Yûsuf aleyhisselâm rüyâyı tâbir etmeden önce, Allahü teâlânın peygamberi olduğunu söyleyip, mûcize gösterdi. “Size gelen yemekler daha gelmeden, cinsini ve tadını haber veririm” dedi. Peygamberler âilesinden geldiğini, baba ve dedelerinin peygamber olduğunu bildirdi. Babasının Ya’kûb, dedelerinin İbrâhim ve İshak aleyhimüsselâm olduğundan bahsetti. Hazret-i İbrâhim ve İshak aleyhisselâm, Mısır'da da bilinir, peygamber oldukları kabûl edilirdi. Bu yüzden Yûsuf aleyhisselâm, açıkladığı tevhîd îtikâdının onlar tarafından kabûl görmesi ve sözüne îtibâr edilerek kendisine itâat edilmesi için, peygamber âilesinden geldiğini söyledi. Onun bu îzâhatı, âyet-i kerîmede meâlen şöyle beyân buyruldu:
“Ben, babalarım İbrâhim, İshak ve Ya’kûb'un dînîne tâbi oldum. Allahü teâlâya herhangi bir şeyi ortak koşmamız bize yakışmaz. (Çünkü Allahü teâlâ bizi tevhîd üzere yarattı. Bizi şirkten korudu.) Tevhîd (ve nîmet), bize ve insanlara Allahü teâlânın lütfundandır. (Çünkü, Allahü teâlâ, tevhîd îtikâdını bize vahiyle bildirdi. Bizi de tevhîd îtikâdına irşad ve dâvet için insanlara gönderdi.) Lâkin insanların çoğu, ihsân ettiği nîmetler için Allahü teâlâya şükretmezler. (Çünkü onlar, Allahü teâlâya değil, başkasına ibâdet ediyorlar.) (Yûsuf sûresi: 38)
“Tefsîr-i Mazharî” müellifi Senâullah-ı Pâni-püti (rahmetullahi aleyh), bu âyet-i kerîmeyi açıklarken buyurdu ki: İnsanlar arasında tanınmayan bir âlim, ilmini herkese yaymak isterse, insanların, ilminden istifâde etmelerini teşvik için kendisini güzel vasıflarla anlatabilir. Böyle yapmak; nefsi temize çıkarmak kendisini beğenmek değildir. Çünkü ameller niyete göredir. Bilhassa peygamberler aleyhimüsselâm, böyle yapmakla vazifelidirler. Nitekim Duhâ sûresinin son âyetinde meâlen; “Rabbinin nîmetini söyle” buyrulmuştur. Bu incelikten gâfil olan bir kısım insanlar, evliyâullahdan bâzısına; tasavvuf yolundaki terakkîlerinden (ilerlemelerinden) ve Allahü teâlâya yakınlık derecelerinden bahsettikleri için, dil uzatmışlardır. Onların bu hâle düşmelerine sebep de, hased ve cehâletleri olmuştur.
Yûsuf aleyhisselâm, zindan arkadaşlarına kendini tanıttıktan sonra, onları İslâm'a dâvet edip, meâlen şöyle dedi:
“Ey zindan arkadaşlarım! Sizin (altın, gümüş, demir ve başka şeylerden yapılmış, kimseye zarar ve faydaya gücü yetmeyen irili ufaklı) çok sayıdaki putlarınız mı hayırlı? Yoksa, (zâtında ve sıfatlarında) bir ve her şeye gâlib olan Allahü teâlâ mı?” (Yûsuf sûresi: 39)
Yûsuf aleyhisselâm zindan arkadaşlarını İslâm'a dâvet ederek, taptıkları putların ne kadar âciz ve mânâsız şeyler olduğunu anlattı. Onların ulûhiyete lâyık olmaktan çok uzak olduklarını ve hiç bir şeye güçlerinin yetmediğini söyledi. Aksine, bir ve kahhar olan Allahü teâlânın her şeye gücünün yettiğini, her hükmün O'nun kudretinde bulunduğunu, ibâdet edilmeye lâyık olanın yalnız Allahü teâlâ olduğunu ve kendisine ibâdeti de emrettiğini anlattı. Sâdece Allahü teâlânın dînînin doğru olduğunu söyledi. Yûsuf aleyhisselâmın nasîhatleri, âyet-i kerîmede meâlen şöyle haber verildi:
“Sizin, O'nu bırakıp taptıklarınız, atalarınızın ve kendinizin takmış olduğunuz (kuru) adlardan başkası değildir.” (Yûsuf sûresi: 40) Bu âyet-i kerîmeyi Kâdı Beydâvî (rahmetullahi aleyh) şöyle tefsîr buyurdu: “Yâni ilâh ve rab diye isim verdiğiniz şeylerde, hakîkatte ilâhlık vasfı olduğuna dâir aklî ve naklî hiç bir delil yoktur.Böyle iken bir takım şeylere ilâh dediniz. Siz, onlara sâdece ilâh dediğiniz için tapıyorsunuz, Demek ki, siz sâdece isimlere tapınıyorsunuz.” Yûsuf aleyhisselâm, bu sözleri zindandaki bütün, müşriklere söyledi. Onun için âyet-i kerîmede “Siz” buyruldu.
Müşriklerin, putlarına “ilâhlarımız” demelerinde herhangi bir delilleri yoktu. Onlara böyle söylemelerini Allahü teâlâ da emretmemişti. Kendi kafalarından uydurup yapmışlar, onlara tapar olmuşlardı. Müşriklere; “Niçin âciz putları ilâh bilip, taparsınız?” diye sorulduğunda; “Biz bu putların, âlemin yaratıcısı olduğu mânâsında tanrılar olduğunu söylemiyoruz. Onlara sâdece “İlâh” diyor, ibâdet ediyor ve tâzimde bulunuyoruz. Onlara ibâdeti, bize Allahü teâlânın emrettiğine inanıyoruz” derlerdi. Bu yüzden Allahü teâlâ, onların sözlerini reddedip, meâlen şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ (kendi varlığına ibâdetin lâzım olduğuna dâir deliller ve burhanlar gösterdiği gibi) bunlara (putlara) ibâdet etmeniz husûsunda hiç bir burhan indirmedi. Hüküm (kulların dünyâ ve âhıretteki bütün işlerinde) yalnız Allahü teâlâya mahsustur. O, kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emreylemiştir... (Çünkü, ibâdete müstehak olan yalnız O'dur. İlâh ismi verilen putlar değil.)” (Yûsuf sûresi: 40) İbâdet; tâzim ve alçalmanın son noktasıdır. Bundan dolayı ibâdete lâyık olan; her türlü nîmeti gönderen, her şeyi yaratan O'dur. O da yalnız Allahü teâlâdır. Zirâ, yaratmak, diriltmek, akıl, rızk, hidâyet hep O'nun kudretiyle olup, O'na aittir. Her cömertlik ve ihsân da O'ndandır.
Sonuç olarak söylemek gerekirse; Yûsuf aleyhisselâm, zindan arkadaşlarını üç kademede İslâm'a dâvet etmiştir. Yûsuf (aleyhisselâm) ilk önce tevhîd îtikâdının lüzumunu, Allahü teâlâya inanmanın gerekli olduğunu anlattı. Sonra Allahü teâlâdan başka şeylerin, putların ibâdete müstehak olmadıklarına dâir deliller getirdi. Son olarak da hak dîni, aklın ve naklin kabûl edeceği bir şekilde ortaya koydu. Nitekim âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Doğru olan bu dindir (Buna aklî ve naklî deliller delâlet etmektedir.) Lâkin insanların çoğu bunu bilmezler” buyruldu. (Yûsuf sûresi: 40)
Yûsuf aleyhisselâm, rüyâlarının tâbirini isteyen zindan arkadaşlarına, tevhîd inancını anlatıp peygamber olduğunu açıkladıktan sonra, onların rüyâlarını tâbir etmeye başladı. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Ey benim zindan arkadaşlarım! İkinizden biriniz (önceki gibi) efendisine sakilik (şerbetçilik) edecek. Diğeriniz asılacak. Başından kuşlar yiyecek dedi.” (Yûsuf sûresi: 41)
Rivâyete göre, Yûsuf aleyhisselâm, rüyâların tâbirini bitirince, adamların ikisi de rüyâlarını inkâr edip, böyle bir şey görmediklerini, Yûsuf aleyhisselâmın rüyâ tâbirine ne derece aşina olduğunu denemek için böyle bir şeye tevessül ettiklerini söylediler. Rüyânın tâbiri hoşlarına gitmediği için böyle söyledikleri de rivâyet edilmiştir. Âyet-i kerîmenin devamında bildirildiği gibi, Yûsuf aleyhisselâm da meâlen onlara; “(Gerçekten rüyâ görmüş olsanız da olmasanız da) tâbirini sorduğunuz rüyânın hükmü budur, vukû bulacaktır dedi.”
Kâdı Beydâvî (rahmetullahi aleyh), Allahü teâlâ bunların âkıbetlerini vahiy ile bildirdiği için, Yûsuf aleyhisselâm böyle kat’î bir sözle cevap verdi. Cevâbı rüyâ tâbir ilmine bağlı olarak verseydi, böyle kat’î söyleyemezdi. Çünkü rüyâ tâbir ilmi, zan ve tahmin üzerine kurulmuştur. Bununla berâber, Yûsuf aleyhisselâmın cevâbını, tâbir ilmine bağlı olarak buyurmuş olması ihtimâli de uzak değildir. “Tâbirini sorduğunuz rüyânın hükmü budur, vukû bulacaktır” demekle, Yûsuf aleyhisselâm bu hükmün mutlakâ vâki olduğunu buyurmamış, bilakis öyle rüyânın hükmü budur, demek istemiş de denebilir. Ancak burada Yûsuf aleyhisselâm rüyâyı kat’î bir şekilde tâbir etmiştir. Çünkü Yûsuf aleyhisselâmın rüyâları tâbiri vahye bağlı idi. Vahiyde ise zan olmayıp, mutlakâ kesinlik vardır buyurmuştur.
Yûsuf aleyhisselâm rüyâlarını tâbir ettikten sonra, o ikisinden, zindandan kurtulacağını bildiği şerbetçiye meâlen; “Beni efendinin yanında an!” dedi. Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh), bu âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken şöyle buyurdu: Yûsuf aleyhisselâm şerbetçiye; “Pâdişahın huzûruna vardığın zaman, zindanda bir mahpus vardır. Kardeşleri onu babasından ayırıp, köle diye sattılar. Bu cihetle mazlum birisidir. Ayrıca iftirâya uğrayarak zindana düşmüştür. Bu bakımdan da kendisine adâletle muâmele edilmemiştir” demesini istemiştir. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Yûsuf aleyhisselâmın şerbetçiye söylediği sözle ilgili olarak; “Allahü teâlâ, kardeşim Yûsuf'a (aleyhisselâm) rahmet etsin, o, şerbetçiye; Beni efendinin yanında an demeseydi, zindanda beş seneden sonra yedi sene daha kalmayacaktı” buyurdu. Zindandan kurtulan şerbetçiye şeytan vesvese verdiği için, Fir’avn'a, Yûsuf'tan (aleyhisselâm) bahsetmeyi unuttu. Âyet-i kerîmenin devamında meâlen: “Fakat şeytan, efendisine anmayı ona (şerbetçiye) unutturdu” (Yûsuf sûresi: 42) buyrulmuştur.
Bâzı âlimler, bu âyet-i kerîmeye; “Şeytan, Yûsuf'a Rabbinin zikrini unutturdu (zikrini unutmasına sebep oldu)” mânâsını da vermişlerdir. Buna göre, Yûsuf aleyhisselâm, kendinden bir zararın giderilmesi için, kendisi gibi bir mahlûktan yardım istemiş olmaktadır. Aslında bir zararı uzaklaştırmak için, insanlardan yardım istemek câizdir. Fakat Yûsuf aleyhisselâm gibi peygamber olan bir zâtın, zindandan kurtulmak arzusuyla mahlûktan yardım istemesi muâhezesine sebep olmuştur. Nitekim bâzı âlimler; “Şeytan, Yûsuf'un (aleyhisselâm) Rabbini zikretmeyi (hatırlamayı) unutmasına sebep olduğu için, Yûsuf aleyhisselâm başkasından yardım istedi. Yoksa zâtını unutmadı. Bu da gayretullaha dokunarak Yûsuf aleyhisselâm senelerce zindanda kaldı” buyurmuşlardır.
İmâm-ı Mâlik (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: Yûsuf aleyhisselâm şerbetçiye; “Beni efendinin yanında an” deyince, ona; “Ey Yûsuf benden başkasını vekil edindin. Ben de senin hapsini uzattım” buyuruldu. Yûsuf aleyhisselâm da üzüntüsünden ağladı.
Fahreddîn-i Râzî hazretleri, Allahü teâlâdan başkasını vekil etmekle ilgili olarak şöyle buyurdu: Yaşım 57'ye vardı. Bu müddet içerisinde şu tecrübeyi edindim: Bir insanın hangi işinde olursa olsun, Allahü teâlâdan başkasına îtimâd etmesi, ona güvenip dayanması, belâ, musîbet, sıkıntı ve meşakkatlere düşmesine sebep olur. Aksine, herhangi bir işinde, itimadını, ümidini sâdece Allahü teâlâya bağlayıp, O'ndan başkasına güvenmez, O'ndan başka bir mahlûka ümîd bağlamazsa, maksadına ve murâdına en güzel şekilde nâil olur. Yâni, insan için Allahü teâlânın lütûf ve ihsânından başkasına güvenip dayanmakta, ümîd bağlamakta hiç bir fayda yoktur. Ancak ihtiyaç zamanında, bilhassa zulmü def etmek için Allahü teâlâdan başkasından yardım istemek dînen câizdir. Şerbetçiden yardım istemesi sebebiyle muâheze olunması, Yûsuf aleyhisselâmın, bir peygamber olarak, kulluğun en yüksek derecesinde bulunmasından dolayıdır. Bir zulmü def etmek için Allahü teâlâdan başkasından yardım istemek dînen câiz iken, sıddîkıyyet makâmına nâil olmuş bir peygamber, bu kadarcık bir isteğinden dolayı muâheze olundu.
Yûsuf aleyhisselâm, zindan arkadaşlarının rüyâlarını tâbir ettikten sonra, zindanda Cebrâil aleyhisselâmı gördü ve hemen tanıdı. Niçin geldiğini sordu. Cebrâil aleyhisselâm; “Allahü teâlâ selâm eder. Bir insan, kurtuluşu için bir insanı vekil yaptı, benden başkasından yardım istedi. İzzetim hakkı için onu senelerce zindanda tutarım buyurdu” diye cevap verdi. Bunun üzerine Yûsuf aleyhisselâm; “Acabâ Allahü teâlâ benden râzı mıdır?” dedi. “Allahü teâlâ senden râzıdır” cevâbını alınca; “Mâdemki Allahü teâlâ, benden râzıdır, zindanda olmama hiç aldırış etmem” buyurdu. Bu hâdiseyi anlatan Hasen-i Basrî hazretleri, hüngür hüngür ağladı ve; “Allahü teâlâdan başkasından yardım istemenin ne kadar korkunç olduğunu bildiğimiz hâlde, bir belâya uğrayınca, insanlara yalvarıp yakarmaktan geri kalmayız. Onlara ümîd bağladığımız için vay bizim hâlimize” buyurdu.
Yûsuf aleyhisselâmın rüyâ gören zindan arkadaşları çok geçmeden zindandan çıkarıldılar. Rüyâlarının netîcesi Yûsuf aleyhisselâmın tâbir ettiği gibi çıktı. Şerbetçi, Fir’avn'ın yanında eskisinden daha iyi bir makâma kavuştu. Ekmekçi, asıldı ve beynini kuşlar yedi. Şerbetçi zindandan kurtulunca, Fir’avn’ın yanında şeytanın vesvesesiyle Yûsuf aleyhisselâmı anmayı unuttu. Yûsuf aleyhisselâm, şerbetçinin, kendisini efendisinin yanında hatırlayıp söylememesi sebebiyle zindanda bir müddet daha kaldı. Nitekim Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “O (Yûsuf) (aleyhisselâm) zindanda bir kaç sene kaldı” (Yûsuf sûresi: 42) buyruldu. Müfessirler, Yûsuf aleyhisselâmın zindanda ne kadar kaldığında ihtilâf etmişler, bâzıları yedi veya oniki sene zindanda kaldığını bildirmişlerdir. Allahü teâlâ, Yûsuf aleyhisselâmın zindanda bir müddet daha kalmasını dilemiş, onun sözünü ve şeytanın unutturmasını buna sebep kılmıştır. Cenâb-ı Hak bir şeyi murâd edince, sebeplerini de yarattığını herkes bilir. Nitekim şâir Nâbî şöyle demiştir:
Taalluk etse bir emirin irâde fethine Nâbî,
Ona etrâf-ı nâ-me’mûlden esbâb olur peydâ.
Yâni; Nâbî (sen üzülme) bir emrin yapılması hakkında Allahü teâlâ bir şeyi irâde edip dileyince; onun yerine getirilmesi için umulmayan yönlerden, çeşitli sebepler ortaya çıkarır.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.