Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Musîbete Sabır

Musîbete Sabır || Peygamberler Ansiklopedisi || Hadis Kütüphanesi

Belâlara sabretmek, beğenilen güzel huylardan olup, ebedî kurtuluşa sebeptir. Belâlara sabır, Hak yolunun yolcusuna farzdır. Sabır, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hasletlerindendir. Allahü teâlâ, Habîbine (sallallahü aleyhi ve sellem) sabrı tavsiye etti ve Ahkâf sûresi 35. âyet-i kerîmesinde; “O hâlde (ey Resûlüm, kâfirlerin eziyetlerine karşı) ülü’l-azm peygamberlerin sabrettikleri gibi sabret ve onlar hakkında azâb için acele etme!” buyurdu. Nûh (aleyhisselâm), kavminin eziyet ve sıkıntılarına; İbrâhim (aleyhisselâm), Nemrûd'un ateşine, İsmâil (aleyhisselâm), kurban olmaya, Ya’kûb (aleyhisselâm), Yûsuf'un (aleyhisselâm) ayrılığına ve görmemeğe; Yûsuf (aleyhisselâm), kuyuda ve zindanda kalmağa; Eyyûb de (aleyhisselâm) hastalığına ve başına gelen belâlara sabretti.
Dünyânın esâsı, mihnet ve sıkıntı üzerine kurulmuştur. Sıkıntıya sabretmekten başka çâre, katlanmaktan başka kurtuluş yoktur. Âlimler sabrı çeşitli şekillerde açıkladılar. Üç sabır çok sevgilidir: Tâata sabır, günâh işlememeye sabır, belâ ve mihnete sabır.
“Bahr-ül acâib”deki, Hazret-i Ali'nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Sabır üçtür: Musîbete sabır, tâata sabır ve günâh işlememeye sabır. Musîbete sabredene, Allahü teâlâ üçyüz derece ikrâm eder. Her derece arası, yerden göğe kadar mesâfedir. Tâata sabredene, Allahü teâlâ altıyüz derece ihsân eder. Her derece arası, yerin dibinden Arş'a kadardır. Günâh işlememeye sabredene, Allahü teâlâ dokuzyüz derece verir. Her derece arası, yerin dibinden Arş'ın üstüne kadardır.”
Allahü teâlâ sabredenlerin yardımcısıdır. Allahü teâlâ Bakara sûresi 153. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey îmân edenler! Sabırla ve namazla Allah'dan yardım isteyin. Muhakkak Allah'ın yardımı sabredenlerle berâberdir” buyuruyor. Sabır, bütün kapıları açan bir anahtardır.
Beyt:
Eğer sabr eder isen, sabır, işleri açar,
Çünkü sabr edenlere, Hak teâlâ olur yâr.
Hadîs-i şerîflerde; “Sabır, Cennet hazînelerinden bir hazînedir”, “Allahü teâlâ sabredenleri sever” ve “Eğer sabır insan olsaydı, kerîm bir insan olurdu” buyrulmuştur.
İnsana gelen her belâ ve sıkıntı, Allahü teâlânın takdîri iledir. Nitekim Hadîd sûresi 22. âyet-i kerîmesinde meâlen; (Kıtlık ve kuraklık gibi) ne yerde, ne de (hastalık ve afet gibi) nefislerinizde bir musîbet başa gelmez ki, biz onu yaratmazdan önce, o bir kitabda (Levh-i mahfûzda) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır” buyurdu. Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî buyurdu ki: “Bu âyet-i kerîme, herhâlde, rızâ üzere olmayı göstermektedir. Kul, her şeyin Allahü teâlânın takdîri ile olduğunu, Allahü teâlâ dilemeyince kimsenin kimseye zarar veremeyeceğini bilince, elbette sabreder. Feryâd edip, ağlayıp sızlamaz.
Şakik-i Belhî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Musîbete feryâd eden, Allahü teâlâya karşı gelmiş olur. Feryad etmek, ağlayıp sızlamak, belâ ve musîbeti geri çevirmez.”
Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Musîbet birdir. Musîbetin geldiği kişi, feryâd eder, ağlayıp sızlarsa musîbet iki olur. Biri musîbet, diğeri sevâbın gitmesi. Bu musîbet öncekinden daha büyüktür. Sabredenlerin karşılığı ise hesâbsızdır. Yâni sabredenlere verilen sevâbın mikdarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez.” Nitekim Zümer sûresi 10. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Sabredenlere mükâfâtları hesâbsız verilecektir” buyruldu. “Sahîh-i Buhârî”de Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte; Allahü teâlâ, bir şey vermek istediği kuluna mihnet ve musîbet verir.” “Sahîh-i Müslim”de, Ebû Sa’îd'in (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Mü’mine, derd, üzüntü, hastalık, eziyet gibi sıkıntı verici şeylerden biri gelirse, Allahü teâlâ bunu günâhlarına keffâret eyler.” “Sahîhayn”da, Câbir'in (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Mü’min, rüzgârın salladığı buğday başağı gibidir. Yâni bâzan düşer, bâzan kalkar. Doğru durmak istediği zaman diğer tarafa döndürür. Kâfir ise meyvesiz ağaç gibi olup, kesildiği zamana kadar hep başı dik durur” buyruldu. Yâni mü’min dâimâ sıkıntı, üzüntü ve dünyâ dertleri içinde bulunur. Sıkıntının, üzüntünün biri geçmeden diğeri bastırır. Kâfire ise, eceli gelinceye kadar bir zorluk gelmez. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem“Belâ, önce peygamberlere sonra evliyâya, sonra onlara benzeyenlere gelir” buyurdu.
