Peygamberimizin kölelikten efendiliğe yücelttiği, insanların en şereflileri arasına kattığı ve Ehl-i Beyt’inden saydığı bahtiyar zatlardan birisi de Hz. Sevbân’dır (r.a.).
Hz. Sevbân aslen Yemenliydi. Esir olarak satılıyordu. Peygamberimiz esaret parasını vererek onu hürriyetine kavuşturdu, sonra da serbest bıraktı. Fakat Hz. Sevbân, engin şefkat deryası olan Resûl-i Ekrem’e (a.s.m.) bir anda ısınmıştı. Ondan ayrılmak istemedi. Bunu fark eden Peygamberimiz, kendisine şu teklifte bulundu:
“İstersen ailenin yanına dön, onlarla yaşa; istersen bizimle, Ehl-i Beyt’imizin arasında bulun.”
Bu, Hz. Sevbân’ın dört gözle beklediği bir teklifti. Hiç düşünmeden, Kâinatın Efendisi’yle beraber kalmayı kabul etti.[1]
Hz. Sevbân böylece Peygamber ailesinin hizmetinde bulunma şerefine erdi. Aynı zamanda Peygamberimizin hususi hizmetkârlık vazifesini de yürüttü. Akıllı, dirayetli ve zeki bir insandı. Peygamberimizin her emrine koşar, her işini görür ve en mükemmel şekilde isteklerini yerine getirirdi.
Hz. Sevbân, Peygamberimizle olan bir hatırasını şöyle anlatır:
Resûlullah (a.s.m.) sefere çıkacağı zaman en son olarak kızı Hz. Fâtıma’ya (r.anha) uğrardı. Dönüşünde de ilk önce Hz. Fâtıma’nın evine giderdi. Bir seferden dönmüştü… Hz. Fâtıma kapının üzerine bir örtü asmıştı. Hasan’la Hüseyin’in de (r.a.) kollarında gümüşten iki bilezik vardı. Peygamberimiz bunları gördü, Hz. Fâtıma’nın yanına uğramadan geçti. Hz. Fâtıma, Resûlullah’ın eve girmeyişinin, kapıya astığı perdeden ileri geldiğini anlamıştı. Derhâl perdeyi çekti. Çocukların kollarındaki bilezikleri çıkardı, ellerine vererek nur dedelerine gönderdi. Hasan’la Hüseyin ağlayarak Resûlullah’ın yanına gittiler. Resûlullah, bilezikleri çocuklardan aldı, bana da şöyle buyurdu:
“Ey Sevbân, bunları falan aileye götür, Fâtıma için aşık kemiğinden yapılmış bir gerdanlık ve fil dişinden yapılmış iki bilezik satın al. Çünkü bunlar benim Ehl-i Beyt’imdir, dünyada iken cennet nimetlerini yemelerini hoş görmem!”[2]
Hz. Sevbân, Peygamberimize çok hürmet eder, ona karşı yapılan en ufak kabalığa tahammül edemez, âniden tepki gösterirdi. Bazen bu şiddetli bağlılığı dolayısıyla sıkıntılara katlandığı da olurdu.
Bir defasında bir Yahudi gelerek Resûl-i Ekrem’le (a.s.m.) konuşmak istedi, “Esselâmü aleyke yâ Muhammed!” diye hitap etti. Hz. Sevbân, Yahudi’nin Peygamberimize adıyla seslendiğini duyunca, bunu bir hürmetsizlik bilerek hemen müdahale etti. “Neden ‘Yâ Resûlallah’ demedin?!” diye çıkıştı. Daha da ilerleterek Yahudi’yle kavgaya tutuştu. Bir-iki yerinden de yaralandı. “Resûlullah’a sadece ismiyle hitap etmeyi bir hata telakki ederim.” dedi. Sevbân’ı yatıştıran Peygamberimiz, “Benim aile içindeki ismim Muhammed’dir.” buyurdu.[3]
Hz. Sevbân, Resûlullah’tan ayrı kalmaya hiçbir zaman dayanamayan bir Peygamber âşığıydı. Çeşitli hizmetler dolayısıyla bazen Resûlullah’tan ayrı kaldığı olurdu. Bir gün perişan bir hâlde Resûl-i Ekrem’in huzuruna geldi. Rengi uçmuş, vücudu zayıflamış, simasında hüzün ve keder belirtileri noktalanmıştı.
Onu bu vaziyette gören Peygamberimiz, hâlini sordu: “Neyin var, hasta mısın, ey Sevbân?”
Hz. Sevbân derdini şöyle anlattı:
“Ne hastalığım ne de ağrım var. Hiçbir şeyim yoktur, yâ Resûlallah! Biz huzuruna gelip gittikçe cemaline bakıyor, yanında oturuyor, sohbetinde bulunuyoruz. Ancak sizi görmediğim zamanlar muhabbetim artıyor, sana kavuşuncaya kadar kederden bunalıyorum! Sonra ahireti hatırlıyorum ve orada sizi görememekten korkuyorum! Çünkü siz cennette diğer peygamberlerle beraber yüksek makamlarda bulunacaksınız. Ben ise cennete girsem bile senin derecenden aşağı makamlarda bulunacağımdan dolayı, sizi orada görememekten endişe ediyorum…”[4]
Hz. Sevbân’ı dinleyen Peygamberimiz ona cevap vermeye hazırlanırken hemen Cebrâil (a.s.) geldi ve şu âyeti okudu:
“Kim Allah’a ve peygamberlere itaat ederse, işte onlar Allah’ın nimetine eriştirdiği peygamberlerle, dosdoğru olanlarla, şehitler ve salih kimselerle beraberdir. Onlar ne iyi arkadaştırlar!”[5]
Vahyin tamamlanmasından sonra Hz. Sevbân’ın sevincine diyecek yoktu. Sevincinden âdeta çocuk gibi olmuştu. Resûlullah’a olan muhabbetinin ücretini daha dünyadayken aldığı gibi, onun mübarek simasını cennette görebilme müjdesini de alıyordu.
Peygamberimiz, hazır bulunanlara bir seferinde şöyle buyurmuştu:
“Kim bana bir meselede tekeffül ederse ben de ona cenneti tekeffül ederim.”
Bunun üzerine Hz. Sevbân acele davranarak, “Ben!” dedi. Peygamberimiz de, “Kimseden bir şey isteme ve sual sorma!” buyurdu.
Bundan sonra Hz. Sevbân kimseden bir şey istemedi. Hattâ binekteyken kamçısı yere düşecek olsa, onu kimseden istemez, iner, kendisi alırdı.[6]
Peygamberimiz hayatta olduğu müddetçe Hz. Sevbân hizmetinden ayrılmadı. Bütün ömrünü Resûlullah’ın uğrunda feda etti. Bunun mükâfatını da dünyadayken alma bahtiyarlığına kavuştu. Yukarıda zikredilen hadisle cennete hak kazandığı gibi, aynı zamanda Ehl-i Beyt’ten de sayıldı.
Hz. Sevbân’ın da bulunduğu bir sırada Peygamberimiz, ailesi için dua ediyordu. Hz. Sevbân, “Yâ Resûlallah, ben de Ehl-i Beyt’tenim.” dedi. Bu sözü üç defa tekrarlayınca Peygamberimiz kendisini kabul ederek, “Evet, sen de bizdensin; fakat kimsenin kapısına dikilmemek ve kimseden bir şey istememek şartıyla!” buyurdu.[7]Çünkü başkasından sadaka kabul etmek ve minnet altına girmek Ehl-i Beyt’e yakışmayan bir sıfattı.
Hz. Sevbân, Peygamber ailesinden sayıldığını duyunca dünyalar kendisinin oldu. Bütün hayatı boyunca da Peygamberimizin bu tavsiyesine riayet etti.
Hz. Sevbân, Peygamberimizle birlikte olduğu müddetçe ondan duyduğu hadisleri hemen ezberler, muhafaza ederdi. Bu sayede sahabilerin hadis âlimleri arasına girmişti. Sahih hadis kitaplarında 127 rivayeti bulunmaktadır.[8]Ayrıca hadis sahasında pek çok talebe yetiştirmişti. Aynı zamanda İslam hukukunda da derin bilgiye sahipti.
Peygamberimiz irtihâl edince Hz. Sevbân Medine’de ancak üç gün kalabildi. Nereye baksa Peygamberimizi hatırlıyor, ayrılığa dayanamıyordu. O da Hz. Bilâl-i Habeşî gibi Medine’den ayrıldı. Şam bölgesine gitti, Remle’ye yerleşti. Daha sonra Mısır’ın fethine katıldı. Son senelerini Humus’ta geçirdi. Hicret’in 54. senesinde de vefat etti.
Allah ondan razı olsun!
Hz. Sevbân’ın rivayet ettiği hadislerden birisi şu mealdedir.
“Bir zaman gelecek, obur kimselerin çanağa eğilip toplandıkları gibi, milletler de her cihetten sizin aleyhinizde toplanıp birleşecekler.”
Bizler, “Yâ Resûlallah, biz o gün sayıca az mıyız?” dedik.
Peygamberimiz, “Belki siz o gün çok olacaksınız, fakat siz sel suyunun taşıdığı çer çöp gibi dağınık olacaksınız. Düşmanlarınızın kalbinden korku çıkacak, sizin kalbinize ise vehn girecek.”
Biz, “Vehn nedir?” diye sorduk.
Resûlullah, “Vehn, dünya hayatını sevmek, ölümü hoş görmemektir.” buyurdu.[9]
____________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 1: 249.
[2]Müsned, 5: 275; Ebû Dâvud, Tereccül: 21.
[3]Muhtasar Tefsir-i İbni Kesir, 1: 411; Esbâb-ı Nüzul, s. 158-159.
[4]Nisâ Sûresi, 69.
[5]Asr-ı Saadet, 3: 387; Müstedrek, 5: 481.
[6]Müsned, 5: 277.
[7]İsâbe, 1: 204.
[8]Tecrid Tercemesi, 4: 64.
[9]Müsned, 5: 278; Ebû Dâvud, Melâhim: 5.
[2]Müsned, 5: 275; Ebû Dâvud, Tereccül: 21.
[3]Muhtasar Tefsir-i İbni Kesir, 1: 411; Esbâb-ı Nüzul, s. 158-159.
[4]Nisâ Sûresi, 69.
[5]Asr-ı Saadet, 3: 387; Müstedrek, 5: 481.
[6]Müsned, 5: 277.
[7]İsâbe, 1: 204.
[8]Tecrid Tercemesi, 4: 64.
[9]Müsned, 5: 278; Ebû Dâvud, Melâhim: 5.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.