Mûsâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarını denizden geçirip, Fir’avn ve kavminin denizde helâkini de görüp seyrettikten sonra yollarına devam edip giderlerken, yaptıkları öküz şeklindeki putlara tapmakta olan bir takım insanlar gördüler. İçlerinden câhilleri; “Biz de böyle tanrı isteriz” dediler. Mûsâ aleyhisselâm da; “Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Sizi O kurtardı” buyurdu. Bu husûsta, A’râf sûresinin 138-140. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyruldu:
“Biz, Benî İsrâil'e halâs verip selâmetle denizi geçirdik. (Yollarına devam edip giderlerken, öküz şeklinde yaptıkları) putlara ibâdet eden bir kavme uğradılar. Onları görünce, Benî İsrâil'in câhilleri, Mûsâ'ya (aleyhisselâm); “Yâ Mûsâ! O kavmin kendilerine mahsus putları olduğu gibi, bizim için de bir mâbud yap ki, biz de ona ibâdet edelim” dediler.
Mûsâ (aleyhisselâm) da onlara dedi ki; “Siz, Allahü teâlânın azametini, O'ndan başkasına ibâdet etmenin bâtıl olduğunu bilmeyen, câhillik eden bir kavimsiniz. Şüphesiz ki, şu putlara ibâdet edenlerin, din kabûl ederek içinde bulundukları hâl, kendilerini helâk edici ve işledikleri ameller de bâtıldır. (Yaptıklarında hayır yoktur. Âkıbetleri, îkâb yâni şiddetli azâbdır. Mûsâ aleyhisselâm sözüne devam ederek buyurdu ki: yâni) size Allahü teâlâdan gayrı bir mâbud mu talep edeyim. Hâlbuki O sizi, zamanınız insanları üzerine tafdîl etti. Sizi fazîletli kıldı. Başkalarına vermediği nîmetleri sizlere ihsân etti.”
Âyet-i kerîmede de bildirildiği gibi, Mûsâ aleyhisselâm, kavminden câhil olanların, çok çirkin ve pek yersiz olan böyle bir teklifte bulunmalarına çok üzüldü. Onlara; “Siz o kadar câhilsiniz ki, apaçık mûcize ve alâmetleri, görmeniz bile size yetmiyor. Putlara tapanlara gıpta ediyor, imreniyorsunuz. Halbuki onların hâlleri, gıpta olunacak bir şey değildir. Çünkü o gördüğünüz kimselerin, gittikleri yol, dinleri ve yaptıkları amelleri hep bâtıldır” dedi.
İsrâiloğullarının, Fir’avn’ın zulüm ve şerrinden yeni kurtulmuş olmakla; böyle bir söz söylememeleri hattâ bunu hatıra bile getirmemeleri icâb ederdi. Hâl böyle iken, câhil olanları bunu söylediler. Bu olacak şey değildir. Nitekim; “İnsanlar hiç düşünmeksizin, bâzan öyle sözler söylerler ki, o söze, divâneler bile şaşar” denmiştir.
Mûsâ aleyhisselâm, yine kavmindeki câhillerin uyanmaları ve bu sözlerinde ısrâr üzere bulunmamaları için nasîhat verdi. Allahü teâlânın, onları diğer insanlardan fazîletli kıldığını hatırlatarak, buyurdu ki: “Hak teâlânın, sizi, Fir’avn kavminin şerrinden kurtardığını, selâmet verdiğini düşünün. Hani onlar size şiddetli sıkıntılar, meşakkatli işler vererek azâb ediyorlardı. Hattâ erkek çocuklarınızı öldürüp, kız çocuklarınızı hizmetkâr olarak kullanıyorlardı. Bunlar sizin için büyük bir belâ ve sıkıntı değil miydi? Allahü teâlânın, düşmanlarınızı helâk edip, sizleri kurtarması da, sizin için büyük bir nîmet değil midir? O hâlde edebe riâyet edin. O'nun nîmetlerine şükredin. Nankörlük etmeyin. O'nu bırakıp başkasına tapmayı istemeniz, pek büyük bir hatâ ve en büyük kabahattir.”
Allahü teâlâ, Fir’avn ve avânesini boğup, Mûsâ aleyhisselâmı ve yanındakileri kurtarınca, Mûsâ aleyhisselâm, onikişer bin kişilik iki orduyu Fir’avn’ın şehirlerine gönderdi. Şehirler boş gibi idi. Allahü teâlâ, Kıbtî kavminin ileri gelenlerini, reîslerini, önderlerini, askerlerini, kumandanlarını helâk etmiş; geride kadın, çocuk, hasta ve yaşlılarından başka kimse kalmamıştı. Ordunun birine Yûşa bin Nûn (aleyhisselâm), diğerine ise Kâlib bin Yuknâ kumandanlık ediyordu. Ordular, Fir’avn’ın şehirlerine girdiler. Mal ve hazîne olarak ne varsa hepsini ganîmet olarak topladılar. Taşınabilecek olanları alıp götürdüler. Taşınamayacakları ise başkalarına sattılar.
Bu ganîmetlerin neler oldukları husûsunda, Duhân sûresinin 25-29. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “(Fir’avn ve kavmi, o denizde boğulduklarında), Mısır'da, ne çok bağlar, bahçeler, akar pınarlar, etrâfında ekinler, güzel konaklar, (oturacak saraylar, yüksek köşkler,) ülfet ettikleri, sevdikleri daha nice meyve ve nîmetlerini terk ettiler ki, onlarla nîmetlenmişlerdi. İşte biz, isyân edenlere böyle yaparız.
Biz o bağ ve bahçelere ve sâir nîmetlere, kendileri ile aralarında yakınlık ve münâsebetleri olmayan bir kavmi (Benî İsrâil'i) vâris kıldık.
Küfür ve şirkleri sebebiyle helâk olmalarına, yer ve gök ağlamadı ve onlara azâb vakti, geldiğinde, bir diğer vakte geciktirilmedi, kendilerine mühlet verilmedi.”
Şuarâ sûresinin 57-59. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyruldu ki: “Böylece Fir’avn ve kavmi, (Mısır'ın Nil Nehri sâhillerine yayılmış olan, geniş) güzel bahçelerinden, bahçelerin içinde kaynayan, akan pınarlarından, hazînelerinden (bu bahçelerde saklı bulundurdukları definelerinden) ve yüksek menzillerinden (güzel yapılmış saraylarından) çıkardık. (Bütün rahatlarını ve mal varlıklarını terkederek, İsrâiloğullarını tâkib için yola çıktılar.)
İşte onları Mısır'dan çıkarışımız böyle oldu ve onlara Benî İsrâil'i mîrasçı kıldık. (Bildirilen bahçeler, pınarlar, hazîneler ve yüksek menziller, güzel saraylar, daha sonra İsrâiloğullarına kaldı. Bütün bu servete onlar vâris oldular.)
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.