Her peygamber gibi Yûsuf aleyhisselâmın da kendisine mahsus bâzı husûsiyetleri vardı. Bu husûsiyetler birçok şekillerde imtihân edilmesinden sonra onda teberruz etti. İmtihânların hepsinde Allahü teâlânın izniyle muvaffak oldu. Allahü teâlâ, ona kullarının idâresini verdi. İnsanların ihtiyaçlarını güzel bir şekilde karşıladı. Mısır kadınları tarafından çirkin işler yapması teklif edildi. Fakat o, zindanı tercih etti. Kendisine iyilikte bulunan Mısır Azîzi'nin hakkını gözeterek, küfrân-ı nîmetten kaçındı. Züleyhâ'nın tekliflerini reddedip, iyilik gördüğü kimseye ihânet etmedi. Hiçbir menfeat ve zarar, onun doğruyu söylemesine mâni olamadı. Allahü teâlâ onu yüce kitabı Kur'ân-ı kerîmde “Sıddîk=çok doğru sözlü” olmakla övdü. Kendisine zulüm ve hıyânet edenleri af edip, onların bağışlanması için Allahü teâlâya duâ etti. İnsanların rüyâlarını doğru olarak tâbir etti. Allahü teâlâ, Yûsuf aleyhisselâmı; insanlara hizmet etmek ve onların ihtiyaçlarını tedârik etmekle, vazifelendirdi. O, insanları sıkıntıdan kurtarmak için, hükûmet reîsi bâtıl bir dinde olduğu hâlde ona giderek vazife istedi. İnsanlara güzel bir şekilde hizmet edip, onların ihtiyaçlarını gördü.
İnsanlara hizmet ederek servet sâhibi olmak, yemek, içmek helâldir. Allahü teâlânın Peygamberleri bile böyle çalışmışlardır.
Allahü teâlânın, bir kuluna, faydalı ve güzel işler yapmağı, çok kimsenin ihtiyaçlarını sağlamasını nasîb etmesi, insanların ona sığınması, bu kul için büyük bir nîmettir. Allahü teâlâ; kullarına iyâlim demiş, çok merhametli olduğundan herkesin rızkını, nafakasını üzerine almıştır. O'nun iyâlinden bâzısının rızıklarını ve nafakalarını vermek, bunların yetişip rahat yaşamaları için birisini görevlendirirse, bu kuluna büyük ihsân da bulunmuş demektir. Bu nîmete kavuşarak şükür etmesini bilen kimse, çok tâlihli ve pek bahtiyârdır.
İmâm-ı Ali Nakî hazretleri, bir gün Samarra civarında bir köye gitmişti. Bir köylü kendisini aradı. Falan köye gitti dediler. Köylü de o köye gitti ve huzûruna vardı. Nakî hazretleri köylüye; “Bir isteğin mi var?” diye sordu. O da; “Seyyidlerin sevenlerindenim. Çok borcum var. Bir hayli zaman geçmesine rağmen ödeyemedim. Bu borcun ağır yükünü kaldıracak sizden başka kimse de bilmiyorum” diyerek, arama sebebini anlattı. İmâm-ı Nakî üzülmemesini söyleyip, köylüyü misâfir etti. Sabahleyin buyurdu ki; “Sana bir söz söyleyeceğim, o sözü aynen yerine getireceksin.” Köylü; “Baş üstüne efendim” dedi. İmâm-ı Ali Nakî, bir kâğıda; “Bu köylünün borcu benim borcumdur” diye yazıp eline verdikten sonra buyurdu ki: “Ben yakında Samarra'ya döneceğim, bir cemâat içinde otururken bu kâğıdı getir. Borcunu benden yavaşça iste!” Bunun üzerine köylü oradan ayrıldı. Bir müddet sonra İmâm-ı Nakî, Samarra'ya döndü.
Bir gün halîfe ve yakınları ile otururken, köylü geldi. Kâğıdı çıkarıp borcunu istedi. İmâm-ı Nakî hazretleri çok yumuşak konuşup özürler beyân etti ve ilerideki bir günde ödeyeceğini söyledi. Bunu halîfe Mütevekkil duydu. Otuzbin akçeyi hemen İmâm'a gönderdi. Vâdedilen gün gelince, köylü, imâmın yanına geldi. İmâm hazretleri de otuzbin akçeyi köylüye vererek, sıkıntıdan kurtardı.
Ebû Abdullah Kâdî, babasından şöyle nakleder: Bağdat'ta çok zengin olan bir tüccar arkadaşım vardı. Bir gün baktım, bütün malını mülkünü fakirlere dağıtmış. Bunun sebebini sorduğumda şöyle anlattı: “Bir gün Bağdat'ın bir câmisinde Cumâ namazı kılmaya gittim. Namazı kıldıktan sonra Bişr-i Hafî'nin câmiden çıktığını gördüm. Acele acele bir yere gidiyordu. Ben kendi kendime zühd ve takvâ sâhibi bir zât böyle acele acele nereye gidiyor diye merâkla tâkib ettim. Bir fırından ekmek, bir kebapçıdan da kebap aldığını gördüm. Daha sonra da helvacıdan helva aldı. Ben kendi kendime, böyle bir zâtın bunları alıp yemesini düşünerek, kızdım. Fakat nasıl yiyeceğini merâk ederek tâkibe devam ettim. Bir süre sonra bir köye vardı. Köyün câmisine girdi. Câmideki yatalak bir hastaya, aldıklarını lokma lokma yedirdi. Ben bu arada köyü merâk edip, neresidir diye biraz dolaştım. Sonra hastanın yanına gittim. Ona, Bişr-i Hafî'yi sorunca; “Üç saat evvel Bağdat'a gitti” dedi. Bu köyün Bağdat'a uzaklığını sorduğumda, bana; 240 km. dir dedi. Ben bunu duyunca; “Benim bu yolu gidecek param yok. Burada kimseyi tanımam ve bu kadar uzun yolu da yürüyemem” dedim. Hasta şahıs; “Bekle, haftaya Bişr-i Hafî yine gelir” deyince, bir hafta orada kaldım. Cumâ günü Bişr-i Hafî yine geldi. Aynı şekilde hastayı doyurdu. Giderken o hasta şahıs, Bişr-i Hafî'ye; “Bu adam Bağdat'tan senin arkadaşın, geçen hafta seninle berâber gelmiş. Bir hafta burada kaldı. Onu tekrar götür” dedi, Bişr-i Hafî bana; “Sen benimle niye buraya geldin?” diye sordu. Ben özür dileyerek hatâmı söyledim ve af diledim. “Haydi kalk ve yürü” dedi. Akşama kadar yürüdük. Akşam olmak üzere iken bana; “Sen Bağdat'ın hangi mahallesinde oturursun?” dedi. Oturduğum mahalleyi söyleyince, o mahallenin yolu burasıdır. Git ve arkana bakma dedi. Buyurdukları gibi arkama bakmadan evime gittim. Bunun üzerine bütün malımı fakirlere ve ihtiyaç sâhiblerine dağıttım. Ömrümün kalan kısmını insanlara hizmetle geçireceğime dâir söz verdim.”
Ebû Abdullah (radıyallahü anh) buyurdu ki: “İnsanlara hizmet ederken aralarında fark gözetmekten sakının! Çünkü, kendisine hizmet etmek için fark gözetilecek olanlar, geçip gitmişlerdir. Şimdi öyle birisini bulmak çok zordur. Muradına kavuşmak ve maksadının da elinden kaçıp gitmemesini istiyorsan, herkese hizmet et!”
Birgün Ebû Osman, sınır boylarındaki müslümanların ihtiyaçlarını görmek için halktan yardım istedi. Kimse bir şey veremeyince, Ebû Osman çok üzüldü ve ağladı. Yatsı namazından sonra İbn-i Nüceyd, içinde ikibin dirhem olan bir kese getirip Ebû Osman'a verdi ve; “Bu paraları istediğiniz yere harcayınız” dedi. Ebû Osman buna çok sevinip hayır duâda bulundu. Sabahleyin sohbetinde bulunanlara; “Dün gece İbn-i Nüceyd bizi çok sevindirdi. Sınır boyundaki müslümanların ihtiyâcı için ikibin dirhem getirdi” deyince, İbn-i Nüceyd ayağa kalkarak; “O dirhem annemin idi. Onun rızâsını almadan onları size getirmiştim. Onları geri verin de iâde edeyim” dedi. Ebû Osman dirhemleri geri verdi. Akşam olduğu zaman, İbn-i Nüceyd dirhemleri tekrar geri getirerek, Ebû Osman'a; “Bu malı öyle bir şekilde sarf ediniz, ki, bizden başka hiç kimse bilmesin” dedi.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), hadîs-i şerîflerde buyurdular ki: “Zâlim de olsa, mazlum da olsa müslüman kardeşine yardım et.”
“Allahü teâlâ, malının fazlasını Allah yolunda harcayan; sözünün fazlasını tutan kimseye rahmet eylesin.”
“Ümmetimin sâlihlerinin Cennet’e girmeleri, yalnız namaz ve oruçları sebebiyle değil; cömertlik, gönüllerinde kimseye karşı kin duymamaları ve müslümanlara nasîhatleri sâyesindedir.”
“Allahü teâlâ bir takım insanları iyilik için yarattı, iyiliği onlara sevdirdi ve iyilik ile uğraşmayı da onlara sevdirdi. Yardım ve iyilik isteyenleri de onlara sevk etti. Kıtlık olan kurak yerlere yağmuru gönderip, kurumuş toprakları ve oralarda yaşayanları hayata kavuşturduğu gibi, vermek sebeplerini de onlara kolaylaştırdı.”
“İnsanların en hayırlısı, iyisi, insanlara fâidesi dokunandır.”
Yûsuf aleyhisselâmın husûsiyetlerinden biri de, kendisine zulmedenleri affetmesidir. Meselâ kendisine zulmedip sıkıntı veren kardeşlerini ve Azîz'in hanımı Züleyhâ'yı af edip onlara iyilik yaptı. Hiç bir zaman onların günâhlarını yüzüne vurmadı. Onların Allahü teâlâ tarafından da bağışlanmaları için duâ etti. Dinimizde de zâlimi af etmek efdâldir. Uhud Gazâsı’nda Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin mübârek yüzü yaralanp, mübârek dişi kırılınca, Eshâb-ı kirâm (radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn) çok üzüldüler; “Dua et, Allahü teâlâ, cezâlarını versin” dediler. Peygamber efendimiz “Lanet etmek için gönderilmedim. Hayır duâ etmek için, her mahlûka merhamet etmek için, gönderildim” ve “Yâ Rabbî! Bunlara hidâyet et, tanımıyorlar, bilmiyorlar” buyurdu. Düşmanlarını affetti. Lanet etmedi.
Hadîs-i şerîfte; “Sadaka vermekle mal azalmaz. Allahü teâlâ, af edenleri azîz eder. Allah rızâsı için af edeni, Allahü teâlâ yükseltir” buyruldu. Gülâbâdî diyor ki: “Bu hadîs-i şerîfte bildirilen sadaka, farz olan sadaka demektir. Yâni zekât demektir.” Tevâzû edenin tâatlarına, ibâdetlerine, daha çok sevâb verilir. Günâhları, daha çabuk af olunur. İnsanın yaratılışında, hayvânî rûhun arzuları bulunmaktadır. Malı, parayı sever. Gadab, intikâm, kibir sıfatları görünmeye başlar. Bu hadîs-i şerîf, bu kötü huyların ilacını bildiriyor. Sadakayı, zekâtı emrediyor. Af ederek, gadabı, intikâmı temizliyor. Hadîs-i şerîfte, affetmek, mutlak olarak, şartsız olarak bildiriliyor. Mutlak olan emir, mukayyedi göstermez. Yâni, bir şarta bağlamaz. Mutlak olan emir, umûmidir. Birkaç şeye mahsus değildir. Hakkını almak mümkün değilse de, affetmek iyidir. Mümkün ise, daha iyidir. Çünkü hakkını geri almaya kudreti var iken affetmek, nefse daha güç gelir. Zulüm edeni affetmek, hilmin, merhametin ve şecâatin en üstün derecesidir. Kendisine iyilik etmeyene hediye vermek de, ihsânın en üstün derecesidir. Kötülük edene ihsânda bulunmak, insanlığın en yüksek derecesidir. Bu sıfatlar, düşmanı dost yapar. Şeyh İbn-ül Arabî (rahmetullahi aleyh) diyor ki: “Kötülük edene iyilik yapan kimse, nîmetlerin şükrünü yapmış olur. İyilik edene kötülük yapan kimse küfrân-ı nîmet etmiş olur.” Hakkını alandan, yalnız hakkını geri almak fazlasını almamak, “İntisar” olur. Affetmek, adâletin yüksek derecesi, intisâr ise aşağı derecesidir. Adâlet, sâlihlerin en yüksek derecesidir. Affetmek, bâzan zâlimlere karşı aczi gösterebilir. Zulmün artmasına sebep olabilir. İntisâr, her zaman zulmün azalmasına, hattâ yok olmasına sebep olur. Böyle zamanlarda intisâr etmek, affetmekten daha efdâl, daha sevâb olur. Hakkından fazlasını geri almak “Cevr”, zulüm olur. Cevr edenlere azâb yapılacağı bildirilmiştir. Zâlimi affeden, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. Zâlimden hakkı kadar geri almak, adâlet olur. Kâfirlere karşı adâlet yapılır. Fakat gücü yettiği hâlde affetmek, güzel ahlâktır. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), bir kimsenin zâlime bedduâ ettiğini görünce; “intisâr eyledin” buyurdu. Af eyleseydi, daha iyi olurdu. Hadîs-i şerîfte; “Üç şey kendisinde bulunan kimse, Cennet’e dilediği kapıdan girecektir: Kul hakkını ödeyen, her namazdan sonra onbir defâ ihlâs sûresini okuyan, kâtilini af ederek ölen” buyruldu. “Zülkarneyn, peygamber değildi” diyen âlimler; “Fakat ona peygamberlerde bulunan sıfatlardan dördü verilmişti. Bunlar; gücü var iken affederdi. Vâdettiğini yapardı. Hep doğru söylerdi. Rızkını bir gün evvelden hazırlamazdı” buyurmuşlardır. Zulmün çokluğu kadar affın sevâbı da çok olur.
Hazret-i Ömer devrinde müslümanlar, İran içlerine kadar İslâmiyeti yaydılar. O sırada Tüster şehri, Müslüman mücâhidlere teslim olmamak için çok direndi. Fakat sonunda meşhûr kumandanları Hürmüzân, her şeyin bitmek üzere olduğunu farketti. İslâm başkumandanına bir teklifte bulundu. “Eğer beni sağ olarak Halîfenizin huzûruna götürürseniz, şehri teslim ederim” dedi. Teklifi kabûl edildi. Tüster şehri teslim alındı. Hürmüzân da ganîmetlerle (savaş kazançlarıyla) birlikte; Halîfeye gönderildi. Onu ve ganîmetleri götüren, hazret-i Enes bin Mâlik ve bir arkadaşıydı. Medîne'ye giderken, Hürmüzân'a en süslü ve yaldızlı elbiseleri giydirdiler. Sokaklardan geçirilirken müslümanlar hem şükrediyor, hem de ibret alıyorlardı. Nihâyet hazret-i Ömer'in huzûruna vardılar. Enes bin Mâlik hazretleri, kısaca vaziyeti arzetti. Ganîmetleri takdim etti.
Halîfe, komutana; “Konuş bakalım. Bize ne söyleyeceksin?” dedi. Hürmüzân; “Ölecek miyim, kalacak mıyım?” diye mırıldandı. Oradakiler hayretle “Ne demek istiyorsun?” gibilerden yüzüne bakınca; “Çünkü öleceksem başka, kalacaksam başka türlü konuşacağım” dedi. O zaman hazret-i Ömer; “Konuş, sana zarar gelmez” buyurdu. Tüster şehrinin mağrur kumandanı ferahladı ve şunları söyledi: “Ey büyük halîfe! Cenâb-ı Hak, siz Araplar ile biz İranlıları, serbest bıraktığı günlerde, bizler bâzılarını (köle) olarak kullanıyorduk. Sizleri öldürüyor ve mallarınızı zorla elinizden alıyorduk. Ne zaman ki yüce Allah size, “Peygamber Muhammed aleyhisselâmı” yolladı. Sizinle berâber oldu, işte o zaman bizim üstünlüğümüz sona erdi.”
Bu sözleri duyan halîfe, biraz düşündü. Sonra arkadaşına danıştı. “Onu ne yapalım? Ne tavsiye edersin?” Hazret-i Enes cevap verdi; “Ey Mü’minlerin emîri! Onu öldürmenizi tavsiye etmem. Çünkü arkasında, büyük bir düşman kalabalığı bıraktı. Belki galeyâna gelirler de, tekrar müslümanlara saldırırlar.”
Hazret-i Ömer kızdı; “Fakat onlar Resûlullah'ın en kıymetli arkadaşlarını (Eshâbını) şehid ettiler. Ben de onu sağ bırakmaktan utanıyorum” diye söylendi. O zaman hazret-i Enes şunları ilâve etti: “Fakat ya Ömer! Onu öldürmemen gerekir. Çünkü: “Konuş! Sana zarar gelmez” demiştin.” Halîfe daha da hiddetlendi. “Sana herhâlde birşeyler verdi ki, böyle konuşuyorsun” diye çıkıştı. Sonra da: “O adamın sana bir şey vermediğine dâir şâhid isterim. Yoksa ondan önce, gerekeni sana yapacağım” dedi.
Hazret-i Ömer'in şakası olmadığını bilen hazet-i Enes, çıkıp şâhid aradı. Yolda rastladığı Zübeyr bin Avvâm hazretleri kendisini dinledi. Sonra da halîfeye gelip, şahitlik etti. Hazret-i Zübeyr, sevgili Peygamberimizin halasının oğlu ve “Cennetle müjdelenmiş on büyük müslümandan biri” idi. Onun şâhidliği sâyesinde Hürmüzân'ın hayatı kurtuldu. Bir müddet sonra da müslüman oldu.
Yûsuf aleyhisselâmın husûsiyetlerinden biri de, iffet sâhibi olup, iffetini korumakta çok gayretli olmasıdır. Mısır kadınları ile arasında geçen hâdise malûmdur.
İnsânî rûha âit hareket gücünün şehvânî tarafı iyi olursa, o huya iffet denir. İffet, insanlarda bulunan ve bütün iyi huyların kaynağı olan dört ana huydan biridir. Diğerleri ise hikmet, adâlet ve şecâattir. Herkes bu dört huy ile öğünür.
İffetten oniki iyi huy meydana gelir. Bunlar: Hayâ, rıfk, hidâyet, müsâlemet, nefse hâkimiyet, sabır, kanâat, vakâr, verâ, intizam, hürriyet ve sehâvettir. Hayâ, kötü iş yapınca utanmak; rıfk, İslâmiyete uymaktır. Kelime mânâsı ile acımak, iyilik etmek demektir. Hidâyet, iyi huylu olmaya çalışmak; müsâlemet ise, fikirler ayrıldığı, sözler çoğaldığı zaman, münâkaşa etmemek, sertliği, bölücülüğü, ayırıcılığı istemeyip, uyuşmak, barışmak istemektir. Nefse hâkim olmak, şehvet zamanında nefse uymayıp, irâdesine hâkim olmaktır. Sabır; kişinin haramdan sakınıp, nefsin kötü isteklerini yapmamasıdır. Kısacası, sonu pişmanlık olan lezzetlerden yüz çevirmektir. Sabır, ikiye ayrılır. Biri, günâh işlememek için sabretmektir. Şeytan ve insanın kendi nefsi ve kötü arkadaşlar, insana günâh işletmek isterler. Bunları dinlemeyip sabretmek çok sevâbdır. Burada bildirilen sabır, işte bu sabırdır. İkincisi, dertlerin, belâların acılarına sabredip, bağırıp çağırmamaktır. Çok kimse sabır deyince yalnız bu sabrı anlar. Bu sabır da sevaptır. Yâni sabrın ikisi de farzdır. Kanâat; nafakada, yâni, yeme, giyinme ve barınacak yerde zarûret miktarına râzı olup daha çok istememektir. Yoksa mal ve para biriktirmek için, bir şey almamak demek değildir. Bu kötü huya taktîr denir. Aklın ve İslâmiyetin beğenmediği bir şeydir. Kanâat ise, iyi huydur ve çok sevaptır. Vakâr; ihtiyaçları ve kıymetli şeyleri elde ederken sürat ve acele etmeyip, yavaş hareket etmektir. Yâni ağır başlı olmaktır. Yoksa, fırsatı kaçıracak, menfaatini kaptıracak şekilde uyuşuk olmak değildir. Verâ; İslâmiyetin haram ettiği şeylerden sakınarak, emrettiği, herkese yarar işleri yapmaktır. Kusurlu ve gevşek olmaktan uzak durmaktır. İntizam; işleri bir sıraya düzene koyarak yapmaktır. Hürriyet; malı, parayı helâlden kazanmak ve iyi yerlere vermek, herkesin hakkını gözetmektir. Hürriyet; başı boş olup, her istediğini yapmak demek değildir. Sehâvet; parayı, malı hayırlı, iyi yerlere dağıtmaktan lezzet almaktır. İslâmiyetin emrettiği yerlere seve seve vermektir ve iyi huyların en yükseklerindendir. Kısaca, cömerd olmak demektir. Cömerd olana da sakî denir. Cömerd olanlar âyet-i kerîmelerle ve hadîs-i şerîflerle övülmüştür.
Üstünlükleri, İslâm âlimlerinin eserlerinde bahsedilen iffete dâir haberler de nakledilmiştir.
Süleymân bin Yesâr (rahmetullahi aleyh), bir arkadaşı ile Medîne'den Ebva'ya gitmişti. Bir ara arkadaşı onu çadırda bırakıp, bir iş için yanından ayrıldı. Yakınlarındaki çadırdan bir kadın onu görüp, güzel sûretine hayran kalarak çadıra geldi. Bir şeyler istiyor zannederek yiyecek, öteberi vermek üzere iken, kadın kötü düşüncesini söyledi. Süleymân bin Yesâr, kadına; “Seni şeytan saptırmış” deyip, başını ellerinin arasına alarak ağlamaya başladı. Kadın onun ağladığını görünce şaşırdı. Geldiğine pişman olup, hemen geri döndü. Arkadaşı gelip, onun ağladığını görünce; “Hayrola çocuklarını mı hatırladın” dedi. Durumu öğrenince o da ağlamaya başladı. Bunun üzerine Süleymân bin Yesâr; “Peki sen niçin ağlıyorsun” deyince, arkadaşı; “Sen böyle bir tehlikeden kurtuldun. Acabâ böyle bir şeyde, ben kurtulabilir miydim diye ağlıyorum” dedi. Bundan sonra Kâbe'yi ziyâret için Mekke'ye gittiler. Mekke'ye varıp, tavâf ettiler. Süleymân bin Yesâr, tavâftan sonra bir köşeye çekilip, biraz uyudu. Rüyâsında Yûsuf aleyhisselâmı gördü. Hazret-i Yûsuf, Ebva'daki kadından sakınması sebebiyle onu medhetti ve o hâlini çok beğendiğini söyledi.
Mensûr bin Ammâr, Münkedir bin Muhammed'den, o da babasından, o da Câbir'den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet eder: “Ensârdan Sa’lebe bin Abdurrahmân adlı bir genç vardı. Bu genç sevgisinden dolayı, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanından bir an bile ayrılmaz ve dâimâ hizmet ederdi. Bir gün Ensârdan birisinin kapısının önüne geldi. İçeriye baktı. Bu sırada içerde bir hanım yıkanıyordu. Sa’lebe birkaç defâ içeriye baktı. Sonra bu hareketine pişman oldu. Yaptığı bu kötü hareketten dolayı, Resûlullah'a vahy gelmesinden korktu. Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı utancından Medîne'den kaçtı. Mekke ile Medîne arasında bir dağa gitti ve orada yaşamaya başladı. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) kırk gün Sa’lebe'yi sordu. Nihâyet Cebrâil aleyhisselâm gelerek peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) dedi ki: “Rabbin sana selâm ediyor ve sana haber veriyor ki; Ümmetinden firar eden (Sa’lebe) dağlardadır. O kaçan kişi, azâbımdan bana (Allahü teâlâya) sığınıyor.”
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine Hazret-i Ömer ve Hazret-i Selmân-ı Fârisî'ye; “Gidin Sa’lebe bin Abdurrahmân'ı getirin” buyurdu. Hazret-i Ömer ve Selmân (radıyallahü anhümâ) Medîne'nin kenar evlerinin sonunda, koyun çobanlığı yapan Züfâfe ile karşılaştılar. Hazret-i Ömer çobana; “Buralarda dağda yaşayan bir genç biliyor musun?” diye sordu. Züfâfe; “Herhâlde sen Cehennem’den kaçanı soruyorsun” dedi. Hazret-i Ömer; “Cehennem’den kaçtığını nereden biliyorsun?” deyince, Züfâfe; “Gece yarısı olunca, şu taraftan elini başına koyarak ve ağlayarak gelir ve şöyle söyler; “Keşke rûhum âlem-i ervahda, cesedim âlem-i ecsadda kabzolsaydı ve rûhum bu iki âlemden ayrılmasaydı.” derdi.
Hazret-i Ömer; “Biz onu bulmak istiyoruz” deyince, Züfâfe; “Benimle berâber gelin. Sizi ona götüreyim” dedi. Gece yarısına doğru, genç aynı şeyleri söyleyerek geldi. Hazret-i Ömer gence yaklaştı. Genç onu hissedince; “El-Emân, ateşten (azabtan) kurtuluş ne zaman” dedi. Hazret-i Ömer ona; “Ben Hattâb oğlu Ömer'im” dedi. Sa’lebe bunun üzerine; “Resûlullah benim günâhımı biliyor mu?” diye sorduğunda, Hazret-i Ömer; “Bilmiyorum. Ancak dün akşam seni bulmak üzere bizi gönderdi.” Sa’lebe; “Yâ Ömer! Beni, Resûlullah'ın huzûruna, O namaz kılarken veya Hazret-i Bilâl kamet getirdiği zaman götürün” dedi. Hazret-i Ömer, Sa’lebe'nin söylediklerini kabûl ederek onu Medîne'ye getirdi ve Resûlullah namaz kılarken mescide girdiler. Sa’lebe, Resûlullah'ın mescidde kırâatini (Kur'ân-ı kerîm okumasını) işitince, bayılıp düştü. O baygın hâlde iken Hazret-i Ömer ve Selmân-ı Fârisî de namaza durdular. Resûlullah selâm verince, Hazret-i Ömer ve Selmân'a; “Sa’lebe'yi ne yaptınız?” buyurdu. Onlar da; “Ey Allah'ın Resûlü! Sa’lebe buradadır” dediler. Sa’lebe'yi ayıltarak Resûlullah'ın yanına getirdiler. Resûlullah efendimiz ona; “Yâ Sa’lebe! Seni benden uzaklaştıran nedir?” diye sorduklarında, Sa’lebe: “Günâhımdır” diye cevap verdi. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ona; “Sana öğretmedim mi? Allahü teâlâ hatâ ve günâhları bağışlıyor” buyurunca, o da; “Evet yâ Resûlallah!” dedi; Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona; “Ey Rabbimiz, bize dünyâda iyi hâl ver, âhırette merhamet ihsân et ve Cehennem azâbından koru” (Bakara sûresi: 201) âyet-i kerîmesini oku” buyurdu. Sa’lebe; “Yâ Resûlallah! Günâhım bundan büyüktür” deyince, Resûlullah efendimiz; “Bilakis Allah'ın kelâmı en büyüktür” buyurdular. Bundan sonra Resûlullah ona evine gitmesini emretti. Sa’lebe evine gitti ve hastalandı. Üç gün hasta yattı. Selmân-ı Fârisî, Resûlullah'a gelerek; “Yâ Resûlallah! Sa’lebe yapmış olduğu şeyin üzüntüsünden hastalandı” dedi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Kalkınız Sa’lebe'ye gidelim” buyurdu. Resûlullah onun yanına geldi. Başını kucağına alınca, Salebe başını mübârek kucağından çekti. Resûlullah; “Niçin başını kucağımdan çektin?” diye suâl ettiklerinde, Sa’lebe; “Yâ Resûlallah! O baş günâhla doludur. Onu sizin mübârek kucağınıza lâyık görmedim” dedi. Resûlullah; “Ne hissediyorsun?” buyurdu. Sa’lebe; “Derimin ve kemiklerimin arasında karıncanın sessiz yürüyüşünü hissediyorum” dedi. Resûlullah; “Ne arzu ediyorsun?” diye buyurduklarında, Sa’lebe; “Rabbimin mağfiretini” dedi. Bunun üzerine Resûlullah; “Cebrâil aleyhisselâm şimdi geldi ve; “Ey kardeşim, Rabbin sana selâm ediyor ve; Şâyet kulum yer (dünyâ) dolusu hatâ ile bana kavuşursa ben de onu yer dolusu mağfiret ile karşılarım” buyuruyor dedi” buyurdu. Resûlullah bunu Sa’lebe'ye söyler söylemez, Sa’lebe bir bağırış bağırdı ve vefât etti. Resûlullah kalktı, onu gasl etti, teçhiz ve tekfini yaptı. Namazını kıldı. Sonra kabrine taşıdı. Kabir dönüşü Peygamber efendimizi parmaklarının ucuna basarak yürüdüğünü gören Eshâb-ı kirâm; “Yâ Resûlallah! Siz niçin ayak parmaklarınızın ucuna basarak yürüyorsunuz?” diye sorduklarında, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Sa’lebe'yi karşılayan melekler o kadar çok ki, onların kanadına basmayayım diye bu şekilde yürüyorum” buyurdu.
Yûsuf aleyhisselâmın husûsiyetlerinden biri de doğruluktur. Allahü teâlâ, onu, Kur'ân-ı kerîmde “Sıddîk” diye zikretmektedir.
Yalan, günâhların en çirkini, ayıpların en fenâsı, kalbleri karartan bütün kötülüklerin başıdır. Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
“Yalan, rızkı azaltır.”
“Muhakkak ki yalan, nifak kapılarından biridir.”
“Îmân sâhibi her hatâya düşebilir. Fakat hâinlik yapamaz ve yalan söyleyemez.”
“Doğru olun! Doğruluk iyiliğe, iyilik ise, Cennet’e çeker. Yalandan sakının! Yalan fücûra, fücûr ise Cehennem’e götürür.”
“Üç şey vardır ki bunlardan biri kimde bulunursa, namaz kılsa da, oruç tutsa da münâfıktır. Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, kendisine verilen emânete hıyânet eder.”
“İnsanları güldürmek için yalan söyleyenlere yazıklar olsun!”
“Yalan yere yemîn ederek, birinin malını alan kimse, kıyâmet günü Allahü teâlâyı gadablı görür.”
Abdullah bin Âmir hazretleri anlatır:
“Ben küçüktüm. Resûl-i ekrem evimize gelmişti. Ben oynamaya gidiyordum. Annem bana; “Abdullah gel sana bir şey vereceğim” dedi. O zaman Resûl-i ekrem; “Ona ne verecektin?” buyurunca, o da; “Hurma vereceğim” dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Dikkat et, eğer bir şey vermeyip aldatmak için söyleseydin, sana bir yalan günâhı yazılırdı.”
Dil, iyi kullanıldığı zaman saâdete, kötü kullanıldığı zaman felâkete götürür. Lokman aleyhisselâma; “Sen bu makâma nasıl yükseldin?” diye sorduklarında; “Doğru konuşup, emânete riâyet etmekle ve faydasız sözü terk etmekle” buyurdu.
Adamın biri Peygamber efendimize dedi ki: “Üç günâha tutuldum. Onları yapmadan duramıyorum. Bunlar, zinâ, yalan ve içki.” Peygamber efendimiz de buyurdu ki: “Yalanı benim için terket!”
Adam gitti. Bir günâhı işleyeceği zaman, kendi kendine; “Eğer bu günâhı yaparsam, Resûlullah sorduğunda, evet dersem suçum meydana çıkar. Hayır yapmadım dersem, yalan söyleyerek verdiğim sözü tutmamış olurum” diye düşündü. Diğer günâhları işleyeceği zaman da aynı şekilde düşünerek kötü huylarını terk etti.
Hazret-i Lokman Hakîm oğluna buyurdu ki: “Oğlum, yalandan sakın, zirâ o serçe eti kadar tatlıdır. Ondan az kimseler kurtulabilir.”
Hazret-i Ali buyurdu ki: “Allah indinde en büyük hatâ, yalan konuşmaktır.”
Şa’bi hazretleri buyurdu ki: “Yalancı ile cimri Cehennem’e gidecektir. Fakat, hangisinin daha derine atılacağını bilmiyorum.”
Mâlik bin Dinâr hazretleri buyurdu ki: “Doğru ile yalan, biri diğerini çıkarıncaya kadar kalbde boğuşurlar.”
Hasen-i Basrî hazretleri buyurdu ki: “İçi dışına, sözü işine uymamak nifaktandır. Nifakın temeli ise yalandır.”
Görüldüğü gibi bütün kötülüklerin esası yalandır. Peygamber efendimizin en sevmediği huydur. Hazret-i Âişe vâlidemiz; “Eshâb-ı kirâm indinde yalandan daha kötü bir şey yoktu. Çünkü, yalanla îmânın bir arada bulunmadığını bilirlerdi” buyurdu.
Yalan söylemek haramdır. Ancak üç yerde câizdir: Harbde, iki Müslümanı barıştırmak için, hanımı ile iyi geçinmek için. Zâlimden, bir müslümanın bulunduğu yeri, malını, günâhını saklamak câizdir. İki müslümanın, karı-kocanın arasının açılmasını önlemek için, malını korumak için, müslümanın aybının meydana çıkmaması için ve bunlar gibi haramları önlemek için, yalan câiz olur. Ölmemek için leş yemeye benzer.
İyiliğe vesîle olan yalan, fitneye sebep olan doğrudan makbûl olduğundan, insanlığın faydası için bâzı yerlerde yalan söylemekle, insan yalancı olmaz.
Bir kimse, hükümdârın şahsına karşı büyük bir suç işler. Îdâma mahkûm olur. Bu kimse, nasıl olsa öldürüleceğim diye, hükümdâr şöyledir, hükümdâr böyledir diye ağzına gelen kötü sözleri haykırmağa başlar. Biraz sonra hükümdâr gelir. Oradaki iki vezirden birine sorar. “Bu adam deminden beri ne söylüyordu?” Birinci vezir der ki: “Hükümdârım, bu adam; “Affedenlerin yeri Cennet’tir” diyerek sizden af talebinde bulunuyordu.” Bunun üzerine hükümdâr suçluyu affeder. Fakat ikinci vezir, ortaya atılıp der ki: “Hükümdârım, bu vezir yalan söylüyor. Bu adam size kötü sözler söylüyordu.” Hükümdâr, doğru söyleyen vezire der ki: “Ey vezir! öteki vezir yalan söylemekle bu mahkûmu kurtarmıştı. Sen ise yersiz doğru söylemekle hem mahkûmun, hem de vezirin ölümüne sebep olmak istiyorsun.” Hükümdâr, yersiz doğru söyleyen veziri azleder. Yalan söyleyerek bir suçluyu kurtaran veziri de kendisine sadrazam yapar.
Büyükler, yalan söylemek icâbettiği yerde, sözün mânâsını değiştirerek, doğru söylemeyi tercih etmişlerdir. Mu’âz ibni Cebel hazretleri, vazifesinden dönünce, hanımı; “Bu kadar çalıştın, zekât topladın, bize ne getirdin?” dedi. O da; “Beni gözeten vardı, bir şey getiremedim” dedi. O, bu sözle Allahü teâlâyı kastetti. Hanımı ise, hazret-i Ömer'in onu kontrol eden birisini gönderdiğini sandı ve üzülerek hazret-i Ömer'in evine gidip, “Mu’âz, Resûlullah'ın ve Ebû Bekr-i Sıddîk'ın yanında emîn idi. Siz niçin onun peşine adam takıyorsunuz?” dedi. Hazret-i Ömer, hazret-i Mu’âz'dan işin aslını öğrenince güldü ve hanımına vermesi için ona bir miktar hediye verdi.
İhtiyâr bir kadına Resûlullah efendimiz, “İhtiyâr kadın Cennet’e girmez” buyurdu. Kadın ağlamaya başladı. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; “Sen o gün ihtiyâr olmazsın” buyurdu. Yâni herkesin genç olarak Cennet’e gireceğini bildirdi.
Böyle şakalar ve kinâyeli sözleri söylemek arada bir olursa câizdir. Ama devamlı olmamalıdır. Bunlara devam etmek, alay etmeye ve fazla gülmeğe sebep olur. Fazla gülmek ise kalbi öldürür.
Yalancılık ne kadar kötüyse, doğruluk da o kadar iyi, güzel ve fazîletlidir. Peygamber efendimize olgunluğun alâmeti sorulduğunda, “Doğru konuşmak ve doğrulukla iş yapmaktır” buyurdu.
Sadâkat (doğruluk) hakkında İslâm âlimleri buyuruyorlar ki:
“Amelin en güzeli doğruluk, en çirkini de yalancılıktır.”
“Dünyâda doğru insan görmedim diyen kimsenin, kendisi doğru olsaydı, doğru olanları bulurdu.”
“Bir insanda üç şey bulunduğu vakit, onun sâlih bir insan olduğu anlaşılır. Bunlar; nefsânî arzulardan uzak olmak, Allah rızâsı için doğruluk, helâl ve temiz yemektir.”
“Günâhların içinde bocalayan kimsenin, doğruluğu bulması çok zordur.”
Her şeyin başı doğruluktur. Her işin nizâm ve intizamı doğruluk iledir. Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
“Şüphelendiğin bir şeyden uzaklaş! Şüphe vermeyene sarıl! Doğruluk, sükûn ve huzûrdur.”
“Tehlikenin doğruluk içinde olduğunu görseniz dahî, doğruyu arayınız! Çünkü doğrulukta kurtuluş ve selâmet vardır.”
“Doğru olunuz, doğruluk gerçeği, gerçek de Cennet yolunu gösterir. Bir kimse doğruluktan ayrılmaz, doğruluğu düstur edinirse, Allah indinde o kimse sıddîklardan olur.”
“Doğru olan, iyi davranır, iyi davranan emîn olur. Emîn olan da Cennet’e girer.”
Tam sâdık, tam doğru, yâni sıddîk olabilmek için;
1- Doğru sözlü olmalıdır. Zarûret olmadıkça târizli ve îmâlı konuşmamalıdır.
Hasen-i Basrî hazretleri, zâlimlerden kaçıp, Habîb-i Acemî hazretlerinin bir odasına girip saklandı. Zâlimin zulmünden kurtulmak için yalan söylemek câiz olduğundan; “Soran olursa yok dersin” dedi. Biraz sonra zâlimler gelip sordular; “İçerde” diye cevap verdi. İçeriyi iyice aradılar. Bulamayınca, Habîb-i Acemî hazretlerine; “Seni yalancı” diyerek oradan uzaklaştılar. Hasen-i Basrî hazretleri; “Senin yaptığın uygun muydu?” diye sordu. Habîb-i Acemî hazretleri; “Yalan söyleseydim, ikimiz de helâk olmuştuk. Doğru söylemenin bereketiyle ikimiz de kurtulduk” diye cevap verdi.
2- Doğruluk için niyette ihlâs şarttır. Şâyet davranışlara nefsin arzuları karışırsa, bu niyetten ihlâs kalkar. Böyle kimse yalancı olur.
3- Azminde doğru olmalıdır. Meselâ, “Allah bana şu malı verirse veya şu makâma geçersem, şu hizmeti yaparım” diyen kimse, o mala veya o makâma sâhip olunca, zarûretsiz sözünde durmazsa, azminde doğru değildir.
4- Verdiği sözde durmalıdır.
Hazret-i Enes bin Mâlik anlatır:
“Amcam Nadr'ın oğlu Enes, Bedir savaşında Resûl-i ekremin yanında savaşa katılamadığına çok üzüldü. Kendi kendine; “Eğer Allahü teâlâ, beni bir savaşa kavuşturursa, bütün gücümle savaşacağım” diye karar verdi. Ertesi yıl Uhud savaşına katıldı. Sa’d bin Mu’âz kendisini gördü ve; “Ne o, nereye gidiyorsun?” diye sorduğunda; “Uhud dağının ardında Cennet’in kokusunu aldım. Cennet’e gidiyorum” dedi. Öyle savaştı ki, şehîd olduğunda vücûdunda seksen küsur yara görüldü. Hemşiresi, “Kendisinde tanınacak bir nişân kalmamıştı, elbisesinden tanıyabildim” dedi.
5- Doğru iş yapmalıdır. İç ile dışın bir olması adâlettir. İçinin dışından iyi olması fazîlettir. İçi dışına uymayan insana doğru denmez.
6- Bütün işlerde doğru olmalıdır. Nitekim hadîs-i şerîfte buyruldu ki:
“Bir mü’minin kalbi doğru olmayınca, îmânı doğru olmaz. Dili doğru olmayınca da kalbi doğru olmaz.”
Ebû Abdullah Mağribî'ye annesinden bir ev mîras kalmıştı. Evi elli altına sattı. Altınları bir keseye koyup beline bağladı ve hacca gitmek üzere yola çıktı. Yolda bir eşkıya yolunu kesip; “Neyin var?” dedi. “Elli altınım var” buyurdu. Eşkıya; “Altınları ver!” dedi. Ebû Abdullah (radıyallahü anh) çıkarıp altınları verdi. Eşkıya altınları eline alıp bir müddet düşünceye daldı. Sonra altınları geri verip, devesini çöktürdü ve; “Buyurunuz efendim, deveme bininiz” dedi. Ebû Abdullah hayret edip; “Sana ne oldu?” buyurdu. O kimse; “Siz, bu altınların bulunduğunu inkâr etmeyip doğruyu söylediğiniz için kalbimde size karşı muhabbet hâsıl oldu. Ben şimdiye kadar yaptıklarıma pişman olup, tevbe ettim. Sizinle berâber gelmek istiyorum” cevâbını verdi. Berâberce hacca gittiler.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.