Şiir:
Cânânın aşkı yolu belâdan başka değil,
Bir an belâsız kalmak orada revâ değil.
Belâ çek ki sen onun likâsına eresin,
Belâsız kişi varsa, o merd-i likâ değil.
Eğer senin canına, yüzlerce ok atılsa,
Îsâbeti O'ndandır, hiç biri hatâ değil.
Yüzlerce belâ içre, sen dostun ile hoş ol,
Onun olduğu yerde çün belâ, belâ değil.
Oradan ne gelirse, hepsi de doğru gelir,
Yan bakma, eğri bakış, burada vefâ değil.
“Kimyâ-yı Seâdet”de diyor ki: Şiblî'yi, Bağdat hastahânesinden deli diye çıkardılar. Yanına birkaç kişi geldi. Onlara; “Kimlersiniz?” diye sordu. “Senin dostlarınız” dediler. Yerden bir taş alıp, onlara doğru attı. Kaçtılar. Buyurdu ki: “Yalan söylediniz. Dost olsaydınız, dostun belâsına sabrederdiniz.” Allahü teâlâ Bakara sûresi 155. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey mü’minler! (İtâatkârı âsî olandan ayırd etmek için) sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltmekle, and olsun imtihân edeceğiz. Ey Habîbim! Sabredenlere (lütuf ve ihsânlarımı) müjdele” buyurdu. İmâm-ı Şafiî (rahmetullahi aleyh); “Bu âyet-i kerîmedeki korku, Allah korkusu; açlık, Ramazân-ı şerîf orucu; mal noksanlığı, zekât ve sadaka vermek; can, hastalık; meyve ise, çocuğun ölmesidir. Çünkü, çocuk, ana-babanın gönlünün meyvesidir” buyurdu. Sonra Bakara sûresi 156. âyet-i kerîmesinde, meâlen; “Sabredenler, o kimselerdir ki, kendilerine bir belâ geldiği zaman, teslimiyet göstererek; “Biz Allah'ın kuluyuz ve (öldükten sonra da) yine O'na döneceğiz” derler” buyurdu.
Allahü teâlâ, sabredenleri birçok iyi hasletlerle vasıflandırıp, Kur'ân-ı kerîmin yetmiş küsur âyetinde sabırdan bahsetmiştir. İyilik ve derecelerin çoğunu sabra bağlamış ve bütün bunları sabrın sonuçları, meyve ve netîceleri kılmıştır.
Allahü teâlâ Zümer sûresi 10. âyet-i kerîmesinde, her iyiliğin hudutları olan sınırlı bir mükâfâtı olduğu hâlde, yalnız sabrın mükâfâtının hudutsuz olduğunu bildiriyor. Yine Allahü teâlâ bizzât kendisinin sabredenlerle berâber olacağını Kur'ân-ı kerîmde vâdetti.
Yardım ve zaferi sabra bağlamak üzere de; “Evet, siz sabreder, (peygambere muhâlefetten) sakınırsanız, bu (nlar yâni düşmanlar) ansızın üzerinize (gadabla) gelecek olurlarsa, Rabbiniz size nişânlı beşbin melekle imdâd edecektir” buyuruldu. (Âl-i İmrân sûresi: 125) Aynı zamanda diğer hiç bir ibâdete toptan vâd etmediği birçok iyilikleri, toplu hâlde sabredenlerde toplamak üzere meâlen; “O teslimiyet gösterip Rablerine sığınanlar üzerine, Rablerinden mağfiret, rahmet (ve Cennet) vardır. İşte onlar, doğru yola erdirilenlerin tâ kendileridir” buyuruldu. (Bakara sûresi: 157) Hidayet, rahmet ve salevâtın hepsi sabredenlerde toplanmıştır.
Bu husûstaki hadîs-i şerîflerde Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem“Sabır, îmânın yarısıdır” ve îmândan sorduklarında da; “O, sabır ve cömertliktir” buyurdu. Yine; “Sabır, Cennet hazînelerinden bir hazînedir”, “Hoşlanmadığın şeye sabretmende büyük hayır vardır” buyurdu.
Ömer bin Hattâb'ın, Ebû Mûsâ el-Eş'ari'ye (radıyallahü anhümâ) yazdığı bir mektupta; “Sabra önem ver. Sabır iki şeye yapılır ki, biri diğerinden daha makbûldür. Meselâ, felâket ve musîbetlere sabır, güzeldir. Fakat bundan daha güzel ve daha makbûlü Allahü teâlânın haram kıldığı şeylere sabırdır. İyi bil ki, îmânı koruyan sabırdır. Zirâ iyiliklerin efdâli takvâdır, takvâ ise sabırla mümkündür.” dedi. Hazret-i Ali; “Îmân, dört direk üzerinde durur. Bunlar; yakîn, sabır, cihâd ve adâlet direkleridir. Bedende baş ne ise, îmânda sabır aynıdır. Başsız beden olmayacağı gibi, sabırsız da îmân olmaz” dedi. Habîb ibni Ebî Habîb, Sâd sûresinin 44. âyet-i kerîmesini okuduğu vakit; “Şâyân-ı hayrettir ki, sabır ahlâkını veren kendisi olduğu hâlde, sabredenleri övüyor” dedi ve ağladı. Ebud-Derdâ (radıyallahü anh) da; “Îmânın zirvesi, hükme sabır ve kadere rızâdır” dedi.
Ölüm, servetin mahvolması, hastalanmak, bir âzânın telef olması ve benzeri âfetlere sabır; en üstün makâmlardandır. Zîrâ belâ ve ibtilâ, nefse ağır gelen bir imtihândır ve aynı zamanda sıddîkların azığıdır. Bunun için Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Yâ Rabbî! Dünyâ musîbetlerini bana kolaylaştıran bir yakîni senden isterim” diye duâ etmiştir. Bu, bir sabırdır ki, dayanağı hüsn-i yakîn olduğu için, Süleymân Dârâni; “Vallahi, sevdiğimize sabredemiyoruz, ya hoşlanmadığımız şeylere nasıl sabredebiliriz?” demiştir. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadis-i kudsîde; Allahü teâlâ buyurdu ki; “Ben kullarımdan herhangi birine, bedeninde, malında veya evlâdında bir musîbet verdiğim vakit, onu güzel bir sabırla karşılarsa, kıyâmet günü onun için mîzân ve hesap kurmaktan hayâ ederim” buyurdu. Yine Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Sabırla kurtuluşu beklemek, ibâdettir.”, “Herhangi bir mü’mine bir felâket geldiği vakit, Allahü teâlânın buyurduğu gibi; “Allah'tan geldik, Allah'a döneceğiz” dedikten sonra; “Allah'ım, bu felâketten dolayı beni mükâfâtlandır ve bundan hayırlısını bana ver” derse, mutlak sûrette Allahü teâlâ dileğini yerine getirir.” Enesin (radıyallahü anhResûl-i ekremden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyetinde, “Allahü teâlâ Cebrâil'e (aleyhisselâm); Ey Cebrâil! İki gözü âmâ (kör) olanın mükâfâtının ne olduğunu bilir misin? buyurdu. Cebrâil; “Allah'ım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Biz ancak bize bildirileni bilebiliriz” dedi. Allahü teâlâ; “Onun mükâfâtı ebedî olarak Cennet’te kalmak ve benim cemâlime bakmaktır.” buyurdu. İmâm-ı Mâlik'in “Muvatta” adlı eserinde rivâyet edilen hadis-i kudsîde Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellemAllahü teâlâ buyuruyor ki: “Kulumu bir belâ ile ibtilâ (imtihan) ettiğim vakit, sabreder ve ziyâretçilerine beni şikâyette bulunmazsa, ona, etinden iyi et, kanından iyi kan veririm. İyileştiği vakit, günâhsız olarak iyileşir. Onu öldürürsem, rahmetime yâni Cennet’ime gider.” buyurdu.
Dâvûd aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Senin rızân uğrunda musîbetlere sabreden kederli kimsenin mükâfâtı nedir?” diye sorunca, Allahü teâlâ; “Ondan aslâ soymayacağım îmân kisvesini, ona giydirmemdir” buyurdu. Ömer bin Abdülaziz (rahmetullahi aleyh) bir hutbesinde; “Allahü teâlâ bir kuluna verdiği nîmeti alıp da karşılığında sabrı ona nasîb ederse, nîmete mukâbil verdiği sabır, o nîmetten daha efdâldir” buyurdu ve Zümer sûresi 10. âyet-i kerîmesini okudu.
Fudayl'e (rahmetullahi aleyh) sabırdan sorduklarında; “Allahü teâlânın kazâsına rızâdır” dedi. “Bu nasıl olur?” diyenlere; “Razı olan kimse, bulunduğu hâlden daha üstününü istemez” dedi.
Feth-i Mûsılî'nin hanımı bir defâsında düştü, tırnağı kırıldı. Bunun üzerine güldü. Kendisine; “Ayağın acımadı mı, niye gülüyorsun?” diyenlere; “Bunun sevâbının zevki, acısını bana unutturmuştur” dedi. Dâvûd aleyhisselâm, Süleymân'a (aleyhisselâm); “Mü’minin takvâsına üç şey delildir: Ulaşamadığı şeye tevekkül, eline geçene rızâ ve kaybolana da sabırdır” demiştir.
Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem“Acıya dayanıp, uğradığın felâketi kimseye duyurmaman ve şikâyette bulunmaman; Allahü teâlâyı tâzim ve O'na hakkıyla mârifettendir” buyurdu. Sâlihlerden birisi, koltuğunda kesesi ile pazara çıktı. Biraz sonra kesesini kaybetti. Arayıp bulamayınca; “Onu alanı Allahü teâlâ mübârek etsin, herhâlde benden daha çok muhtâçtı” dedi.
Hanım sahâbîlerin meşhûrlarından Hazret-i Ümmü Süleym'in oğlu ağır hastalanıp, babası Ebû Talhâ'nın evde bulunmadığı bir sırada ölmüştü. Ümmü Süleym onu yıkayıp kefenledi ve evin bir köşesine koydu. Buhurlayıp üzerini örttü. Ev halkına da; “Ebû Talhâ'ya oğlunun öldüğünü, ben söylemedikçe hiç biriniz söylemeyiniz!” diye tenbih etti. Akşam olunca, Ebû Talhâ (radıyallahü anh) eve geldi. “Çocuk nasıldır?” diye sordu. Ümmü Süleym (radıyallahü anhâ) da; “Çocuğun ızdırâbı dindi. Rahatlaştığını sanıyorum!” dedi. Hazret-i Ebû Talhâ, onun sözünden, çocuğun gerçekten iyileştiğini sandı. Ümmü Süleym (radıyallahü anhâ) akşam yemeğini hazırladı. Kocası oruçluydu. Ona yemeğini yedirdi, içirdi. O güne kadar hiç yapmadığı şekilde özenerek süslendi, ona karşı neşeli görünmeye çalıştı. Sonra yattılar. Gecenin sonuna doğru Ebû Talhâ (radıyallahü anh) mescide çıkmak isteyince, Hazret-i Ümmü Süleym; “Ey Ebû Talhâ! Şu komşumuzun yaptığına baksana!” dedi O da; “Ne oldu?” diye sorunca; “Benden emânet bir şey aldılar. Onu geri aldım diye ağlamaya başladılar” dedi. Hazret-i Ebû Talhâ; “Hiç öyle şey olur mu?” deyince, hanımı; “İşte, Allahü teâlâ bize verdiği emânetini geri aldı” diyerek, çocuğun öldüğünü kendisine bildirdi. O da bunun üzerine; “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn” dedi. Sonra sabah namazını kılmak için mescide gitti. Namazdan sonra çocuğunun öldüğünü ve hanımı ile arasında geçen durumu Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) haber verince, her ikisi için de; Cenâb-ı Hak, bu gecenizi hakkınızda mübârek eylesin!” diye duâ etti. O gece, Ümmü Süleym (radıyallahü anhâ), oğlu Abdullah'a hâmile kalmıştı. Bu çocuk, Ümmü Süleym'in, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile berâber katıldığı bir harpte dünyâya gelmiş; Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ona Abdullah ismini koyup, hakkında hayır duâ etmişti. Bu duânın bereketiyle Abdullah bin Talhâ'nın yedi veya dokuz oğlu olmuştu ki, hepsi de Kur'ân-ı kerîmi ezberleyip, hâfız olmuşlardı. Eshâb-ı kirâmın hanımlarından Ümmü Atıyye (radıyallahü anhâ) diyor ki: “Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), biz kadınlardan müslüman olduğumuzda, ölüye ağlayıp feryâd ve figân etmeyeceğimize dâir söz almıştı. Beş kadından başka kimse sözünde duramadı. Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) verdiği sözü aynen yerine getirenlerden biri de Ümmü Süleym'dir.” Ümmü Süleym (radıyallahü anhâ) dînîne son derece bağlı ve sabırlı bir kadındı.
Mu’âz bin Cebel (radıyallahü anh) anlatır: Benim bir oğlum vardı, vefât etti. Bunu duyan Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana şu mektubu yazdı:
Allahü teâlâ sana selâmet versin!
O'na hamd ederim. Herkese iyilik ve zarar, yalnız O'ndan gelir. O dilemedikçe, kimse kimseye iyilik ve kötülük yapamaz.
Allahü teâlâ, sana çok sevâb versin. Sabretmeni nasîb eylesin! O'nun nîmetlerine şükretmenizi ihsân eylesin!
Muhakkak bilmeliyiz ki, kendi varlığımız, mallarımız, servetimiz, kadınlarımız ve çocuklarımız, Allahü teâlânın, sayısız nîmetlerinden, tatlı ve fâideli ihsânlarındandır. Bu nîmetleri, bizde sonsuz kalmak için değil, emânet olarak kullanmak, sonra geri almak için vermişdir. Bunlardan, belli bir zamanda faydalanırız. Vakti gelince, hepsini geri alacaktır.
Allahü teâlâ, nîmetlerini bize vererek sevindirdiği zaman, şükretmemizi, vakti gelip geri alarak üzüldüğümüz zaman da, sabretmemizi emreyledi. Senin bu oğlun, Allahü teâlânın tatlı ve faydalı nîmetlerinden idi. Geri almak için sana emânet bırakmış idi. Seni, oğlun ile faydalandırdı. Herkesi imrendirecek şekilde sevindirdi, neşelendirdi. Şimdi, geri alırken de, sana çok sevâb, iyilik verecek; acıyarak, doğru yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsân edecektir. Bu merhamete, ihsâna kavuşabilmek için sabretmeli, O'nun yaptığını hoş görmelisin! Kızar, bağırır çağırırsan; sevâba, merhamete kavuşamazsın ve sonunda pişman olursun. İyi bil ki, ağlamak ve sızlamak derdi ve belâyı geri çevirmez. Üzüntüyü dağıtmaz! Kaderde olanlar başa gelecektir. Sabretmek, olmuş bitmiş şeye kızmamak lâzımdır.
Allahü teâlâ, hepinize selâmet versin! Âmin.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât'ın üçüncü cildi 59. mektubunda buyurdular ki:
Hak teâlâMuhammed aleyhisselâmın yolunda ilerlemenizi ve sizi her bakımdan kendisine bağlamasını nasîb eylesin! Kıymetli ve anlayışlı oğlum! Her gün insanın karşılaştığı her şey, Allahü teâlânın dilemesi ve yaratması ile var olmaktadır. Bunun için, irâdelerimizi O'nun irâdesine uydurmalıyız! Karşılaştığımız her şeyi, aradığımız şeyler olarak görmeleyiz ve bunlara kavuştuğumuz için sevinmeliyiz! Kulluk böyle olur. Kul isek, böyle olmalıyız! Böyle olmamak; kulluğu kabûl etmemek ve sâhibine karşı gelmek olur. Allahü teâlâhadis-i kudsîde buyuruyor ki: “Kaza ve kaderime râzı olmayan, beğenmeyen ve gönderdiğim belâlara sabretmeyen, benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın!” Evet fakirler, kimsesizler ve himâyeniz altında yaşamış olan çok kimseler, kendilerini gözettiğiniz ve koruduğunuz için, rahat ediyorlardı. Üzüntü nedir bilmiyorlardı. Onların hakîkî sâhibi, kendilerini yine korur. Siz her zaman iyiliklerinizle anılacaksınız. Allahü teâlâ, iyiliklerinizin karşılığını, dünyâda da, âhıretde de, bol bol ihsân eylesin! Selâm ederim.”
Beyt:
Âfet-i gamdan aceb, dünyâda kim âzâdedir?
Herkesin bir derdi var, mâdem ki Âdemzâdedir.
Bir hümâ-yı zevki bin sayyâd-ı gam tâkib eder,
Böyle bir mevhûma bilmem, halk neden üftâdedir?
“Gunyet-üt-Tâlibin”de bildirildi ki: Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûruna bir kimse gelip; “Ey Allah'ın Resûlü! Malım gitti, param gitti, vücûdum hasta oldu” dediği zaman, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem“Malı gitmeyen, parası bitmeyen ve hasta olmayan kimsede hayır yoktur. Zirâ Allahü teâlâ bir kulunu severse, onu belâya mübtelâ kılar. Ona belâ verdiğinde, ona sabır ihsân eder” buyurdu. Diğer bir hadîs-i şerîfte; “Kul için Allahü teâlâ katında derece vardır. Kul, bedeninde bir belâya mübtelâ olmayınca, ameli ile o dereceye kavuşamaz. Belâya mübtelâ olunca, o dereceye kavuşur” buyurdu.
Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi aleyh); “Sabır, muhâlefetten sakınmak, belâların acılığını yudum yudum tadarken sâkin olmak, geçimde fakirlik baş gösterince zengin görünmektir” buyurdu. Bâzı âlimler; “Sabır, belâ gelince güzel edeble durmaktır” dediler. Bâzıları da; “Sabır, âfiyet gibi, belâ ile de arkadaş ve ahbab olmak, onunla bulunmaktır” dediler. Nitekim Allahü teâlâ, Nahl sûresi 96. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ahde vefâ ile hükümlerdeki meşakkate ve kâfirlerin eziyetlerine sabredenlerin, karşılık ve mükâfâtını, amellerinden güzel ve çok ederiz” buyurdu.
İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi aleyh); “Sabır, kitap ve sünnet hükümleri üzerine sebâttır”, Yahyâ bin Mu’âz-ı Râzî (rahmetullahi aleyh); “Muhiblerin (sevenlerin, âşıkların) sabrı, zahidlerin sabrından zordur”, Bir kısım âlimler; “Sabır, şikâyet etmemektir”, Bâzıları; “Sabır hudu’, tevâzû ve yalvarma ile Allahü teâlâya sığınmaktır”, kimisi de; “Sabır, Allahü teâlâdan yardım istemektir” dediler. Bâzıları da; “Sabır, nîmet ve mihnet hâlleri arasında fark görmeyip, ikisinde de gönlün sâkin olmasıdır” buyurdular.
Mâverdî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Sabır, altı kısımdır: İlki ve en önemlisi, Hak teâlânın emirlerini yerine getirmekte ve yasaklarından sakınmakta sabır göstermektir. İkincisi; çeşitli zamanlarda karşılaşılan üzücü hadiseler ve durumlar karşısında sabretmektir. Üçüncüsü; elden çıkmış ve ulaşılması imkansız hâle gelmiş şeylere sabretmektir. Dördüncüsü; ileride meydana gelmesinden, endişe edilen korkunç olaylara ve gerçekleşmesinden korkulan musîbetlere karşı sabretmektir. Beşincisi; bekleyip umduğu bir nîmeti kazanmak için sabır göstermektir. Altıncısı; insanın karşılaştığı kötü ve korkunç hâller karşısında sabretmektir.”
Allahü teâlâ, resûlü Muhammed aleyhisselâma Nahl sûresi 127. âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyurdu: “Ey Resûlüm! Sabret! Senin sabrın da ancak Allah'ın yardımı iledir. Kâfirlerin yüz çevirmesinden mahzûn olma ve yaptıkları hîleden de telâş edip sıkıntıya düşme.” Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmeyi göndererek Resûlüne (sallallahü aleyhi ve sellem) sabretmesini emir buyurdu. Zirâ Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlâya ilmi ve îtimâdı herkesten daha fazla idi. Sabretmeye en lâyık ve evlâ olan da O'dur.
Sabır hakkında Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “İlim, mü’minin dostu, hilm vezîri, akıl delîli, amel hayra götürücüsü, yumuşaklık babası, incelik kardeşi, sabır askerlerinin komutanıdır.”
“İlim, mü’minin dostudur.” Çünkü, zafer ve kurtuluş ilim ile hâsıl olurken, ilim mü’min ile dostluk eder. Mü’min, ölümü esnâsında bile ilmi ister, işlerinde onun yardımını görür. Bilmediği şeyleri de nûru ile aydınlatır. “Hilm, (mü’minîn) veziridir.” Çünkü vezir, zor işleri yüklenmekle vazifelendirilmiştir. Mü’min ilme tâbi olmada, hilmden yardım görür, dünyâ sıkıntılarını hilme yükletir. “Akıl, (mü’minîn) delîlidir.” Çünkü akıl, mü’minin acele ve cehâlet ile bir işe girişmesine engel olur. O işin terk edilmesini sağlayıp, doğru yolu ve âkıbeti gösterir. Kötü işten koruyup, hatâdan muhâfaza yolunu açar. İlim ve akıl nîmetine şükretmekte cimri olmamak, ilmin ve aklın icâbıdır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Amel, (mümini her hayra) götürücüdür.” “Rıfk, (mü’minîn) babasıdır.” Çünkü yumuşaklık, yardım ve muvâfakatta mü’mine babası gibidir. Bir işe girişirken, rıfka mürâcât ve itâat etse, işi kolaylıkla hâsıl olur. Yumuşaklık ve incelik, mü’mine bitişik veya ayrı olmayıp, mü’minin sıfatıdır. “Sabır, (mü’minîn) askerinin komutanıdır.” Bütün bu hasletler asker, sabır da onların, komutanı durumundadır. Her biri, yapmaları gereken işleri sabır olmadan yapamazlar. Çünkü sabra tâbi olunmadıkça; nefsin aceleciliği ve vesvesesi, bütün güzel huyları bozar. Bütün bu hasletlere hükümrân olan sabır, mü’mine, işlerinde yeterlidir.
Zeynel Âbidin Ali bin Hüseyin (radıyallahü anh) buyurdu ki; “Bugün tâat husûsunda sabır göstermek, yarın âhırette azâba karşı tahammül etmekten çok daha kolaydır.”
Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Mü’minin ahlâkı; zenginlikte iktisat, genişlikte şükür, belâ ve musîbet zamanında sabırdır.”
Sehl bin Abdullah'a (rahmetullahi aleyh) sabır sorulduğunda, sabrın dört şekilde olduğunu bildirerek buyurdu ki: “1- Musîbetlere sabır, 2- İbâdetleri yapmaya devam etmekte sabır, 3- İnsanların eziyetlerine karşı sabır, 4- Fakirliğe sabretmek. Musîbetlere sabrettiğin zaman, ecir ve sevâba kavuşursun. Tâata (ibadetleri yapmaya) sabrettiğin zaman, Allahü teâlâdan yardım bulursun. İnsanların eziyetlerine sabrettiğin zaman, insanlar seni sever. Fakirliğe sabrettiğin zaman, Hakk'ın rızâsına kavuşursun. Sabır; nefsi, arzu ve isteklerden men etmektir.”
Ahlâkî ve edebî ilimlerde âlim olan Bâhilî, “Ez-Zehâir vel-a'lâm fî edeb-in-nüfûsî ve mekârim-il Ahlâk” isimli eserinde buyurdu ki; Sabır, takvâ sâhiplerinin mertebelerinin en üstünü, mü’minlerin derecelerinin en yükseğidir. Kendisine yapışanları hayırlı işlere götürür. Zararlı işlerden çevirir.
Nefsin arzu ve isteklerine uymanın netîcesi kötü işler olduğu gibi, sabra sarılmanın netîcesi de hayırlı işlerdir. Sabır, Allahü teâlânın sıfatlarındandır.
Allahü teâlâ, sabrı yarattı. Sabrı, peygamberlerine (aleyhimüsselâm) ve velîlerine mahsus kıldı. Sonra, Cennet’e girmelerine vesîle olması için, kullarından dilediğine sabır nîmetinden ihsânda bulundu. Sabırlı kullarını övdü. Onlara kat kat ecir verileceğini bildirdi.
Râd sûresinin 22, 23 ve 24. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Rablerinin rızâsını kazanmak için sabredenler, namazı (bildirilen vakitlerinde ve adabına riâyet ederek) kılanlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve âşikâre infak edenler (Allah yolunda harcayanlar), kötülüğü iyilikle savanlar (var ya), işte âhıret saâdeti onlar içindir. O saâdet, Adn Cennetleridir. Onlar atalarından, zevcelerinden ve zürriyetlerinden (soylarından) sâlih olanlarla berâber o Cennetlere girecekler. Melekler de her kapıdan yanlarına vararak; Sabrettiğiniz için, size selâm olsun. Âhıret saâdeti ne güzeldir diyeceklerdir.” Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîflerinde, “Cümle ilmin başı sabır, yarısı îmândır” buyurmuştur. İnsan, müptelâ olduğu belâya sabretmeli, tevbe istiğfârda bulunmalıdır. Musîbete uğrayan kişi, uğradığı musîbet yüzünden kahırlansa, yüzü değişip ağlasa bile, kimseye şikâyet etmeyip saçını sakalını yolmazsa, yine sabır sevâbına kavuşur.
Lokman Hakîm oğluna buyurdu ki: “Ey oğul! Altın, ateşle tecrübe edildiği gibi, kul da belâ ve musîbetlerle tecrübe edilir. Kulun derecesi, bunlara olan sabrı nispetinde anlaşılır.”
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Dünyâ husûsunda kendisinden aşağıdakilere, âhıret husûsunda ise kendisinden üstün olanlara bakanlar, şakîr (şükredici) ve sâbir (sabredici) diye yazılır.”
Akıllı kimse, Allahü teâlânın haram kıldığı şeyleri yapmama husûsunda sabır göstermeyi zor görmez. Çünkü haramlarda bulunan lezzet, helâl edilmiş olan mubâhlarda fazlasıyla mevcûttur Buna rağmen bâzı kimseler, haramların görünüşlerine aldanarak, onlarda lezzet var sanmakta, haramlara ve şüphelilere dalarak hakîkî lezzetten uzaklaşmaktadır.
İnsanın başına gelen sıkıntılara sabretmesi, îmânının kemâlini gösterir.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ben bir kulumun bedenine veya malına veya çocuğuna bir musîbet veririm ve o kul da buna sabrederse, kıyâmet gününde onu hesâba çekmekten hayâ ederim.
Sabır izzet kapısı, sabırsızlık illet kapısıdır.
Büyüklerden birisi buyurdu ki: “Sana bir musîbet geldiği zaman sabretsen de, sabretmesen de Allahü teâlânın takdîri yerine gelir. Eğer sabredersen, Allahü teâlânın takdîri yerine gelir ve sen sevap kazanırsın. Şâyet sabretmezsen, Allahü teâlânın takdîri yine yerine gelir. Fakat sen hem kendini üzmüş, hem de sevaptan mahrûm kalmış olursun. O hâlde sen her zaman sabret ki, her durumda kârlı çıkasın.”
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “İstemediğiniz durumlara sabretmedikçe, istediklerinize ulaşamazsınız. Arzu ettiğiniz şeyleri terketmedikçe, umduklarınıza erişemezsiniz.”
“Amellerin en üstünü nefsin istemediği şeylerdir. Bu da Allahü teâlânın haram kıldığı, yasak ettiği şeyleri yapmamak için sabır göstermektir.”
“Sabrederek ferahlığı beklemek ibâdettir.”
Büyüklerden birisi buyurdu ki: “Sana gelen bir musîbete sabırsızlık göstermen, gelen o musîbetten daha ağırdır. Sabırsız kimse, dünyâda kendisini helâk eder. Âhırette ise ecrini kaybeder.”
İbn-i Mübârek (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Musîbet birdir. Sızlanıp yakınınca, iki olur. Birincisi, musîbettir. İkincisi, sızlanma sonunda ecrin (sevâbın) zâyi olup gitmesidir. Bu ise en büyük musîbettir.”
İnsan sabrettiği, kendini tuttuğu takdirde, Allahü teâlâ musîbete büyük sevâb vereceğini vâd etmiştir. Allahü teâlâKur'ân-ı kerîminde meâlen; “Ey îmân edenler! (taata ve belâya) sabırla bir de namazla (Allahü teâlâdan) yardım isteyin. Şüphesiz ki, Allah (ın yardımı) sabredenlerle, berâberdir. (yâni sabredenleri koruyan ve onlara yardım edendir.)” (Bakara sûresi: 153)
Enes'den (radıyallahü anh) rivâyet edilen hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: Allahü teâlâya, kulunun şu iki yudumundan daha sevimli gelen (bir şey) yoktur: Hilm ile yutulan öfke. Hazmedilen, içe atılan musîbet. (İnsanın başına gelen musîbete sabretmesi.)
Sonra şu iki damladan da, Allahü teâlâya daha sevimlisi yoktur: Allah yolunda akan kan damlası. Gece karanlığında, secde hâlinde iken, akan gözyaşı. Sonra, bir kul şu iki adımdan başka, Allahü teâlâya daha sevimli gelen bir adım atmamıştır: Farz olan namaza giden adım. Akrabâ ziyâretine atılan adım.”
Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Hasta ziyâreti yapana ne ecir var?” diye sordu. Allahü teâlâ; “Onun günâhını affeder, doğduğu zaman nasıl temiz ise öyle günâhsız yaparım” buyurdu. Mûsâ (aleyhisselâm) tekrar; “Yâ, Rabbî! Ölüleri teşyî edene (vefatından kabre kadar hizmetini görüp uğurlayana) ne gibi ecir var?” diye sordu. Allahü teâlâ; “O vefât ettiği zaman, onun teşyî için melekleri gönderirim. Kabrine kadar onu uğurlayıp, sonra mahşere kadar götürürler” buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm tekrar sordu: “İbtilâya (bir belâya, bir musîbete) uğrayan kimseye nasıl bir ecir var?” Allahü teâlâ; “Arş'ın gölgesinden başka gölgenin olmadığı bir günde, onu gölgemde gölgelendiririm” buyurdu.
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Ey insanlar! Benden beş şeyi duyup ezberleyiniz. Bu olmazsa iki şey öğreniniz. Öğreniniz ama ezberleyip hatırınızda tutunuz. Uyanık olunuz dinleyiniz; herhangi birinizi, yalnız günâhı korkutsun! Bir ümîdi varsa, o da Rabbinden olsun! Bilmediği bir şeyi öğrenmek için, sizden hiç kimse utanmasın. Sonra, bilmediği bir şey kendine sorulduğu zaman; bilmiyorum demekten utanmasın. Biliniz ki, işleri yapmakta sabır, bedende baş gibidir. Baş bedenden ayrılınca, vücûd boş olur. Sabır olmayınca işler bozulur.”
Ebül-Leys Semerkandî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Kul hayırlı kimselerin derecesine ancak, şiddet ve sıkıntılara sabırla ulaşır. Sâlih zâtlar hastalık ve sıkıntı gelince, ferahlık duyarlardı. Çünkü bunu, günâhlarına keffâret bilirlerdi.”
Sa’îd bin Cübeyr'in, İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyetinde, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Cennet’e ilk çağrılacak olanlar, öyle kimselerdir ki, darlıkta ve genişlikte Allah'a hamd ederler.”
Ebü'l-Leys Semerkandî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: Anlatıldığına göre, Allahü teâlâ, dört kimseyi dört şey için delil sayar:
1- Zenginlere, Süleymân aleyhisselâm hüccet getirilir. Zengin; “Yâ Rabbî! Zenginlik, beni sana ibâdetten alıkoydu” der. O zaman Allahü teâlâ; “Sen, Süleymân'dan (aleyhisselâm) daha zengin değildin. Ama onu zenginliği ibâdetinden alıkoymadı” buyurur.
2- Kölelere Yûsuf aleyhisselâm örnek gösterilir. Köle; “Yâ Rabbî! Ben köleyim. Bu kölelik, sana ibâdete engel oldu” der. O zaman Allahü teâlâ; “Yûsuf da (aleyhisselâm) köle oldu. Ama onu kölelik bana ibâdet etmekten alıkoymadı” buyurur.
3- Fakirlere de Îsâ aleyhisselâm örnek gösterilir. Fakir; “Yâ Rabbî! İhtiyacım sana ibâdetten beni geri bıraktı” der. O zaman Allahü teâlâ; “Sen mi daha çok muhtâçtın, yoksa Îsâ mı? Îsâ'nın (aleyhisselâm) fakirliği, onu bana ibâdetten alıkoymadı” buyurur.
4- Hastalara da Eyyûb aleyhisselâm örnek gösterilir. Hasta; “Yâ Rabbî! Hastalık beni sana ibâdet etmekten alıkoydu” der. O zaman Allahü teâlâ; “Ey kulum! Senin hastalığın mı zordu? Yoksa Eyyûb'un (aleyhisselâm) hastalığı mı? Onu, hastalığı bana ibâdetten alıkoymadı” buyurur. Bu durumda Allah katında hiç kimsenin beyân edecek bir sözü kalmaz.
Ebud-Derdâ (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “İnsanlar fakirliği sevmezler, ama ben severim. Ölümü sevmezler, ama ben severim. Hastalığı sevmezler, ama ben severim. Hastalığı, günâhlarıma keffâret bilirim. Rabbime kavuşmak sevinciyle de ölümü severim.”
İbn-i Abbâs'ın rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Üç şey vardır ki, kime verilirse dünyâ ve âhıret hayırları ona verilmiş olur. Bunlar; kazâya rızâ, belâya sabır ve genişlikte duâdır” buyurmuştur.
Sâlim bin Yesâr (rahmetullahi aleyh) şöyle bildirdi: “Bahreyn'e gittiğim zaman zengin bir zât beni misâfir etti. Oğulları, kölesi ve çok malı vardı. Bununla berâber onu üzüntülü gördüm. Yanından ayrılırken; “Senin bir derdin mi var?” diye sordum. O da; “Evet. Eğer bir daha bu beldemize gelirsen yine evimizde misâfir ederiz” dedi. Ama bir şey anlatmadı. Daha sonra onlara vedâ edip ayrıldım. Aradan uzun bir zaman geçti. Tekrar o memlekete gittim. Fakat kapılarında hiç kimseyi göremedim. Kapıyı çalıp izin istedim. Güler yüzle beni karşıladı. Hâlini sordum. Zenginliklerinin kalmadığını, evlâtlarının öldüğünü, kölelerinin gittiklerini söyledi. Ben hayretle, şimdi öncekinden daha sevinçli olmasının sebebini sordum. O da; “Evet o zaman bolluk içindeydik. Fakat Allahü teâlâ, iyiliğimizin karşılığını dünyâda veriyor diye korkuda idim. Şimdi malım, evlâdım, kölelerim gidince ümidim çoğaldı. Allahü teâlâ bana olan ihsânını, ikrâmını, hayrını âhırete bıraktı. Bunun için sevincim çoktur” dedi.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

[blogger]

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget