Kârûn, Hazret-i Mûsâ'nın ümmetinden, akrabâlarından olup, amcası veya amcasının oğlu olduğu bildirilmiştir. Kârûn, önceleri fakir idi. Fakir iken güzel huylu idi. Tevrât'ı pek güzel okurdu. Hazret-i Mûsâ, buna duâ etti ve kimyâ ilmini öğretti.
Kârûn'un babası Yasher, onun babası Kâhis, onun babası Lâvî, onun babası da Ya’kûb aleyhisselâm idi.
Kârûn, Hazret-i Mûsâ'ya îmân etmeden önce İsrâiloğullarının başında Mısır Fir’avn’ının temsilcisi idi. İdâresi altında bulunanlara zulüm ve eziyet ederdi. Mûsâ aleyhisselâma inandıktan sonra, kendisini ilim ve ibâdete verdi. Ondan pek çok şeyler öğrendi. Hazret-i Mûsâ ve kardeşi Hazret-i, Hârûn'dan sonra, İsrâiloğullarının en bilgilisi idi. Tevrât'ı ezberden ve çok güzel bir şekilde okurdu. Yüzünün güzelliği fevkalâde idi. Bu yüzden ona; “Nur yüzlü” derlerdi. Kırk sene bir dağ başında ibâdet etti.
İblis, insan kılığına girip onunla birlikte ibâdet etmeye başladı. Hattâ ibâdette Kârûn'u geçti. Kârûn, iblîsin bu hâline imrenip, ona hürmet etmeye başladı. Bir gün İblis; “Ey Kârûn! Böyle ibâdet yapmakla, iyi mi yapıyoruz sanki? Baksana, İsrâiloğullarının hastalarını yoklayamıyor, cenâzelerinde bulunamıyoruz” dedi. Bu bahâne ile onu, dağdan indirip, insanların yakınına getirdi. Burada ibâdet etmeye başladılar. Çevrede oturan kimseler, onlara yemek getiriyorlardı. Bu hal, bir müddet böyle devam etti. Sonra iblîs yine; “Ey Kârûn! Başkaları getirip biz yiyoruz. Sanki iyi mi yapıyoruz? Bu hâlimizle, İsrâiloğullarına zahmet veriyor, onlara yük oluyoruz” dedi. Bunun üzerine Kârûn; “Öyleyse ne yapmamız lâzım” diye sorunca, iblîs; “Sâdece Cumâ günü çalışıp, diğer günler ibâdet edelim” dedi. Öyle yaptılar. Aradan bir müddet geçtikten sonra, iblîs tekrar; “Sanki böyle yapmakla iyi mi ediyoruz?” dedi. Kârûn; “Ne yapalım dersin?” dedi. İblis; “Bir gün çalışıp, bir gün ibâdet edelim. Böylece, sadaka ve hayırda da bulunuruz” dedi. Kârûn şeytanın teşviki ile, dünyâ malı toplamaya başladı ve gittikçe hırslandı. Daha çok mal toplamak gayretine düştü. Mûsâ aleyhisselâmdan kimyâ ilmini öğrenmiş ve hayır duâsına kavuşmuştu. Kavuştuğu bu nîmetlerin kadr ve kıymetini takdir edemeyip, bildiklerini dünyâ malı toplamaya harcetti. İnsanlara hizmet etmeyi hiç aklına getirmedi. Zenginliği ile dillere destan olup, darb-ı mesellere geçti. “Kârûn gibi zengin” sözü, onun sâhip olduğu mal sebebi ile ortaya çıktı. Mallarını hazînelere doldurdu. Hazînelerinin anahtarlarını, kırk katır taşırdı.
Kârûn zengin olunca, fakirliğindeki iyi, güzel hasletleri kaybetti. Azarak taşkınlık yaptı ve haddi ziyâdesi ile aştı. Böylece zulüm ve haksızlık yapmaya başladı. Zînetlerle süslü elbiselerle dışarı çıkar, göğsü ilerde, salınarak kibirle yürür ve elbiseleri yerlerde sürünürdü. Nitekim Kasas sûresinin 79. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kârûn, zînet ve ihtişâmı içinde kavminin karşısına çıktı” buyrularak, onun bu hâli haber verildi. Sonradan gördüğü için, altın eyerli beyaz bir ata biner, iki yanına, süslü elbiseler ve zînetlerle donatılmış yüzlerce köle ve câriyeler alır, halka gösteriş yapardı. Bunun da ötesinde İsrâiloğullarına ve Mûsâ aleyhisselâma karşı kibirlenir, işlerine karışarak muvaffak olmalarına mâni olurdu. Fakirleri aşağı görür, mal ve mülkünün çok fazla olmasına rağmen, cimriliğinden, kıyıp birazını bile fakirlere veremezdi. Nâsîhat edenleri, hiç dinlemezdi. Hattâ, duâsı ve öğrettiği ilim sâyesinde, mal ve mülke kavuşmasına vesîle olan Hazret-i Mûsâ'nın sözünün bile, İsrâiloğulları tarafından dinlenmesine tahammül edemez oldu. Hele Mûsâ'nın (aleyhisselâm), kardeşi Hârûn'a (aleyhisselâm) kurban kesme vazifesi (hibirlik) vermesi karşısında artık dayanamadı. Mûsâ'ya (aleyhisselâm) varıp; “Ey Mûsâ! Senin peygamberliğin, Hârûn'un hibirliği var. Benim ise böyle hiç bir şeyim yok. Halbuki ben, Tevrât'ı gâyet iyi okumaktayım. Buna nasıl dayanırım?” dedi. Mûsâ aleyhisselâm cevâbında; “Vallahi, Hârûn'a bu vazife ve makâmı, ben değil, Allahü teâlâ verdi” buyurdu. Kârûn; “Vallahi, bana bir beyân, bir alâmet göstermedikçe, seni bu husûsta tasdik etmem” dedi. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarının reîslerini toplayıp; “Bastonlarınızı getirin. Sabahleyin kimin asâsı (bastonu) yeşillenmiş olursa, hibirliğe o lâyıktır” buyurdu. Bastonları toplayıp, getirdiler. Mûsâ aleyhisselâm herkesin ismini, bastonunun üzerine yazdı. Hepsini alıp, Allahü teâlâya ibâdet ettikleri mâbedin içine bıraktı. Bastonlar, sabaha kadar orada dikili kaldı. Sabah olduğunda, Hârûn aleyhisselâmın bastonu kımıldadı ve yeşil yapraklar açtı. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm; “Ey Kârûn! Bunu ben mi yaptım?” buyurdu. Kârûn; “Vallahi, bu, sihirbazlarınkinden daha acâib bir şey değildir” dedi ve kızarak çıkıp gitti. Mûsâ aleyhisselâm da, inananlar ile birlikte oradan ayrıldı. Mûsâ aleyhisselâm, aralarındaki yakınlıktan dolayı ona müdârâ (yâni onu idâre) ederdi. Buna karşılık Kârûn, her zaman Mûsâ aleyhisselâma eziyetten, sıkıntı vermekten geri kalmazdı. Günden güne düşmanlığının şiddetini ve muhâlefetini daha da arttırdı.
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma, kavmine, elbiselerinin dört bir tarafına gök mavisi renginde bir şerit takmalarını emretmesini bildirdi. Mûsâ aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Bütün elbiselerinin, bu renkte olmasını emir buyurmaz mısın? Çünkü İsrâiloğulları, bu şeritleri beğenmezler” dedi. Hak teâlâ; “Ey Mûsâ! Benim emirlerimin küçüğü olmaz” buyurdu. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarını çağırdı ve onlara; “Allahü teâlâ, gördüğünüz zaman kendisini hatırlamanız için, elbiselerinize gök renginde şeritler takmanızı emrediyor” dedi. İsrâiloğulları, emrolunduğu şekilde yaptılar. Kârûn böbürlenip, bu emire itâat etmedi. Üstelik; “Bu işi, başkalarından ayırmak için efendiler kölelerine yapar” dedi.
Kârûn'un yaptıkları ve müslümanların ona nasîhatleri, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyruldu: “Kârûn, Mûsâ'nın (aleyhisselâm) kavmindendi. Fakat o, onlara (İsrâiloğullarına karşı, mal sebebi ile zulüm ve kötülükte bulunup, Hazret-i Mûsâ'ya muhâlefet ederek ona) karşı azgınlık etmişti. Biz ona, anahtarlarını taşımak bile, güçlü kuvvetli bir cemâate ağır gelen hazîneler verdik. O vakit kavmi (nden müslüman olanlar) ona şöyle dediler: “(Ey Kârûn!) Dünyâ malı ile şımarma! Çünkü Allahü teâlâ dünyâ malı ile şımaranları sevmez.” (Kasas sûresi: 76)
Dünyâ malı ile şımarmak ve dünyâya gönül bağlamak, ona sımsıkı sarılmak, insanı âhıretten alıkoyar. Dünyâ malı ile şımarmak, dünyâya muhabbet beslemenin netîcesidir. Halbuki dünyâ lezzetleri ve zevkleri geçici olup, kısa zamanda elden çıkarak yok olur. Büyüklerden biri şöyle buyurdu: “Dünyâya meyledenden başkası, onunla şımarmaz. Fakat, dünyâdan çok kısa zamanda ayrılacağını bilen kimse, dünyâ malı ile (dünyâlık ile) aslâ şımarmaz.” Böyle insanları Allahü teâlâ sevmez. Nitekim âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Dünyâ malı ile şımaranları Allahü teâlâ sevmez” buyrulmaktadır. (Kasas sûresi: 76) Çünkü dünyâ süsü ile şımarmak, Allahü teâlânın sevgisine mânidir. Mü’minler, Kârûn'a nasîhatlerinin devamında; “Allahü teâlânın sana verdiği zenginlik ve servet ile, âhıret yurdunu (yani Cennet’i) iste! “Onu tâate sarf eyle. Allahü teâlânın sana verdiği servet ile âhıreti elde etmeye çalış. Çünkü asıl maksat odur” dediler.
Âyet-i kerîmenin zâhirî, Kârûn'un âhırete inanan biri olduğunu bildirmektedir. Âyet-i kerîmede, malın; insanın Cennet’e ve tevâzû yoluna girmesine vesîle olması için sarfedilmesi istenmektedir.
Müslümanların, Kârûn'a yaptığı nasîhati bildiren âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Dünyâdan da nasîbini unutma!” buyruldu. (Kasas sûresi: 77) Burada birkaç husûs vardır:
1- Kârûn, tamâmen dünyânın zevk ve lezzetlerine dalmıştı. O, bundan men edildi.
2- Önceki âyet-i kerîmede; malını âhıret için sarfetmesi emredilirken, bu âyet-i kerîme ile, dünyâdan mubah yollarla faydalanmada bir mahzur olmadığı bildirildi.
Tefsîr âlimleri, bu âyet-i kerîmeye dayanarak, şunları bildirmişlerdir.
a) Dünyâda âhıret için amel yapmayı terk etme! Sıhhat, kuvvet, gençlik ve zenginliğini unutma! Onlarla âhıretini kazanmaya çalış. İnsanın dünyâdan nasîbi; Allah yolunda yaptığı harcama ile verdiği sadakalardır. Yoksa yiyip içtikleri, giyip eskittikleri değildir.
b) Dünyâdan kendinin ve ehlinin rızkını unutma!
Aynı âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Allahü teâlânın sana ihsân ettiği gibi, sen de O'nun kullarına (mal ile) ihsân et” buyruldu. (Kasas sûresi: 77) Mal ile ihsânın içerisine; mal ve mevki ile yardım etmek, güler yüz göstermek, iyi karşılamak ve iyi olarak anmak da dâhildir. “Allah'ın sana ihsân ettiği gibi” meâlindeki âyet; “Nimetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları artırırım” meâlindeki âyet-i kerîmeye tenbih içindir. Yine aynı âyet-i kerîmenin devamında, Allahü teâlâ meâlen; “Yeryüzünde fesâd arama, isteme. Çünkü Allahü teâlâ, fesâd çıkaranları sevmez” buyurdu. (Kasas sûresi: 77) Allahü teâlâya âsî olan herkes, yeryüzünde fesâd talep etmiş olur. Tefsîr-i Kebîr’de, fesâd ile, Kârûn'un zulüm ve taşkınlığının murâd olunduğu bildirilmiştir.
Kârûn, mü’minlerin yaptığı bu nasîhatleri kabûl etmedi. Şımarıklığının yanında, Allahü teâlânın kendisine verdiği nîmetlere nankörlüğünü git gide arttırdı. O dereceye geldi ki, utanmadan nîmeti kendinden bildi ve âyet-i kerîmede meâlen şöyle dediği bildirildi: “Bu servet, bana ancak bende olan ilim mukâbilinde verilmiştir” dedi. Âyet-i kerîmenin devamında Allahü teâlâ, meâlen; “O (madem ki âlimdi), kendisinden önce geçen asırlardaki nesillerden kuvvetçe ondan daha üstün, cemiyetçe (malca, yahut cemâatçe, sayıca) daha çok olan kimseleri, Allahü teâlânın hakîkaten helâk etmiş olduğunu bilmedi mi?” buyurdu. Âyet-i kerîmede, kuvveti ve malının çokluğu ile mağrur olması kınanmaktadır. Halbuki o, kendisi gibi, hattâ, kendisinden daha zengin, güçlü ve kuvvetli olanların hâllerini Tevrât’da okumuş, târihçilerden dinlemişti. O, kendisini helâkten koruyacak faydalı ilmi bilemedi. Bildiğini iddiâ ettiği ilim, onu helâk olmaktan koruyamadı. Sehl-i Tüsterî hazretleri şöyle buyurdu: “Nefsine bakan, ona kıymet veren kimse felâh bulmaz, onun hâli iyi olmaz. Sa’îd yâni âkıbeti iyi kimsede, sözleri ve işleri sebebiyle ucb (kendini beğenme) olmaz. Bu sebeple Allahü teâlâ, işlerinde ve sözlerinde, lütfunu ve ihsânını ona gösterir. Şakî yâni âkıbeti kötü kimse ise; işlerini, sözlerini ve hâllerini güzel görür. Allahü teâlânın kendisine lütûf ve ihsânda bulunduğunu görüp bilemez. Bundan dolayı, işlerini, sözlerini ve iyi hâllerini kendinden bilerek övünür. Bu hâllerini, nefsine nispet ederek, onların kendisinde bulunan fazîletlerden dolayı olduğunu zanneder. Sonunda, Kârûn gibi, bir gün yerin dibine geçirilir.”
Aynı âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “(Kıyâmette) mücrimlerden günâhları sorulmaz” buyruldu. (Kasas sûresi: 78)
“Kârûn, zînet ve ihtişâmı içinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ hayâtını arzu edenler; “Ne olurdu, Kârûn'a verilen (servet) gibi, bizim de olsaydı. O, hakîkaten büyük nasîb sâhibidir dediler. Kendilerine (berekete ve âhıret hâllerine dair) ilim verilenler de; Yazıklar olsun size! Îmân edip, sâlih amel işleyenlere Allahü teâlânın verdiği sevâb, (Kârûn'un malından ve dünyâdan) daha hayırlıdır. Bu sevâba ancak günâhlardan sakınıp, tâate sabredenler kavuşur dediler.” (Kasas sûresi: 79-80)
Dünyâya gönül bağlamış olanlara, bu sözü, Yûşa’ aleyhisselâm ve eshâbı gibi, ilim ve mârifet sâhibi dindar kimseler söylemişlerdir. Çünkü sevâb, pek kıymetli olup, dâimî olan Cennet nîmetlerine sebep olur. Halbuki; mal, mülk, servet gibi nîmetler, sevâba benzemez. Bunların yüzünden insana zarar gelebilir. Üstelik mal, mülk ve servet geçici ve iğretidir.
Kârûn, Mûsâ aleyhisselâma muhâlefette daha da ileri gidip, altından binâ yaptı. Orada yemekler hazırlatıp ziyâfetler vererek, İsrâiloğullarını yanına çekmeye çalıştı. Onlardan bir kısmı, ona iltifât etmeye, ziyâfetlerine gitmeye, sözlerine kanmaya başladı. Onun şatafat ve malına imrenip, onun gibi zengin olma hülyalarına düşenler oldu. Hattâ bâzıları onun emrine girerek, dediğinden çıkmaz oldular.
Mûsâ aleyhisselâm ona nasîhat ederek, yaptıklarına son vermesini istedi. Allahü teâlâdan zekât emri gelinceye kadar bu hâl böyle devam etti. Allahü teâlâ, mü’minlere zekâtı farz kılınca, Mûsâ aleyhisselâm, Kârûn'a, vereceği zekâtın miktarını söyledi. Fakat Kârûn eve dönüp, mal ve parasını hesap edince, vereceğini çok buldu. Nefsi, bunu vermeye yanaşmadı. İsrâiloğullarından nefsine uyanları toplayıp; “Mûsâ'nın her dediğine itâat ettiniz, ama o, şimdi, mal ve paralarınızı almak istiyor” dedi. Onlar; “Sen bizim büyüğümüz ve efendimizsin, ne yapmamızı istersen, söyle yapalım” dediler. “Size emrim, filan fâhişeyi buraya getirin. Mûsâ benimle zinâ etti desin, ona bahşiş verelim. Bunu yapınca, İsrâiloğulları, Mûsâ aleyhisselâma baş kaldırırlar, biz de kurtuluruz” dedi. Fahişeyi getirdiler. Kârûn, ona bin dirhem gümüş (akçe) verdi. Bin altın, hattâ bir tas altın verdi diyenler de oldu. Ve sonra ona; “Senin koruyucun benim, seni benim hanımlarımla birlikte bulunduracağım. Ama yarın, İsrâiloğullarının gözü önünde, Mûsâ benimle zinâ etti diyeceksin” dedi. Ertesi gün olunca, Kârûn, İsrâiloğullarını topladı. Sonra Mûsâ aleyhisselâma geldi. “İsrâiloğulları toplandı, seni beklerler, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını dinlerinin esaslarını, şerîatlarının hükümlerini onlara bildir” dedi. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm, onların yanına gitti. Anlatmaya başladı. “Hırsızlık yapanın, elini keseriz; iftirâ edene, seksen sopa vururuz; zinâ eden bekâr kimseye, yüz sopa vururuz; evli olan kimse zinâ ederse, ölünceye kadar onu taşlarız” buyurdu. Kârûn; “Ya bu işi sen yapmış olursan?” dedi. Mûsâ aleyhisselâm; “Ben de yapsam durum aynıdır!” buyurdu. Kârûn; “İsrâiloğulları, senin filan kadınla düşüp kalktığını söylüyorlar” dedi. “Ben mi?” buyurdu. “Evet” dedi. “Onu çağırın bakalım ne diyor? Şâhidlik ederse, yahut îtirâf ederse, dediği gibidir” buyurdu. Çağırdılar. Gelince, Mûsâ aleyhisselâm ona; “Ey kadın! Ben sana, bunların dediği gibi bir şey yaptım mı?” buyurdu. Sonra peygamberlik nûru ile ona bakıp; “Mûsâ'ya ve İsrâiloğullarına denizi yarıp yol yapan ve Mûsâ'ya Tevrât'ı indiren Allahü teâlâ hakkı için doğru söyle” dedi. Allah için doğruyu söylemesine yemîn verince, Allahü teâlâ kadına tevfîk ve yardım verdi. Kadın kendi kendine; “Bugün tevbe ile söze başlamam, Allah'ın peygamberine eziyet etmemden iyidir” diye düşündü ve; “Hayır, onlar yalan söylüyorlar. Ama Kârûn bana, benimle zinâ ettiğin iftirâsını söylemem için çok para verdi” dedi. Bu sözleri söyleyince, Kârûn şaşırdı, ne yapacağını bilemedi. Orada bulunanları bir müddet sessizlik kapladı. Mûsâ aleyhisselâm hemen secdeye kapandı. Hem ağlıyor, hem de; “Yâ Rabbî! Senin düşmanın bana eziyet etti, beni rezil ve rüsvâ etmek isteyip, çirkin bir fiille beni suçladı. Ey Allah'ım, onun cezâsını ver” diyordu. Allahü teâlâ, Hazret-i Mûsâ'ya başını secdeden kaldırmasını emir buyurdu. Yere de, Mûsâ aleyhisselâmın isteğine uymasını emretti. Mûsâ aleyhisselâm; “Ey İsrâiloğulları! Allahü teâlâ beni Fir’avn'a gönderdiği gibi, Kârûn'a da gönderdi. Ona uyan onunla kalsın, benimle olan ondan ayrılsın” buyurdu. İki kişi hariç hepsi Kârûn'dan ayrıldı. Sonra Mûsâ aleyhisselâm; “Ey toprak! Onları yut” buyurdu. Dizlerine kadar yuttu. “Ey toprak! Onları yut” dedi. Bellerine kadar yuttu, Sonra; “Ey toprak! Onları yut” buyurdu. Boyunlarına kadar yuttu. Sonra; “Ey toprak! Onları yut” buyurdu. Toprak onları içine alıp, kapandı. Böylece yerin dibine geçtiler. Kârûn ve arkadaşlarından hiçbir eser kalmadı.
Allahü teâlâ, Kârûn'u ve iki arkadaşını yere geçirince, İsrâiloğulları, kendi aralarında fısıldaşıp; “Mûsâ aleyhisselâm, Kârûn'un evini, mal ve hazînelerini elde etmek için ona bedduâ etti” dediler. Mûsâ aleyhisselâm, bunun üzerine Allahü teâlâya duâ edip, evini, malını ve hazînelerini de yere geçirmesini istedi. Bunun üzerine, Hak teâlânın emriyle Kârûn'un sarayı, mal ve hazîneleri de yerin dibine geçti. Nitekim Allahü teâlâ, Kasas sûresi 81. âyetinde meâlen; “Nihâyet biz onu (Kârûn'u) ve sarayını yere geçiriverdik. Artık Allahü teâlânın azâbından onu kurtarmağa yardım edecek hiçbir cemâati da yoktu. Kendisi de o azâbı men etmeye kâdir değildi” buyurdu.
Kârûn helâk olunca, Mûsâ aleyhisselâmın nasîhat edip, Allahü teâlânın azâbıyla korkuttuğu mü’minler, Allahü teâlâya hamd ettiler. Önceden Kârûn'un malını, saltanatını ve yaşayışını temennî edenler, pişman oldular. Allahü teâlâ bunu bildirerek, aynı sûrenin 82. âyetinde meâlen; “Dün onun mal ve saltanatını temennî edenler; “Vay, demek ki, Allahü teâlâ dilediği kimsenin rızkını genişletiyor ve daraltıyor. Eğer Allahü teâlâ bize lutfetmeseydi, bizi de yere batırmıştı. Vay, demek hakîkat şu ki, kâfirler aslâ kurtulmayacak” demeye başladılar” buyurdu.
Allahü teâlâ, peygamberi Mûsâ aleyhisselâmı ve mü’minleri her belâ ve sıkıntıdan kurtardı. Düşmanları olan Fir’avn'ı, Hâmân'ı ve Kârûn'u helâk eyledi. Nitekim Ankebût sûresi 39. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kârûn'u Fir’avn'ı ve (onun veziri) Hâmân'ı da helâk ettik. Gerçekten Mûsâ (aleyhisselâm), onlara apaçık delillerle gelmişti de, onlar yeryüzünde kibirlenip baş kaldırmışlardı (iman etmemişlerdi). Azâbımız onlara ulaşıp kurtulamadılar” buyurdu.
Allahü teâlâ, Kasas sûresinin 83. âyet-i kerîmesinde de meâlen; “İşte âhıret yurdu! Biz onu yeryüzünde tekebbür ve fesâd istemeyenlere veririz. Akıbet (Cennet) müttekîlerindir” buyurdu. Yâni, güzel akıbet; emirlerini yerine getirip, yasaklarından sakınmak sûretiyle, Allahü teâlânın azâbından korkan kimseler içindir. Yâhud, müttekîlerin âkıbeti, Cennet’te yerleşmektir.
Kârûn'un, bu şekilde mal ve mülkü ile birlikte batırılışının belli başlı sebepleri şunlardır:
1- Fakirliğinde tevâzû, zühd ve takvâ üzere iken, zengin olunca, mal ve mülküne kibirlenerek, onların kendisini kurtaracağını zannetmesi. Bu şekilde mal ve servet ile kibirlenmek, İslâm âlimlerinin eserlerinde şöyle izâh buyrulmuştur:
Mal ve servet ile kibirlenmek, hükümdârlar ile zengin tüccarlarda görülür. Hükümdârlar, hazînelerinin dolu olmasından, tüccarlar da, sermâye ve servetlerinin çokluğundan öğünürler. Mal, mülk sâhibi olan bir kısım kimseler, birbirlerine; “Benim çiftliğim seninkinden çok, elbisem daha mükemmel, atım, arabam seninkinden daha kıymetli” gibi sözler söyleyerek öğünürler. Buna benzer sözlerle zenginler, fakirlere üstünlük taslar ve onları hakir görerek; “Ben istesem seni toptan satın alırım, hattâ seni hizmetçiliğe bile kabûl etmem, sen kim oluyorsun? Cürmün ne ki hükmün n’ola? Benim arabamın tekerleri seni satın alır. Senin bir yılda yiyemediğini, ben, bir günde sadaka olarak dağıtırım” şeklinde laflar söylerler. Bütün bu sözleri, zenginliği üstün, fakirliği aşağı gördükleri için sarf ederler. Halbuki bu sözler, onların, fakirliğin fazîletini, zenginliğin âfetlerini bilmediklerindendir. Mal ve mevki ile övünmenin değersiz olduğu, Kehf sûresinde beyân buyrulmuştur. “(Arkadaşına); Benim malım seninkinden fazla, cemâatim de (evlatlarım, hizmetçilerim veya aşiretim de) daha üstündür” dedi. (Arkadaşı da ona); “Eğer mal ve evladca beni kendinden aşağı görüyorsan, umarım ki Rabbim (îmânım cihetiyle) bana, senin bahçenden daha hayırlısını verir ve seninkinin üzerine (küfrün sebebiyle) gökten bir belâ gönderip, ayak kayacak düz toprak olur. Yâhud bahçenin suyunu yere batırır da bir daha bulamazsın!” (Kehf sûresi: 39-41)
Allahü teâlâ onların aralarında geçen bu ibretli konuşmaları beyân buyurduktan sonra, mal ve mülkü harâb olunca pişman olup, “Keşke Rabbime kimseyi ortak koşmasaydım” (Kehf sûresi: 42) diyeceğini bildirdi. Kârûn'un kibirlenmesi de mal ve mülküne güvenmesindendi. Bu husûs, Kasas sûresi 79. âyet-i kerîmesinde bildirilmiştir.
Bir gün Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem), bir zenginin yanına bir fakirin oturduğunu ve buna memnun olmayan zenginin, eteklerini topladığını görünce; “Yoksulluğunun sana ulaşacağından mı korktun?” buyurdu. O zenginin bu davranışı, malıyla kibirlenmesindendi.
Bu hastalığın tedâvisi, servetin afetlerini, ondaki kul haklarını ve gâilelerini düşünmektir. Yoksulluğun fazîletini, Cennet’e ilk önce fakirlerin gireceklerini ve kendisinden çok daha fazla mala sâhip, nice zenginlerin bulunacağını düşünerek, ucb ve kibrini kırmalıdır. Resûl-i ekremin (sallallahü aleyhi ve sellem); “Önceki ümmetlerde kibir sâhibi birisi, eteklerini yerde sürüyerek yürürdü. Gayret-i ilâhiyyeye dokunarak, yer bunu yuttu” buyurduğunu hatırlamalıdır. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), bu hadîs-i şerîfi ile, malıyla böbürlenenlerin cezâlarına işâret buyurmuştur.
Eshâb-ı kirâmdan olan Ebû Zer (radıyallahü anh) şöyle anlatır: “Bir gün Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mescide girmiştik. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) “Başını kaldır” buyurdu. Ben de başımı kaldırdım, güzel elbise giymiş bir kimse gördüm. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) tekrar; “Başını kaldır” buyurdu. Bu defâ da eski elbise giymiş bir kimse gördüm. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Ey Ebû Zer! Şu eski elbiseli, o yeni elbiseliden yer dolusu kadar hayırlıdır” buyurdu.
Bunlar ve daha nice haberler, Allahü teâlâ katında, mala düşkün olan zenginlerin hakîrliğini ve îmânlı, sabırlı fakirlerin şerefini anlatmaktadır. Bunları bildikten sonra bir mü’min için serveti ile ucb edip, kibirlenmek düşünülür mü? Hattâ bütün bunları bilen bir müslüman, serveti helâlinden kazanarak meşrû yola sarf edip edemediği ve eline geçen malın hakkını verip veremediğini düşünerek dâimâ korku içerisinde olur.
2- Kârûn; şerrinden müslümanları korumak, doğru yolda gitmesine vesîle olmak için Mûsâ aleyhisselâmın müdârâ (idâre) ettiği bir kimseydi. Onun yaptığı bütün eziyetlere, kendisine verdiği sıkıntılara hep sabrederdi. Kendisine veya başkalarına zarar gelme korkusundan dolayı, iyiliği emretmek ve haramı men etmek mümkün olmazsa, böyle fitneye mâni olmak için susmaya, müdârâ etmek denir. Kalbi, haramı men etmek istediği hâlde, müdârâ yapmak câizdir. Hattâ, sadaka sevâbı hâsıl olur. Müdârâ ederken tatlı dilli ve güler yüzlü olmak lâzımdır. Talebeye ders verirken de, müdârâ yapılır. İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “İnsanlar, üç kısımdır: Bir kısmı, gıdâ gibidir. Herkese, her zaman lâzımdır. İkinci kısmı, ilaç gibidirler, ihtiyaç zamanında lâzım olurlar. Üçüncü kısmı, hastalık gibidir. Bunlara ihtiyaç olmaz. Fakat, kendileri insanlara musallat olurlar, bulaşırlar. Bunlardan kurtulmak için, müdârâ etmek lâzımdır.” Müdârâ, câizdir. Bazen da müsteâb olur. Evinde zevcesine müdârâ etmeyen kimsenin, rahatı, huzûru kalmaz. Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem), bir misâfir geldi; “İçeri alınız! O, kötü bir insandır” buyurdu. İçeri girince, onunla tatlı ve neşeli konuştu. Gidince, yumuşak konuşmasının sebebi sorulunca; “Kıyâmette, en kötü yerde bulunacak kimse, dünyâda zararından korunmak için ikrâm olunandır” buyurdu. Hadîs-i şerîfte; “Sıkılmadan açıkça haram işleyen kimseyi gıybet etmek câiz olduğu gibi, şerlerinden korunmak için bunlara müdârâ etmek de câizdir. Fakat müdârâ, müdâhene şeklini almamalıdır” buyruldu. Müdârâ, dîni veya dünyâyı zarardan kurtarmak için, dünyâ menfâatinden vermektir. Müdâhene, dünyâ ele geçirmek için dinden vermektir. Zâlime müdârâ ederken, kendisi ve zulümleri medh olunmaz.
3- Kârûn'un kötülüklerinden biri de mal ve mevkî husûsunda çok hırslı olmasıydı. Hazînelerinin yalnız anahtarlarını kırk katır taşırdı. Bu kadar zengin olmasına rağmen, yine de malını çoğaltmaya bakar, Mûsâ aleyhisselâmın istediği zekât husûsunda âdetâ pazarlığa girişirdi. Emredilen zekât, çok az bir miktarda olmasına rağmen, onu da vermek zor geldi. Bütün bunların yanında, bir de, Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Hârûn gibi İsrâiloğullarına hükmetmek, reîs olmak sevdâsına düştü. Hazret-i Mûsâ'ya varıp, makâm ve mevki istemeye kalktı. Arzusuna kavuşamayınca da, İsrâiloğulları içinde fitne çıkarmağa kalkıştı. Sonra da mal ve mülkü ile berâber yerin dibine geçti. O, mal ve mevkîyi faydası için istediğini zannediyordu. Halbuki onun, isteyip de sâhip olduklarının hiçbirisi ona fayda vermedi. Nitekim hadîs-i şerîflerde mal ve şöhret hırsının zararları husûsunda şöyle buyruldu:
“İki aç kurdun, bir koyun sürüsüne girdiği zaman, yaptıkları zarardan, mal ve şöhret hırsının insana yapacağı zarar daha çoktur.”
“İnsana zarar olarak, din ve dünyâ işlerinde parmakla gösterilmesi yetişir.” Yâni, insanın din veya dünyâ işlerinde şöhret sâhibi olması, dînine de, dünyâsına da çok zarar verir.
“Medh olunmağı sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kabahatlerini kusurlarını görmez olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasîhatleri işitmez olur.”
Mevkî ve şöhret sâhibi olmak arzusu, insanlarda üç şeyden hâsıl olur: Birinci sebep, nefsin arzularına kavuşmaktır. Nefs, arzularının, haram yollardan elde edilmesini ister. İkincisi, kendinin ve başkalarının haklarını zâlimlerden kurtarmak ve müstehâb olan sadaka vermek için ve hayrât, hasenât yapmak için yahut mübâh olan işler yapmak için, meselâ, iyi yemek, iyi giyinmek, iyi evlerde oturmak ve çoluk-çocuk sâhibi olup, rahat ve mes’ûd yaşamak için veya mazlumları zâlimlerden kurtarmak için yâhut ibâdetlerine manî olacak şeylerden kurtulmak için ve İslâm dînine ve müslümanlara hizmet için mevki sâhibi olmak istenir. Bu niyet ile mevkiye kavuşurken, riyâ gibi ve hakkı bâtıl ile karıştırmak gibi, İslâmiyetin yasak ettiği şeyleri yapmazsa ve vâcibleri, sünnetleri terk etmezse, bunun mevkî sâhibi olması câizdir, hattâ müstehâbdır. Çünkü câiz ve lâzım olan şeylere kavuşturucu sebepler, vâsıtalar yapmak da, câiz ve lâzım olur. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, iyi insanların nasıl olacağını bildirirken, bunların; “Müslümanlara imâm olmak istediklerini” de bildirmektedir. Önceki dinlerde bildirilen ve red edilmeyen haberler, bizim dînimizde de mûteberdir.
Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: “Hak ve adâlet üzere bir gün hâkimlik yapmayı, bir sene devamlı gazâ etmekten daha çok severim.”
“Bir saat adâlet ile idârecilik yapmak, altmış sene nâfile ibâdet yapmaktan daha iyidir.”
Mevkî sâhibi olmağı istemenin sebeplerinden üçüncüsü, nefsini eğlendirmektir. Nefs, maldan olduğu gibi, mevkîden de lezzet almaktadır. Arada İslâmiyete uymayan işler bulunmazsa, nefsi, lezzet aldığı şeye kavuşturmak haram olmaz ise de, takvânın, himmetin az olduğunu gösterir. Mevkî elde ettikten sonra, insanların gönüllerini kazanmak için, riyâ ve müdâhene ve gösteriş yapmasından korkulur. Hattâ, münâfıklık ve hakkı bâtıl ile karıştırmak ve hattâ hîle ve yalan gibi tehlikeli hâller de olabilir. Helâl ile haram karışık olan şeyi yapmamak lâzımdır. Mevkî sâhibi olmanın bu üçüncü sebebi, haram değil ise de, iyi olmadığı için, ilâcını bilmek ve yapmak lâzımdır. Önce mevkînin geçici olduğunu ve zararlarını, tehlikelerini düşünmelidir. Kârûn'un helâk olmasının sebeplerinden biri de, zekât vermekten çekinmesi, Hazret-i Mûsâ'nın bu husûstaki bütün nasîhatlerine kulak tıkamasıydı.
İslâm âlimleri, dînimizin beş şartından biri olan zekâtı vermeyenler hakkında kitaplarında çok şeyler yazmışlar, eserlerinde onların dünyâ ve âhırette düçâr olacakları cezâları, geniş geniş izâh etmişlerdir. Bunlardan Muhammed Rebhâmî hazretleri, “Riyâd-ün-nasihin” adlı eserinde şöyle yazmaktadır: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), vedâ haccında buyurdu ki: “Malınızın zekâtını veriniz! Biliniz ki, zekâtını vermeyenlerin; orucu, haccı, cihâdı ve îmânı yoktur!” Yâni, zekât vermeği vazife bilmez, farz olduğuna inanmaz, vermediği için üzülmez, günâha girdiğini bilmezse, îmânsız olur. Senelerce zekât vermeyenlerin zekât borçları birikerek, bütün malını kaplar. Malı kendinin sanıp, müslümanların o malda hakkı olduğunu hatırına bile getirmez. Kalbi hiç sızlamaz. Bu mala sımsıkı sarılmıştır. Böyle kimseler, müslüman olarak tanınır. Fakat bunlardan, îmânını kurtaran pek nâdir olur. Zekât vermek, Kur'ân-ı kerîmin otuziki yerinde, namazla birlikte emredilmektedir. Tevbe sûresi 34. âyetinde, böyle kimseler için meâlen; “Malı, parayı, biriktirip zekâtını, müslüman fakirlerine vermeyenlere çok acı azâbı müjdele!” buyruluyor. Bu azâbı, bundan sonraki âyet-i kerîme meâlen şöyle bildiriyor: “Zekâtı verilmeyen mallar, paralar, Cehennem ateşinde kızdırılıp, sâhiplerinin alınlarına, böğürlerine, sırtlarına mühür basar gibi bastırılacaktır.”
Ey mağrur zengin! Dünyânın çabuk geçip gidici malı, parası, seni aldatmasın! Bunlar, senden önce, başkalarının idi. Senden sonra da, başkasının olacak. Cehennem’in şiddetli azâbını düşün! Zekâtını ayırıp vermediğin o mal, uşrunu vermediğin o buğday, hakîkatte zehirdir. Malın hakîkî sâhibi, Allahü teâlâdır. Zenginler, O'nun vekilleri, me’murları demektir. Vekillerin, Allahü teâlânın borcunu fakirlere vermesi lâzımdır. Zerre kadar iyilik eden, iyiliğini bulacaktır. Hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ iyilik edenlere, karşılığını elbette verecektir” buyruldu. Haşr sûresi, 9. âyet-i kerîmede meâlen; “Zekâtını veren, elbette kurtulacaktır” diye müjdelendi. İmrân sûresi 180. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahü teâlânın ihsân ettiği malın zekâtını vermeyenler, iyi ettiklerini, zengin kalacaklarını sanıyor. Halbuki, kendilerine kötülük yapmış oluyorlar. O malları, Cehennem’de azâb âleti olacak, yılan şeklinde boyunlarına sarılıp, baştan ayağa kadar onları sokacaktır” buyruldu. Kıyâmete ve Cehennem azâbına inanan zenginlerin; mallarının zekâtını, tarla mahsüllerinin, meyvelerinin uşrunu vererek, bu azâblardan kurtulmaları lâzımdır. Hadîs-i şerîfte; “Zekât vererek, malınızı zarardan koruyunuz” buyruldu. “Tefsîr-i Mugnî”de diyor ki: “Kur'ân-ı kerîmde üç şey, üç şeyle berâber bildirildi. Bunlardan biri yapılmazsa, ikincisi kabûl olmaz: Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) itâat edilmedikçe, Allahü teâlâya itâat edilmiş olmaz. Ana ve babaya şükredilmedikçe, Allahü teâlâya şükredilmiş olmaz. Malın zekâtı, verilmedikçe, namazlar kabûl olmaz.” Ey, gaflet şarâbının sarhoşu! Dünyânın zevk ve safâsı peşinde daha ne kadar koşacaksın? Bu kıymetli ömrü, ne zamana kadar ziyân edeceksin? İslâmiyetin emir ve yasaklarına aldırış etmezsin! Azrâil aleyhisselâmın gelip, canını zorla alacağı, ecel arslanının pençesini sana takacağı, can verme acılarının başına geleceği, şeytanın, îmânını çalmak için kasd edeceği, dostlarının; “Vah vah öldü, siz sağ olun” diye evlâdına tâziye edecekleri vakti düşün! Firâk sesi gelip; “Bize yarayan bir şey yapmadın. Hep beğenmediklerimizi işledin. Biz de sana, senin bize yaptığın gibi yaparız” diyecekleri zamandan korkmuyor musun?
Düşün, kabir ve âhıret suâllerine ne cevap hazırladın? Allahü teâlânın tekdîrine ne bahâne yapacaksın? Kendine acı! Suâle çekileceksin. Halbuki, verecek cevâbın yok. Cehennem’e girersen, ateşine dayanamazsın. Kendine ve herkese öyle iyilik et ki, başkası iyilik yapınca, sen yaptın sansınlar. Kendine ve kimseye kötülük etme ki, başkasına bir fenâlık yapınca, sen yaptın sanmasınlar.
“Sahîh-i Müslim”deki bir hadîs-i şerîfte; “Ey Âdemoğlu! Benim malım, benim malım dersin. O maldan senin olan; yiyerek yok ettiğin, giyerek eskittiğin ve Allah için vererek, sonsuz yaşattığındır” buyruldu. Eğer malını seviyorsan, niçin düşmanlarına bırakıp da gidiyorsun. Sevdiğinden ayrılma, berâber götür! Hepsini veremezsen, bâri kendini de, bir vâris yerine koyup, hisseni âhıret yolunda gönder. Bunu da yapamazsan, bâri, zekâtını ver de, azâbdan kurtul! Hiratlı üstâd, Hace Abdullah-i Ensârî diyor ki: “Malı seviyorsan, yerine sarf et de, sana sonsuz arkadaş olsun! Eğer sevmiyorsan, ye de, yok olsun!”
Ferîdüddîn-i Attâr (rahmetullahi aleyh), “Tezkire-i evliyâ” kitabında anlatır; Cüneyd-i Bağdâdî yedi yaşında idi. Mektepten gelince, babasını ağlıyor görüp sordu. Babası; “Bugün, zekât olarak, dayın Sırrî-yi Sekatî'ye birkaç gümüş göndermiştim, almamış. Kıymetli ömrümü, Allah adamlarının, beğenip, almadığı gümüşler için geçirmiş olduğuma ağlıyorum” dedi. Cüneyd; “Babacığım, o parayı ver, ben götüreyim” deyip, dayısına gitti. Kapıyı çaldı. Dayısı kim olduğunu sorunca; “Ben Cüneyd’im. Dayıcığım kapıyı aç ve babamın zekâtı olan bu gümüşleri al!” dedi. Dayısı; “Almam” deyince, Cüneyd; “Adl edip, babama emreden ve ihsân edip, seni serbest bırakan Allahü teâlâ için al!” dedi. Sırrî; “Babana ne emretti ve bana ne ihsân etti?” dedi. Cüneyd; “Babamı zengin yapıp, zekât vermesini emretmekle adâlet eyledi. Seni fakir yapıp, zekâtı kabûl etmek ve etmemek arasında serbest bırakmakla ihsân eyledi” dedi. Bu söz, Sırrî'nin hoşuna gidip; “Oğlum! Gümüşleri kabûl etmeden önce, seni kabûl ettim” dedi. Kapıyı açıp parayı aldı.
Kârûn'un yaşayışı, doymak bilmeyen dünyâ arzusu, Mûsâ aleyhisselâmın emirlerine uymaması ve onun gibi olanların başına gelen felâketlerde, bütün insanlar için ibret alınacak dersler vardır.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.