşî hayvanların ve kuşların yemiş olduğu insanların rûhları, kendi cesetlerini bulur. Nitekim Allahü teâlâ, Zümer sûresi 62. âyet-i kerîmede meâlen; "Kıyâmetin yok edici sûrundan sonra, ikinci bir sûr üflenir, bu sese bütün beşeriyet tâbi olur. Bu emir ile kalkıp hazır olurlar." buyurmuştur.
İnsanlar, kabirlerinden ve yanıp kül oldukları, çürüdükleri yerlerden kalktıkları vakit görürler ki, dağlar pamuk gibi atılmış, denizler susuz kalmış, yerin kendisinde ise ne eğrilik ne de yükseklik var. Cümlesi dümdüz olmuş. Bir kâğıt sayfası gibi görülür. İşte insanlar, kabirlerinin üzerine çıplak olarak oturdukları vakit, her tarafa hayretle ve düşünerek bakarlar. Nitekim Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfde; "İnsanların her biri, elbisesiz olup, hepsi çıplak ve sünnetsiz oldukları hâlde haşrolunurlar." buyurdu. Diğer bir hadîs-i şerîfde; "İnsanlar kıyâmet günü çıplak haşrolunurlar." buyuruldu. Âişe-i Sıddîka (radıyallahü anhâ) vâlidemiz, bunu işittikleri vakit: "Bâzısı bâzısına bakmazlar mı?" diye sordu. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Abese sûresinin; "Kıyâmet gününde herkesin hâli, kendisini diğerinin hâlinden ve durumundan uzaklaştırır." meâlindeki 37. âyet-i kerîmesini okudular. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hadîs-i şerîfinde, kıyâmet gününün şiddet ve meşakkatinden insanların birbirlerine bakamıyacağını anlatmayı murâd buyurdular.
Herkes kabri üzerine çıkıp, oturur. Her biri şaşkın bir şekilde bin sene kadar dururlar. Sonra magribten (batıdan) zuhûr eden bir ateşin gürültüsüyle halk mahşere sürülür. Bu zamanda her mahlûk dehşete düşer. İnsanların, cinlerin, vahşî hayvanların her birini kendi ameli alıp; "Kalk mahşere git" der.
Ameli güzel olan kimsenin ameli, bâzısına merkep, bâzısına da katır sûretinde görünür. Amel sâhibini üzerine atıp, mahşere getirir. Bâzısının da koç şeklinde görünür. Bâzı kere amel, sâhibini üzerine alır götürür, bâzan da bırakır. Her mü'minin önünden ve sağ yanından, o zamanki karanlık içerisinde her tarafı aydınlatan bir nûr olur.
Sol taraflarında nûr yoktur. Belki karanlıkta hiç bir kimse hiç bir şey göremez. O karanlıkta kâfirler hayrette kalır. İmânlarında şek ve şüphe olan kimseler ve bid'at sâhibi olanlar, mezhebsizler şaşırırlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin (rahmetullahi aleyhim) bildirdiklerine uygun olarak doğru inanmış olan sünnî mü'minler ise, onların zulmet ve tereddütlerine bakıp, Allahü teâlânın kendilerine hidâyet nûru verdiğine hamd ederler. Zîrâ cenâb-ı Hak, mü'minler için, azâb gören şakîlerin hâllerini ortaya koyar. Nitekim Cennet ehli ve Cehennem ehli ne yapmışlarsa hepsi belli olur. Onun için Allahü teâlâ meâlen; "Arkadaşına nazar etti. Onu Cehennem ateşinde gördü" buyurdu. A’râf sûresinin 47. âyetinde de meâlen; "Cehennem ehline baktıkları zaman, Cennet ehli; "Ey Rabbimiz! Bizi zâlim kavimlerle beraber kılma derler" buyruldu. Zîrâ, dört şey vardır ki, kadrini, kıymetini ancak dört kimse bilir. Hayatın kadrini ancak ölü bilir. Nimetin kadrini azâb çeken bilir. Servetin kadrini fakir bilir. Cennet ehlinin kadrini, Cehennem ehli bilir.
Bâzısının nûru, iki ayağı üzerinde ve parmakları ucunda görünür. Bâzısının ki bir parlar, bir söner. Bunların nûrları imânları kadardır. Kabirlerinden kalktıkları vakit, hareketleri de, amelleri mikdarıncadır. Bir hadîs-i şerîfde, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "İki kişi bir deve üzerinde, beş kişi ve on kişi bir deve üzerinde haşrolunur." buyurdu.
Allahü teâlâ bilir, bu hadîs-i şerîfin mânâsı; "Bir kavim, İslâm'da birbirine yardım eder, dîni, îmânı, helâli, haramı birbirlerine öğretirlerse, Allahü teâlâ onlara rahmet eder. Onların amelinden deve yaratır da, onun üzerine binerler, öylece haşrolunurlar" demektir. Bu ise, amelin zayıf olmasındandır. Çünkü bunların, kendi amelleri bir deve olamadığından, ancak birkaçının ameli bir deve olmakta ve buna müşterek binmektedirler.
Bunlar yolculuğa çıkan insanlara benzerler. Fakat hiç kimsenin bir hayvan satın almağa gücü yetmediğinden, hayvan alıp varacakları yere gidemezler. Bunlardan iki veya üç kişi, bir hayvan satın alıp, yolda ona müşterek binerler. Bu yolda, bâzan bir deveye on kişi biner. Bunlar malda elini kısanlardır. Yâni hasis olanlardır. Bununla beraber, selâmete çıkarılırlar. Bu kimseler âhıret ticâretinde fayda görüp, kâr edenlerdir. Bu takdirde Allah’tan korkanlar, Allahü teâlânın dînini yayanlar, binicilerdir. Bunun için, Allahü teâlâ Meryem sûresi 85. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Allahü teâlâdan korkanlar, o gün, Rablerinin nîmetlerine müşterek olarak giderler." buyurdu.
"Sırat-ı müstekîm üzere gidenle, gözleri âmâ olup yüzüstüne gittiği yolu bilmiyen müsâvî midir?" meâlindeki Mülk sûresi 22. âyet-i kerîmesinin tefsîrinde buyuruldu ki; "Allahü teâlâ, kıyâmet günü için mü'minlerin haşr olunması ile, kâfirlerin haşrine, bu âyet-i kerîmeyi misâl kıldı."
Nitekim Meryem sûresi 86. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Kâfirleri yüzleri üzerine sürünerek, Cehennem’e göndeririz." buyrulmuştur. Bu mânâ; "Bâzı kere yürürler, bâzı kere de sürünürler" demektir. Çünkü cenâb-ı Hak, başka bir âyet-i kerîmede; "Yürürler" buyuruyor. Nûr sûresi 24. âyetinde meâlen; "Ve yapdıklarını dilleri, elleri ve ayakları haber verir." buyuruldu. Bunun gibi, âyet-i kerîmedeki; "Kör olarak" mânâsı da, "Kâfirler, mü'minlerin önünde ve sağ yanında parlayan nûrdan mahrûm olurlar" demektir. Tamamen kör olurlar demek değildir. Yâni karanlıkta kalır, göremezler demektir. Çünkü, biliyoruz ki, kâfirler semâya bakarlar; göklerin yarıldığını, meleklerin indiğini, dağların yürüdüğünü, yıldızların döküldüğünü görürler. Bunun için, kıyâmette olan âmâlıktan murâd, karanlığa dalmaktır. Ve Allahü teâlânın cemâl-i ilâhîsini görmekten men olunmaktır. Çünkü, Allahü teâlânın nûru ile mahşer yeri aydınlanır. Hâlbuki, o zaman, onların gözlerine perde gelip bu nûrlardan bir şey görmezler.
Allahü teâlâ, onların kulaklarına da perde çeker. Kelâmullahı işitmezler. Hâlbuki melekler, A'râf sûresinin 49. ve Zuhruf sûresinin 70. âyet-i kerîmelerini meâlen; "Şimdi sizin üzerinize korku yoktur. Siz mahzûn da olmazsınız. Siz ve zevceleriniz, Cennet’e sevinçle dâhil oldunuz." diye nidâ ederler. Mü'minler bunu işitir, kâfirler işitmezler.
Kâfirler konuşmaktan da men olunur. Onlar dilsiz gibidirler. Bu da Allahü teâlânın; "Bu bir zamandır ki, onlar söylemezler ve söylemeğe izin de verilmez." meâlindeki Mürselât sûresinin 35 ve 36. âyet-i kerîmelerinden anlaşılmaktadır.
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Sûra üfürüleceği o gün, (mezarlardan kalkıp mahşere) bölük bölük gelirsiniz." meâlindeki Nebe' sûresi 18. âyet-i kerîmesi hakkında suâl edildiğinde ağladılar. Hattâ mübârek gözlerinden akan gözyaşları toprağa damladı ve buyurdular ki: "Ey bu suâli soran kişi, çok büyük bir işten sordun. Kıyâmet günü ümmetim oniki sınıf olarak haşrolunur ve mahşer yerine gelirler:
Birinci sınıf insanlar, maymun sûretindedir. Bunlar, insanlar arasında çok fitne çıkarırlar, karışıklık ve huzûrsuzluğa sebep olurlar. Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde (meâlen); "Onların şirk (Allah'a ortak koşma) fitneleri, kâtilden daha kötüdür" (Bakara sûresi: 191) buyurduğu kimselerdirler.
İkinci sınıf insanlar, hınzır, sûretinde haşrolunurlar. Onlar, haram yiyenlerdir. Allahü teâlânın (meâlen); "Onlar hep yalancılık için dinlerler ve hep haram yerler" (Mâide sûresi: 42) buyurduğu bunlardır.
Üçüncü sınıf insanlar, kör olarak haşrolunurlar. Onlar, hüküm vermekte haddi aşan doğru hüküm vermeyenlerdir, Allahü teâlânın (meâlen); "İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hüküm vermenizi emreder. Hakikaten, Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphe yok ki, Allah hükümlerinizi hakkıyla işitici, emânete âit işlerinizi hakkıyla görücüdür" (Nisâ sûresi: 58) âyet-i kerîmesi bu kimseleri belirtmektedir.
Dördüncü sınıf insanlar, sağır ve dilsiz olarak haşrolunurlar. Onlar, dünyâda iken kendi amellerini beğenen kimselerdir. Allahü teâlânın (meâlen); "Allah gururlu ve böbürlenen kimseleri sevmez" (Nisâ sûresi: 36) buyurduğu kimselerdir.
Beşinci sınıf insanlar, ağızlarında irin olarak haşrolunurlar. Dillerini çiğnerler. Onlar, sözleri işlerine ve hareketlerine uymayan âlimlerdir. Allahü teâlânın (meâlen); "İnsanlara iyilik emreder de, kendinizi unutur musunuz?" (Bakara sûresi: 44) buyurduğu kimseler gibi olanlardır.
Altıncı sınıf insanlar, vücûdları ateşten yanmış, yara içinde haşrolunurlar. Onlar yalan yere şâhidlik yapanlardır.
Yedinci sınıf insanlar, ayakları üzerine bağlanmış olarak haşrolunurlar. Onların son derece pis bir kokusu olur. Onlar, şehvetlerine tâbi olan ve haramlar peşinde koşanlardır. Allahü teâlânın (meâlen): "Bunlar, âhıreti dünyâ hayatına satmış kimselerdir" (Bakâra sûresi: 86) buyurduklarıdır.
Sekizinci sınıf insanlar, sarhoş gibi haşrolunup, sağa sola düşerler. Onlar, dünyâda iken Allahü teâlânın hakkına mâni olan kimselerdir. Allahü teâlânın hakkını yerine getirmeyenler olup, bunlar hakkında Allahü teâlâ (meâlen); "Ey îmân edenler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin (mahsûllerin) en helâl ve iyisinden Allah yolunda harcayın (zekât, uşr ve sadaka verin) (Bakara sûresi: 267) buyuruyor.
Dokuzuncu sınıf insanlar, katrandan elbiseler içinde haşrolunurlar. Onlar, gıybetten sakınmayanlardır. Mü'minlerin arkalarından hoşlanmıyacakları şekilde konuşmuşlardır. Allahü teâlâ bunlar hakkında (meâlen); "Müslümanların ayıp ve kusurlarını araştırmayın. Bir kısmınız bir kısmınızı, arkasından hoşlanmıyacağı (sözle çekiştirmesin)" (Hucurât sûresi: 12) buyurdu.
Onuncu sınıf olarak haşrolunacaklar ise, dilleri kafasından sarkmış olanlardır. Bunlar, dünyâda iken söz taşıyıp, ara bozanlardır. Onbirinci sınıf insanlar ise, sarhoş olarak haşrolunurlar. Onlar, dünyâda iken mescidlerde fuhuş ve kötü söz konuşanlardır. Onikinci sınıf insanlar ise, hınzır sûretinde haşrolunurlar. Onlar dünyâda iken fâiz yiyenlerdir."
Diğer bir rivâyette Muâz bin Cebel'in (radıyallahü anh) rivâyet ettiği üzere, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Pişmanlık ve hasret günü olan kıyâmet gününde Allahü teâlâ ümmetimi oniki bölük olarak haşreder. Birinci bölük, elsiz ve ayaksız olarak kabirlerinden haşrolunacaklardır. Bu zaman, Allahü teâlâ tarafından vazifelendirilen bir münâdî şöyle seslenir: "Onlar komşularına eziyet ve sıkıntı verenlerdir. Tevbe etmeden ölmüşlerdir. İçinde bulundukları durum, kendilerine verilmiş cezâdır. Dönüş yerleri de Cehennem’dir. Allahü teâlâKur'ân-ı kerîmde bu kimseleri (meâlen) şöyle bildirir: "Yakın komşuya da, yakın arkadaşa da, yolda kalmışa da iyilik ediniz," (Nisâ sûresi: 36)
İkinci bölük insanlar, hayvan sûreti üzere kabirlerinden haşrolunurlar. Kendileri için bir ses gelir. Bunlar, namazlarında gevşek davrananlardır. Tevbe etmeden öldüler. Bu hâlleri, kendilerine verilen bir cezâdır. Cehennem’e atılacaklardır. Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde şöyle buyurduğu kimselerden olurlar: "Onlar, namazlarından gâfildirler." (Mâûn sûresi: 5)
Ümmetimden bir bölük de, yüzleri ay gibi parlak bir hâlde haşrolunurlar. Sıratı şimşek gibi geçerler. Allahü teâlâ katından bir münâdî şöyle der: "Bunlar sâlih amel işleyip, günahlardan kaçınanlardır. Beş vakit namazı vaktinde ve şartlarına uygun olarak cemâatle kılarlar. Bunlar, tevbe edip öyle vefât ettiler. Allahü teâlâ, kendilerine saâdet nasîb etti. Onlar, Cennet’e gireceklerdir. Allahü teâlâ kendilerinden râzıdır. Onlar da Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü teâlâKur'ân-ı kerîmde (meâlen) bunları şöyle bildirdi: "Gerçekten "Rabbimiz Allahü teâlâdır" deyip de sonra amellerini ihlâs ile yapanlara (ölüm ânında) melekler inecekler şöyle diyecekler: (Gelecekten) korkmayın ve (geçene) mahzûn olmayın! Size vâd olunan Cennetle müjdelendiniz." (Fussilet sûresi: 30)
İnsanlar kabirlerinden kalktıklarında, yerlerinde kırk yıl bir şey yemeden içmeden, oturmadan, konuşmadan dururlar." Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm): "Yâ Resûlallah! Din ehli, îmân sâhipleri kıyâmet günü nasıl bilinirler?" diye suâl ettiler. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Benim ümmetim abdest uzuvlarının pırıl pırıl parlaması nişânıyla bilinirler. Kıyâmet günü Allahü teâlâ bütün mahlûkâtı kabirlerinden dirilttiğinde, melekler mü'minlerin başucuna gelirler ve başlarını mesh ederler. Biraz toprak serperler. Bu toprak, onların secde yerlerine gelir. Melekler bu yerleri mesh ederler. Oradan mesh izleri hiç gitmez. Bir ses gelir ki; "Bu toprak, kabirlerinin toprağı değildir. Onların köşk ve saraylarından getirilmiş topraktır." Oraya çağırılırlar. Sıratı geçip Cennet’e girerler. Kendi yerlerini bilirler."
İnsanlar dünyâdaki işlerine göre haşr olunur. Hayatlarında çalgı çalmağa ve dinlemeğe devam edenler, kabrinden kalktığı vakit sağ eliyle onu alır ve atar. O çalgıya; "Lanet olsun sana! Beni Allahü teâlânın zikrinden meşgûl ettin!" der. O çalgı geri gelir ve; "Allahü teâlâ, aramızda hüküm edinceye kadar, ben senin arkadaşınım. O vakte kadar ayrılamam" der. Dünyâda alkollü içki içenler, sarhoş olarak haşr olunur. İslâmiyetin emrettiği şekilde örtünmeden sokağa çıkan kadınlar, kızlar, buralarından kanlar, irinler akarak haşr olunur. Zurnacı, zurna çalarak haşr olunur. Her kimse, hangi hâlle Allahü teâlânın yolundan ayrılırsa, o hâl üzere haşr olunur.
Hadîs-i şerîfde; "Şarap içen kimsenin ateşten şarap kabı boynuna asılır. Kadehi elinde olarak yeryüzündeki leşlerin hepsinden daha fenâ kokar ve bütün eşya ona lânet ederek haşr olunur." buyuruldu.
Zulüm edilerek ölenler, zulüm olundukları şekilde haşrolunurlar. Hadîs-i şerîfde; "Allah yolunda öldürülüp, şehîd olanlar, kıyâmet gününde, yaralarının kanı akarak gelirler. Rengi, kan; kokusu, misk gibi olur. Huzûr-ı Mevlâda haşr oluncaya kadar, bu hâl üzere bulunurlar" buyuruldu.
İnsan, cin ve şeytan, yırtıcı hayvanlar ve kuşlar, bir yerde toplanırlar. O zaman yeryüzü, beyaz gümüş gibi düz olur.
Melekler, yeryüzündeki bütün canlıların etrâfında halka olup yeryüzünde bulunanlardan on kat daha fazladırlar.
Bundan sonra, Allahü teâlâ, ikinci kat gök meleklerine birinci kat gök meleklerini ve mahlûkâtı çevirmelerini emreder. Bunlar da, hepsinin yirmi mislinden ziyâdedirler.
Sonra, üçüncü kat gök melekleri inip hepsinin etrâfını halka şeklinde çevirirler. Bunlar da hepsinin otuz mislinden daha çoktur.
Sonra, dördüncü kat gök melekleri, hepsinin etrâfını halka gibi kuşatarak çevirirler. Bunlar da hepsinin kırk mislinden ziyâdedir.
Daha sonra beşinci kat göğün melekleri nâzil olup, halka meydana getirirler. Bunlarda hepsinin elli mislinden fazladır.
Sonra, altıncı kat gök melekleri nâzil olup, hepsinin etrâfını yine halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin altmış mislinden ziyâdedirler.
En sonra, yedinci kat gök melekleri nâzil olup, bir halka olarak hepsini çevirirler ki, bunlar, cümlesinin yetmiş mislinden fazladırlar.
Bu sırada halk karma karışık olur. Sıkışıklıktan ve kalabalığın çokluğundan bin ayak bir ayak üzerindedir. Herkes, günahına göre kulaklarına, boğazına, göğsüne, omuzlarına, dizlerine kadar hamamdaki gibi bir tere batar. Bâzısı da, susuz olan bir kimsenin su içtiği sırada terlemesi şeklindeki görünüşü gibi müteessir olur.
Nasıl ızdırap ve terleme olmasın? Bir kimsenin, elini uzatsam dokunurum zannedeceği kadar güneş başlarına yaklaşır. Güneşin sıcaklığı bugünkü sıcaklığının yetmiş katı fazla olur. Eğer güneş, bugün kıyâmet günündeki gibi yeryüzü üzerine doğsa; her şeyi yakar, taşları eritir, ırmakları kuruturdu.
Bu zamanda mahlûkât, Arasat meydanında beyaz yerde, gâyet şiddetli sıkıntı çeker. Bu beyaz yeri, Allahü teâlâ"O gün, Vâhid ve Kahhâr olarak yeryüzünü başka şekle, gökleri de başka şekle çevirdiğim zamandır. O gün, her şey bana itâat eder." meâlindeki İbrâhim sûresinin 48. âyet-i kerîmesinde beyân buyurmuştur.
O sıcağı çok dehşetli günde şöyle bir ses duyulur: "Ey insanlar, gölgeye gidiniz!" Mü'minler, münâfıklar ve kâfirler olmak üzere üç bölük hâlinde giderler. Bunlar gidince gölge; harâret, duman ve nûr olmak üzere üç kısma ayrılır. Hararet, münâfıkların başı üzerinde durur. Çünkü onlar dünyâda iken, Allahü teâlânın kendilerine haber verdiği Cehennem’den sakınmadılar. Duman da kâfirlerin başı üzerinde durur. Çünkü onlar dünyâda iken, her türlü kötü istekleri peşinde koştular ve aydınlık içinde yaşadılar. Âhıret için birşey yapmadılar. Âhıretleri bu yüzden karanlık oldu.
Nur bulutu ise, mü'minlerin başı üzerinde durur. Onları nûra boğar. Çünkü mü'minler dünyâda iken, her türlü sıkıntı, zulmet ile karşı karşıya olmalarına rağmen; îmânlarını korudular ve âhıretlerini mâmur edip nûrlandırdılar. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde, mü'minler hakkında meâlen buyurdu ki: "(Hatırla) o günü ki, mü'min erkeklerle mü'min kadınları, nûrları önlerinden ve sağ taraflarından koşar bir hâlde göreceksin. (Melekler onlara şöyle derler): "Bugün size, müjde olsun! Altlarından ırmaklar akan Cennetlerin içinde ebedî olarak kalacaksınız." İşte en büyük kurtuluş budur. O gün, münâfık erkeklerle münâfık kadınlar, îmân edenlere şöyle diyecekler: "Bize bakın (yâhut bizi bekleyin), nûrunuzdan bir parça ışık alalım." (Mü'minler tarafından istihzâ sûretiyle onlara şöyle) denilecek: "Arkanıza (dünyâya) dönün de bir nûr arayın." Derken aralarına, bir kapısı bulunan bir sûr çekilmiştir; (mü'minler içeride, kâfirler ise dışarıda kalmıştır). Sûrun içi rahmet doludur, dışında azâb... Münâfıklar, mü'minlere şöyle bağırırlar: "Bizler sizinle beraber (dünyâda ibâdet eder) değil miydik?" Mü'minler; "Evet bizimle beraberdiniz; fakat siz, kendinizi nifâka düşürüp helâk ettiniz. Mü'minlerin felâketini beklediniz. Şüphelendiniz ve uzun ömür hülyâsı, sizi aldattı; tâ Allah'ın emri (ölüm) gelinceye kadar... Bir de, Allah'a karşı, sizi, aldatıcı şeytan aldattı. (Ey münâfıklar), artık bugün ne sizden, ne de o kâfir olanlardan (kurtulmanız için) bir karşılık, bedel kabûl edilmez. Sığınacağınız yer ateştir; size yaraşan odur. O, ne kötü bir gidiş yeridir!" (Hadîd sûresi: 12-15)
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allahü teâlâ yedi sınıf kimseyi arşın gölgesinde gölgelendirir. Hâlbuki o gün ondan başka hiç bir gölge yoktur. 1. Adalet ile hüküm eden devlet reisleri ve vâliler, 2. İbâdet eden gençler, 3. Kalbi mescidlere bağlı olanlar, yâni namazı ve cemâati gözetenler, 4. Allah için birbirini seven iki mü'min. Bu sevgi ile bir araya gelip, ayrılırken de bu sevgi üzere olanlar, 5. Güzel bir kadın, çirkin bir iş için kendini çağırınca; "Ben Allahü teâlâdan korkarım" diyenler, 6. Sadaka verirken riyâ (gösteriş) etmeyenler. Şöyle ki, sağ eli ile verdiğini sol eli bilmeyenler, 7. Allah deyip, gözünden yaş akanlar."
O zaman, yeryüzünde bulunanlar çeşitli şekillerdedirler. Dünyâda kibr edip, büyüklenenler, mahşerde zerre kadardır. Hadîs-i şerîfde kibirlilerin zerre gibi olacakları bildirilmiştir. Onlar hakîkaten zerre kadar küçük değildirler. Belki ayaklar altında kalıp çiğnendiklerinden, zelîl ve hakîr olmalarından; "Zerreler gibidir." buyurulmuştur.
Bunların arasında tatlı, soğuk ve saf sular içen bir kavim vardır. Zîrâ, sabî (küçük çocuk) iken vefât eden mü'min çocuklar, babalarının etrâfında, Cennet ırmaklarından doldurdukları kâselerle dönerler ve onlara su verirler.
Bir kısım insanları, başlarına yakın bir gölge, mahşerin harâretinden muhâfaza eder. Bu gölge, onların dünyâda verdikleri zekât ve sadakalardır.
Bu hâlde bin sene kadar dururlar. Müddessir sûresindeki; "Sûra üfürüldüğü zaman" meâlindeki âyet-i kerîmeyi işitinceye kadar bu hâlde dururlar.
Sûra üfürmenin dehşetinden tüyler ürperir, gözler nereye bakacağını şaşırır, mü'min ve kâfirler gidecekleri yere sevk olunur. Bu, kıyâmet gününün şiddetini fazlalaştıran bir azâbdır.
Melekler ve bulutlar, arş-ı âlâ karar kılıncaya kadar, akılların alamayacağı tesbîhler ile tesbîh ederler. Bu şekilde, arş-ı âlâ, beyaz arzın üzerinde karar kılar. Bu zaman, hiç bir şeyin tâkât getiremeyeceği azâbdan, başlar aşağı eğilir. Bütün halk sıkıntı içinde, mahbûs ve şaşkın kalıp, şefâat ararlar. Peygamberlere ve âlimlere korku gelir. Evliyâ ve şehîdler, Allahü teâlânın hiç tâkât getirilemeyecek olan azâbından feryâd ederler. Bunlar, bu hâl üzereyken, güneşin nûrundan ziyâde bir nûr bunları içine alır. Zâten güneşin harâretine tâkât getiremiyen kimseler, bunu müşâhede ettikleri anda karma karışık olurlar. Bin senede, bu hâl üzere kalırlar. Allahü teâlâ tarafından kendilerine bir kelime sudûr etmez.
Bu vakit insanlar, Âdem aleyhisselâma varırlar ve; "Ey insanların babası! Hâlimiz pek fenâdır" derler. Kâfirler ise; "Yâ Rab! Bize merhamet et. Bizi şu şiddet ve meşakkatten kurtar" derler.
İnsanlar Âdem aleyhisselâma: "Yâ Âdem! (aleyhisselâm) Sen azîz ve şerîf bir peygambersin. Allahü teâlâ seni yarattı. Melekleri sana secde ettirdi. Sana rûh verdi. Kazâ ve hesâba başlaması için bize şefâat eyle! Allahü teâlâ ne murâd ederse, onunla mahkûm olalım. Ve nereye emrederse, herkes oraya gitsin. Her şeyin hâkimi ve mâliki olan Allahü teâlâ, mahlûklarına dilediğini yapsın" diye yalvarırlar.
Âdem (aleyhisselâm) özür beyân edip, onları Nûh'a (aleyhisselâm) gönderir. Aralarında bin sene meşveret ettikten sonra Nûh'a (aleyhisselâm) giderler. O da özür beyân ederek, İbrâhim'e (aleyhisselâm) gönderir. Yine aralarında bin sene meşveret ettikten sonra İbrâhim'e (aleyhisselâm) giderler. O da özür beyân edip Mûsâ'ya (aleyhisselâm) gönderir. Mûsâ (aleyhisselâm) da özür beyân ederek Îsâ’ya (aleyhisselâm) gönderir. Îsâ (aleyhisselâm) da özür beyân edip; "Siz peygamberlerin en üstünü ve sonuncusu Muhammed aleyhisselâma gidiniz. Zîrâ O, dâvetini ve şefâatini ümmeti için hazırladı. Çünkü kavmi O'na çok kere ezâ ettiler. Mübârek alnını yarıp, mübârek dişini kırdılar. Kendisine delilik isnâd ettiler. Hâlbuki, o yüce Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onların iftihar cihetinden en iyisi ve şeref cihetinden en yükseği idi. Onların tahammül olunmayacak ezâ ve cefâlarına mukâbil, Yûsuf aleyhisselâmın kardeşlerine söylediği: "Şimdi sizin başınıza kakmak yoktur. Erhamürrâhimin olan cenâb-ı Allah, size mağfiret eder." meâlindeki Yûsuf sûresinin 92. âyet-i kerîmesi ile cevap verirdi." buyurur. Îsâ aleyhisselâmPeygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) fazîletlerini anlatır, hepsi Muhammed aleyhisselâma bir an evvel kavuşmak ister.
Hemen Muhammed aleyhisselâmın minberine gelip; "Sen Habîbullahsın! Habîb ise, vâsıtaların en faydalısıdır. Bize Rabbinden şefâat eyle! Zîrâ, peygamberlerin birincisi olan Âdem aleyhisselâma gittik, bizi Nûh aleyhisselâma, Nûh aleyhisselâma gittik, İbrâhim aleyhisselâma gönderdi. İbrahîm aleyhisselâm da Mûsâ aleyhisselâma gönderdi. Mûsâ aleyhisselâma gidince Îsâ aleyhisselâma, Îsâ aleyhisselâm da, size gönderdi. Yâ Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem)! Senden başka gidecek bir yer yok" derler. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) "Allahü teâlâ izin verir ve râzı olursa, şefâat ederim" buyurur. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellemSurâdikât-i celâl yâni celâl perdesine varır. Allahü teâlâdan şefâat için izin ister. Kendisine izin verilince, perdeler kalkar ve arş-ı âlâya girer. Secdeye kapanarak bin sene secdede durur. Bundan sonra, cenâb-ı Hakk'ı bir hamd ile hamd eder ki, âlem yaratıldığından beri, hiç kimse, Allahü teâlâyı böyle medh etmemiştir. Bu müddet içinde insanların hâlleri pek ziyâde kötüleşir. Meşakkat ve zahmetleri artar. Her biri, dünyâda sımsıkı sakladıkları malı boyunlarına geçirmişlerdir. Deve zekâtını vermiyenlerin boynuna deve yüklenir. Onların boyunlarındaki şeyler öyle ağırlaşır ki, büyük dağlar gibi olurlar. Sığır, koyun zekâtı vermiyenler de buna benzer. Bunların feryâdları âdetâ gök gürlemesini andırır.
Ekin zekâtını, yâni uşrunu vermiyenlerin boynuna ekin denkleri asılır, dünyâda hangi cins ekinin zekâtını vermemiş ise, o çeşitten denkler yüklenmiştir. Eğer buğday ise, buğday, arpa ise arpa dolmuştur. Bunların ağırlığından, o insanlar "vaveyla", "vâ-seburâ" diyerek feryâd ederler. Altın, gümüş ve kâğıt para ve sâir ticâret malı zekâtlarını vermeyenler de başında yalnız iki örgüsü bulunan dehşetli bir yılanı yüklenir. O yılanın kuyruğu burnuna girmiş ve boynuna halka olmuştur. Boynu üzerinde değirmen taşlarını yüklenmiş kadar ağırlığı vardır. Bağırarak; "Bu nedir?" deyince, melekler onlara; "Bunlar dünyâda zekâtını vermediğiniz mallarınızdır" derler. İşte bu dehşetli hâl; "Dünyâda esirgedikleri, kıyâmet günü boyunlarına takılır." meâlindeki Al-i İmrân sûresinin 182. âyet-i kerîmesi ile bildirilmiştir.
Diğer bir fırkanın ise, avret yerleri gâyet büyümüş olur. Oralarından cerahat ve irin akar. Onların fenâ kokusundan etrâfta bulunanlar çok rahatsız olurlar. Bunlar zina yapanlar ve İslâmın örtünme emrine dikkat etmeden sokağa çıkan kadınlardır.
Diğer bir fırka da ağaç dallarına asılırlar. Bunlar dünyâda livâta yapanlardır.
Diğer bir fırkanın dilleri ağızlarından çıkmış ve göğüslerine sarkmıştır. İnsanın görmek istemediği gâyet çirkin bir hâlde olan bu kimseler yalan söyleyen ve iftirâ edenlerdir.
Bir fırka da karınları yüksek dağlar kadar büyümüş olduğu hâlde bulunur Bunlar, dünyâda fâizli mal ve para alıp verenlerdir. Bu gibi haram işleyenlerin günahları, fenâ hâlde açığa vurulur.
Allahü teâlâ"Yâ Muhammed, başını secdeden kaldır! Söyle, dinlenir. Şefâat et, kabûl olunur." buyurur. Bunun üzerine, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Yâ Rabbî! Kulların arasından iyileri ve kötüleri ayır ki, zamanları gâyet uzadı. Her biri, günahlarıyla Arasat meydanında rezil ve rüsvây oldular." der.
Bir nidâ gelir; "Evet yâ Muhammed!" (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurulur. Cenâb-ı Hak, Cennet’e emredince, her cins zîneti ile zînetlenir. Arasat meydanına getirilir. O derece güzel kokusu vardır ki, beşyüz senelik yoldan duyulur. Bu hâlden kalbler ferahlanır. Rûhlar dirilir. Lâkin kâfirler, mürtedler ve müslümanlarla alay edenler, Kur'ân-ı kerîme hakâret edenler, gençleri aldatarak îmânlarını çalanlar ve amelleri habis olanlar, Cennet’in kokusunu duymazlar.
Cennet, arş-ı âlânın sağ tarafına konulur. Bundan sonra, cenâb-ı Hak, Nâr'ın (Cehennem) getirilmesini emreder. Cehennem’e korku gelir, feryâd eder. Kendisine gönderilen meleklere; "Allahü teâlâ, bana azâb ettirmek için bir mahlûk yarattı da, onunla bana azâb mı edecek" der. Onlar da; "Allahü teâlânın izzeti ve celâli ve ceberûtü hakkı için, Rabbin seninle âsîlerden, İslâm düşmanlarından intikâm almak için, bizi sana gönderdi. Sen bunun için halk olundun" derler. Cehennem’i dört tarafından çekerek götürürler. Ve yetmişbin ip takıp çekerler, her bir ipte yetmişbin halka vardır. Dünyânın bütün demiri toplansa onun bir halkası kadar olamaz. Her halkada, zebanî denilen azâb meleklerinden yetmişbin melek vardır. Dünyâdaki dağları koparmak, onlardan yalnız birine emrolunsa, parça parça ederdi. O vakit, Nâr'ın öyle bir bağırması ve gürültüsü, öyle bir ateş saçması ve şiddetli dumanı vardır ki, bütün gökyüzünü simsiyah eder. Mahşer yerine bir senelik yol kalınca, meleklerin ellerinden kurtulur. Gürültüsü, gümbürtüsü ve sıcaklığı tahammül olunmayacak dereceye varır. Mahşerdekilerin hepsi, bundan ziyâdesiyle korkar. "Bu nedir?" diye sorarlar. "Cehennem, zebânîlerin elinden kurtulmuş, size yaklaşıyor da, onun gürültüsüdür" denilince; herkesin dizinin bağı çözülüp, oldukları yere çökerler. Hattâ peygamberler ve mürselîn de kendilerini tutamaz. Hazret-i İbrâhim, hazret-i Mûsâ, hazret-i Îsâ arş-ı âlâya sarılır. İbrâhim (aleyhisselâm) kurban ettiği İsmâil aleyhisselâmı; Mûsâ (aleyhisselâm) biraderi Hârûn aleyhisselâmı ve Îsâ (aleyhisselâm) vâlidesi hazret-i Meryem'i unuturlar. Her biri; "Yâ Rabbî! Bugün nefsimden başka bir şey istemem" der. O zaman hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ise; "Ümmetime selâmet ve necât ver yâ Rabbî! diye niyâzda bulunur.
Orada buna tahammül edebilecek kimse bulunmaz. Nitekim cenâb-ı Hak, Câsiye sûresinin 28. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Her ümmeti, dizleri üzere cenâb-ı Hakk'ın korkusundan çökmüş olarak görürsün. Her biri, dünyâda işledikleri amellerin kitabına dâvet olunurlar." buyurmuştur. Cehennem’in böyle kurtulup kükremesi üzerine, herkes boğulma derecesine gelir ve kederlerinden yüzleri üzerine kapanırlar. Bu da, Allahü teâlânın Furkân sûresinin 12. âyetinde meâlen; "Nâr, ehl-i mahşeri uzak mahalden gördüğü vakit, nâs (insanlar) ondan boğuk ve çirkin ve gâyet büyük ses işitirler." buyurmasıyla sabittir.
Allahü teâlâ, Mülk sûresinin 8. âyetinde meâlen; "Gayz ve şiddetinin çokluğundan, Nâr ikiye ayrılacak gibi olur." buyurur. Bunun üzerine, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ortaya çıkıp, Cehennem’i durdurup; "Hakir ve zelîl olarak geriye dön! Tâ ki, sana ehlin gürûh gürûh gelsinler" buyurur. Cehennem de; "Yâ Muhammed, bana müsâade et! Zîrâ, sen bana haramsın" der. Arşdan; "Ey Cehennem! Muhammed aleyhisselâmin kelâmını dinle! Ve O’na itâat et" diye bir nidâ gelir. Sonra Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Cehennem’i çeker, arş-ı âlânın sol tarafında bir yere yerleştirir. Mahşerdeklier, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bu merhametli muâmelesini birbirine müjdelerler. Korkuları bir mikdar azalır: Enbiyâ sûresinde 107. âyet-i kerîmenin; "Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." meâl-i şerîfi zâhir olur.
Bu zamanda nasıl olduğu bilinmeyen mîzân kurulur. Mîzânın iki kefesi, yâni gözü vardır. Birisi nûrdan ve biri zulmetten yâni karanlıktandır.
Bundan sonra, Allahü teâlâ zamandan, mekândan, cisimden münezzeh ve berî (uzak) olduğu hâlde, kudretini göstermesi üzerine, insanlar O'na tâzim ederek, secdeye varırlar. Fakat kâfirler, mürtedler, secde edemezler. Zirâ, onların belleri demir kesilip secde etmeleri mümkün olmaz. İşte bu da, Nûn sûresi, 42. âyet-i celîl-i ilâhiyyesinin meâlen; "Gözlerden perde kaldırılıp sıkıntıların arttığı zamanda secde etmeğe çağrılırlar. Fakat secde edemezler." bildirdiği gibidir.
İnsanlar secdede iken, Zât-ı celle ve alâ hazretleri nidâ eder. Yakından ve uzaktan işitilir. İmâm-ı Buhârî'nin rivâyet ettiği gibi, cenâb-ı Hak hadîs-i kudsîde; "Ben azîm-üş-şân herkese mücâzât eden deyyânım, (Yâni, kıyâmet günün tek hâkimi ve sâhibiyim.) Bana hiç bir zâlimin zulmü tecâvüz etmez. Eğer tecâvüz ederse, ben zâlim olurum." buyurur.
Bundan sonra, hayvanât arasında hükmeder. Boynuzlu koyundan, boynuzsuz koyunun hakkını alıverir. Dağ hayvanlarıyla kuşlar arasını ayırır. Sonra da bunlara; "Toprak olunuz" der. Hemen hayvanlar toprak oluverirler. Kâfirler, bunu temenni edip her biri, "Ne olaydı, toprak olaydım" derler.
Sonra, Allahü teâlâ tarafından nidâ olunup; "Levh-i mahfûz nerededir?" buyurur. Bu ses, akıllara hayret verecek sûrette işitilir. Allahü teâlâ; "Ey Levh! Tevrât, İncil ve Kur'ân-ı azîm-üş-şândan sende yazdığım şey nerededir?" der. Levh-i mahfûz der ki: "Yâ Rabb-el-âlemîn! Bunu, Cebrâil aleyhisselâmdan suâl buyur!"
Bu vakit, Cebrâil aleyhisselâm titrer bir hâlde getirilir. Hayretinden diz üstü çöker. Cenâb-ı Hak buyurur ki: "Yâ Cebrâil! Bu levh, senin, benim kelâmımı ve vahyimi kullarıma nakleylemiş olduğunu söyler, doğru mudur?" Cebrâil aleyhisselâm; "Yâ Rabbî! Doğrudur" der. Allahü teâlâ; "Onu nasıl yaptın?" buyurur. Cebrâil aleyhisselâm; "Yâ Rabbî! Tevrât'ı, Mûsâ aleyhisselâma; İncil'i, Îsâ aleyhisselâma; Kur'ân-ı kerîmi, Muhammed aleyhisselâma inzal ve her bir resûle risâleti ve her bir suhuf sâhibi peygambere de sahifelerini ulaştırdım" der.
Daha sonra, "Yâ Nûh!" diye bir nidâ gelip, Nûh aleyhisselâm titriyerek huzûr-i ilâhîye gelir. Ona hitâben; "Yâ Nûh! Cebrâil senin resûllerden olduğunu söylemektedir. Sen ne dersin?" buyurulur. Nûh aleyhisselâm; "Evet yâ Rabbî! Doğrudur" diye cevap verir. "Kavminle ne iş gördün?" diye sorulur. Nûh aleyhisselâm; "Yâ Rabbî! Onları, gece ve gündüz îmâna dâvet ettim. Benim dâvetim onlara bir fayda vermedi. Benden kaçtılar" diye cevap verir. Bunun üzerine; "Ey Nûh kavmi!" diye nidâ olunup, Nûh kavmi grup hâlinde getirilir. Onlara; "Bu kardeşiniz Nûh benim gönderdiklerimi size tebliğ ettiğini söylemektedir. Siz ne dersiniz?" buyurulunca; onlar, "Ey bizim Rabbimiz, o yalan söylüyor. Bize bir şey tebliğ etmedi" deyip, kendilerine gönderilen ve Nûh aleyhisselâm tarafından tebliğ edileni inkâr ederler.
Allahü teâlâ; "Yâ Nûh! Senin şâhidin var mıdır?" buyurur. Nûh aleyhisselâm; "Yâ Rabbî! Benim şâhidim Muhammed aleyhisselâm ile ümmetidir" diye cevap verir. Allahü teâlâ; "Yâ Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)! Bu Nûh, benim gönderdiklerimi ümmetine tebliğ ettiğine seni şâhid kılıyor. Sen ne dersin?" buyurur. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem). Nûh'un (aleyhisselâm) risâleti tebliğ ettiğine şâhid olup; "Biz Nûh'u insanlara peygamber olarak gönderdik. Onları Allahü teâlânın azâbı ile korkuttu. Allahü teâlâdan başka şeylere ibâdet etmeyiniz dedi." meâlindeki Hûd sûresinin 25. âyet-i kerîmesini okur. Cenâb-ı Hak, Nûh aleyhisselâmın kavmine; "Sizin üzerinize azâb hak oldu. Zîrâ, azâb kâfirler üzerine lâyıktır." buyurur. Böylece, hepsinin Cehennem’e atılması emrolunur. Ne amelleri tartılır, ne de hesâb olunurlar.
Bundan sonra; "Âd kavmi nerededir?" diye nidâ olunur. Nûh aleyhisselâmın kavmine yapıldığı gibi, Hûd aleyhisselâm ile, kavmi olan Âd kavmi arasında muâmele cereyân eder. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ümmetinin hayırlıları şehâdet ederler. Peygamberimiz Şuarâ sûresinin 123. âyet-i kerîmesini okur. Bu kavim de Cehennem’e atılır.
Bundan sonra; "Yâ Sâlih ve Semûd" diye nidâ olunur. Sâlih aleyhisselâm ve kavmi gelirler. İnkârları üzerine hazret-i Peygamber'den şehâdet taleb olunur. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Şuarâ sûresinin 141. âyet-i kerîmesini okur. Onlar da, evvelkiler gibi Cehennem’e atılırlar.
Kur'ân-ı azîm-üş-şânın haber verdiği gibi, ümmetler, birbiri ardınca Allahü teâlânın huzûruna gelirler. Furkân sûresinin 38. ve İbrâhim sûresinin 8. âyet-i kerîmeleri bunu haber vermektedir. Burada tenbih vardır. Bunlar âsî ve azgın kavimlerdir. Barîh, Mârih, Duhâ, Esrâ kavimleri ve bunlar gibi kavimler, onlardandır. Bunlardan sonra nidâ, Eshâb-ı res ve tüba' ve İbrâhim aleyhisselâmın kavmine gelir. Bunların hiç birinde mîzân kurulmaz ve hesâb sorulmaz. Bunlar, o gün Rablerinden mahcûbdurlar. Allahü teâlânın kelâmını onlara bir tercümân söyler. Çünkü, bir kimse kelâm-ı ilâhîye mazhar olursa, o kimse azâb olunmaz.
Bundan sonra, Hazret-i Mûsâ'ya nidâ olunur. Şiddetli rüzgârda yapraklar nasıl titrerse, öyle titreyerek gelir. Cenâb-ı Hak, ona hitâben; "Yâ Mûsâ! Cebrâil, risâletini ve Tevrât'ı kavmine tebliğ ettiğine şehâdet ediyor" buyurur. Mûsâ (aleyhisselâm); "Evet yâ Rabbî" der. "Öyle ise, minberine çık! Sana vahy olunan şeyleri oku!" buyurulur. Mûsâ (aleyhisselâm) minbere çıkar okur. Herkes kendi mevkîinde sükût eder. Tevrât'ı daha yeni nâzil olunmuş gibi okur. Yahudi âlimleri, sanki bundan evvel, Tevrât'ı hiç görmemiş, bilmemiş gibi olurlar.
Dâvûd'a (aleyhisselâm) nidâ olununca, sanki şiddetli rüzgârda titreyen yaprak gibi, son derece titreyerek gelir.
Allahü teâlâ; "Yâ Dâvûd! Cibrîl aleyhisselâm Zebûr'u ümmetine tebliğ ettiğine şehâdet ediyor" deyince, Dâvûd (aleyhisselâm); "Evet yâ Rabbî" der. Cenâb-ı Hak; "Minberine çık ve sana vahy olunan şeyi tilâvet eyle" buyurur. Dâvûd (aleyhisselâm) minbere çıkar. Güzel sesle Zebûr-i şerîfi okur. Bu zamanda, benî İsrâil'e iki kısım olmaları emr olunur. Bir kısmı mü'minler ile, bir kısmı da, kâfirler ile beraberdir.
Bundan sonra; "Îsâ (aleyhisselâm) nerededir?" diye bir ses işitilir. Îsâ aleyhisselâm getirilir. Allahü teâlâ ona hitâben; "Yâ Îsâ! Sen insanlara Allah'dan başka, beni ve annemi ilâh edininiz dedin mi?" (Mâide sûresi: 116) buyurur.
Îsâ aleyhisselâm Allahü teâlâya hamd ile çok senâlar eder. Sonra; "Yâ Rabbî! Seni noksan sıfatlardan tenzih ve takdis ederim ki, hak olmayan sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer ben onu söyledimse, hakîkaten sen onu bilirsin. Yâ Rabbî! Sen benim nefsimde olanı bilirsin. Ben senin zâtında olanı bilmem. Yâ Rabbî! Sen gâibleri bilensin" meâlindeki Mâide sûresi 116. âyet-i kerîmesi ile cevap verir.
Bunun üzerine cenâb-ı Hak, cemâl sıfatını gösterir ve meâlen; "Bu zaman, sâdıklara sıdkının menfaat vereceği zamandır." (Mâide sûresi: 119) buyurur ve; "Yâ Îsâ! Sen doğru söyledin. Minberine git! Sana Cebrâil'in tebliğ ettiği İncil'i tilâvet eyle" der. Îsâ (aleyhisselâm); "Evet ya Rabbî! der. Sonra tilâvete başlar. Tilâvetin tesirinden herkesin başı yukarı kalkar. Zirâ, Îsâ (aleyhisselâm) rivâyet cihetinden insanların en ziyâde hâkimidir. Okumada, o kadar tâzelik ve nezâket gösterir ki, hıristiyanlar, rûhbanlar, kendilerini, İncil'den hiç bir âyet bilmiyorlarmış zan ederler.
Sonra, nasârâ (hıristiyanlar) da, iki kısım olurlar. Bozuk olanları kâfirlerle, bozulmamış olanları da mü'minlerle haşr olunur.
"Muhammed (aleyhisselâm) nerededir?" diye bir nidâ daha işitilir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) gelir. Cenâb-ı Hak; "Yâ Muhammed! Cibrîl sana Kur'ân-ı kerîmi tebliğ ettim diyor" buyurur. O da; "Evet yâ Rabbî" der. Cenâb-ı Hak; "Yâ Muhammed, minberine çık ve Kur’ân-ı kerîmi kırâat et" buyurur. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellemKur'ân-ı kerîmi tilâvet edip, gâyet güzel ve tatlı bir şekilde okur. Mü'minleri müjdeler. Onların yüzleri güler ve sevinirler. Kur’ân-ı kerîme inanmıyanların, bu mübârek kitaba (hâşâ) çöl kânunu diyenlerin ise, yüzleri gâyet çirkin olur.
Buraya kadar beyân olunan peygamberlere olunacak suâli; "Biz kendilerine peygamber irsâl olunan kavme elbette suâl ederiz. Peygamberlere de suâl ederiz." meâlindeki A’raf sûresi 6. âyet-i kerîmesi haber vermektedir.
Kitaplar okunduktan sonra, celâl perdeleri tarafından nidâ gelir; "Ey mücrimler, şimdi sizler ayrılınız!" (Yâsîn sûresi: 59) buyurulur. Bu nidâ üzerine, mevkıf (Arasat meydanı) harekete gelir. O zaman, herkesi büyük bir korku alır. Birbirlerine girerler. Bundan sonra nidâ gelir; "Yâ Âdem! Evlâdından nâra lâyık olanları gönder!" buyurulur. Âdem (aleyhisselâm) ise; "Yâ Rabbî! Ne kadar?" diye suâl eder. Cenâb-ı Hak; "Binde dokuzyüzdoksandokuzu Nâr'a ve biri Cennet’e" buyurur. Kâfirlerden, Ehl-i Sünnetten ayrılmış mülhidlerden ve gâfillerden, çıkara çıkara, ancak Rabbimiz teâlâ hazretlerinin bir avuç buyurduğu kadar mü'min geride kalır. Nitekim hazret-i Sıddîk; "Rabbimizin buyurduğu avuçlarından bir avuç kalır" buyurmuştur.
Bundan sonra, bir münâdî herkesi ayrı ayrı çağırır. Herkes, tek tek hesâba çekilir. "Yaptıklarının hepsine, o gün dilleri ve elleri ve ayakları şehâdet eder." meâlindeki Nûr sûresinin 24. âyet-i kerîmesi bunu bildirmektedir.
Bir kimse Allahü teâlânın huzûrunda durdurulur. Cenâb-ı Hak ona; "Ey fenâ kul! Sen mücrim ve âsî oldun" der. O kul; "Yâ Rabbî! Ben işlemedim" deyince; "Senin aleyhine deliller ve şâhidler vardır" denir. O kimsenin Hafaza melekleri getirilir. O kimse; "Onlar benim üzerime yalan söylediler" der. Nahl sûresi, 111. âyetinde meâlen; "O gün herkes getirilir. Herkes kendi nefsi ile mücâdele eder" buyurulur. Sonra ağzına mühür vurulur. Bu da; "Kıyâmet gününde, ben azîm-üş’şân, mücrimlerin ağızlarını mühürlerim. Ne ki kazanıp kesb ettiler ise, bize elleri söyler ve ayakları şehâdet eder." meâlindeki Yâsîn-i şerîfin 65. âyet-i kerîmesi ile bildirilmiştir. Âsîlerin âzâsı şehâdet edip Cehennem’e götürülmeleri emr olunur. Mücrimler (din düşmanları, haram işleyenler, namaza ehemmiyet vermeyenler) âzâlarını kınamaya, bağırmağa başlarlar. Âzâsı da meâlen; "Bu şehâdet bizim ihtiyârımızla değildir. Bizi Allahü teâlâ söyletti. Her şeyi söyleten O'dur." der. Bunlar, Fussilet sûresinin 21. âyet-i kerîmesinde bildirilmektedir.
İnsanlar bu zamanda bir yerde toplanırlar. Onların üzerine siyah bir bulut gelir. O bulut, insanlar üzerine suhûf-i müneşşere yâni amel defterlerini yağdırır. Mü'minin sahifesi, sanki gül yaprağı üzerine yazılmıştır. Kâfirlerin ise, sedir yaprağı üzerine yazılmış gibidir.
Sahifeler uçarak iner. Herkesin sağ veya sol tarafından gelir. Bu, ihtiyârî değildir. Nitekim, cenâb-ı Hak, İsrâ sûresinin 13. âyetinde meâlen; "Biz azîm-üş-şân insan için sahifesi açılmış olarak kendisine vâsıl olan kitap göndeririz." buyurmuştur.
Hesâbdan sonra, bütün insanlar Cehennem’in üzerinde bulunan Sırat köprüsüne gönderilecektir. Mü’minler, bu köprüden geçip, Cennet’e gidecek, kâfirler geçemeyip Cehennem’e düşeceklerdir.
(Sırat köprüsü deyince, bildiğimiz köprüler gibi sanmamalıdır. Nitekim; "Sınıf geçmek için, imtihân köprüsünden geçilir" diyoruz. Her talebe imtihân köprüsünden geçer. Hepsi buradan geçtiği için, köprü diyoruz. Hâlbuki, imtihânın, köprüye benziyen hiç bir tarafı yoktur. İmtihân köprüsünden geçenler olduğu gibi, geçemeyip, yuvarlananlar da olur. Fakat bu, köprüden denize yuvarlanmağa benzemez. İmtihân köprüsünün nasıl olduğunu, buradan geçenler bilir. Sırat köprüsünden de herkes geçecek, bâzıları da geçemeyip Cehennem’e yuvarlanacaktır. Fakat, bu köprü ve buradan geçmek ve Cehennem’e düşmek, dünyâ köprüleri gibi ve imtihân köprüsü gibi değildir. Bunlara hiç benzemez.)
Sırat köprüsünden geçemeyip düşen mücrimler, Cehennem hazenesine, yâni azâb meleklerine teslim olunurlar. Ağlamaya ve inlemeye başlarlar. Hele mü'minin ve müvahhidînin asîleri Cehennem’e konulurken, gâyet dehşetli ağlarlar. Melekler, bunları yakalayıp atarlarken; "İşte bu vâd olunduğunuz kıyâmet günüdür." derler. Bu hâl Enbiyâ sûresinin 103. âyet-i kerîmesinde bildirilmektedir.
Cehennem ehlinin en çok feryâd edip ağladıkları dört yerden birincisi, sûr üfürüldüğü; ikincisi Cehennem’in, meleklerden kurtulup mahşer ehli üzerine sıçradığı; üçüncüsü Hazret-i Âdem'i, Allahü teâlâya şefâatçi göndermek için çıktıkları vakit; dördüncüsü ise Cehennem’deki azâb meleklerine teslim olundukları zamandır.
Cehennemlik olanlar mahallerine gidince; Arasat meydanında yalnız, mü'minler, müslimler, hayr ve ihsân edenler, ârifler, sıddîklar, velîler, şehîdler, sâlihler ve resûller kalır. Îmânlarında şüpheleri olanlar, münâfıklar, zındıklar, bid'at sâhipleri (yâni Ehl-i sünnet îtikâdında olmıyan mü'minler) Cehennem’e gönderilmişlerdir.
Allahü teâlâ bütün mü’minleri sırat üzerinden geçirir. Mü'minler, derecelerine göre Cennet’e götürülür. İnsanlar gürûh gürûh geçerler. Sırası ile; resûller, nebîler, sıddîklar, velîler, ârifler, hayr ve ihsân edenler, şehîdler, sonra da diğer mü'minler götürülür. Müslümanlardan günahları affedilmeyenler yüz üstü düşerler, bâzıları da Arasat'ta mahbus kalırlar. Îmânı zayıf olanlardan bâzısı sıratı yüz senede, bâzısı da bin senede geçerler. Bununla beraber, Cehennem’de yanmazlar.
Arasat meydanına mevkıf ve mahşer yeri de denir. Burada bulunanların nasıl dâvet edileceklerini âlimlerimiz başka başka söylediler. Tefsîrlerde anlatıldığı gibi sahih hadîs-i şerîflerde de beyân buyuruldu. Bu bildirilenlere göre; Allahü teâlânın en önce hüküm edeceği, kâtillerdir. Ve en önce ecirlerini vereceği kimseler, îmânı doğru olan âmâlardır. Bir münâdî; "Dünyâda görmekden men olunanlar nerededirler?" diye bağırır. Onlara; "Siz cemâlullaha nazar etmeğe herkesten daha fazla lâyıksınız" denilir. Bundan sonra cenâb-ı Hak, onlara; "Sağ tarafa gidiniz!" buyurur.
Bunlar için bir sancak bağlanıp Şu'ayb aleyhisselâmın eline verilir. Şu'ayb (aleyhisselâm) onlara imâm olur. Onlarla beraber, hesâbsız nûr melekleri vardır. Sayılarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Ve sıratı yıldırım gibi geçerler. Sabırda ve hilmde onlardan birinin vasfı, Abdullah ibni Abbâs hazretleri ve bu ümmet içinde ona benzeyen kimseler gibidir.
Bundan sonra; "Belâlara sabr edenler nerededir?" diye nidâ olunur. Ve cüzzâm hastaları ve sârî hastalıklara yakalanmış olanlar getirilir. Allahü teâlâ, onlara selâm verir. Onlar da sağ tarafa emr olunurlar. Onlar için de, yeşil bir sancak bağlanır. Eyyûb aleyhisselâmın eline verilir. Eshâb-ı yemînin imâmı olur. Mübtelâ olanın sıfatı sabır ve hilmdir. Ukayl ibni Ebî Tâlib (radıyallahü anh) ve bu ümmetten onun emsâli gibi olanlar böyledir.
Bundan sonra; "İslâm düşmanlarının yalanlarına, iftirâlarına aldanmayıp, Ehl-i sünnet îtikâdına sımsıkı sarılan ve bu doğru îmânını ve nâmusunu kemâl derecede muhâfaza eden îmânlı ve iffetli gençler nerededirler?" diye nidâ olunur. Bunlar da getirilir. Allahü teâlâ bunlara da selâm verip, merhâbâ der. Ve murâd buyurduğu kelâm ile iltifât eder. Bunlara da; "Sağ tarafa gidiniz" buyurulur. Bunlar için de, bir sancak bağlanıp Yûsuf aleyhisselâmın eline verilir. Yûsuf (aleyhisselâm) onların imâmı olur. Böyle gençlerin sıfatı; haramlardan, yabancı kadın ve kızlardan sakınmaktır. Râşid bin Süleymân (rahmetullahi aleyh) ve bu ümmetten onun emsâli gibi olanlar böyledir.
Bundan sonra bir nidâ daha gelir; "Allahü teâlâ için birbirlerine muhabbet edenler ve müslümanları sevenler ve kâfirleri, mürtedleri sevmeyenler nerededir?" denir. Onlar da Allahü teâlânın huzûruna götürülür. Allahü teâlâ, onlara da merhâbâ deyip, ne murâd buyurur ise, onunla iltifâta mazhar olurlar. Sağ tarafa gitmeğe emr olunurlar. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmeyenlerin sıfatı da sabır ve hilmdir. Çünkü onlar, dünyevî sebeplerden dolayı mü'minlere ne darılırlar, ne de kötülük ederler. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) ve bu ümmetten ona benzeyenler bunlardandır.
Bundan sonra, bir münâdî daha çıkar; "Allahü teâlânın korkusundan haram işlemeyenler ve ağlayanlar nerededir?" denir. Onlar da götürülür. Bunların gözyaşları, şehîdler kanı ve ulemânın mürekkebi ile tartılır. Gözyaşı ağır gelir. Bunların da sağ tarafa gitmesi emr olunur. Onlar için her renkle süslenmiş bir sancak bağlanır. Zîrâ bunlar, her çeşit haram işliyenlerin arasında bulundukları; "Allah rahîmdir, affeder" diye aldatılmağa çalışıldıkları hâlde, haram işlememişler, her türlü günahtan sakınarak Allahü teâlânın korkusundan ağlamışlardır. Meselâ, biri Allahü teâlânın, biri dünyâya düşkün olmak korkusundan ve öbürü pişmanlıktan ağlamıştır. Bunların sancakları Nûh aleyhisselâma verilir. Âlimler, onların önlerine geçmek isterler ve; "Bunlara Allahü teâlâ için ağlamalarını biz öğrettik" derler. Bir nidâ gelir; "Yâ Nûh, olduğun gibi dur!" denir. Nûh (aleyhisselâm) durur. O cemâat de onunla durur.
Ehl-i sünnet âlimlerinin mürekkebi ile şehîdlerin kanı tartılır. Ulemânın mürekkebi ağır gelip, sağ tarafa emr olunurlar. Şehîdler için safranlı bir sancak emr olunur. Hazret-i Yahyâ'nın eline verilir. Hazret-i Yahyâ önlerinden gider. Âlimler önlerine geçmek isterler ve; "Şehîdler bizim ilmimizden öğrenerek çarpıştılar. Biz onlardan ileri gitmeğe daha fazla lâyıkız" derler. Bu zamanda cenâb-ı Hak lütfunu izhâr edip; "Alimler benim indimde peygamberim gibidir" buyurur. Ulemâya hitâben; "Dilediğiniz kimselere şefâat ediniz" buyurur. Âlimler âile fertlerine, komşularına, mü'min kardeşlerine ve kendilerine bağlılık gösteren talebelerine şefâat ederler.
Ulemâdan her biri için bir meleğe nidâ ettirilir. Melek, insanlara seslenip; "Filan âlime Allahü teâlâ şefâat etmekle emr eyledi. Kim ki onun bir işini görüverdiyse, yâhut bir lokma yemek yedirdiyse, yâhut bir içim su verdiyse, yâhut kitaplarını gençlere yaydı ise, onlara şefâat edecektir" der. O âlime iyilik yapanlar, kitaplarını dağıtanlar kalkarlar. O da bunlara şefâat eder.
Hadîs-i şerîfde bildirildiğine göre, en önce şefâat edenler resûllerdir. Sonra nebîler, sonra ulemâdır. Ulemâ için bir beyaz sancak bağlanır. İbrâhim (aleyhisselâm) gizli marifetleri ortaya koymak bakımından resûllerin en ziyâde ileride olanıdır. Bu sancak kendisine verilir.
Bundan sonra yine bir münâdî; "Çalışıp da, hakkını alamayan, nafakası için her gün çalışıp terleyen fakirler nerededir" diye nidâ eder. Fukarâ da, Allahü teâlânın huzûruna götürülür. Allahü teâlâ, taltif edip; "Merhâbâ, ey dünyâ kendileri için zindan olan kimseler!" buyurur. Bunlara da Eshâb-ı yemîn ile beraber olmaları emr olunur. Bunlar için de, bir sarı sancak bağlanıp, Îsâ aleyhisselâmın eline verilir. Hazret-i Îsâ, bunlara imâm olur.
Bundan sonra yine bir münadî; "Agniyâ yâni şükreden, mallarını, paralarını dîni kuvvetlendirmek, müslümanları zâlimlerden korumak için veren zenginler nerededir?" diye nidâ eder. Onlar da götürülür. Onların ihsân ettiği şeyleri cenâb-ı Hak, beşyüz sene saydırır. Yâni zenginlik ile ne yaptıklarının hesâbını sorar. Bunlar için de bir sancak bağlanıp, Süleymân aleyhisselâma verilir. Süleymân (aleyhisselâm) bunlara imâm olur. Bunlara da, Eshâb-ı yemîne ulaşmalarını emr buyurur.
Bundan sonra, "Ehl-i belâ nerededir?" denir. Onlar da getirilir. Onlara; "Sizi Allahü teâlâya ibâdetten men eden şey nedir?" denilir. Onlar da; "Allahü teâlâ, bizi dünyâda dertlere, sıkıntılara mübtelâ kıldı. Onun için zikrinden ve hakkıyle ibâdetten mahrûm olduk" derler. Onlara; "Size gelen belâ mı, yoksa Eyyûb'a (aleyhisselâm) gelen belâ mı çok idi?" denilir. Onlar; "Eyyûb aleyhisselâma gelen çok idi" derler. "Öyle ise, onu Allahü teâlânın zikrinden ve O'nun dînini kullarına yaymaktan ve hakkını yerine getirmekden belâ men etmedi de sizi mi etti?" denir.
Bundan sonra; "Gençler ve memlûkler (köle ve câriyeler) nerededir?" derler. Onlar da, Allahü teâlânın huzûruna getirilir. Onlara; "Sizi Allahü teâlâya ibâdetten men eden şey nedir?" denilir. Onlar da; "Allahü teâlâ bize cemâl ve güzellik verdi. Onunla aldandık, gençlik zevklerine daldık. Gençlik, bizde hep kalacak sandık. Allahü teâlânın dînini öğrenmedik. Hakkını yerine getiremedik" derler. Memlûkler de; "Kölelik, câriyelik ve beylere kulluk edip dünyâ büyüklerine tapındık. Dînimizi öğrenmedik ve aldandık. Yâ Rabbî senin hakkını yerine getirmekten mahrûm olduk" derler. Onlara hitâben; "Siz mi, yoksa Yûsuf (aleyhisselâm) mı daha güzel idî?" denilir. Onlar; "Yûsuf (aleyhisselâm) daha güzel idi" derler. "Öyle ise hazret-i Yûsuf'u, kul emrinde iken hakkullahı yerine getirmekten hiç bir şey men etmedi de sizi mi etti denir.
Bundan sonra; "Çalışmayan, tembel, fukarâ nerededir?" diye nidâ olunur. Onlar da getirilir. Onlara da; "Sizi Allahü teâlânın hakkını yerine getirmekten men eden nedir?" denilir. Onlar; "San'at öğrenip iş yapmadık; kahvelerde, sinemalarda, oyun yerlerinde vakit geçirdik. Allahü teâlâ da, bizi dünyâda fakirlik ile mübtelâ kıldı. Fakirlik ve tembellik bizi hakkullahı yerine getirmekten men etti" derler. Onlara; "Siz mi fakirlikte ziyâde idiniz, hazret-i Îsâ mı?" diye suâl olunur. Onlar da; "Hazret-i Îsâ bizden daha fakir idi" derler. "Öyle ise, o kadar fakirlik onu hakkullahı yerine getirmekten, din bilgilerini yaymaktan men etmedi de, sizi mi etti?" denir.
Bir kimse bu dört şeyden birine yakalanırsa, bunların sâhibini düşünsün! Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) duâsında; "Yâ Rabbî! Gençlik ve fakirlik fitnesinden Zat-ı ülûhiyyetine sığınıyorum." diye duâ ederdi.
Geçmiş ümmetlerden bir zâhid vardı. O, sahîh olarak bir şeye mâlik olmadı. Hakîkaten bir yün cübbeyi yirmi sene giydi. Seyahati esnâsında, ancak bir bardak, bir kara kilim ve bir tarağı vardı. Bir gün, birinin eli ile su içtiğini gördü. Bardağı attı. Bir gün de bir adamı, eliyle sakalını tararken gördü. Tarağı da attı. "Benim hayvanım, ayağım; evim, mağaralar; yemeğim, yerin otları; içeceğim, ırmakların sularıdır" derdi. (Hâlbuki, İslâm dîni böyle değildir. Çalışıp helâl kazanmak ibâdettir. Çok çalışıp, çok kazanmak ve kazandığını İslâmiyetin emrettiği iyi yerlere vermek lâzımdır.)
Büyük günahların sâhibinin kalbinde îmân varsa, azâbdan sonra şefâate kavuşur. Allahü teâlâ, onlara ikrâm eder. Binlerce seneden sonra, onları Cehennem’den çıkarır. Âhıret hâllerini iyi bilen Hasen-ül-Basrî (rahmetullahi aleyh); "Keşke böyle olan kişi ben olsaydım" buyururdu.
Kıyâmet gününde mîzânında ağır gelecek hiç hasenesi (iyiliği) olmayan bir müslüman getirilir. Allahü teâlâ, îmânına hürmeten, ona rahmet olarak; "İnsanlara git, sana hasene ve sevâb verecek bir kimse ara. Onun ikrâmı sebebiyle Cennet’e girersin!" buyurur. O kimse gider. İnsanlar arasında arzusuna kavuşturacak bir kimse arar. Fakat hâlini anlatacak bir kimse bulamaz. Kime söyler ve kime sorarsa; "Benim mîzânımın da hafif gelmesinden korkuyorum. Ben, senden daha çok muhtacım" cevâbını alır. Bu hâline çok üzülür. Yanına bir kişi gelerek; "Ne istiyorsun?" der. Bu da; "Bir haseneye (sevâba) muhtâcım. Onu belki bin kişiden istedim. Her biri bahâne edip esirgediler" deyince; bu kişi ona; "Allahü teâlânın huzûruna vardım. Sahifemde bir sevâbtan başka sevâb bulamadım. Bu da beni kurtarmağa yetmez. Onu sana hibe edeyim de al!" der. O kimse, ferah ve sevinç içinde gider. Allahü teâlâ, o kulun hâlini bildiği hâlde; "Nasıl geldin?" diye suâl eder. O kişi ile olan konuşmasını anlatır. Allahü teâlâ hasenesini veren kulu da huzûruna çağırır. "Îmân sâhiplerine benim keremim, senin kereminden, ihsânından daha çoktur. Din kardeşinin elinden tut. Cennet’e gidiniz" buyurur.
Mîzânın iki gözü beraber olup, sevâb gözü ağır gelmezse, Allahü teâlâ; "Bu, ne Cennet ehlindendir, ne de Cehennem ehlindendir" buyurur. Bunun üzerine, bir melek yalnız "üf" yazılmış olan bir sahife getirip seyyiât (günah) kefesine kor. O göz hasene üzerine ağır basar. Çünkü "üf" lâfzı, anaya, babaya isyân kelimesidir. Kişinin bununla, Cehennem’e atılması emr olunur. O kişi, iki tarafa bakınır. Allahü teâlâ tarafından kendisinin çağrılmasını taleb eder. Allahü teâlâ bunu çağırır. Ve; "Ey âsî kul! Niçin seni çağırmamı istiyorsun?" buyurur. O kul; "Yâ Rabbî! Anama, babama âsî olduğum için Cehennem’e gideceğimi anladım. Onların azâbını bana ilâve buyur da, Onları Cehennem’den azâd et!" deyince, Allahü teâlâ; "Anana, babana dünyâda âsî oldun. Âhırette ikrâm ettin. Onların elinden yapış da, Cennet’e götür" buyurur.
Cennet’e gönderilmeyenleri melekler yakalarlar. Çünkü melekler, âhıret ahkâmını çok iyi bilirler. Hattâ, âhıretten nasîbi olmayan bir kavme nidâ olunur; "Bunlar âhıretin odunudur. Cehennem’i doldurmak için halk olundular" denilir. Onlara hitâben Allahü teâlâ Sâffât sûresi 24. âyetinde meâlen; "Onları durdurun, onlar suâl olunacaklardır." buyurur.
Bunlar habs olunurlar. Tâ ki, kendilerine, Sâffât sûresi 25. âyet-i kerîmesindeki gibi meâlen; "Size ne oldu ki, birbirinize yardım, etmiyorsunuz?" buyuruluncaya kadar kalırlar. Böylece, teslim olurlar. Günahlarını îtirâf ederler ve Cehennem’e gönderilirler.
Bu şekilde ümmet-i Muhammed'in büyük günah işleyenleri getirilir. İhtiyâr, genç, erkek, kadın nerede ise, hepsi bir araya toplanır. Cehennem’in bekçisi olan Mâlik onlara bakar ve; "Siz eşkıyâ zümresindensiniz. Ammâ, ne eliniz bağlanmış ve ne de yüzünüz kararmış. Cehennem’e sizden güzel kimse gelmedi" der. Onlar da; "Yâ Mâlik! Biz Muhammed aleyhisselâmın ümmetindeniz. Lâkin işlediğimiz günahlar Cehennem’e sürükledi. Bizi bırak da günahlarımıza ağlayalım" dediklerinde, Mâlik onlara; "Ağlayın! Fakat şimdi size ağlamak fayda vermez!" der.
Bir ihtiyâr erkek, ellerini beyaz sakalı üzerine koyup; "Ah gençlik geçti. Elem, üzüntü arttı. Zelîl ve rezîl oldum" diye ağlar. Nice orta yaşlılar; "Dertlerim, sıkıntılarım arttı!" diyerek ağlarlar. Nice delikanlılar; "Ah gençliği elden kaçırdım! Yâni gençliğimin kıymetini bilmedim" ve nice kadınlar da saçlarından tutup; "Eyvah! Yüzüm kara oldu. Rezîl oldum" diye ağlarlar.
Allahü teâlâ tarafından; "Yâ Mâlik! Bunları birinci Cehennem’e koy" diye nidâ gelir. Cehennem bunları içine alırken; "Lâ ilâhe illallah" diye bağrışırlar. Cehennem bu sözü işitince, bunlardan beşyüz senelik öteye kaçar. Yine şöyle bir nidâ gelir; "Ey Cehennem! Bunları içine at! Yâ Mâlik! Bunları birinci Cehennem’e koy." Bu zaman gök gürültüsü gibi bir gürültü işitilir. Cehennem bunların kalblerini yakmak isteyince, Mâlik, Cehennem'i men ederek; "Ey Cehennem, kendisinde Kur'ân-ı kerîm olan ve îmân kabı olan kalbi, Rahmân olan Allahü teâlâya secde eden alınları yakma!" der. Bu hâl üzere, Cehennem’e atılırlar. Bir kişinin feryâdının, Cehennem ehlinin seslerinden daha çok olduğu görülür. Bunu Cehennem’den çıkarırlar. Allahü teâlâ ona; "Sana ne oldu ki, Cehennem ehlinin en çok bağıranı sensin?" buyurur. O kişi; "Yâ Rabbî! Beni hesâba çektin. Senin rahmetinden daha ümidimi kesmedim. Bilirim, sen beni işitirsin. Onun için çok bağırdım" der. Allahü teâlâ"Bir kimse Allahü teâlânın rahmetinden ümidini keserse, o kimse ehl-i dalâlettir." meâlindeki Hicr sûresi 56. âyet-i kerîmesi ile hitâb buyurup; "Git seni mağfiret ettim" der.
Âhıretin şaşılacak işlerinden biri de şudur: "Bir kişi daha huzûr-i mânevî-i ilâhîye götürülür. Allahü teâlâ, onu hesâba çeker. İyilik ve kötülükleri, sevâb ve günahları tartılır, O kimse, Allahü teâlânın o anda hiç bir şeyle meşgûl olmadığını, yalnız kendisinin hesâbiyle ve vezniyle meşgûl olduğunu yakînen bilir. Hâlbuki öyle değildir. Belki o anda bin kere binlerce, sayısını Allahü teâlâdan başka kimsenin bilmiyeceği mikdarda kimselerin hesâbına bakılır. Onların her biri o anda sâdece kendi hesaplarının görüldüğünü zanneder.
İşte bu zamanda, kişi oğluna gelir ve; "Ey oğul! Sen kendin elbise giymeye kâdir değilken ben sana elbiseler giydirdim. Sen âcizken seni doyurdum ve su verdim. Sen kendine zarar veren şeyleri def etmeye ve fayda veren şeyi istemeye kâdir değilken çocukluğunda seni muhâfaza ettim. Nice meyveleri benden isteyince satın alıp sana getirdim. Sana dînini, îmânını öğretip, Kur’ân-ı kerîm hocasına gönderdim. Lâkin, işte kıyâmetin, şiddetini görüyor ve günahımın çokluğunu biliyorsun. Bir miktarını üzerine al da günahım azalsın, bir iyilik, bir sevâb ver ki mîzânım onunla fazlalaşsın" der. Oğlu ondan kaçar ve; "O bir sevâba, ben senden daha çok muhtacım" diye cevap verir.
Böylece, evlâd ile ana arasında da bu muâmele geçer, zevc ve zevce de birbirleriyle böyle konuşurlar. Kardeş kardeşle de aynı muâmeleyi yaparlar. İşte Allahü teâlâ Abese sûresindeki 24. âyetinin; "O gün insan kardeşinden ve ana evlâdından kaçar." meâl-i şerîfi bu hâli haber vermektedir.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri "Mektûbât"ın 2. cildinde 67. mektubunda buyuruyor ki:
"Muhammed aleyhisselâmın kıyâmetten haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur. Kabir azâbı, kabrin ölüyü sıkması, kabirde Münker ve Nekir denilen iki meleğin suâl sorması, kıyâmette her şeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, kürre-i arzın (yer küresinin), dağların parçalanması ve herkesin mezârdan çıkması, mahşer yerine toplanması, yâni rûhların cesedlere gelmesi, kıyâmet gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyâmette suâl ve hesâb ve dünyâda yapılmış olan şeylere, orada, ellerin, ayakların ve her âzânın şehâdet etmesi; iyilik ve kötülük defterlerinin uçarak sağ veya sol taraftan verilmesi; iyiliklerin ve günahların, oraya mahsus bir terâzide tartılması haktır, doğrudur. Orada sevâbı ağır gelen, Cehennem’den kurtulacak, az gelen, ziyân edecektir. Oradaki terâzi, bilinmiyen bir terâzi olup, ağır ve hafif gelmesi dünyâ terâzisinin aksinedir. Yukarı çıkan kefe ağırdır, aşağı inen hafiftir. Orada yer çekimi kuvveti yoktur.
Orada önce peygamberler (aleyhisselâm), sonra sâlih kullar yâni evliyâ-i kirâm (rahmetullahi aleyhim), Allahü teâlânın izniyle, günahı çok olan mü’minlere şefâat edecektir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Ümmetimden büyük günahları olanlara şefâat edeceğim." buyurdu.
Mü'minlere mükâfat ve nîmet için hazırlanmış olan Cennet ve kâfirlere azâb için hazırlanmış olan Cehennem şimdi vardır. Her ikisini de, Allahü teâlâ, yoktan var etmiştir. Kıyâmette her şey yok edilip, tekrar yaratıldıktan sonra ebedî olarak varlıkta kalacaklar, hiç yok olmayacaklardır. Suâl ve hesâbdan sonra, mü'minler Cennet’e girince, burada sonsuz kalacaklar, Cennet’ten hiç çıkmayacaklardır. Bunun gibi, kâfirler de, Cehennem’e girince, Cehennem’de sonsuz kalacaklar, ebedî olarak azâb çekeceklerdir. Bunların azâblarının azaltılması câiz değildir. "Onların azâbları hâfifletilmiyecek, onlara hiç yardım olunmayacaktır." meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur. Kalbinde zerre kadar îmânı bulunanı, günahlarının çokluğu sebebi ile Cehennem’e soksalar da, günahları kadar azâb edip, sonunda, Cehennem’den çıkarırlar ve yüzünü siyah yapmazlar. Kâfirlerin yüzleri ise, siyah yapılır. Mü'minler, Cehennem’de zincirlere bağlanmaz. Onların boyunlarına tasma da takılmaz. Böylece kalblerindeki zerre kadar îmânın şerefi ve kıymeti belli olur. Kâfirler ise zincirle bağlanır ve ellerine de kelepçe vurulur." (Bkz. Cennet-Cehennem).

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

[blogger]

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget