Kureyş müşrikleri, Resûl-i Ekrem Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmak için kat’î karar almışlardı ve bunun için faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Bu sırada Cenab-ı Hak, Sevgili Resûlüne hicret emrini verdi.
Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’in evine her gün sabah veya akşam vakitlerinde uğrardı. Fakat hicret emrini aldığı gün, öğle vakti sıcağında, âdeti olmadığı bir saatte başını sararak Hz. Ebû Bekir’in evine vardı. Efendimizin geldiği haber verilence, Hz. Ebû Bekir şaşırdı ve “Vallahi, Resûlullah bu saatte hiç gelmezdi. Bu gelişinde mutlaka bir iş var!” diye konuştu. Sonra Efendimizi içeri alıp minderinin üzerine oturttu ve “Anam babam sana feda olsun yâ Resûlallah! Ne haber var?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Yüce Allah, bana Mekke’den çıkmaya ve Medine’ye hicret etmeye izin verdi” buyurdu.
Hz. Ebû Bekir merakla, “Senin refakatinle şereflenecek miyim yâ Resûlallah?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz “Evet...” deyince, gönlüne sürur, gözlerine sevinç gözyaşları doldu.
Hz. Âişe, “O güne kadar, bir insanın sevincinden böylesine ağladığını görmemiştim!”[1]diyerek, muhterem babasının o andaki sevincini dile getirmek istemiştir.
Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir, Medine’ye kadar kendilerine kılavuzluk etmek üzere, henüz müşrik, fakat güvenilir, sözünde durmasıyla tanınmış biri olan Abdullah b. Üreykit’le anlaştılar. İki binit devesini kendisine teslim ettiler. Üç gece sonra Sevr dağı eteğinde buluşmak üzere sözleştiler.
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’in yanından ayrılarak Hâne-i Sâadetine döndü.[2]
Hz. Cebrail’in İhbarı
Bu sırada vahiy meleği Cebrail (a.s.) gelip, Peygamber Efendimize müşriklerin kararını bildirdi ve başvuracağı tedbiri de şöyle açıkladı:
“Şimdiye kadar yattığın yatağında, bu gece yatma!”
Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Ali’yi çağırdı ve “Yatağımda bu gece yat, uyu! Şu yeşil, geniş aba hırkamı da üzerine ört! Korkma, sana hiçbir zarar erişmeyecektir!” dedi.
Ayrıca Hz. Ali’ye, kendisine teslim edilen emanetleri sahiplerine verinceye kadar da Mekke’de kalmasını emretti.
Mekkeliler, “Muhammedü’l-Emin” lakabını verdikleri Resûl-i Kibriya Efendimize, son derece güvenirler ve en kıymetli eşyalarını, saklayamamaktan korktukları için ona teslim ederlerdi. Kureyş ileri gelenlerinin, hakkında ölüm kararı aldıkları sırada da kendilerinde emanet olarak birçok kıymetli eşya vardı. Ama o, bu karara rağmen, emanetlerin sahiplerine verilmesini Hz. Ali’ye emretmekle, bir kere daha büyüklüğünü ve emanete sadâkatini ortaya koyuyordu.
Peygamberimizin Evinin Kuşatılması
Plân gereği her kabileden seçilmiş eli kılıçlı iki yüze yakın müşrik, gecenin üçte biri geçince, Resûl-i Kibriya Efendimizin evinin önünde toplandılar. İçlerinde Ebû Cehil, Ebû Leheb ve Ümeyye b. Halef gibi azılıları ve elebaşıları da vardı. Katiller, gecenin geçmesini, aydınlığın etrafı sarmasını ve Fahr-i Âlem’in evinden çıkmasını bekliyorlardı. Zira, âdetlerine göre, bir adamı evinin içinde katletmek, korkaklığın en âdisi sayılırdı!
Peygamberimizin Hâne-i Saadetinden Çıkması
Resûl-i Kibriya Efendimiz, eli kılıçlı katillerin Hâne-i Saadetinin etrafını sardıkları sırada evinden çıktı. Yerden aldığı bir avuç toprağı başlarına attı ve Yasin Suresi’nin ilk sekiz ayetini okudu. Hiçbiri onu görmedi ve içlerinden çıkıp gitti.
Bir müddet sonra yanlarına bir hemşehrileri uğradı; “Burada ne bekleyip duruyorsunuz?” diye sordu.
“Muhammed’i bekliyoruz” dediklerinde, “Muhammed, sizin başınıza toprak saçıp içinizden çıkıp gideli hayli vakit olmuş. Hele bir kere üstünüze başınıza bakınız!” diyerek, gözü dönmüş katillerle adeta alay etti!
Birbirlerine baktılar. Üzerlerinin toz toprak içinde kalmış olduğunu gördüler. Şaşırıp kaldılar. Derhal Hâne-i Saadetin içerisine baktılar. İçeride birinin abaya sarınıp bürünerek yattığını görünce, “İşte, Muhammed yatıyor!” diyerek beklemeye devam ettiler; ta ortalık ağarıncaya kadar!
Sabahleyin Resûl-i Kibriya Efendimiz yerine Hz. Ali’nin yataktan doğrulup kalktığını görünce, bütün bütün şaşırdılar ve “Vallahi, bize söylenen doğru imiş!” dediler.
Sonra da Hz. Ali’ye, “Muhammed nerede?” diye sordular.
Hz. Ali, “Bilmem!” diye cevap verince, hayrette kalıp ne yapacaklarını şaşırdılar.
Cenab-ı Hak, bu münâsebetle indirdiği ayet-i celîlede şöyle buyurdu:
“Hani bir zamanlar o küfredenler, seni tutup bağlamaları, ya seni öldürmeleri yahut seni (yurdundan zorla) çıkarmaları için sana tuzak kuruyor(lar)du. Onlar bu tuzağı kurarlarken Allah da onun karşılığını yapıyordu. Allah, tuzak kuranlara mukabele edenlerin en hayırlısıdır.”[3]
SEVR MAĞARASINA GİDİŞ
Hâne-i Saadetinden çıkan Resûl-i Ekrem Efendimiz, doğruca Hz. Ebû Bekir’in evine vardı. Kendileri için acele sefer malzemesi hazırlandı ve bir dağarcığa bir miktar azık kondu.
Sonra, Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ebû Bekir, evin arkasındaki küçük kapıdan çıktılar ve Mekke’nin aşağısındaki, güneybatısına düşen, şehre üç mil (takriben bir saat) uzaklıkta bulunan Sevr dağına doğru yol aldılar.
Hz. Ebû Bekir, Resûl-i Kibriya Efendimizin kâh önüne geçerek yürüyor, kâh arkasında kalarak yol alıyordu. Efendimiz, “Yâ Ebû Bekir! Niçin böyle yapıyorsunuz?” diye sordu. Hz. Ebû Bekir, “Önünüzü arkanızı gözetlemek, sizi korumak için yâ Resûlallah!” diye cevap verdi.
Sevr Dağı |
Sevr Mağarası |
Cuma gecesi Sevr mağarasına vardılar.
Hz. Ebû Bekir’i Yılanın Sokması
Mağara oldukça ıssızdı. Önce Hz. Ebû Bekir içeri girdi. Yeri temizleyip düzeltti. Mağaradaki delikleri, izarını yırtarak tıkadı. İzarı yetmeyince, geriye kalan bir deliğe de ayağını dayadı. Sonra Fahr-i Âlem Efendimizi içeriye davet etti. Resûl-i Ekrem içeri girdi ve mübarek başını Sıddık-ı Ekber’in dizine dayayarak uyudu.
Az sonra, Hz. Ebû Bekir, deliğe dayadığı ayağında müthiş bir acı hissetti. Yılan ısırması olduğunu anladı. Fakat delikten ayağını çekmedi. Hatta Kâinatın Efendisi uykudan uyanabilir diye yerinden bile kımıldanmadı! Canı öylesine acıdı ki gözlerinden ister istemez yaş aktı. Akan gözyaşlarının birkaç damlası mübarek yüzlerine damlayınca Resûl-i Kibriya Efendimiz uyandı ve “Ne var yâ Ebû Bekir?” diye sordu.
Sadâkat timsâli Hz. Ebû Bekir, “Yâ Resûlallah! Ayağımı bir şey soktu. Ama mühim değil! Anam babam sana feda olsun!” diye cevap verdi.
Resûl-i Kibriya, yılanın soktuğu yeri mübarek tükrüğüyle meshetti. Allah’ın lûtfuyla acı derhal kayboldu ve Sıddık-ı Ekber şifa buldu.
Örümceğin Ağ Germesi, Güvercinlerin Yuva Kurması
O anda Allah’ın emriyle bir örümcek gelip mağaranın ağzına ağını gerdi, bir çift güvercin ise gelip yuva kurdu.[4]Bu hayvanlar, Resûl-i Kibriya ve Hz. Ebû Bekir’i bütün Kureyş’e karşı korumak için nöbettarlık etmeye başlıyorlardı!
Mekke’nin Köşe Bucak Aranması
Resûl-i Kibriya Efendimizi Hâne-i Saadetinde bulamayan müşrikler, fazlasıyla sıkılıp üzüldüler. Derhal Mekke’nin her tarafını didik didik aramaya koyuldular. Hz. Ebû Bekir’in evine vardılar. Onu da bulamayınca büsbütün öfkelendiler.
Mekke’de Resûl-i Kibriya Efendimizi bulamayınca, bu sefer tellal çağırttılar: “Muhammed’i veya Ebû Bekir’i bulup getirene veya öldürene yüz deve veririz!”
İçlerinde ne kadar hırsız, cani ve gözü dönmüş var ise, bu ilanı duyunca, kimi eline kılıç, kimi de sopalar alarak Mekke’nin dışına çıktılar ve etrafta koşuşturmaya başladılar.
Arayıcılar, yanlarına Müdlicoğullarından iki iz takip edici de almışlardı. Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ebû Bekir’in izlerini buldular. Takip ede ede gelip Sevr dağının eteklerine dayandılar.
İzcilerden biri, “Vallahi” dedi. “Onlar, şu mağaradan ileri geçmemişlerdir! İz burada kesiliyor!”
İçlerinden bir kısmı, Ümeyye b. Halef’le beraber mağaranın ağzına kadar geldiler.
Hz. Ebû Bekir’in Hüznü
Bu sırada Sevgili Peygamberimiz ile Hz. Ebû Bekir onları görüyor, fakat müşrikler onları göremiyorlardı.
Hz. Ebû Bekir, fazlasıyla telâşa kapıldı ve üzüldü. “Yâ Resûlallah!” dedi. “Beni öldürseler de gam çekmem! Ben, nihayet bir ferdim. Ama, Allah göstermesin, sana bir zarar ve ziyan eriştirecek olurlarsa bu, bütün ümmetin helâkine sebep olur!”
Resûl-i Kibriya, kemâl-i emniyet içinde,ا“Üzülme, Allah bizimle beraberdir” buyurarak ona teselli verdi.
Hz. Ebû Bekir yine “Yâ Resûlallah!” dedi. “Onlardan birisi eğilip de ayaklarının dibinden bir bakıverse, bizi görür!”
Fahr-i Âlem Efendimiz, yine emin ve mütevekkil bir şekilde, “Yâ Ebû Bekir! İki kişinin üçüncüsü Allah olursa, sen âkıbetin ne olacağını zannediyorsun? Yakalanacağımızı mı sanırsın?”[5]buyurdu. Sonra da Hz. Ebû Bekir’in iç ferahlığa kavuşması için Cenab-ı Hakk’a dua etti.[6]
Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’inde bu hadiseye şu ayetiyle işaret eder:
“Eğer siz ona (Resûlüme) yardım etmezseniz, (hatırlayın ki) kâfirler onu (Mekke’den) çıkardıkları zaman bizzat Allah ona yardım etmişti. Yine de O, nusretini esirgemez. O öyle bir zamandı ki Resûlullah (ancak) ikinin ikincisinden ibaretti (bir tek yanında Ebû Bekir vardı). O zaman onlar, (Sevr dağının tepesindeki) mağaradaydılar. Peygamber o vakit arkadaşına, ‘Mahzun olma! Allah, hiç şüphe yok, bizimle beraberdir’ diyordu. Allah o (arkadaşının) üzerine (kalbine) sekînetini (kuvve-i mânevîyesini) indirmiş, onu (habibini) görmediğiniz (mânevî) ordularla teyit etmiş, kâfirlerin kelimesini (küfürlerini) alçaltmıştı. Allah’ın kelimesi (tevhid kelimesi) ise, çok yücedir. Allah, mutlak gâlibtir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.”[7]
Örümcek ve Güvercinlerin Nöbettarlığı
Sevr mağarasına oldukça yaklaşan müşrikler, “Şu mağarayı da arayalım” dediler.
Konuşulanları Fahr-i Kâinat Efendimizle Sıddık-ı Ekber duyuyorlardı.
İçlerinden biri mağaranın ağzına geldi; fakat içeri girip bakma lüzumu hissetmeden geri döndü.
“Neden girip içeri bakmadın?” diye sordular.
“Mağaranın ağzında iki yabanî güvercinin yuva kurduğunu gördüm. Orada olduklarına asla ihtimal vermem!” diye cevap verdi.
Azılı müşrik Ümeyye b. Halef ise, arkadaşlarına hiddetli hiddetli şöyle seslendi:
“Hâlâ mağaranın orada ne dolaşıp duruyorsunuz? Orada örümceğin ağ bağladığını görmüyor musunuz? Vallahi ben, bu ağın Muhammed doğmadan önce gerilmiş olduğu kanaatindeyim!”[8]
Bunun üzerine mağaranın yanından uzaklaştılar.
Böylece Cenab-ı Hak, nöbetçi tayin ettiği bir örümcek ve iki yabanî güvercinle, Sevgili Resûlünü bütün Kureyş’e karşı korumuş oluyordu!
Mağarada Geçen Günler
Perşembe günü geceleyin Sevr mağarasına, Hz. Ebû Bekir’le birlikte giren Sevgili Peygamberimiz, Cuma, Cumartesi ve Pazar gecelerini orada geçirdi. Üç gün üç gece mağarada gizlenmeleri, tedbir içindi. Müşrikler bu zaman zarfında, onların Mekke civarından uzaklaşmış olduklarına kanaat getirecek ve bir derece takiplerini gevşetmiş olacaklardı. Nitekim de öyle oldu.
Mağarada gizlendikleri zaman zarfında, Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdullah, aldığı tâlimat üzere gündüzleri Kureyşliler arasında dolaşıyor, ne konuştuklarını, neler düşündüklerini öğrendikten sonra, geceleri gelip Resûl-i Ekrem’e haber veriyordu. Geceyi oraya geçiriyor ve aydınlık tamamıyla etrafı sarmadan Mekke’ye geri dönüyordu.
Diğer taraftan, Hz. Ebû Bekir’in kölesi Âmir b. Fuheyre de, o civarda koyunlarını güdüyor, hem Abdullah’ın izlerini yok ediyor, hem de onlara süt götürüyordu.
Böylece, üç gün üç gece hayat da geride kalmış oluyordu. Kureyşlilerin Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir hakkındaki arama taramaları da bir derece gevşemişti. Hz. Abdullah’ın Mekke’den getirdiği haber bu meyandaydı!
Bu arada, daha evvel kararlaştırıldığı üzere kılavuz olarak tutulan Abdullah b. Üreykit de, kendisine teslim edilen iki deveyle birlikte kendi devesi de yanında bulunduğu halde Pazartesi günü seher vakti Sevr dağının eteğinde göründü.
Hz. Esmâ’nın Yol Azığı Getirmesi!
Peygamber Efendimiz ve beraberindekilere yol azığı olarak bir koyun kesilmiş, eti pişirilmişti. Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ (r.anha), bunu bir dağarcığa koyup bir tulum suyla birlikte mağaraya getirdi.
Hz. Esmâ, dağarcık ve tulumun ağzını bağlamak için bağ getirmeyi unutmuştu. Mağaradan hareket edileceği sırada civarda bağlayacak bir şey bulamayınca belindeki kuşağı yırtıp iki parçaya ayırdı. Bir parçasıyla yemek dağarcığının, diğer parçasıyla su tulumunun ağzını bağladı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, “Esmâ’ya cennette iki kuşak var!” buyurdu.
Bu sebeple, Hz. Esmâ’ya “Zatü’n-Nıtakayn [İki Kuşak Sahibi]” denilmiştir.[9]
SEVR MAĞARASINDAN AYRILIŞ!
Rebiülevvel ayının dördüncü Pazartesi günü idi.
Mağaradan hareket saati gelmişti.
Hz. Ebû Bekir, iki devesinden en üstün olanını Resûl-i Kibriya Efendimize takdim ederek, “Anam babam sana feda olsun yâ Resûlallah, buyur bin!” dedi.
Resûl-i Ekrem, “Ben, benim olmayan deveye binmem!” diye karşılık verdi.
Hz. Ebû Bekir tekrar, “O senindir! Babam anam sana feda olsun, buyur bin!” dedi.
Resûl-i Ekrem, yine “Binmem” dedi. “Satın aldığın bedeli bana söylemedikçe binmem!”
Mecbur kalan Hz. Ebû Bekir, devenin fiyatını söyledi ve Peygamberimiz de onu kabul etti.
Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir develerine bindiler. Hz. Ebû Bekir, yolda kendilerine hizmet etsin diye terkisine azatlı siyah kölesi Amir b. Füheyre’yi de aldı.
Yol göstermekte oldukça mâhir olan Abdullah b. Üreykit önlerine düştü. Sevr mağarasından ayrıldılar.
Peygamberimizin Mekke’ye Hitabı
Resûl-i Kibriya Efendimiz, doğup büyüdüğü mübarek şehirden ayrılıyordu. Aşağısından geçerken Hezreve nâm mevkide devesini durdurdu. Kutsî beldeye mahzun mahzun baktı ve “Vallahi, sen Allah’ın yarattığı yerlerin en hayırlısı, Allah katında en sevgili olanısın! Bana senden daha sevgili, daha güzel yurt yoktur! Çıkarılmaya zorlanmamış olsaydım, senden asla ayrılmaz, senden başka yerde yurt yuva tutmazdım”[10]diyerek ona olan sevgisini dile getirdi.
Bunun üzerine, Cenab-ı Hak, Habib-i Edibini teselli eden şu ayeti inzal buyurdu:
“Elbette, o Kur’an’ın tebliğini üzerine farz kılan Allah, seni yine döneceğin yere (Mekke’ye) döndürecektir!”[11]
Düşmanın takibini zorlaştırmak ve onu şaşırtmak gayesiyle Medine’ye doğru, herkesin gittiği yoldan ayrı bir yol takip edildi. Önce, güney istikametinde Kızıldeniz’e yakın Tihame’ye gittiler. Sonra kuzeye döndüler. Denizden uzak çöl içinden sahile paralel yol aldılar. Salı günü öğleye kadar durup dinlenmeden deve sırtında yol katettiler. Salı günü öğle üzeri bir gölgelikte bir nebze dinlenmek için konakladılar. Peygamber Efendimiz, istirahate çekildi. Hz. Ebû Bekir ise, başında bir muhâfız gibi bekliyordu. Bir taraftan da etrafa göz gezdiriyordu. Uzakta bir çoban gördü. Yanına gitti. Çobanın koyunundan sağdığı bir miktar sütü alıp getirdi. Resûl-i Ekrem uyanınca kendisine takdim etti. Efendimiz kanasıya içti.[12]
Sütsüz Keçinin Süt Verişi
Yolculuk esnasında garip hadiseler cereyan ediyordu.
Yanına varıp süt istedikleri bir çoban onlara, “Yanımda süt verecek şu keçiden başkası yok. Fakat o da hamile oldu ve sütü çekildi” dedi.
Resûl-i Kibriya’nın şifalı ve bereketli eli keçinin memelerine uzandı. Mübarek elleriyle, onları sığadı ve dua etti. Memeler, ânında sütle doldu. Sağılan sütü hepsi kana kana içti.
Hayretler içinde kalan çoban, “Allah aşkına, sen kimsin? Şimdiye kadar senin gibisine rastlamadım!” diye sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Kim oduğumu söylerim; ama gördüğünü, duyduğunu gizli tutmak şartıyla!” dedi.
Çoban, “Olur, gizli tutarım” diye söz verince, Fahr-i Âlem Efendimiz, “Ben, Allah’ın Resûlü Muhammed’im!” buyurdu.
Hayreti bütün bütün artan çoban, “Demek, Kureyş’in ‘Yolunu sapıttı!’ dediği zât sensin, öyle mi?” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Onlar böyle söylüyorlar!” buyurdu.
Bunun üzerine çoban, “Ben şehâdet ederim ki sen bir peygambersin! Getirdiğin de haktır. Senin yaptığını ancak bir peygamber yapabilir! Ben, sana tâbi oldum” dedi ve orada İslamiyetle şereflendi.
Çoban, ayrıca kendileriyle gitme arzusunu da izhar etti. Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Senin buna bugün gücün yetmez. Benim muvaffak olduğumu haber aldığın zaman bize gel, katıl” buyurdu.[13]
Kısır Keçinin Süt Vermesi
Fahr-i Âlem Efendimiz, beraberindekilerle üçüncü uğrak yerleri olan Kudeyd mevkiine geldiler. Orada oturan Ebû Mâbed’in çadırı önünden geçerken, satın almak maksadıyla, “Hurma veya yiyecek başka bir şey var mı?” diye sordular.
Ebû Mâbed o anda orada yoktu. Hanımı Âtike Ümmü Mâbed, “Hayır, yiyecek bir şey yok” diye cevap verdi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir tarafta zayıf bir keçi gördü. “Bunda süt yok mu?” diye sordu.
Ümmü Mâbed, “Onun vücudunda kan yoktur; nereden süt verecek?” diye cevap verdi.
Peygamber Efendimiz, “İzin verirsen sağarım” dedi.
Ümmü Mâbed, sürüyle otlamaya gidemeyecek kadar zayıf olan keçiden süt çıkmayacağını biliyordu. Fakat misafire “Olmaz” demenin uygun düşmeyeceğini düşünerek, “Pekâlâ, onda süt bulursan sağıver!” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, gidip keçinin beline elini sürdü ve memesini de mübarek eliyle meshetti. Sonra, “Bismillahirrahmânirrahîm” diyerek dua etti. Daha sonra, “Bir kab getiriniz, sağınız” buyurdu.
Sağdılar. Getirdikleri kocaman kap doldu!
Peygamber Efendimiz, önce Ümmü Mâbed’e, sonra da orada bulunanlara doyuncaya kadar içirdi. En sonunda kendileri içti. Tekrar sağıp içtiler. Üçüncü defa da sağıp, onu Ümmü Mâbed’e bıraktılar.
Sonra da oradan ayrılıp yollarına devam ettiler.
Az sonra, Ebû Mâbed geldi. Kab içindeki sütü görünce, “Bu ne?” diye sordu.
Ümmü Mâbed, “Buraya mübarek bir zât geldi. Şöyle şöyle söyledi, keçiyi böyle sağdı” diyerek olup bitenleri tafsilâtıyla anlattı.
Ebû Mâbed, “Bunda bir hikmet var! O zâtın şekli ve siması nasıldı?” diye sordu.
Ümmü Mâbed, “Orta boylu, kara kaşlı, kara gözlü ve gayet nurani yüzlü, lâtif bir adamdı” diyerek Peygamber Efendimizin şekil ve şemâilini birer birer beyan etti.
Bunun üzerine Ebû Mâbed, “Vallahi” dedi. “Bu senin tarif ettiğin zât, Kureyş içinde zuhur eden peygamberdir! Eğer ben burada bulunsaydım ona tâbi olur, beraberinde gitmeyi ondan dilerdim!”[14]
Resûlullah’tan “Bu keçiyi (veya koyunu) kesme” diye de emir alan Ümmü Mâbed demiştir ki:
“Resûlullah’ın memesini meshettiği o keçi (veya koyun) Hz. Ömer’in hilâfetinde meydana gelen, Hicret’in 18. yılındaki kıtlık ve kuraklığa kadar sağ kaldı. Yeryüzünde hayvanlar yiyecek bir şey bulamazken, biz onu sabah ve akşam sağardık!”[15]
Süraka’nın Başına Gelenler
Kureyş’in Peygamber Efendimizi ele geçirenlere yüz deve vadettiği, Kinâne kabilesinden olup o havalide yaşayan Benî Müdlic aşireti tarafından da duyulmuştu. Sahil yolundan iki deveyle dört kişinin geçip gittiğini de işitmişlerdi.
Bunlardan gayet cesur ve aynı zamanda iyi iz takip eden Süraka b. Mâlik de, bu mükâfatın tatlılığına kanarak, Resûl-i Ekrem Efendimizi takibe koyulmuştu. Bir ihbar üzerine harekete geçen Süraka, kısa zamanda izlerini buldu. Dörtnala koşturduğu atıyla gittikçe Resûl-i Ekrem Efendimiz ve beraberindekilere yaklaşıyordu. Aralarında az bir mesafe kalmıştı. Hz. Ebû Bekir, Süraka’nın geldiğini görünce telâşlandı.
Peygamber Efendimiz, mağarada dediği gibi, “Üzülme, Allah bizimle beraberdir” dedi ve dönüp Süraka’ya baktı. Süraka’nın atının ayakları bir anda dizlerine kadar yere battı. Kurtulunca, tekrar takip etti. Fakat yine atının ayakları yere saplandı ve atının ayaklarının saplandığı yerden duman gibi bir şey çıktı. O vakit anladı ki ne onun elinden ve ne de kimsenin elinden gelmez ki ona ilişsin!
“Yâ Muhammed!” dedi. “Dua et, kurtulayım! Sana hiç dokunmayacağım! Seni takip edecek kimselere de senden hiç bahsetmeyeceğim!”[16]
Server-i Kâinat Efendimiz dua etti. Cenab-ı Hak, duasını kabul etti ve Süraka’yı o müşkîl durumdan kurtardı.
Süraka, Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına vardı. Kendisini tanıttı. İleride İslamiyetin her tarafa hâkim olacağı mülâhazasıyla bir emanname istedi. Resûl-i Kibriya Efendimiz, kendisine yazılı bir emanname verdi.
Bir rivayete göre, bu emannameyi Hz. Ebû Bekir,[17]diğer bir rivayete göre ise Âmir İbni Füheyre yazdı.[18]
Emannameyi alan Süraka, “Ey Allah’ın peygamberi! Emret, istediğini yapayım!” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Git, öyle yap ki başkası gelmesin!” diye ferman etti.
Peygamber Efedimizden bu tâlimatı alan Süraka, derhal geri döndü. Arkadan gelen Kureyş’in takipçilerine de, “Ben buraları arayıp taradım, kimseyi bulamadım. Başka tarafa bakalım” diyerek onları geri çevirdi.[19]
Kaderin tecellisine bakınız ki günün başlangıcında Sevgili Peygamberimizi ele geçirmek veya öldürmek için atına atlayıp takibe çıkan Süraka, günün sonunda aynı zâtın bir muhâfızı oluyor ve onu düşman takipçilerden korumaya çalışıyor!
Sonraları Ebû Cehil, Süraka’nın bu haline vâkıf olunca, pek ziyade gadaba geldi ve onun gayretsizliğinden bahsederek, hakkında bir kıt’a hicviye söyledi.
Mucize-i Ahmediyye’ye şahit olan Süraka da ona, “Eğer atımın ayaklarının nasıl yere gömüldüğünü göreydin, sen de Muhammed’in peygamberliğine iman ederdin!” kıt’asıyla cevap verdi.[20]
Aynı Süraka, Hicret’in 8. senesinde Resûl-i Ekrem Efendimizin Huneyn Gazâsı’ndan dönüşü sırasında huzur-u risâlete emannameyle gelecek ve İslamiyetle müşerref olup, Peygamberimizin iltifatına mazhar olacaktır!
Bir Çoban
Süraka döndükten sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, beraberindekilerle yine kızgın çöller üzerinde yol almaya başladı. Sanki gökten alev yağıyor, yerden kızgın kıvılcımlar fışkırıyordu!
Bu sırada onları bir çoban gördü. Kureyş’e haber vermek üzere son sürat Mekke’ye geldi. Fakat şehre girer girmez ne için geldiğini birden unutuverdi! Ne kadar çalıştıysa bir türlü hatırlayamadı. Mecbur olup geri döndü. Sonra anladı ki ona unutturulmuş![21]
Hz. Zübeyr’in Peygamberimizle Karşılaşması
Hz. Zübeyr b. Avvam, Şam ticaret kafilesiyle Medine’den Mekke’ye gitmekte idi. Yolda Resûl-i Kibriya Efendimizle karşılaştı. Peygamber Efendimiz ile Hz. Ebû Bekir’e birer beyaz Şam maşlahı giydirdi. Medineli Müslümanlardan birinin, “Resûlullah ve arkadaşları geciktiler” dediğini haber verdi. Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, hareketini süratlendirdi.[22]
Mekke’ye gelip işlerini yoluna koyan Hz. Zübeyr b. Avvam da Medine’ye hicret etmiştir.
Büreyde’nin Müslüman Olması
Deve sırtında süratle yol alan Resûl-i Kibriya Efendimiz, beraberindekilerle gelip Amim denilen mevkiye ulaştı.
Sehmoğulları yurdu buraya yakın idi. Reislerinden Büreyde b. Husayb, Kureyş’in yüz deve vaadini işitmiş olduğundan yanına seksen kadar adamını da alarak gelip Peygamber Efendimize kavuştu.
Resûl-i Ekrem ona, “Sen kimsin?” diye sordu.
“Ben, Büreyde’yim” deyince, Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’e, “Yâ Ebâ Bekir! İşimiz, serinledi ve düzeldi” dedi.
Peygamberimiz tekrar Büreyde’ye, “Kimlerdensin?” diye sordu:
“Eslem kabilesindenim” cevabını verdi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, yine Hz. Ebû Bekir’e dönerek, “Yâ Ebâ Bekir!” dedi. “Selamete erdik!”
Peygamber Efendimiz, “Eslem’in hangi kolundansın?” diye sordu.
Büreyde, “Sehmoğullarındanım” dedi.
Bunun üzerine Efendimiz, Hz, Ebû Bekir’e, “Yâ Ebû Bekir! Okun çıktı” buyurdu.
Fahr-i Kâinat, kat’iyyen tatayyur[23]etmezdi. Yalnız güzel şeylerde, hasenatta tefeül ederdi, yani hayra yorardı. Onun için Büreyde’ye rastlamasını iyi bir hal ve alâmet saydı.
Bu sefer Fahr-i Kâinat’ın akvâl ve etvarındaki metanet ve ağırbaşlılığa, lisanındaki düzgünlüğe musahhar ve hayran olan Büreyde, “Peki, ya sen kimsin?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem, “Ben, Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’ın oğlu Muhammed’im ve Allah’ın Resûlüyüm” dedi ve onu İslam’a davet etti.
Büreyde, davete derhal icabet etti ve beraberindekilerle birlikte şehâdet kelimesi getirerek Müslüman oldu.[24]
Peygamber Efendimiz geceyi burada geçirdi.
Sabah olunca Büreyde, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Yanında bir bayrak olmadan Medine’ye girmen doğru olmaz!”
Sonra da sarığını çıkarıp mızrağının ucuna bağladı. Medine’ye girinceye kadar Peygamber Efendimizin önünde onu taşıyarak yürüdü.
Resûl-i Kibriya Efendimiz Büreyde hakkında, “Ashabımdan bir zât, bir memlekette vefat edecektir. O, kıyamet gününde, o memleketin nuru ve o memleket halkının önderi olacaktır” buyurmuştur.[25]
Hakikaten Büreyde Hazretleri, İslam uğrunda büyük fedakârlıklarda bulundu, İslam mücahitleriyle Horasan’a kadar gitti ve Merv’de vefat etti.[26]
______________________________________________________
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 128-129.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 128-129; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 227-228; Buharî, Sahih, c. 2, s. 332; Taberî, Tarih, c. 2, s. 245; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 181.
[3] Enfâl, 30.
[4] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 228; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 260; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 182.
[5] Müslim, Sahih, c. 7, s. 106; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 4.
[6] İsfahanî, Delâil, s. 278.
[7] Tevbe, 40.
[8] Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 260.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 131; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 229; Buharî, a.g.e., c. 2, s. 332; Taberî, Tarih, c. 2, s. 247.
[10] İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 181; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 176.
[11] Kasas, 85.
[12] Müslim, Sahih, c. 8, s. 236; İsfahanî, Delâil, s. 279.
[13] İsfahanî, a.g.e., s. 279.
[14] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 230-231; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 259; İbn Seyyid, a.g.e., c. 1, s. 188.
[15] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 220.
[16] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 134; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 232; Buharî, Sahih, c. 2, s. 332-333; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 184-185.
[17] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 135; Kadı İyaz, a.g.e., c. 1, s. 687.
[18] Buharî, Sahih, c. 2, s. 333; İbn Seyyid, a.g.e., c. 1, s. 185.
[19] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 232; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 219-22; Kadı İyaz, a.g.e., c. 1, s. 687.
[20] Halebî, a.g.e., c. 2, s. 220.
[21] Kadı İyaz, a.g.e., c. 1, s. 688; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 145.
[22] Buharî, Sahih, c. 2, s. 333.
[23] “Tatayyur”, eşya ve hadiseler ile bilhassa kuşların uçuş tarzları ve ötüşleri ile teşeüm etmek, yani uğursuz saymak demektir.
[24] İbn Sa’d, Tabakat, c. 4, s. 241-242; İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 4, s. 471; İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 1, s. 176.
[25] İbn Esir, a.g.e., c. 1, s. 176.
[26] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 242; İbn Esir, a.g.e., c. 1, s. 175.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 128-129; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 227-228; Buharî, Sahih, c. 2, s. 332; Taberî, Tarih, c. 2, s. 245; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 181.
[3] Enfâl, 30.
[4] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 228; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 260; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 182.
[5] Müslim, Sahih, c. 7, s. 106; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 4.
[6] İsfahanî, Delâil, s. 278.
[7] Tevbe, 40.
[8] Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 260.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 131; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 229; Buharî, a.g.e., c. 2, s. 332; Taberî, Tarih, c. 2, s. 247.
[10] İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 181; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 176.
[11] Kasas, 85.
[12] Müslim, Sahih, c. 8, s. 236; İsfahanî, Delâil, s. 279.
[13] İsfahanî, a.g.e., s. 279.
[14] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 230-231; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 259; İbn Seyyid, a.g.e., c. 1, s. 188.
[15] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 220.
[16] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 134; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 232; Buharî, Sahih, c. 2, s. 332-333; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 184-185.
[17] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 135; Kadı İyaz, a.g.e., c. 1, s. 687.
[18] Buharî, Sahih, c. 2, s. 333; İbn Seyyid, a.g.e., c. 1, s. 185.
[19] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 232; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 219-22; Kadı İyaz, a.g.e., c. 1, s. 687.
[20] Halebî, a.g.e., c. 2, s. 220.
[21] Kadı İyaz, a.g.e., c. 1, s. 688; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 145.
[22] Buharî, Sahih, c. 2, s. 333.
[23] “Tatayyur”, eşya ve hadiseler ile bilhassa kuşların uçuş tarzları ve ötüşleri ile teşeüm etmek, yani uğursuz saymak demektir.
[24] İbn Sa’d, Tabakat, c. 4, s. 241-242; İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 4, s. 471; İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 1, s. 176.
[25] İbn Esir, a.g.e., c. 1, s. 176.
[26] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 242; İbn Esir, a.g.e., c. 1, s. 175.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.