Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Erîha beldesinde bulunan Amâlikalılar ile harb etme durumu

Erîha beldesinde bulunan Amâlikalılar ile harb etme durumu || Peygamberler Ansiklopedisi || Hadis Kütüphanesi

Bilindiği gibi, Mûsâ aleyhisselâm, İsrâiloğulları ile berâber, dedelerinin asıl memleketi olan Ken’ân diyârına gitmek üzere Mısır'dan çıkmışlardı. Allahü teâlâ onlara, Arz-ı mev’ûd denilen yerde yerleşmeyi nasîb edeceğini vâdetmişti.
O zamanlarda, o beldelerde zâlim ve zorba bir kavim olan Amâlikalılar vardı. Bunlar, iri cüsseli ve kuvvetli kimselerdi.
Allahü teâlâ, zâlim ve zorba olan Amâlika kabîlesini (kavmini) helâk edip, Arz-ı mev’ûdu (Şam ve Filistin diyârını), İsrâiloğullarına vatan kılacağını Mûsâ aleyhisselâma bildirmişti.
Allahü teâlâ, İsrâiloğullarına, bu bölgede bulunan Erîha beldesine (şehrine) gidip yerleşmelerini emretti. Mûsâ aleyhisselâma vahyedip buyurdu ki; “Yâ Mûsâ! Ben, Erîha'yı sizin için memleket ve yerleşme yeri olarak yazdım, takdir ettim. Oraya git ve düşmanlardan kim varsa onlarla harb et! Muhakkak ki, onlara karşı sizin yardımcınız benim...”
Mûsâ aleyhisselâm, kavmine, Erîha beldesinde bulunanlarla harbetmek sûretiyle o beldeyi almaları icâb ettiğini, böylece kendilerine vâdolunan memleketlere varmış olacaklarını bildirdi. Toplanıp gidecekleri zaman, İsrâiloğulları, her zamanki itâatsizliklerini yine yaptılar. “Biz onlarla harb edeceğiz ama, bilmiyoruz ki, askerleri ne kadardır? Ne silâhları vardır. Önden adam gönderip, durumlarını anlayalım” dediler.
Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm her sıbtdan, yâni İsrâiloğullarının her bir kolundan birer temsilci seçti. Seçtiği bu temsilciler, iyi haber toplayan, sözünde sâdık ve vefâkar kimseler idi. Yûşa’ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ (aleyhimesselâm) da bu oniki kişi arasında idi.
Bu oniki kişilik temsilci heyeti, Erîha beldesine giderek, malûmat toplamaya başladılar. Tabi ki, oralarda bulunanlar zâlim ve zorba kimseler olup, hepsi de uzun boylu, cüsseli, güçlü kuvvetli idiler. Fakat her ne olursa olsun, onlarla muhârebe edip, şehri ele geçirmeleri lâzımdı. Bu muhârebede, Allahü teâlânın İsrâiloğullarına yardım edeceğini de vâdettiğine göre, muhârebeyi mutlakâ Mûsâ aleyhisselâm kazanacaktı. Hâl böyle olunca, Amâlikalıların güçlü, kuvvetli ve zorba kimseler olmasına hiç aldırış etmeden saldırıya geçmek icâbediyordu. Bununla berâber, hücûmda gevşek davranmak ve çekingenlik, İsrâiloğullarının âdetleri olduğundan, yine bir pürüz çıkarmamaları için, Amâlikalıların askerî güçlerinin fazla olduğunu, İsrâiloğullarına bildirmemek icâbediyordu.
Erîha beldesine incelemeye giden oniki kişi, bu sebepleri düşünerek, aralarında istişâre edip dediler ki: “Şâyet biz bu zorbaların hâllerini bütün teferruâtıyla, açık açık anlatır, haber verirsek; İsrâiloğulları, bunlarla muhârebe etmekten çekinirler. En iyisi biz, Amâlikalıların durumlarını aramızda gizleyelim...” Temsilciler aralarında bu şekilde anlaşıp İsrâiloğullarının yanına döndükten sonra, yaptıkları anlaşmayı bozdular. Yûşa’ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ hâriç, kalan on kişi sözlerinde durmayıp gördüklerini anlattılar. Bu iki zât ise, Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâmdan başkasına, Erîha'da gördüklerinden hiç bahsetmediler.
Başka bir rivâyete göre ise, oniki temsilci gidip araştırdıktan sonra, geri gelerek başka hiç kimseyle görüşmeden doğruca, Hazret-i Mûsâ'nın yanına vardılar ve gördükleri hâli olduğu gibi haber verdiler. O da, bu hâli gizlemelerini, İsrâiloğullarına bu şekilde haber vermemelerini emretti. Fakat, Yûşa’ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ hariç diğerleri söz dinlemeyip, kavme haber verdiler. Sözlerine sâdık olan bu iki zât ise Erîha beldesi hakkında bilgi verirken; “Orası çok güzel, çok hoş, nîmeti bol bir memleket, insanları dev cüsseli, iri yarı fakat kalbleri zayıf kimseler. Onlar size bir şey yapamazlar...” gibi şeyler söylediler.
Fakat, diğer on kişinin sözlerinde durmayarak, Amâlikalıların durumunu tam olarak anlatmaları sebebiyle, onların zâlim ve zorba kimseler oldukları İsrâiloğulları arasında yayıldı. Hal böyle olunca gitmekten çekindiler.
Mûsâ aleyhisselâm onlara; “Allahü teâlânın size takdir ettiği, sizi yerleştirmeyi vâdettiği yere, hep berâber gidin, korkmayın. Çekinmeyin. Ardınıza dönmeyin. Allahü teâlânın, yardımı elbette gelecektir. Çünkü vâdi vardır ve O'nun vâdi elbette haktır. Dolayısıyla siz hiç bir şeyden çekinmeyin. Bunlara riâyet etmez, söz dinlemezseniz, muhakkak zarara, ziyâna uğramış olur, perişân bir hâlde kalırsınız” dedi.
İsrâiloğulları ise, normalde kendilerine yakışan ve nankörlüklerine uyan cevâbı verdiler. “Hakikaten orada zorbalar var. Gerçekten, onlar oradan çıkmadıkça biz oraya giremeyiz” dediler.
Yûşa’ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ (aleyhimesselâm) da İsrâiloğullarını söz dinlemeye teşvik ederek; “Onlara aniden baskın yapın. Böyle yaparsanız gâlib olursunuz. Hakîkî îmân sâhibi iseniz, Allahü teâlâya güvenin. Zâlim ve zorba diye insanlardan korkmayın” dediler. Bu iki zât, İsrâiloğulları içindeki kabîlelerden Erîha beldesindeki kimseler hakkındaki haberleri duyanlara, korkulacak bir şey olmadığını bildirdiler. Allahü teâlânın yardım ve inâyetiyle Erîha'nın fethedileceğini söyleyerek, Hazret-i Mûsâ'ya yardımcı olmaya çalıştılar.
İsrâiloğulları, gitmeyeceklerini söylemekle de kalmayıp, içlerine düşen korku sebebiyle, ağlayıp sızlamaya, feryâd etmeye başladılar: “Keşke Mısır'da kalsaydık. Orada ölseydik. Yâhud burada, şimdi bulunduğumuz yerde ölsek de, Allahü teâlâ bizi o zâlimlerin, Amâlikalıların memleketine sokmasa. Yoksa oraya girersek kendimiz öldüğümüz gibi, kalan her şeyimiz de onlara ganîmet olur, yazık olur” dediler.
İsrâiloğullarının inâd ve tuhaflıkları hattâ küstahlıkları artarak devam ediyordu. Hazret-i Mûsâ'ya en olmadık sözleri söyleyerek, onu pek çok üzüyorlardı. “Siz ne kadar uğraşsanız ve gayret sarfetseniz yine boşuna. O zorbalar orada bulundukça biz oraya gitmeyiz. Şâyet çok istiyorsan Rabbinle berâber sen git. İkiniz onlarla savaşın. Bizi sorarsan, biz burada kalacağız” dediler.
Hazret-i Mûsâ onların bu sözlerine çok üzüldü ve gadablandı. “Yâ Rabbî! Sen, bu söz dinlemeyen toplulukla benim aramı ayır” diye duâ etti.
Allahü teâlâ vahyedip, o Arz-ı mev’ûdun kırk sene İsrâiloğullarına haram kılındığını, çölde kırk sene müddetle şaşkın şaşkın dolaşıp duracaklarını, onlar için canını sıkıp üzülmemesini bildirdi.
Mâide sûresinin 12. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Muhakkak ki, Allahü teâlâ Benî İsrâil'den ahd, kuvvetli söz aldı. Onların oniki sıbtının her birinden bir nakîb, temsilci göndermiştin...” buyruldu.
İsrâiloğullarının Hazret-i Mûsâ'ya îtirâz edip, Erîha'da bulunan Amâlikalılarla muhârebe etmekten çekinmeleri ve bundan sonraki durumları hakkında Mâide sûresinin 21-26. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Mûsâ (aleyhisselâm İsrâiloğullarına) dedi ki: “Ey kavmim! Hak teâlânın, sizin yerleşmeniz için takdir ettiği ve oraya girmenizi emrettiği mukaddes yere girin. O yerde bulunan zâlimlerden korkup da arkanıza dönmeyin. (Allahü teâlânın size emrettiğini yapmaktan kaçınmayın.) Yoksa dünyâ ve âhıret sevâbından mahrûm olanların, hüsrâna düşenlerin hâline dönmüş olursunuz.
(Mûsâ aleyhisselâmın bu sözlerine karşı) İsrâiloğulları dediler ki: “Ey Mûsâ! O mukaddes yerde zâlim ve zorba bir kavim vardır. Doğrusu, onlar oradan çıkmadıkça, biz kat’îyen oraya giremeyiz. Eğer onlar oradan çıkarlarsa, biz de muhakkak oraya gireriz.”
Allahü teâlâya îmân edip, O'ndan korkanlardan (Amâlika kavmi hakkında bilgi toplamak için gidip, o kavmin kuvveti ve çokluğuyla, alâkalı haberleri İsrâiloğullarına bildirmeyen Yûşa’ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ adındaki) iki kimse, İsrâiloğullarına dediler ki: “Ey İsrâiloğulları! Cebbârların (zâlimlerin) şehrinin kapısından hemen girin. (Onların vücutlarının büyük olmasından korkmayın. Biz onları gidip gördük ve öğrendik. Onların bedenleri büyük ve kuvvetli, fakat kalbleri zayıftır. Sizinle harb edecek rûhî metanetleri yoktur.) Bir defâ kapıdan girdiniz mi, (Allahü teâlânın vâdettiği yardımın size gelmesiyle) elbette siz gâliplerden olursunuz. Siz gerçekten inanan, Allahü teâlânın vâdini tasdik eden kimseler iseniz, (Allahü teâlânın kudretine, size yardım edeceği hakkındaki vâdine, Mûsâ aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanıyor, îmân ediyorsanız, düşmanların boy ve cüsselerine bakarak aldanmayınız ve onlardan korkmayınız. Size ilâhî yardımın geleceği husûsunda ve bütün her hâlinizde) Allahü teâlâya tevekkül ediniz. (O'na itimat ediniz. Yalnız O'na güveniniz ve cihâddan geri durmayınız!)
İsrâiloğulları dediler ki; “Yâ Mûsâ! Cebbârlar, zâlimler kavmi o bölgede bulundukları müddetçe biz oraya gidecek ve o beldeye girecek değiliz. Artık sen ve Rabbin berâber gidin de, ikiniz onlarla çarpışın, muhârebe edin. Biz burada kalıp, oturucularız. (Mûsâ aleyhisselâm onların cehâletlerinden, katı kalpliliklerinden, inâd ve dik kafalılıklarının fazla olmasından dolayı söyledikleri bu sözler üzerine çok üzülüp ve pek gadablanarak, Allahü teâlâya duâ edip;) “Yâ Rabbî! Ben kendimden ve kardeşim (Hârûn'dan veya bana tâbi olanlardan, dinde benimle kardeşlik edenler) den başkasına mâlik olamıyorum. Söz geçiremiyorum. Artık sen, bizimle bu fâsıklar topluluğunun arasını ayır dedi.
Bunun üzerine Allahü teâlâ ona buyurdu ki: (Şimdi kavmin içinde bulunan Kâlib ve Yûşa’ aleyhimesselâm hâriç, onlardan hiç birine, Arz-ı mukaddes'e girmek ve oralara sâhip olmak nasîb olmayacaktır.) Arz-ı mukaddes'e girmek onlara haram kılınmıştır. Artık onlar kırk sene müddetle bulundukları Tîh sahrasında, hayret içinde, şaşkın şaşkın dolaşırlar. O hâlde sen, böyle fasık bir kavmin o hâlleri için hiç mahzûn olma, kederlenme.”
Tefsîr âlimleri burada meâlleri verilen âyet-i kerîmeleri tefsîr ederken, özetle buyuruyorlar ki: İsrâiloğullarının, Hazret-i Mûsâ'ya; “Sen Rabbinle berâber git, savaş...” demelerindeki “Rabb” kelimesine zâhirî mânâsını vermek, yâni bu sözü; “Sen ve Rabbin olan Allahü teâlâ iki kimse olarak gidip, zorba kavim ile savaşın...” şeklinde anlamak uygun değildir. “Rabb” kelimesi burada efendi mânâsına kullanılmış olabilir. Böyle olunca, İsrâiloğulları, Hazret-i Mûsâ ile berâber Hazret-i Hârûn'u kastetmiş olurlar. Çünkü, Hazret-i Hârûn, Hazret-i Mûsâ'dan üç yaş büyük olmakla bu kelimeden maksadın burada o olduğu söylenebilir.
Âyet-i kerîmedeki “Rabb” kelimesi, Hak teâlâ mânâsına kullanılmış olsa, yine bunu; “Sen ve Rabbin olan Allahü teâlâ iki kimse olarak gidip, zorba kavim ile savaşınız” şeklinde anlamak uygun değildir. Bu hâlde; “Rabbinin yardım ve nusreti ile...” demek lâzım olur.
Şâyet, bu kelime ile maksat Hak teâlâ olsaydı, Allahü teâlânın cisim olmadığı için bir insan gibi, gidip savaşması muhal olduğundan yâni düşünülemeyeceğinden böyle söylemek ve düşünmek küfür olur. Şâyet hâl böyle olsaydı, Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlâya duâ ederken, onlar için, “...bu fâsıklar topluluğu...” demezdi, “...kâfirler topluluğu...” derdi. Bu husûsta, tefsîr âlimlerinden başka nakiller de vardır.
İsrâiloğulları, Hazret-i Mûsâ'yı çok üzmeleri sebebiyle kırk sene müddetle Tîh sahrasında âdetâ habsolundular. Ne yapacaklarını bilemez vaziyette şaşkın şaşkın dolaşırlardı. Bulundukları yer daracık, onlar ise pek kalabalıktı. Sabahleyin büyük şevkle ve gayretle, başka taraflara gitmek üzere oldukları yerden ayrılırlar; akşama kadar meşakkat ve zahmetle uzun yollar giderlerdi. Fakat Allahü teâlâ Tîh çölünden ayrılmamalarını dilediğinden, bir günlük sıkıntılı yolculuktan sonra vardıkları yerin, sabahki ayrıldıkları yer olduğunu görerek, çok hayıflanırlar, kendi kendilerine yanıp yakılırlardı. Yâni ne kadar yol giderlerse gitsinler, netîcede çıktıkları yere varırlardı.
Fakat onların tuhaflıkları, nankörlükleri hiç bitmiyordu. Bu kadar azgın, söz dinlemez, kıymet bilmez bir kavim oldukları hâlde, Allahü teâlâ, merhamet ve ihsânının sonsuz olması sebebiyle onlara rızık veriyordu. Gökten, men ve selvâ denilen tatlı ve et iniyor, onları yiyorlardı. Hazret-i Mûsâ bir yere asâsı ile vurmuştu ve taştan su çıkmıştı. İsrâiloğulları o sudan içiyorlardı ve su hiç kesilmiyordu. Allahü teâlâ tarafından bir bulut gönderilmişti. Bu bulut üzerlerinde bulunup onları gölgelendirirdi. Onlar ise, bunlara şükretmek yerine nankörlük etmekte ileri gidiyorlardı. Hattâ; “Selvâ ile etten bıktık, usandık. Bakla, soğan gibi değişik şeyler isteriz” demişlerdi.
Bu husûsta Bakara sûresinin 61. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Şunu da hatırlayın ki bir vakit (Hazret-i Mûsâ'ya); “Ey Mûsâ! Biz bir türlü yemeğe (kudret helvası ile bıldırcın etinden ibâret olan tek çeşit yemeğe) mümkün değil sabredemeyeceğiz. Artık sen bizim için Rabbine duâ et de, yerin yetiştirdiği şeylerden, sebzesinden, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından çıkarıver demiştiniz. O da size; “O hayırlı olan (sıkıntı ve meşakkat çekmeden gelen, âhırette ise hesâbı olmayan men ve selvâyı) şu daha aşağı olanla (istediğiniz şeylerle) değiştirmek mi istiyorsunuz?... demişti.”
Zaman akıp giderken, İsrâiloğullarının Arz-ı mukaddes'e girmesi haram olan kırk sene dolmuştu. Bu müddet içinde nesil değişmiş; “Biz o beldeye gidip, zorba kimselerle, kat’îyen savaşamayız...” diyenler ölüp gitmişler, yerlerine, onlara göre daha itâatkar, Tevrât'ın hükümlerine uygun amel etmeye çalışan ve her biri, harbedecek yaş ve kuvvette bir nesil yetişmişti.
Bu kırk senenin sonlarına doğru, Hârûn aleyhisselâm da vefât etmişti. Mûsâ aleyhisselâmın etrâfında Yûşa’ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ’dan başka eski yakınlarından hiç kimse kalmamıştı. Kavminin hepsi Hazret-i Mûsâ'ya itâat eder duruma gelmişti.
Mûsâ aleyhisselâm ümmeti ile birlikte Lût gölünün güney tarafına geldi. Orada bulunan Ûç bin Unk adında zâlim melik ile harbederek, Şerî’a nehrinin doğu kısmındaki yerleri ele geçirdi. Erîha şehrinin karşısındaki dağa çıktı. Uzaktan Ken’ân ilini (diyârını) gördü. Uzakta olmasına rağmen, oralar bu dağdan görülürdü.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

[blogger]

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget