Hazret-i Mûsâ verdiği sözde durdu. Müddetin tamamını, fazla olarak yerine getirdi. Yâni on seneyi doldurdu. Bâzı kaynaklarda, bu on seneyi tamamladıktan sonra, on sene daha kaldığı, böylece Hazret-i Şu’ayb'ın yanında geçen zamanın yirmi sene olduğu bildirilmiştir.
Bu müddetin sona ermesi ile Mısır diyârına dönmek için Hazret-i Şu’ayb'dan izin istedi. O da izin verip, vâd ettiği alaca kuzuların hepsini teslim etti. Mûsâ aleyhisselâm hanımı ve hizmetçileri ile berâber, babalarının (Hazret-i Şu’ayb'ın) hediyesi olan alaca kuzuları da alarak, bir kış mevsiminde yola çıktı. O zaman en büyük arzusu, kardeşi Hârûn'u bulmak ve bir yolunu bulabilirse, onu Mısır'dan çıkarmak idi. Mûsâ aleyhisselâm, yolları bilmeden sahrâda yol alıyordu. Soğuk bir kış akşamı karanlık bastırdığında, yolu, bereketli Tûr Dağı’na dayandı. Gök gürlemeye, şimşekler çakmaya ve yağmur yağmaya başladı. Hanımı hâmile olup, doğum sancıları içindeydi.
Hazret-i Mûsâ, çakmak taşını çıkardı, sürttü, fakat çakmadı. Işık ve kıvılcım vermedi. Şaşakaldı. Kalktı, oturdu. Çok hayret etmişti. Çakmak taşı o zamana kadar hiç öyle olmamıştı. Şaşkınlık ve sıkıntı ile düşünmeye başladı. Sonra, uzun uzun; bir hareket, bir his duymak için dikkatle etrâfı dinledi. O, bu hâlde iken, birden Tûr Dağı tarafından bir ışık gördü. Onu ateş sandı ve oradan ateş alabileceğini ümîd etti. Hanımına, oradan ateş almaya gideceğini, bir yere ayrılmayıp kendisini beklemelerini söyledi. Nitekim Kasas sûresinin 29-35. âyet-i kerîmelerinde bu husûsta meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Vaktâ ki, Mûsâ (aleyhisselâm) (kararlaştırılan) vakti tam olarak yerine getirdikten (tamam ettikten) sonra, (Hazret-i Şu’ayb'dan izin alıp) hanımıyla birlikte (Mısır'a gitmek üzere) yola çıktı. Yolda Tûr Dağı tarafından bir ateş gördü. Hanımına; “Siz burada eğlenin (bekleyin), ben bir ateş gördüm. Ümîd ederim ki, o ateşin bulunduğu yerden size, (yolu bildirecek) bir haber veya o ateşten bir parça getiririm. Umulur ki, onunla ısınırsınız. (Zirâ bu, soğuk ve karanlık bir gecede vâki olmuştu.)
Vaktâ ki, Mûsâ (aleyhisselâm) o ateşe vardığında (oradaki bir ağaçtan semâya doğru uzanan bir nûr gördü. Bu ağacın hangi ağaç olduğunda ihtilâf edilmiştir. Bâzıları; “Misvâk ağacı idi” demişlerdir. Mûsâ (aleyhisselâm) bu hâl karşısında hayretinden vücûdu titredi. Çünkü gördüğü büyük bir ateşti. Fakat, alevi ve dumanı yoktu. Sâdece yeşil bir ağacın içinden fevkalâde ışık saçan bir nûr yükseliyor, parlaklığı arttıkça ağacın yeşilliği de artıyordu. Mûsâ (aleyhisselâm), o nûra iyice yaklaşınca, nûrun geri çekildiğini gördü ve hayreti daha da arttı. Geri döndü. Eli boş dönmemek için tekrar o nûra geri gitti. Nûra doğru yaklaşırken, kendi kendine isteğini, ihtiyâcını söyledi.) “Sağ tarafındaki vâdiden, bereketli yerdeki ağaç tarafından nidâ olundu ki: “Yâ Mûsâ! Muhakkak ki ben, âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâyım. Asânı yere bırak! Bu nidâ üzerine asâsını yere bırakınca, asânın sanki bir yılan gibi titreyip debelendiğini, hareket etmeye başladığını gördü. (Mûsâ aleyhisselâm bu hâli görünce hayretle) arkasına döndü ve asâyı tâkib etmedi. (Bunun üzerine tekrar nidâ olundu ki:) “Yâ Mûsâ, yönünü ona çevir. Hiç korkma! Sen korkudan emîn olanlardansın.”
Elini koynuna sok. (Böylece elin,) her türlü illet ve hastalıktan sâlim ve ışık saçan güneş gibi beyaz olarak çıkar. (Bu beyazlık baras hastalığı olanlardaki gibi bir el değil, gözleri kamaştıran bir güneş ziyâsı gibi nûrlu idi.) Elinin böyle parlak olmasında, sana ve başkalarına bir ürkme gelirse, elini tekrar koynuna sok. Böylece yine evvelki normal hâline döner.
İşte bu ikisi (asâ ve yed-i beydâ mûcizeleri), Rabbin teâlâ tarafından Fir’avn’ın ve onun kavminin ileri gelenlerine iki hüccet, açık delil ve mûcizedir. Çünkü onlar fasık (kâfir) bir kavim oldular.
Mûsâ (aleyhisselâm Allahü teâlâya) arzetti ki: “Yâ Rabbî! Ben onlardan bir kimsenin (Fir’avn’ın kavminden bir Kıptî'nin) ölümüne sebep oldum. (Buna karşılık onlar da beni katletmeye karar verdiler. Sen bana yardım ettin. Ben, senin bu yardımınla kurtuldum. Şimdi beni gördüklerinde, o Kıptî'nin yerine) beni katletmelerinden korkuyorum. Kardeşim Hârûn, lisân bakımından benden daha fasîhtir. (Meramını daha iyi anlatır ve daha güzel açıklar.) Onu da benimle berâber, bana yardımcı olarak gönder ki, beni tasdik etsin. (Hakikatin özünü söyleyerek, delilleri açıklasın, şüphe ve tereddütleri gidersin.) Doğrusu ben, beni tekzip edeceklerinden, yalanlayacaklarından endişe ediyorum.” (Hazret-i Mûsâ'nın bu ilticasından sonra) Allahü teâlâ buyurdu ki: “Senin bâzunu kardeşinle kuvvetlendireceğiz, (Seni kardeşinle takviye edeceğiz) ve size düşmanlarınız üzerine bir galebe ve üstünlük vereceğiz ki, onların zararı size yetişmeyecek (ve sizi öldüremeyecekler) Bu âyetlerimizle (mûcizelerimizle) onlara gidin. (Onları Hakk'a dâvet edin. Mûcizelerinizi göstererek benim hükümlerimi tebliğ edin.) Siz ve size tâbi olanlar (Fir’avn ve kavmine karşı) gâlip geleceksiniz. (Burada Hazret-i Mûsâ'ya peygamber olduğu bildirildiği gibi, kardeşi Hârûn'un da peygamber olduğu bildirilmiş oldu.)”
O gün Mûsâ (aleyhisselâmın) üzerinde, yünden bir kaftan vardı. Eskimişti. Cübbesi (entârisi) ve takkesi de yünden idi.
Kaynak eserlerde bundan sonra, Allahü teâlânın Hazret-i Mûsâ'ya şöyle vahyettiği bildirilmiştir:
(... Ey Mûsâ! Benim resûlüm, peygamberim olarak kavmine git! Benimle görür, benimle işitirsin. Kuvvetim ve görmem seninle birliktedir. Seni, yarattıklarımdan zayıf birine (Fir’avn'a) gönderiyorum. Zayıf ve âciz olduğu hâlde nîmetimi inkâr eden, mekrimden emîn görünen, benden başkasına ibâdet eden, dünyâya aldanıp her şeyin Rabbi olduğumu inkâr eden, kendisini ve yaptıklarını bilmediğimi sanan o zavallıya seni gönderiyorum. İzzet ve celâlim hakkı için; merhametim sonsuz olmasaydı, onu, büyük bir şiddetle, helâk ederdim. Benim gadabımla; gökler, yeryüzü, denizler, dağlar, ağaçlar ve hayvanlar da gadablanır coşardı. Eğer göğe izin versem, ona taş yağdırır; yere izin versem, onu yutar; dağa emretsem, onu sarsar; denize söylesem, onu boğardı. Lâkin benim için bunlar hafiftir. Katımda küçüktür. Benim ona hiç ihtiyâcım yok, hiç bir mahlûkuma da yok. Bu, benim hakkımdır. Zengin ve fakiri yaradan benim. Her zengini zengin, her fakiri fakir yapan benim. Ona risâletimi, haberimi ulaştır ve onu bana ibâdet etmeye çağır. Birliğime ve bana karşı ihlâslı olmaya dâvet et. Ona, azâb ve cezâmın pek şiddetli olduğunu söyle. Ayetlerimi ona hatırlat. Gadabımın yerini tutan bir şey olmadığını anlat. Bunları yumuşak ifâdelerle söyle. Belki kendine gelir, ibret alır ve korkar. Ona güzel hitâbda bulun. Ona giydirdiğim dünyâ elbisesi seni korkutmasın. Zirâ onun her şeyi benim elimdedir. Gözünü kapayıp açması, konuşması, nefes alıp vermesi, hep benim ilmimledir. Ona affımın ve mağfiretimin, gadab ve azâbımdan daha çabuk olduğunu bildir ve de ki: “Rabbinin emirlerini yap. Çünkü O'nun mağfireti geniştir. Sana bu uzun hayat boyunca mühlet verdi. Sen ise ilâhlık dâvâsına kalkışıp, O'nu unutarak ibâdetten yüz çevirdin. Yine de gökten sana yağmur yağdırıyor, yerden senin için bitki bitiriyor ve sana sıhhat veriyor; tâ ki güçsüz, hasta, muhtâç mağlûb olmayasın. Dilerse, ânında sana cezâ ve belâ verir. Sana verdiği nîmetlerin hepsini alır. Lâkin o çok hilm sâhibidir.”
Allahü teâlâ tarafından, kendisine peygamber olduğu böylece bildirildikten ve tebliğe başlaması emredildikten sonra, ehlinin yanına dönen Hazret-i Mûsâ, Allahü teâlânın ihsân ettiği kolaylıkla, yoluna devam etti. Mısır'a geldi ve bu ulvî dâvet vazifesine başladı.
Rivâyete göre, Fir’avn’ın askerî bakımdan çok kuvvetli olduğu ve büyük ordusunun bulunduğu, Mûsâ aleyhisselâmın hatırına geldi. Ben ve kardeşim ise, sâdece birer kişileriz diye düşündü. Bunun üzerine Allahü teâlâ ona; “Siz ikiniz benim ordularımdan iki büyük ordumsunuz. Ben sizinle işitir, sizinle görür, sizinle bakarım. Sizinle olurum. Siz; zayıf, az ve ezik olmazsınız. Dilersem, ona, karşı koyamayacağı ordular gönderirim. Lâkin kendini beğenen, askeriyle gururlanan o şakî ve zayıf kişi (Fir’avn); az bir topluluğun benimle olunca, az olmadığını anlasın, benim iznimle büyük orduları yendiklerini bilsin. Onun süsleri sizi şaşırtmasın, sayıları sizi korkutmasın. İstesem, sizi dünyânın en iyi süs ve zînetleri ile süslerim de, Fir’avn bu husûsta çok aşağıda kalır. O ve adamları onları görünce, kendilerinde olanın, size verdiklerimin yanında çok az ve eksik olduğunu anlarlar. Dünyâlık ve zînet bakımından sizden süslü olmalarına hiç üzülmeyin. Zirâ bu benim evliyâma, sevdiğim kullara âdetimdir. Size, dünyâ nîmetleri ve lezzetlerini vermemem, merhametli bir çobanın, koyunlarını zehirli otların bulunduğu yerden menetmesi gibidir. Âhıretteki ihsânımızın çok ve bol olması içindir. Bilesin ki, kullarımın en güzel süsü, dünyâda zühd üzere olmalarıdır. İyi kulların süsü budur.”
Daha sonraki zamanlarda Mûsâ aleyhisselâma; “O zaman sana hitâb edenin Allahü teâlâ olduğunu nasıl anladın?” dediklerinde, buyurdu ki: “Mahlûkun konuşması bir taraftan olur ve kulak denilen his organı ile duyulur. Ben ise, Allahü teâlânın söylemesini, belli bir taraftan değil, vücûdumun bütün zerreleriyle işitiyordum. Buradan bunların mahlûk sözü değil, Allahü teâlânın kelâmı olduğunu anladım.”
Mûsâ aleyhisselâmın Medyen'den Mısır'a gelirken Tûr Dağı’na çıkması, orada Allahü teâlâdan kendisine vahiy gelmesi ve bundan sonraki durumu hakkında Tâhâ sûresi 9-36. âyet-i kerîmelerinde meâlen söyle buyrulmaktadır: “(Yâ Muhammed aleyhisselâm !) Mûsâ'nın (aleyhisselâm) haberi sana geldi mi? (O, fırtınalı, soğuk bir kış gecesinde ateş yakamayıp sıkıntıda iken) o sırada uzaktan (Tûr Dağı tarafından) bir ateş gördü. Hanımına; “Siz burada durun. Ben bir ateş gördüm. Ümîd ederim ki size o ateşten bir parça getiririm, yahut o ateşin yanında bana yolu gösterecek, târif edecek birini bulurum” dedi. Sonra o ateşin yanına vardı. (Bir de ne görsün. Yeşil bir ağaç var. Aşağısından yukarısına kadar bir beyaz ateş (nûr) o ağacı kuşatmış. Ne ateşin ziyâsı ağacın yeşilliğini bozuyor, ne ağacın yeşilliği nûrun parlaklığını değiştiriyordu. Bu bilinen bir ateş değil, ilâhi bir nûr idi. Hazret-i Mûsâ o nûra doğru yaklaşınca) Allahü teâlâ tarafından kendisine bir nidâ geldi ki; “Yâ Mûsâ! Ben senin Rabbinim!” diyordu. (Allahü teâlânın nidâsı, vahyi devam etti.) Ayakkabılarını çıkar. Şüphesiz ki sen, seçilmiş, temiz, mübârek ve mukaddes olan Tuvâ vâdisindesin.
Ben seni peygamber olarak seçtim. Sana vahyolunan şeyi işit.
Muhakkak ki ben, bir olan Allah'ım. Benden başka hak mâbud, gerçek ilâh yoktur. Bana ibâdet eyle ve husûsen zikrim için namazını edâ et.
Kıyâmet günü elbette gelecektir. Onun vaktini kullarımdan gizliyorum. (Zirâ onun vakti bilinmeyince insanlar her zaman ondan sakınırlar.) Kıyâmet günü geldiğinde herkes yaptığı amelin karşılığını görür. (İyi ise mükâfât görür; kötü ise azâb çeker.)
(Yâ Mûsâ!) Hevâsına tâbi olup, Allahü teâlânın emrine muhâlefet eden, kıyâmetin vukûuna îmân etmeyen kimse, sakın ola ki, seni kıyâmete inanmaktan alıkoymasın ve helâkine sebep olmasın.
(Allahü teâlâ) şu sağ elindeki nedir: Ey Mûsâ? buyurdu. O da dedi ki, “O benim asâmdır. Yürüdüğümde, yorulduğumda ve ayakta durduğumda ona dayanırım. Onunla koyunlarıma yaprak silkerim ve onunla başka işlerim de vardır.” (Yürüdüğümde asâmı omzuma kor, heybemi de ona asarım. Ona ip bağlayıp kuyudan su çekerim. Yılan ve akrep gibi zararlı hayvanları onunla öldürürüm.)
Bundan sonra Allahü teâlâ; “Yâ Mûsâ! O asâyı elinden yere bırak” buyurdu. O da bırakınca bir de ne görsün, o kocaman bir yılan (ejderha) olmuş, koşuyor, hareket ediyor.
Allahü teâlâ, onu tut! Korkma! Biz onu geri, evvelki hâli olan asâ şekline çeviririz buyurdu. O da tutunca asâ eski hâline geliverdi. (Bu hâl Allahü teâlânın Hazret-i Mûsâ'ya verdiği bir mûcize idi. İkinci bir mûcize olmak üzere ona) elini koltuğunun altına (koynuna) sokup çıkar ki herhangi bir kusurdan uzak, güneş gibi parlak, bembeyaz olarak çıksın. Elinde beyazlığı halkettik ki, sana büyük alâmetlerimizden bâzılarını göstermiş olalım, (Mûsâ aleyhisselâm bir mûcize olarak mübârek sağ elini koynuna sokup çıkarınca öyle parlak olurdu ki, gece ve gündüzde güneş ve ay gibi ziyâ verirdi.)
(Allahü teâlâ hazret-i Mûsâ'ya;) bu mûcizelerle Fir’avn'a git. Onu bana kulluk etmeye dâvet et ki, o, azgınlık ve taşkınlıkta, inâd ve kibirde pek ileri gitmiş, haddi asmıştır buyurdu.
(Böylece peygamberlik ile vazifelendirilmiş olan) Mûsâ (aleyhisselâm) arzetti ki; “Yâ Rabbî! Göğsümü geniş eyle (ki, sıkıntı ve meşakkatlere, Fir’avn ve orta tâbi olanların kötü ahlâklarına sabır ve tahammül edeyim. Fir’avn ve kavmine, senin bana verdiğin peygamberliği tebliğde), işimi âsân, kolay eyle. Lisânımdaki ukdeyi (düğümü) de çöz, hallet ki, Fir’avn ve kavmi sözlerimi anlasınlar. (Yukarıda anlatıldığı gibi, Mûsâ aleyhisselâm çocukluğunda Fir’avn’ın sarayında mübârek ağzına ateş almak mecbûriyetinde kalmış idi. Ağzına aldığı bu kor parçası, mübârek dilini yaktığından, lisânında bir düğüm, ukde meydana gelmişti. Tûr Dağı’nda, bunun giderilmesi için de duâ ve niyazda bulunmuş, duâsı kabûl edilip, lisânındaki kusur kaldırılmıştır. Yine Mûsâ aleyhisselâm, münâcâtına devam ederek dedi ki:) ve bana ehlimden (ailemden) kardeşim Hârûn'u vezir et ki, bana yardımcı olsun. (Hârûn aleyhisselâm Hazret-i Mûsâ'dan yaşça büyük ve lisânen daha fasîh idi. Fakat, Hazret-i Mûsâ'nın dilinde bulunan ukde kaldırılınca, ondan daha fasîh oldu.) Onunla arkamı kuvvetlendir. Onu; içimde (peygamberlikte, peygamberliğin hükümlerini tebliğde) bana ortak eyle. Tâ ki, seni çok tesbîh edelim. (Her türlü kusur ve noksanlıklardan uzak olduğunu zikredelim.) Verdiğin nîmetlerden dolayı sana çok hamd-ü senâ edelim. Şüphesiz ki, sen bizim hâlimizi en iyi bilensin ve görensin.
(Mûsâ aleyhisselâmın bu niyâzından sonra,) Allahü teâlâ; “Yâ Mûsâ! İstediklerinin hepsi sana verildi” buyurdu.”
Yine Tâhâ sûresinin 41, 42 ve 43. âyet-i kerîmelerinde Allahü teâlâ meâlen buyurdu ki: “Yâ Mûsâ! Ben seni kendime (peygamber olarak) seçtim. Şimdi sen ve kardeşin Hârûn, benim âyetlerimle (mucizelerimle) gidin. Benim zikrimde (emir ve nehylerimizi bildiren vahyimizi tebliğ etmekte, beni tesbîh etmekte ve bana ilticâ etmekte, sığınmakta) aslâ yorulmayın, usanmayın ve gevşeklik göstermeyin.”
Hazret-i Mûsâ'nın Tûr Dağı’na bu birinci gidişinde, kendisine peygamber olduğu ve daha başka bâzı şeylerle berâber ayrıca, Allahü teâlâ tarafından on levha hâlinde bâzı husûslar (esaslar) da bildirildi. “Arâis-ül-mecâlis”de nakledildiğine göre, on levha hâlinde bildirilen bu esaslar şöyledir.
