İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden veya Allahü teâlânın sevgili velî kullarından. İsmi Hazkîl veya Hazkiyal olup, babasının ismi Bûra veya Bûrî idi. Ya’kûb aleyhisselâmın oğullarından Lâvî'nin neslindendir. Zülkifl, İdris yahut Zekeriyyâ (aleyhimüsselâm) olduğunu söyleyenler de vardır. İbn-ül-Acûz (yaşlı kadının oğlu) diye bilinirdi. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra gönderilen üçüncü peygamberdir. Duâsı bereketiyle, ölen binlerce kişiyi Allahü teâlâ diriltti. Kabr-i şerîfinin, Irak'ta Hille ile Kûfe şehirleri arasında olduğu rivâyet edilir. Kaç sene peygamberlik yaptığı ve kaç yaşında vefât ettiği, kesin olarak bilinmemektedir.
Rivayet edilir ki; Hazkîl aleyhisselâmın babasının iki hanımı vardı. Birinden on oğlu doğmuş, Hazkîl'in (aleyhisselâm) annesinden ise hiç oğlu olmamıştı. Hazkîl'in (aleyhisselâm) babası, bir gün evine bir miktar et getirdi. Bu eti oniki parçaya ayırıp, onbir parçasını on oğlunun, kalan bir parçasını da Hazkîl'in (aleyhisselâm) annesine verdi. On oğlan annesi olan zevcesi, Hazkîl'in (aleyhisselâm) annesine karşı oğullarının çokluğuyla öğünüp, onu küçümsedi. Hazkîl'in (aleyhisselâm) annesi bu duruma çok üzüldü. Sabaha kadar ibâdet edip, Allahü teâlâya gönülden yalvararak, erkek bir evlat ihsân etmesini diledi. Duâsının kabûl olunup, olunmayacağına dâir de bir alâmet istedi.
Yaşı ilerlemiş, yıllardır kadınlık hâllerinden kesilmiş olan bu hanım, daha o günün sabahında hayz görmeğe başladı. Belli müddetten sonra, Hazkîl (aleyhisselâm) dünyâya geldi. İnsanlar; yaşlı bir hanımın oğlu olmasından dolayı, Hazkîl'e aleyhisselâm; İbn-ül-Acuz (yaşlı kadının oğlu) dediler.
Rivâyete göre, çocukluğu ve gençliği Mısır’da geçen Hazkîl aleyhisselâm, Fir’avn'un yakın akrabâsından veya İsrâiloğullarındandı. Fir’avn'un sarayında hazînedârlık yapmış, îmânını gizleyen bir mü’min idi. Sarayda olduğu ve Fir’avn, herkese kendini ilâh tanıtıp secde ettirdiği hâlde, o, bir olan Allahü teâlâya kalbden inanıyor ve ibâdetini gizli yapıyordu. Fir’avn'un avânesi ve vezirleri, bir ara Allahü teâlâya îmân ettiğinin ve Hazret-i Mûsâ'ya yakınlığının farkına varıp, Fir’avn'a haber verdiler. Fir’avn da kendine olan yakınlığı sebebiyle, onun böyle bir şeye cüret edemeyeceğini söyleyip, inanmadı. Hazkîl (aleyhisselâm) ise, îmânını gizlemeye devam etti.
Mûsâ aleyhisselâm, mûcizeler gösterip, peygamberliğini açıkça îlân edince, çâresizlik içinde kıvranan Fir’avn, vezirlerini ve diğer devlet erkânını toplayıp istişâre etti. Mûsâ'ya (aleyhisselâm) karşı nasıl bir tedbir alınması gerektiğini görüştüler. Mûsâ aleyhisselâma yakınlığıyla bilinen Hazkîl aleyhisselâmda bu toplantıda bulunanlardandı. Fir’avn'un adamları, Hazret-i Mûsâ'nın susturulması için, etrâftan sihirbazlar toplanmasında ve ona galib gelmek için öldürülmesinin te’hirinde ittifâk ettiler. Ve A’râf sûresi 112. âyetinde bildirildiği gibi meâlen; “Ne kadar san’atında mâhir olan sihirbaz varsa, hepsini sana getirsinler” dediler.” Fir’avn'un niyeti ve çekindiği nokta ise başkaydı. Fir’avn, adamlarına Mü’min sûresi 26. âyetinde bildirildiği gibi, meâlen; “Bırakın beni, Mûsâ'yı (aleyhisselâm) öldüreyim de o, Rabbine duâ etsin. (Bakalım Rabbi, benim onu öldürmeme mâni olabilecek mi?) Zirâ ben, onun Bizin dîninizi değiştirmesinden (sizi bana ve putlara ibâdetten ayıracağından), yahut yeryüzünde fesâd çıkaracağından (kendisine tâbi olanları çoğaltarak sizinle harbedeceğinden) korkuyorum dedi.” Fakat, Fir’avn'un adamları, onun Mûsâ'yı (aleyhisselâm) öldürmesine mâni olmak için; “Senin için bunda korkulacak bir şey yok. Gösterdiği şeyler sihirden ibârettir. Eğer onu öldürürsen; Ona cevap verecek delil bulamayıp, karşılaşmaktan âciz kaldığı için öldürttü derler” dediler. Fir’avn'dan korktukları için de, daha fazla bir şey söylemeye cesâret edemediler. Halbuki, Fir’avn'un fikrinde ısrâr ettiğini biliyorlardı. Bu sırada, o zamana kadar îmânını gizleyen, fakat Fir’avn'un yakınlarından veya saray vazifelilerinden olan Hazkîl (aleyhisselâm), Fir’avn'ı bu düşüncesinden vazgeçirmeğe çalıştı.
Bu husûs, Mü’min (Gâfir) sûresi 28. âyetinde meâlen şöyle bildirildi: “Fir’avn'un âlinden (yakınlarından veya saray vazifelilerinden) olup, îmânını gizlemekte olan bir mü’min (Hazkîl aleyhisselâm) şöyle dedi: “Siz; Benim Rabbim yalnız bir olan Allahü teâlâdır diyen bir kimseyi (haksız yere hemen) öldürüverir misiniz? Halbuki o, size Rabbinizden açık mûcizeler ve delillerle geldi. Şâyet o bir yalancı ise, yalanının vebali kendisinedir. (Dolayısıyla ondan size bir zarar gelmez.) Eğer sözünde sâdık, doğru ise, dünyâ azâbından vadetmiş olduğu şeylerden bâzısı size isabet eder. (Dolayısıyla ona sui kasdde bulunmaktan sakınmalısınız. Zirâ, sâdık olduğu takdirde, sû-i kastınız netîcesinde vâki olacak kötülük size aittir. O hâlde, o doğruysa da, yalancıysa da hayatına kasd edilmemelidir.) Şüphesiz Allahü teâlâ, işlerinde haddi aşan ve yalan âdet edinen kimseleri hidâyete erdirmez.”
Fir’avn, bu sözleri işitince çok kızdı ve Hazkîl'i (aleyhisselâm) zindana attırdı. Sonra vezirlerini ve diğer ileri gelenleri toplayarak, ona nasıl bir cezâ verilmesi gerektiğini görüştü. Vezirler, daha önce de onun îmân ettiğini bilip kızdıkları için, işkence ve eziyetten sonra öldürülmesini ve bu hâlden, herkesin ibret alıp korkutulması fikrinde idiler. Düşüncelerini bildirince; Fir’avn, Hazkîl'e olan yakınlığından dolayı rızâ gösterip fikirlerini kabûl etmedi. Vezirlerine, ona nasîhat edip, korkutmalarını ve Mûsâ aleyhisselâmın dîninden döndürmelerini emretti. Bunun üzerine vezirler, zindana gönderilen Hazkîl'e (aleyhisselâm) nasîhat edip, hak dîni terketmesini istediler. Fakat îmânın ve inanmış olmanın zevkine eren Hazkîl aleyhisselâm, davasında ısrâr etti. Hattâ onları da, tek olan Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye çağırdı. Hazret-i Mûsâ'dan sâdır olan mûcizeleri anlattı ve îmânsızlıklarında ve küfürlerinde ısrâr ettikleri takdirde, ebediyyen Cehennem’de kalacaklarını bildirdi.
Mü’min sûresi 30-34. âyetlerinde bildirildiği gibi, onlara meâlen şöyle dedi:
“Ey kavmim! Peygamberlerini yalanlamaları sebebiyle; Nûh kavmi, Ad, Semûd ve onlardan sonra gelen kavimlerin başlarına gelen vak’alar (şiddetli azâblar) gibi, Mûsâ'yı (aleyhisselâm) yalanlamanız ve ona zarar vermek için saldırmanız sebebiyle, (şiddetli azâbın olduğu) öyle bir günün size de gelmesinden korkuyorum. Allahü teâlâ, kullarına zulüm murâd etmez. (Günâhları olmayanlara azâb göndermez.)
Ey kavmim! Gerçekten ben, sizin için (insanların birbirine nidâ ettiği, bağırıp) çağırışma gününden (kıyâmet gününden) korkuyorum. (Kıyâmet günü öyle bir gündür ki, siz o günün şiddetinden, günâhınızın çokluğu sebebiyle, üzerinize gelen azâbdan) gerisin geriye kaçarsınız ve o günde sizi Allahü teâlânın azâbından kurtarıcı hiç bir kimse bulunmaz ve Allahü teâlânın hidâyete erdirmediği, şaşırttığı kimseyi, hiç bir kimse hidâyete erdiremez.
Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Mûsâ'dan (aleyhisselâm) evvel Yûsuf (aleyhisselâm) da bir takım açık mûcizelerle size geldi de; o zaman onun getirdiği dinde ve o dînin emirlerinde, şüphe ve tereddüt içinde sabit ve daim oldunuz. Hattâ o vefât ettiğinde; Artık bundan sonra, Allahü teâlâ peygamber göndermez” dediniz. (Bu sözünüzle hem Yûsuf'u (aleyhisselâm) hem de ondan sonra gelecek peygamberleri tekzip ve inkar ettiniz. Hazret-i Yûsuf'u inkar edenler, yalanlayıp karşı çıkanlar, aslında o mü’min kişinin kendilerine hitâb ettiği, orada bulunan kimseler değildi. Onların, çok öncelerde gelen dedeleri idi. Lâkin baba ve dedelerinin kabahatleri evlada nispet olunduğundan, o, onlara; Siz inkar ettiniz, yalanladınız... demektedir. Şu hâlde siz şiddetli inâdınız sebebiyle, Hazret-i Yûsuf'un getirdiği dinden faydalanamadınız gibi, Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği dinden de istifâde edemezsiniz. Çünkü fikrinizde isabet yok, dalâlette ısrârınız ise pek çoktur.) İşte Allahü teâlâ, haddi aşan ve Hak teâlânın emrinde şüphe edici olan kimseyi böyle şaşırtır...”
“Yine o mü’min olan zât (önceki sözlerinin onlara pek tesir etmediğini görerek, nasîhatlerine devam edip) şöyle söyledi: Ey kavmim! Gelin, bana itâat edin, tâbi olun ki, sizin doğru yola, hak dîne kavuşmanıza delâlet edeyim.”
Ey kavmim, (Dünyâ lezzetine mağrur olup aldanmayın. Bilin ki) bu dünyâ hayatı çabuk biticidir. Ancak fânî bir eğlencedir. Az bir nasiplenmedir. (Güneşin gölgesi gibi çabuk geçer. Uykudaki rüyâ gibidir ki, uyanınca hiç bir şey kalmaz. Rüyâda gördükleri ile mağrur olan ne kadar ahmaktır. Gayret edecekseniz, çalışacaksanız; dünyâ için değil, âhıret için çalışın. Çünkü dünyâ hayatı geçicidir.) Âhıret ise ebedî olarak kalınacak yerdir. Oranın sonu yoktur.
Bir günâh işleyen kimse ancak o günâhın karşılığı kadar cezâ görür. Fakat, erkek olsun kadın olsun herhangi bir kimse mü’min olur ve sâlih ameller işlerse, onlar Cennet’e girer ve orada hesapsız miktarla mükafatlandırılırlar.
Ey kavmim! Nedir bu başıma gelen? Ben sizi, (Allahü teâlâya îmân etmeye,) azâb-ı ilâhîden kurtulmaya dâvet ediyorum. Siz ise beni, (günahkarlar için hazırlanmış olan) Cehennem’e çağırıyorsunuz. Siz beni Allahü teâlâyı inkâr etmeye ve hakkında bilgim olmayan şeyi O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz (ki, Allahü teâlâya ortak koşmamı istediğiniz şey, ilâh olmaya aslâ lâyık değildir.) Halbuki ben sizi, ilâh olmanın bütün vasıfları kendisinde bulunan, herkese gâlip, azâb etmeye ve kullarının hatâlarını mağfiret etmeye kâdir olan, Allahü teâlânın dergâhına dâvet ediyorum.
Elbette, beni kendisine ibâdete dâvet ettiğiniz putlarınızın hiç bir kudreti yoktur. (Bir dilek ve ihtiyaç kendilerine bildirilse, kabûl etmeye, ihtiyâcı gidermeye gücü yetmez. Elinden bir şey gelmez. Ne dünyâ, ne de âhıret menfaatinden hiç bir fayda te’min edemez.) Hepimizin dönüp varacağımız yer, Allahü teâlânın huzûrudur. Dalalet ve azgınlıkta haddi aşanların hepsi cehennemliktir.
Yakında (azab gördüğünüzde) benim size söylediklerimi hatırlarsınız (ve birbirinize şu cereyan eden hâdiseleri hatırlatırsınız. Lâkin hiç fayda vermez.) Ben bütün işlerimi Allahü teâlâya havâle ederim. O'na ısmarlarım. Zirâ Allahü teâlâ kullarını görücü, kullarının bütün hâllerini bilici ve herkesin ameline göre karşılığını vericidir.” (Gâfir (Mü’min) sûresi: 38-44)
Vezirler, Hazkîl'den (aleyhisselâm) ümîd keserek, Fir’avn'un yanına döndüler. Onun îmândaki sebâtını ve kendi nasîhatlerinin onun îmânını kuvvetlendirmekten başka bir işe yaramadığını bildirdiler. Bunu işiten Fir’avn, iyice ümîdsizliğe kapıldı. Vezirleri ve ileri gelenleriyle birlikte; “Hazkîl'e aleyhisselâm ne yapabiliriz” diye düşünürken, Fir’avn'un kızı yanlarına geldi. Olup bitenleri anlamak istedi. Fir’avn, kızına durumu anlatınca, kız, babasını tesellî ederek dedi ki: “Ey babacığım! O mü’minin sözlerinin senin hilâfına ve aleyhine olduğuna üzülüp, onu cezâlandırmakta acele etme. Zirâ, sana yakın olan kimseye gadr ve zulmetmiş olursun. Onun sözleri, sana muhâlefetten değildir. Belki Mûsâ'nın (aleyhisselâm) mûcizelerini görmesinden, onun sürülmesinin ve katlinin mümkün olmadığını zannetmesinden, kasıtlı olarak sana muhalif görünmektedir. Böylece Mûsâ'ya (aleyhisselâm) itâat eder görünüp, hîle ve aldatma yoluyla onun öldürülmesini te’min edip, sana hizmet etmek istemektedir. Vezirlerin, onun bu niyetini bildiklerinde şüphe yok. Ancak, onlar koğucu ve hased edici olduklarından, onun sana yaptığı muâmeleyi kötülemektedirler.” Fir’avn, kızının bu tesellî edici sözleri karşısında ferahladı. Allahü teâlâ, Fir’avn'un kalbine kızının sözünü kabûl etmeyi ilham eyledi. Bundan sonra Hazkîl'i (aleyhisselâm) huzûruna getirtti ve; “Senin maksadının, bana hizmet olduğunu tetkik ettim. Şimdi, Mûsâ (aleyhisselâm) hakkında ne düşünüyorsan onu yap. Benden sana zarar gelmez, müsterih ol” dedi. Hazkîl'in (aleyhisselâm), işini Allahü teâlâya havâle etmesi sebebiyle, Allahü teâlâ onu Fir’avn'un kötülüğünden ve kavminin şerrinden muhâfaza buyurdu. Nitekim Allahü teâlâ, Mü’min sûresi 45. âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ onu (Hazkîl aleyhisselâmı) Fir’avn'un ve adamlarının hîlesinden, onun hakkında düşündükleri kötülüklerden korudu. Fir’avn'un kavmini ise (dünyâda boğulma ve âhırette Cehennem) azâbı ile kuşatıverdi.” buyurmak sûretiyle bildirdi.
Hazkîl aleyhisselâmın, Fir’avn ile adamlarının şerrinden kurtulmasına dâir başka rivâyetler de vardır.
Fir’avn'un sarayında bulunan ve îmânını gizleyenlerden birisi de, Hazkîl aleyhisselâmın hanımıdır. Bu hanım, Fir’avn'un kızının Mâşitası (saç tarayıcısı) idi. Arais-ül-mecalis’de yazılı olan, Sa’îd bin Cübeyr'in (radıyallahü anh), İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Mirac gecesinde, çok güzel bir kokunun yanından geçtim. Cebrâil aleyhisselâma; “Bu ne kokusudur?” diye sordum. Cebrâil aleyhisselâm; “Bu koku, Fir’avn'un âilesinin saç tarayıcısının (Mâşita'nın) evlâdının kokusudur. Bir gün, Fir’avn'un kızının saçını tarıyordu. Tarak elinden düştü. Onu almak için eğilince; Bismillah dedi. Fir’avn’un kızı; “Babamın ismiyle söyle” dedi. O da; “Hayır! Benim ve babanın Rabbinin ismiyle söylerim” dedi. Bunun üzerine Fir’avn'un kızı; “Seni babama haber vereceğim” dedi. Gidip babasına söyleyince, Fir’avn, Mâşita Hâtun'u ve oğlunu çağırdı ve Maşita'ya; “Rabbin kimdir?” diye sordu. O da; “Benim Rabbim de, senin Rabbin de; Allah'tır” dedi. Fir’avn, bakırdan tandırın, ocağın yakılmasını ve bu mü’mine kadın ile birlikte çocuğunun atılmasını emretti. Kadın, Fir’avn'a; “Sana bir sözüm var” dedi. Fir’avn; “Nedir söyle” dedi. Mâşita Hâtun; “Benim ve çocuğumun kemiklerini toplayıp gömsünler” dedi. Fir’avn; Senin üzerimde olan hakkın için yaparım dedi. Fir’avn, daha sonra diğer çocuklarının getirilmesini emretti. Teker teker hepsini tandıra, yâni ateşe attılar. Son çocuğu meme emmekte olan bir oğlan çocuğu idi, dile gelip; Anneciğim sabret! Muhakkak ki, sen haklısın dedi ve annesi ile birlikte ateşe atıldı” dedi.”
Mûsâ aleyhisselâmla beraber olan Hazkîl aleyhisselâm, onun en yakın yardımcılarındandı. Mûsâ aleyhisselâmla birlikte Kızıldeniz'den geçip, İsrâiloğullarının Tîh sahrasında kaldığı kırk sene içinde ondan ayrılmamış ve ona inananlardan olmuştu.
Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra, İsrâiloğullarına gönderilen üçüncü peygamber, Hazkîl aleyhisselâmdır. Yûşa’ bin Nûn aleyhisselâm ve Kâlib bin Yuknâ'nın aleyhisselâm vefâtından sonra, ona, peygamber olduğu bildirildi. Eyliya (Kudüs bölgesinin eski ismi) diyârı ahâlisine gönderildi. İsrâiloğullarını Hakk'a dâvet edip, Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği Tevrât'ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etti. Daha sonra Irak'ta bulunan Dâverdan'a gitti. O belde ahâlisini de, bir olan Allahü teâlâya îmâna ve O'na ibâdet etmeye dâvet etti. Hazkîl aleyhisselâm, onları, Allahü teâlânın düşmanlarıyla cihâd (harb) etmeye de çağırdı. O belde ahâlisinden, inananlara zulmeden zâlim hükümdârlara karşı harbe gitmeyi istedi. Onlar, ölümden korktukları için harbe gitmediler. Allahü teâlâ bu isyânlarının cezâsı olarak, onlara taun hastalığı gönderdi. Taun hastalığından kaçmak için, bulundukları şehri terk edip, başka yerlere gitmek üzere yola çıkan binlerce kişi, şehirden biraz uzaklaşınca, işittikleri korkunç bir sesle öldü. Ölenlerin sayısı hakkında çeşitli rivâyetler vardır. Bunların onbin kişiden fazla olduğu rivâyet edilmiştir. Bir rivâyete göre yedi gün, başka rivâyetlerde ise uzun zaman ölmüş hâlde kalan insanların gövdeleri şişip, çevreye pis kokular yayılmaya başladı. Hazkîl aleyhisselâm, kavminin başına gelenleri görünce acıyıp Allahü teâlâya duâ etti, Allahü teâlâ ona vahy edip; “Taundan kaçtıkları için kudretimi gösterdim. Bulundukları yerden kaçmakla ölümden kurtulmayacaklarını, yaşayan insanlar gördüler” buyurdu. Hazkîl aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Bunları tekrar dirilt” diye duâ etti. Allahü teâlâ Hazkîl aleyhisselâmın duâsı sebebiyle onları diriltti. Ancak, o kimselerin bedenlerindeki kötü koku geçmedi.
Başka bir rivâyette de; ölen kimselerin etleri, kemiklerinden ayrılmış, kemikleri çürümüştü. Hazkîl aleyhisselâmın duâsı sebebiyle dirildiler. “Sübhâneke ve bihamdike lâ ilâhe illâ ente” dediler ve kendi şehirlerine gelip, kalan ömürlerini Mûsâ aleyhisselâmın dîni üzere geçirip, vefât ettiler. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmin Bakara sûresi 243. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildirildi: “(Yâ Muhammed aleyhisselâm!) Görmedin mi (yani görmüş gibi haberdâr olmadın mı) o kimseleri ki, onlar binlerce kişi oldukları hâlde, ölümden kaçınarak (sâri bir hastalıktan veya savaşa gitmekten korkup) yurtlarından (Dâverdan adlı kasabadan) çıktılar. Allahü teâlâ ise, onlara ölünüz! diye emretti. (Onların Ölmelerini irâde buyurunca, hemen öldüler. Ölümden kaçmalarının faydası olmadı. Allahü teâlâ, kudret ve hikmetini bütün insanlara göstermek için), sonra da onları diriltti. (İlâhî kudretinin âzametini onlara bildirdi ve ibret dersi verdi. Kazây-ı ilâhîden kaçınmaya imkan, bulunmadığını gösterdi.) Şüphe yok ki, Allahü teâlâ insanlar hakkında fazl (ve kerem) sâhibidir. (Artık onların bunun şükrünü îfâ etmeleri gerekmez mi?) Fakat, insanların pek çokları şükretmezler.”
Hazkîl aleyhisselâm, onların evlatlarına, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını anlatıp, insanları hak yola dâvet etmeğe devam etti. Fakat o insanlar, bir dedikleri bir dediklerini tutmayan yalancı kimselerdi. Bu yüzden bâzan Hazkîl aleyhisselâmın dediklerine uyar, bâzan da muhâlefet ederlerdi. Onların bu hâlleri, Hazkîl'in (aleyhisselâm) o belâdan Bâbil diyârına hicretine sebep oldu. Vefât edinceye kadar orada yaşadı.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.