Sahabiler kendilerine muarız olan o çevrede, bütün dünyanın karşılarında olduğu o zamanda, Peygamber Efendimize (a.s.m.) öylesine gönülden bağlanmış, ona öylesine gönül vermişlerdi ki, onun uğrunda anadan babadan, yârdan serden, maldan mülkten geçmişlerdi. Her şeylerini onun getirdiği hidayet güneşinin dünyayı aydınlatması, önündeki engellerin bertaraf edilmesi yolunda feda etmişlerdi.
Resûlullah’a (a.s.m.) olan sevgileri her şeyden daha üstündü. Çünkü imanları kemal mertebesindeydi. Onların dilinde şu ifadeler sadece bir edebiyat olsun diye dolaşmıyordu:
“Anam babam, malım, evladım ve nefsim sana feda olsun, yâ Resûlallah!”
Onlar yüksek fedakârlık ifadesi olan bu sözü bütün kalplerine ve benliklerine sindirmişlerdi. Resûlullah’ı sevinçli görseler yüzleri güler, onu üzgün bulsalar dünyaları kararırdı. Çünkü bu fâni âlemde, fena toprağında yok olup gitmekten onların kurtulmasına, önlerine ebedî saadet ufuklarının açılmasına vesile olan, o zat idi.
Uhud Harbi’nin en dehşetli anları yaşanıyordu... Bir ara müşriklerin bozguna uğradığını zanneden okçular, Resûlullah’ın talimatını unutarak zafer havasına kapıldılar ve bulundukları tepeyi terk ettiler. Bu fırsatı gözleyen ve daha sonra Müslümanlar safına geçip “Allah’ın Kılıcı” unvanına mazhar olacak olan Hâlid bin Velid derhâl bundan istifadeyle İslam ordusunu arkadan kuşatıverdi. İki ateş arasında kalan Müslümanlar böylece çok zor durumda kalmışlardı. Hattâ müşrikler, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) yanına kadar yaklaşabilmişler ve bulunduğu tarafa doğru ok yağdırmaya başlamışlardı. Bütün maksatları, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) vücudunu ortadan kaldırmaktı. Ancak fedakâr sahabiler vücutlarını, canlarından çok sevdikleri Peygamberleri önünde siper etmişlerdi. Âdeta onu etten bir kale içine almışlardı. Bütün bu fedakârane gayretlere rağmen bir ok Resûlullah’ın (a.s.m.) çenesine isabet etmiş ve mübarek dişleri kırmıştı. O kadar ki, yüzü kanlar içinde, yan üzeri bir çukura düşmüştü. Düştüğü yerden kalkan Resûlullah (a.s.m.), “Kendilerini Rab’lerine imana davet eden Peygamberlerini kana bulayan bir kavim, nasıl kurtulabilir?!” diye üzüntüsünü ifade etti. Ancak onun bu serzenişi üzerine şu mealdeki âyetler nazil oldu:
“Ey Resûlüm! Kulların yaptıkları işlerin hiçbirinden sen mesul değilsin. Allah ya onlara rahmetiyle tövbeyi nasip eder yahut zalim olduklarından dolayı onları azaba çarptırır. Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah’ındır. Dilediğini mağfiret eder, dilediğine azap verir. Allah Gafûr ve Rahim’dir.”[1]
İşte o çileli günde müşrik oklarına göğsünü siper eden, hattâ Resûlullah’ı (a.s.m.) adım adım takip ederek ve nereye dönerse derhâl onun önüne ve hizasına gelerek mübarek simasının önünde siperlik yapan kahraman ve cefakâr biri vardı. Kendisine isabet eden okların acısına aldırmıyordu bile... Bir taraftan göğsüne saplanan okları çekip çıkarıyor, diğer taraftan da yayına ok takarak düşmana atıyordu. Bu zat, Allah ve Resûl’üne (a.s.m.) canını feda eden sahabe Katâde bin Numan’dı. Göğsü ok yaralarından delik deşik olmuş, kanlar içinde kalmıştı. Ama onda öyle bir Resûlullah aşkı vardı ki, bunlara aldırmıyor, asla Resûlullah’ın (a.s.m.) siperliğinden ayrılmıyordu. Yüzünü onun yüzüne siper ediyordu. Tam o sırada bir ok gelip gözüne isabet etti. Göz bebeği, yüzünün üstüne doğru düşüvermişti. Mutlaka Resûlullah’a (a.s.m.) isabet edecek bir oka mâni olurken gözünden olmuştu. Dengesini kaybeder gibi oldu. Onun bu durumunu gören Resûlullah dayanamadı ve gözyaşları içinde şöyle duada bulundu:
“Ey Yüce Rabb’im, Katâde yüzüyle ve gözüyle Peygamberini korudu. Sen ona daha güzel ve keskin gören bir göz nasip eyle.”
Sonra da hastalara şifa, dertlilere deva olan mucize dolu eliyle Katâde’nin göz bebeğini göz çukuruna yerleştirdi. Onun duası ve mucize sunan eli sayesinde Katâde’nin gözü eskisinden daha güzel ve sağlam olmuştu. Hattâ Uhud Harbi’nden sonra, bu mucizeyi hatırlatan gözüyle anılır olmuştur. Katâde’nin bir torunu, yıllar sonra İslam halifesi Ömer bin Abdülaziz’in (r.a.) yanına vardığında kendisini Katâde ile tanıtmış ve şöyle demiştir:
“Ben öyle bir zatın torunuyum ki, Resûl-i Ekrem (a.s.m.) onun çıkmış gözünü yerine koyup o anda şifa bulmuş ve gözlerin en güzeli olmuştur.”[2]
Katâde bin Numan, sahabilerin ileri gelenlerinden olup böylesine fedakâr ve yiğit bir kimseydi. Birinci Akabe Biatı’nda Müslüman olanlardandı. Başta Bedir, Uhud ve Hendek olmak üzere Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ve İslam davasına büyük faydalar sağlamıştı.
İslam güneşinin Arap Yarımadası’nı iyice hâkimiyeti altına aldığı ve Mekke’nin fethedildiği gün, bu mücadelelerde büyük payı olan biri olarak Peygamber Efendimiz (a.s.m.), yaşlanan Katâde’ye bir değnek vermişti ki, bu değneğin vasfı hiçbir benzerinde yoktu. Tıpkı bir projektör gibi, Katâde’nin çevresindeki 10 arşınlık bir daireyi aydınlatıyordu.[3]
Hicret’in 23. yılında 65 yaşında vefat eden bu sahabinin bıraktığı fedakârlık anlayışının bizlere örnek olmasını diliyor, bizleri de şefaatlerine nail etmesini niyaz ediyoruz.
___________________________________
[1]Âli İmrân Sûresi, 12-129.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 195; Mektûbât, s. 143.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 196.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 195; Mektûbât, s. 143.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 196.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.