“Rahmân ve Rahim olan Allah'ın ismiyle. Bu, Melik ve Cebbâr, Azîz ve Kahhâr olan Allahü teâlâdan, kulu ve resûlü Mûsâ bin İmrân'a yazılmıştır. Beni tesbîh ve takdis et! Benden başka mâbud yoktur, yalnız bana ibâdet et. Bana hiç bir şeyi şerik (ortak) koşma! Bana ve ana-babana şükret! Dönüş banadır. Akıbet, dönüp varılacak yer benim huzûrumdur. Sana temiz bir hayat veririm. Allah'ın sana haram ettiği hiç kimseyi öldürme! Yoksa göğü ve yeri sana dar ederim. İsmimle yalan yere yemîn etme! Çünkü ben, ismimi tâzim etmeyeni temiz ve pâk etmem! Kulağınla duymadığın, gözünle görmediğin ve kalbinle vâkıf olmadığın şeye şâhidlik etme! Çünkü ben, şâhidleri, kıyâmet günü, şâhidlikleri üzere durdururum ve yaptıklarından sorarım. İnsanlara verdiğim rızık ve nîmetlere hased etme! Çünkü hasetçi nîmetime düşmandır ve taksimime râzı değildir. Zinâ ve hırsızlık etme! Yoksa vechimi senden perdelerim, ettiğin duâlar makbûl olmaz. Benden başkası için kurban kesme. Çünkü yeryüzünde kesilen kurbanlardan benim ismimle kesilmeyenler benim katıma çıkarılmaz. Bana inanan kullarım, sakın zinâ etmesinler. Çünkü katımda en kızdığım şey budur. Kendin için sevdiğini insanlar için de sev, sevmediğini, kendin için istemediğini onlar için de isteme.”
Bu husûslar, Tevrât-ı şerîf nâzil olduğunda onda da bildirilmiştir. Âlimler de, değişik zamanlarda çeşitli peygamberler vâsıtasıyla gönderilen (bildirilen) hak dinlerin esâsının da, bu husûslar olduğunu söyleyip, haber vermişlerdir.
Rivâyet edilir ki: Allahü teâlâ ile olan bu vâsıtasız, mekânsız ve cihetsiz ve nasıl olduğu bilinmeyen ve mükâlemesinden (konuşmasından) sonra âilesinin yanına dönen, onlarla Allahü teâlânın ihsân ettiği kolaylıkla yoluna devam eden Hazret-i Mûsâ, peygamberlik vazifesi gibi büyük bir mes’ûliyetin kendisine verilmesinin heyecanı ile yol alıyordu. Allahü teâlâ vahyedip; “Korkma ve sabırsızlanma!” buyurdu. Diğer taraftan, o sırada Mısır'da bulunan Hazret-i Hârûn'a da vahiy geldi. Allahü teâlâ ona; Hazret-i Mûsâ'nın gelmekte olduğunu, ona ve kendisine peygamberlik verdiğini, onu (Hârûn'u) Hazret-i Mûsâ'ya vezir (yardımcı) yaptığını haber verdi ve; “Zilhicce ayının evvelinde, Cumârtesi günü, habersizce Nil Nehri kenarına Mûsâ'yı karşılamaya git!” buyurdu.
Hârûn aleyhisselâm, bildirilen zamanda gitti. Biraz sonra Hazret-i Mûsâ ve yanındakiler çıka geldi. İki kardeş güneş doğmadan önce, Nil Nehri kenarında karşılaştılar. Uzun müddet ayrılıktan sonra karşılaşan bu iki büyük peygamber ve iki kıymetli kardeş kucaklaşıp birbirlerinin boynuna sarıldılar. Sonra, Mûsâ aleyhisselâm ona; “Ey Hârûn! Haydi benimle gel. Fir’avn'a gidelim. Zirâ Allahü teâlâ ikimizi vazifeli olarak onu îmâna dâvete gönderdi” deyince, Hârûn; “Başüstüne” dedi.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.