Sular, sanki onu taşımanın idrâkinde imiş gibi, yavaş yavaş, kaldırıp indirerek uzaklaştırdı. Nil Nehri, Fir’avn’ın sarayının civârından geçerken büyük bir kanal ile, içinde sarayın da bulunduğu bahçeye ayrılırdı. Sandık bu kanaldan sarayın yakınına kadar geldi. Su almak için kanala gelen câriyeler sandığı sarayın bahçesindeki ağaçların arasında buldular. İçinde para vardır zannıyla alıp, açmadan Fir’avn’ın hanımına götürdüler. Fir’avn’ın hanımı olan Âsiye, sandığı açınca şaşırdı. Çünkü akıllara durgunluk verecek güzellikte bir oğlan çocuğu vardı. Allahü teâlâ Âsiye'nin kalbine, bu çocuğa karşı muhabbet ve acıma hissi verdi ve Âsiye büyük bir sevgi ile ona bağlanıp hep hizmetinde bulundu. Doğan çocukları öldürmekle meşgûl olan vazifeliler, bir çocuk bulunduğunu haber alınca, doğruca Âsiye'nin yanına gelerek, onu öldürmek istediler. Âsiye, onlara; “Sabredin! Bu çocuk İsrâiloğullarını arttırmaz ya. Ben Fir’avn'a gidip, onu bana bağışlamasını isteyeceğim. Bağışlarsa, iyilik etmiş olursunuz. Şâyet öldürülmesini emrederse, o zaman ne sözüm olur” dedi. Sonra bebeği Fir’avn'a götürdü. Fir’avn, bebeğin öldürülmesini istedi ve; “Bunun İsrâiloğullarından olmasından korkarım. Bu, bizim elinde helâk olacağımız ve onun sebebiyle mülkümüzün elimizden gideceği kişi olabilir” dedi. Âsiye, Fir’avn çocuğu kendisine bağışlayıncaya kadar susmadan hep konuştu ve nihâyet onu iknâ etti. Âsiye, çocuğu kurtarıp emniyette olunca, ona hâline göre bir ad vermek istedi ve ismini Mûşâ koydu. Çünkü o, (mû) ve (şâ) yâni su ve ağaç arasında bulunmuştu. Kıptî lisânında suya, mû, ağaca ise şâ derler. Arapçaya geçen bu kelime daha sonra Mûsâ oldu.
Kasas sûresinin 8-10. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyuruldu ki: “Bunun üzerine, Fir’avn’ın âilesi, daha sonra kendileri için bir düşman ve bir üzüntü sebebi olacak olan Mûsâ'yı (aleyhisselâm) bulup aldılar. Çünkü Fir’avn da, (Fir’avn’ın veziri olan) Hâmân da, bunların orduları da hep suçlu, hatâlı (müşrik ve günâhkâr insan) lardı.
Fir’avn’ın hanımı (çok merhametli bir kadın olan Âsiye binti Müzâhim, Fir’avn'a) dedi ki: “Bu çocuk, benim ve senin göz nûrumuz olsun. Onu öldürmeyin. Olur ki, bize faydası dokunur, yâhut onu evlât ediniriz.” Halbuki onlar işin farkında değillerdi.
(Evlâdının Fir’avn’ın eline geçtiğini haber alan) Mûsâ'nın (aleyhisselâm) annesi, kalbi (evlâdının derdinden, üzüntüsünden başka her şeyden) boş olarak (aklı başında olmayarak veya oğlunu hatırlamaktan ve onu düşünmekten başka hiç bir düşüncesi olmayarak) sabahladı. Hattâ o kadar oldu ki, şâyet biz, vâdimize inanan mü’minlerden olması için kalbine sabrı, sebâtı yerleştirmeseydik, az kalsın işi meydana çıkaracaktı. (Dehşetinden; O benim oğlumdur deyiverecekti. Fakat bizim ona verdiğimiz sâkinlik sayesinde mes’eleyi gizlemeye muvaffak oldu).”
Rivâyete göre, Âsiye, Mûsâ aleyhisselâmı Fir’avn'a götürüp, onu öldürmemesi için çok ısrâr etmişti. Hattâ, bu çocuğun İsrâiloğullarından olduğu kat’î belli olmadığını, başka bir kavimden olma ihtimâlinin de bulunduğunu bildirdi. “Hem İsrâiloğullarından olsa bile bir çocukla onların nüfusları mı artacak. Bu, hem senin hem de benim göz nûrumuz olsun. Bunu öldürmeyiniz. Olur ki bize faydası dokunur, yahut onu evlat ediniriz” dedi. Bu ısrâr karşısında Fir’avn, öldürmek fikrinden vazgeçti. Onu evlat edinmek husûsunda ise; “Ben istemem, senin olsun” dedi.
Tefsîr âlimleri; “Şâyet, Âsiye gibi Fir’avn da Mûsâ aleyhisselâmı benimsemiş olsa ve; Evet, berâberce bunu evlat edinelim” deseydi. Allahü teâlâ, Âsiye'ye nasîb ettiği gibi ona da hidâyet verirdi” diye bildirmişlerdir.”
İşte o günden sonra, Hazret-i Mûsâ, Fir’avn’ın sarayında yetişmeye başladı. Ne garip bir tecellî ve ne büyük bir hikmettir ki, Fir’avn, tâcının ve tahtının yok olup gitmesine sebep olacak bir çocuğu sarayında kendi kucağında büyütmeye başlamıştı. Hem de, tam bir hürmet ve büyük bir ihtimam ile yetiştiriliyordu. Bir taraftan bu çocuğu aramak, bulmak ve ortadan kaldırmak için hazîneler sarfediyor, binlerce masum yavrunun kanını akıtıyor; bağrı yanık anaların, gözü yaşlı babaların yüreklerini deliyor, bir taraftan da aradığı çocuğu bizzat kendi eliyle besleyip büyütüyordu.
İslâm âlimleri bildiriyorlar ki, âlemde bunun benzeri misâllere çok tesâdüf edilir. Ekseri zâlimlerin, kendi düşmanlarını kendi ellerinde besledikleri ve kendisine hizmetçi eyledikleri kimselerin elinde helâk oldukları görülmüştür. Allahü teâlâ, o zâlimlerden intikâmını başka sûretle de almaya elbette kâdir olup, her şeye gücü yeter. Bununla berâber, zâlimin pek aşağı gördüğü, hattâ hizmetçisi durumundaki birisi vâsıtasıyla helâk edilmesinde çeşitli hikmetler vardır. Böylece, zâlimin de âciz, zavallı, muhtâç bir mahlûk olduğu anlaşılmakta ve başkalarının bu hâlden ibret alması, kendine çeki düzen vermesi gerekmektedir.
Rivâyete göre, sarayda Âsiye tarafından evlad edinilen Hazret-i Mûsâ için, o gün bir süt anne bulunması kararlaştırıldı. Ne kadar süt anneler bulunduysa da, bebek hiç birini emmedi. Diğer taraftan, Hazret-i Mûsâ'nın annesi, çocuğunu Nil Nehri’ne bıraktıktan sonra, kendisi sandığı tâkib ederse dikkat çekeceğinden, sandığı tâkib etmesi ve durumdan kendisine haber vermesi için kızını, yâni Hazret-i Mûsâ'nın kardeşini gönderdi. Adının Meryem veya Gülsüm olduğu rivâyet edilen bu kız, kardeşi Mûsâ'nın bulunduğu sandığı tâkib etti. Nihâyet sandığın Fir’avn’ın sarayına götürüldüğünü, çocuğu emzirmek için süt anne arandığını, bunun için pekçok kadının saraya geldiğini gördü. Hattâ gelen kadınlarla birlikte saraya girdi. Mûsâ aleyhisselâmın hiç birinin sütünü emmediğini görünce çok sevindi. Sonra; “Size bu çocuğu emzirecek, onu güzel yetiştirecek bir hanımı haber vereyim, onun buraya gelmesinde size delâlet edeyim mi?” dedi.
Meryem, her ne kadar durumu sezdirmemeye âzamî gayreti gösteriyor, heyecanını gizlemeye çalışıyorsa da, diğer insanlardan farklı bir hâlinin olduğu belliydi. Bunu ilk farkeden, Fir’avn’ın veziri Hâmân oldu. Hâmân, Meryem'e; “Senin telâşın nedir ki, ona süt annelik yapacak birini bildiğini söylüyorsun? Yoksa bu çocuk senin kardeşin mi ha!” diye söylendi.
Meryem, durumun ne kadar hassas olduğunu, bunu hiç sezdirmemesi gerektiğini gâyet iyi biliyordu. Hemen kendini toparladı. “Hiç! Sarayda bulunanların, süt anne bulmak için olan telâş ve gayretlerini gördüğümden, onlara yardımcı olmak istedim o kadar” dedi. Bu husûslar, Kasas sûresinin 11 ve 12. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle beyân buyruldu: “Mûsâ (aleyhisselâmın) annesi, (kızı Meryem'e yâni Mûsâ'nın) kız kardeşine dedi ki: “Kardeşinin ardı sıra git! Onu tâkib et. Ne olduğunu anlayıp, bana haber getir”. O da Mûsâ'nın (aleyhisselâm) bulunduğu sandığın nasıl gittiğini, nereye vardığını uzaktan gözetledi. Onlardan hiç biri (ne Fir’avn, ne de başkaları, onun sandığı gözetlemek için geldiğini, hem de sandıkta bulunan çocuğun kendi kardeşi olduğunu) anlayamadı. (Onlar çocuğa süt anası bulunması için çalışıyorlardı.) Mûsâ'nın (aleyhisselâm) (kız kardeşi veya annesi gelmezden) evvel, biz Mûsâ'ya (aleyhisselâm) süt anaların sütünü emmeyi yasaklamıştık. (Böyle olunca o, getirilen süt analardan hiç birinin sütünü emmiyordu.) Mûsâ'nın kardeşi (Meryem), oraya kadar gelerek, bu hâli görünce, onlara dedi ki: “Ben size, bu çocuğun hizmetinde bulunacak, emzirilmesinde ve yetiştirilmesinde kusur etmeyecek ve ona nasîhatçi olacak bir âile bildireyim mi?”
Meryem böyle söyleyince hemen onunla alakalandılar ve; “Sen tanıyorsan, onu bulmamızda bize yardımcı ol!” dediler. Meryem dedi ki: “O benim annemdir.” “Annenin oğlu var mıdır?” dediler. “Hârûn nâmında bir oğlu vardır. Çocukların katlolunmadığı sene doğmuştu” dedi. Bunun üzerine; “Bu söylediklerin gerçekten doğru ise o kadını (anneni) getir!” dediler. Meryem, sevinç ve heyecanla annesinin yanına döndü ve olanları haber verdi. Sonra da annesini Fir’avn’ın sarayına götürdü.
Annesi saraya geldiğinde, Mûsâ (aleyhisselâm) Fir’avn’ın ellerinde ağlıyor, Fir’avn ise onu dindirmeye çalışıyordu. Oraya giren annesi (orada bulunalara göre yeni bulunan süt annesi) çocuğu kucağına alır almaz sesini kesti. Sütünü kabûl edip emmeye başladı. Fir’avn da günde bir dinâr ücretle, Mûsâ'yı ona, süt çocuğu olarak verdi.
Rivâyete göre bundan sonra, Hazret-i Mûsâ'nın annesi, oğlunu alıp evine götürdü. Böylece Allahü teâlânın, Kasas sûresinin 7. âyetinde; “…Muhakkak ki, biz yakın zamanda onu sana geri döndürürüz…” şeklindeki vâdi gerçekleşmiş oldu.
Nitekim Kasas sûresinin 13. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “İşte böylece biz, Mûsâ'yı (aleyhisselâm) annesine iâde ettik. Tâ ki onunla gözü aydın olsun. Onun ayrılığıyla hüzün çekmesin. Ve Allahü teâlânın vâdinin şüphesiz bir hak olduğunu bilsin. Lâkin insanların çoğu, Allahü teâlânın vâdinin hak olduğunu bilmez.”
Fahrüddîn-i Râzî hazretleri bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde, Dahhâk'ın (rahmetullahi aleyh) şöyle dediğini bildiriyor: “Mûsâ'nın (aleyhisselâm), diğer süt anaların sütlerini emmediği hâlde, bu hanımın sütünü emdiğini anlayan vezir Hâmân; Hazret-i Mûsâ'nın annesine; “Sen her hâlde bu çocuğun annesisin” dedi. O da; “Hayır. Ben onun annesi değilim” deyince, Hâmân; “Öyleyse bu çocuk, senden evvel başka kadınların sütünü hiç kabûl etmediği hâlde senin sütünü nasıl kabûl etti?” diye sordu. Hazret-i Mûsâ'nın annesi de; “Ey melik! Ben hoş kokulu, sütü tatlı olan bir kadınım. Her çocuk benim kokumu duyunca hemen bana sarılır ve sütümü emer” diye cevap verdi. Bunun üzerine orada bulunanların hepsi birden; “Doğru söylüyorsun” diye iltifât ettiler ve her biri ona altın ve cevâhirden, çeşitli hediyeler verdiler.
Rivâyete göre, Âsiye'nin evlat edindiği Hazret-i Mûsâ'ya böylece süt anne bulunmuştu. Âsiye, Mûsâ aleyhisselâmın annesine; “Yanımda, sarayda kal! Bu çocuğu emzir. Muhakkak ki ben, hiç bir şeyi bu çocuk kadar sevmiyorum” dedi. O da, Hârûn aleyhisselâmdan bahsederek, evinde başka bir çocuğu daha bulunduğunu söyledi. Sonra; “Evimi ve evimdeki çocuğumu terk edemem, helâk olurlar, müsâdeniz olur, gönlünüz rahat ederse, bana verin. Âileme, çocuğumun yanına götürüp, ona bakayım. Benimle olduğu müddetçe ona iyilikten başka bir şey yapmam. Aksi hâlde evimi ve evdeki çocuğumu bırakamam” dedi. Onun, oğlu Mûsâ'ya (aleyhisselâm) olan şefkâtinin çokluğu sebebiyle; “Her hâl ve şart altında, onu emzirmeye, ona bakmaya hazırım” demeyip de; “Evime götürmeye müsâde ederseniz ona süt annelik yaparım. Aksi hâlde evimi ve çocuğumu terk edemem” gibi Âsiye'yi zorlayıcı bir ifâde kullanmasının sebebi vardı. Çünkü Allahü teâlâ, kendisine çocuğunu yakın zamanda iâde edeceğini vadetmişti. Bir de yakînen, kat’î olarak biliyordu ki Allahü teâlânın vâdi haktır ve mutlaka gerçekleşir.
Nihâyet Âsiye bu teklifi kabûl etti ve annesi Hazret-i Mûsâ'yı alıp evlerine getirdi. Akşam; ciğerpâresini, nehre emânet etmekle gönlü mahzûn, Fir’avn'ın eline geçtiğini işitince, öldürecekler endişesiyle perişân vaziyette ciğeri yanan o gönlü yaralı anne; ertesi gün her türlü afetten kurtulmuş, selâmette ve her hâliyle rahat ve neşeli idi. Fir’avn’ın sarayında herkesten iltifât görüyor, her birinden çok kıymetli hediyeler alıyor ve işin en mühimi de, zâyi olmasından korktuğu ciğerpâresini kucağında buluyordu. Bu anda onun kalbinde bulunan rahatlık ve sürûru dile getirmek elbette mümkün değildir. Hazret-i Mûsâ'nın annesi, çocuğu kucağında olarak evine geldiği zaman, sevinç gözyaşları döküyor, Allahü teâlâya çok şükrediyor, yerinde duramıyor, âdetâ kendisini kaplayan sevinç ile uçuyordu. Bütün bu heyecan ve coşku esnâsında, kendini tutamayıp; “Bu bir süt çocuğu değil, benim kendi öz evlâdım, ciğerpâremdir” diye haykırıverirse durum tamâmen tersine dönebilirdi. O ise, bunu pekâlâ biliyor ve kendini tutmaya bilhassa gayret sarfediyordu. Allahü teâlâ onu muhâfaza etti ve bu husûsta bir tek kelâm söylettirmedi.
Nitekim Kasas sûresinin 10. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Şâyet biz, vâdimize inanan mü’minlerden olması için kalbine sabrı, sebâtı yerleştirmeseydik, az kalsın o, işi meydana çıkaracaktı. (“O benim oğlumdur” deyiverecekti. Fakat bizim ona verdiğimiz sâkinlik sâyesinde, mes’eleyi gizlemeye muvaffak oldu.)” Mûsâ aleyhisselâm biraz gelişip, hareket etmeye başlayınca, Âsiye, Hazret-i Mûsâ'nın annesine; “Çocuğumu bana göstermeni istiyorum” dedi. Sonra görüşmenin sarayda yapılması için aralarında bir gün tâyin ettiler. Âsiye, husûsî adamlarına ve me’murlarına; “Biriniz noksan olmamak üzere hepiniz oğlumu hediye ile karşılayacaksınız. Hakkınızdaki kanaatim, karşılama esnâsında göstereceğiniz dikkate ve ona vereceğiniz hediyelere bağlıdır” dedi. Bunun üzerine annesi ile birlikte evlerinden alınan Hazret-i Mûsâ, sarayda Âsiye'nin odasına götürüldü. Görülmemiş bir karşılama merâsimi yapıldı. Evlerinden çıkıp, saraydaki husûsî odaya girinceye kadar, her adımda, kıymetli hediyeler takdim edildi. İçeriye girince, Âsiye çok sevindi. Muhabbetle sarılıp, onu sevdi. Çok ikrâmda bulundu. Annesinin çocuğa çok iyi bakmış olmasına da hayran oldu. Sonra çocuğun, Fir’avn'a götürülmesini, onun da ikrâmda bulunacağını söyledi. Götürdüler, Fir’avn onu alıp, kucağına oturttu. Fir’avn'ın sakalı çok uzundu. Mûsâ aleyhisselâm, Fir’avn'ın sakalını yakalayıp sertçe çekti. Hattâ kıl da kopardı. Kucağına alır almaz, Fir’avn'ın yüzüne tokat vurduğu da bildirilmiştir.
Bâzı rivâyette bildirildi ki, Fir’avn’ın yanına geldiğinde, Mûsâ aleyhisselâmın elinde küçük bir kamçı vardı, onunla oynuyordu. Hazret-i Mûsâ, bir ara elindeki kamçı ile Fir’avn'ın başına vurdu. Fir’avn çok kızdı ve bunu kötüye yorumlayıp; “Aradığım düşmanım budur?” dedi. Çocuk boğazlayan adamlarına, onu öldürmeleri için haber gönderdi. Fir’avn'ın hanımı Âsiye, bu haberi öğrenince, koşarak Fir’avn'ın yanına geldi ve; “Bana bağışladığın bu çocuk hakkında ne yapmayı düşündün?” dedi. O da Mûsâ aleyhisselâmın yaptığını anlattı. Âsiye; “O çocuktur, aklı ermez. Bunu çocukluğundan yaptı. Ben şimdi ikimiz arasında ona bir iş yapayım da, hakkında haklı konuştuğumu anla” dedi. “Altın ve yâkut gibi ziynet ve kıymetli şeyler ile, bir de ateşin korunu önüne koyayım. Yâkutu alırsa, akıllıdır. O zaman onu öldürt. Ateş parçasını alırsa, anla ki çocuktur” dedi. Yanına, içinde altın ve yâkut olan bir tabakla; yine içinde ateş koru bulunan başka bir tabak koydu. Mûsâ aleyhisselâm, elini cevhere almak için uzatırken, Cebrâil aleyhisselâm, elini ateş koru bulunan tabağın tarafına çevirdi. Mûsâ aleyhisselâm bir ateş parçası alıp, ağzına koyuverdi. Ateş, mübârek diline değdi ve yaktı. Böylece dilinde az bir yara meydana geldi. Bu yara, konuşmasına te’sir etmişti. Tâ ki, ilk olarak Tûr dağına çıktığında, dilindeki bu hâlin gitmesi için Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ da kabûl edip, artık o hâlden eser kalmadı ve peygamberliği müddetince çok fasîh, düzgün ve en güzel şekilde konuştu.
Bunun üzerine Âsiye, Fir’avn'a; “Yaptığının, düşündüğünün doğru olmadığını gördün mü? O çocuktur, ne yaptığını, bilmez” dedi. Fir’avn da öldürmekten vaz geçti. Bu yolla da Allahü teâlâ, Fir’avn’ın yapacağı kötülüğü ondan çevirdi. Fir’avn'ın sarayında izzet ve ikrâm içinde kaldı. Allahü teâlâ, Fir’avn'a ve bütün insanlara onu sevdirdi. Onu gören herkes kalbinde, şüphesiz ona karşı bir muhabbet hâsıl olduğunu hissederdi.
Bu husûsta âyet-i kerîmede meâlen; “(Yâ Mûsâ!) sana tarafımdan bir sevgi ilkâ etmiştim” (Tâhâ sûresi: 39) buyruldu.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde; “Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâmı sevdi ve insanlara sevdirdi” buyurdu. Katâde (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Allahü teâlâ onun gözlerine öyle bir güzellik vermişti ki, kendisini görenin onu sevmemesi, ona âşık olmaması mümkün değildi.”
İbn-i Zeyd (rahmetullahi aleyh); “Yukarıdaki âyet-i kerîmenin meâli; “Her görene seni sevdirdim. Hattâ Fir’avn'a seni sevdirdim de, onun şerrinden, zararından kurtuldun. Âsiye binti Müzâhim de seni sevdi ve evlâd edindi” şeklindedir” dedi.
İbn-i Atıyye (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Allahü teâlâ ona, öyle bir güzellik vermişti ki, hiç kimse onun yüzüne bakmaya tahammül edemezdi.” Hazret-i Mûsâ bu şekilde Fir’avn’ın sarayında yetişti. Büyüyüp gelişti. Bülûğa erip, olgunlaştı. Artık, Fir’avn’ın binek hayvanlarına biner, onun giydiği gibi kıymetli elbiseleri giyerdi. İnsanların çoğu, Fir’avn’ın oğlu zannedip, süt çocuğu olarak geldiğini bilmezlerdi. Çok kimse onun sebebiyle haksızlık ve alay edilmekten kurtuldu. Kırk yaşına gelince, akrabâlarını öğrenip, onların yanına gitti.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.