Hazret-i Mûsâ, Allahü teâlânın kelâmını duymak lezzetini tattığı ve cemâlini görmek nîmetinin çok daha fazla lezzetli olacağını da bildiği için, iştiyâkı pek fazla artıp; “Yâ Rabbî! Kelâmını işittim. Bunun için seni görmek istedim. Seni görüp ölmek, bana görmeyip yaşamaktan daha sevgilidir” dedi. Allahü teâlâ ona; “Dağa bak” buyurdu. Bu, Medyen diyârında, Zübeyr denilen en büyük dağ idi. Allahü teâlâ tecellîyi ona mahsus kıldı. “Eğer o yerinde durursa, sen de beni görürsün” buyurup, o dağa tecellî eyledi.
Alimler, tecellînin târifinde değişik şeyler bildirdiler: İbn-i Abbâs (radıyallahü anhümâ); “Allahü teâlânın nûru, dağa tecellî etti” dedi. Abdullah bin Selâm ve Kâ'b-ül-Ahbâr (radıyallahü anhümâ) ise; Allahü teâlânın âzametinden dağa tecellî eden, iğne deliği kadardı. O'nun âzametinin bu kadarı, dağı yerle bir etti dediler.
Bu husûsta Enes bin Mâlik (radıyallahü anh), peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle rivâyet etmiştir: Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Allahü teâlânın, âzamet nûrunun dağa tecellî ettiğini bildiren âyet-i kerîmeyi okudu. Bu tecellîde, Allahü teâlânın nûrunun çok az bir kısmının tecellî ettiğini işâret ederek; Şöyle buyurdular ve başparmaklarını, işâret parmaklarının üst boğumu üzerine koydular.
Bâzı âlimler şöyle bildirmişlerdir: “Allahü teâlâ, yetmişbin perde arkasından dirhem kadar bir nûr gösterdi. Bu nûr, dağı yerle bir etti. O anda bütün sular tatlı oldu, bütün deliler akıllandı, bütün hastalar iyileşti, ağaçlardaki dikenler döküldü, yeryüzü yeşillendi ve çiçeklendi, mecûsîlerin ateşi söndü, putlar yüzükoyun yere yıkıldı.
Dağa tecellî olunmasıyla, dağın hâlinin nice olduğu husûsunda da âlimlerden değişik rivâyetler bildirilmiştir: Bâzı âlimler, tecellî sebebiyle, dağın parça parça olup, her parçasının bir yere gittiğini; bâzıları, dağın toprak olduğunu; bâzıları, dağın eriyip yere geçtiğini; bâzıları da yıkılıp denize düştüğünü bildirmişlerdir.
Allahü teâlâyı mü’minler Cennet’te görecektir. Fakat, nasıl olduğu bilinmeyen bir görmekle göreceklerdir. Nasıl olduğu bilinmeyeni, anlaşılmayanı görmek de, nasıl olduğu anlaşılmayan bir görmek olur. Belki, gören de, nasıl olduğu bilinmeyen bir hâl alır ve öyle görür. Bu, bir muamma, bir bilmecedir ki, bu dünyâda, evliyânın büyüklerinden seçilmişlere bildirilmiştir. Bu derin, güç mes’ele herkese gizli iken, bunlara hakîkat olmuştur. Bunu, Ehl-i sünnetten başka, ne mü’minlerin fırkaları, ne de kâfirlerin bir ferdi anlayamamıştır. Bu büyüklerden başkası, Allahü teâlâ görülemez, demiştir. Bunlar, bilmedikleri şeyleri, gördükleri şeylere benzeterek düşündükleri için, yanılmıştır. Böyle benzetmelerin, ölçmelerin, bozuk netîce vereceği meydandadır. Bu gibi derin mes’elelerde îmân şerefine kavuşmak, ancak Muhammed aleyhisselâmın sünnetine yâni yoluna uymak ışığı ile nasîb olur. Allahü teâlâyı Cennet’te görmeğe inanmak şerefinden mahrûm olanlar, bu saâdete kavuşmakla nasıl şereflenebilir ki; “İnkâr eden, mahrûm kalır” sözü meşhûrdur. Cennet’te olup da görmemek de uygun değildir. Çünkü, dînimiz, Cennet’te olanların hepsi görecektir diyor. Bir kısmı görecek, bir kısmı görmeyecek demiyor.
Cennet de, her şey gibi, Allahü teâlânın mahlûkudur. Allahü teâlâ, mahlûklarının hiçbirisine girmez, birinde bulunmaz. Fakat mahlûklarının bâzısında O'nun nûrları zuhûr eder. Bâzısında ise, o kâbiliyet yoktur. Aynada, karşısındaki cisimlerin görünüşleri zuhûr ediyor. Taşta, toprakta ise etmiyor. Allahü teâlâ, her mahlûkuna aynı nispette ise de, mahlûklar birbirlerinin aynı değildir. Allahü teâlâ, dünyâda görülemez. Bu âlem, O'nu görmek nîmetine kavuşmaya elverişli değildir. Dünyâda görülür diyen yalancıdır, iftirâcıdır. Doğruyu anlayamamıştır. Bu dünyâda, bu nîmet nasîb olsaydı, herkesten önce, Mûsâ aleyhisselâm görürdü. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) mîrâçda, bu devletle şereflendi ise de, bu dünyâda değildi. Cennet’e girdi. Oradan gördü. Yâni, âhırette görmüş oldu. Dünyâda görmedi. Dünyâda iken, dünyâdan çıktı, âhırete karıştı ve gördü.
Allahü teâlânın görüleceğine inanmalı, nasıl görüleceği düşünülmemelidir. Çünkü Allahü teâlânın işleri akıl ile anlaşılmaz. Dünyâ işlerine benzemez. (Fizik ve kimya bilgileri ile ölçülemez.) Allahü teâlânın ciheti, karşıda bulunması yoktur. Allahü teâlâ, madde değildir. Cisim değildir. (Element değildir. Karışım, bileşik değildir.) Sayılı değildir. Ölçülemez. Hesap edilmez. O'nda değişiklik olmaz. Mekânlı değildir. Bir yerde değildir. Zamânlı değildir. Öncesi, sonrası, önü arkası, altı üstü, sağı solu yoktur. Bunun için, insan düşüncesi, insan bilgisi, insan aklı O'nun hiçbir şeyini anlayamaz. O'nun nasıl görüleceğini de kavrayamaz.
Mûsâ aleyhisselâmın Tûr-i Sînâ'ya gelmesi, otuz gün ve sonra on gün daha oruç tutması, Allahü teâlâ ile mükâlemesi, konuşması ve Allahü teâlâyı görmek dilemesi, bunun dünyâda mümkün olmadığının bildirilmesi, Allahü teâlânın dağa tecellî etmesi husûslarında âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Biz, Mûsâ'ya otuz gece (oruç tutmasına karşılık kendisine Tevrât'ı vereceğimizi yahut kendisiyle konuşacağımızı) vâd ettik. (Otuz gün Zilkâde ayını oruçlu olarak geçirdi.) Sonra ona on gün daha ilâve ettik. (Zilhicce'nin ilk on gününü de oruçlu geçirdi.) Böylece ibâdet için Rabbinin tâyin ettiği vakit kırk geceye tamamlandı. (Bu âyet-i kerîmede Hazret-i Mûsâ'ya vâd ve emredilen zamanın gece olarak bildirilmesi husûsunda, âlimler demişlerdir ki: “Hazret-i Mûsâ'ya oruç tutulması emredildiğinden, oruç, hilâli görmekle, orucun başlama ve bitmesi gece ile alakalı olduğundan, âyet-i kerîmede gece lafzı kullanlmıştır.) Mûsâ (aleyhisselâm), kardeşi Hârûn'a; “Kavmimin arasında benim halîfem olarak bulun. İşlerinde düzeltilmesi icâbedenleri ıslâh eyle. Bozgunculuk edenlerin yoluna tâbi olma!” dedi.
Vaktâ ki Mûsâ, bizim, tâyin ettiğimiz vakitte, Tûr-i Sînâ'ya geldi. Allahü teâlâ ona, vâsıtasız olarak kelâmını (sözünü) işittirdi. (Cebrâil aleyhisselâm Hazret-i Mûsâ'nın yanında iken, Hak teâlânın ona ne söylediğini işitmedi. Hazret-i Mûsâ Allahü teâlânın bizzat kelâmına muhatap olmanın lezzetinin şiddetinden, O'nu görmek de diledi. Bu iştiyâkını Allahü teâlâya arzedip); “Yâ Rabbî! Bana kendini göster, sana nazar edeyim” dedi. Allahü teâlâ; Sen beni (dünyâda) göremezsin buyurdu. (Âlimler burada buyuruyorlar ki: Buradan Allahü teâlânın görülmesi câiz olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, peygamberlerin mümkün olmayan bir istekte bulunması muhaldir, düşünülemez. Nitekim Allahü teâlâ; “Ben görülmem” veya; “Bana nazar edemezsin, bakamazsın” buyurmadı. “Hiç bir beşerin, bana dünyâda nazar etmeye, bakmaya, beni görmeye tâkâti yoktur. Her kim dünyâda bana nazar edecek, beni görecek olsa, o anda ölür” buyurdu. Hazret-i Mûsâ; “Yâ Rabbî! Seni görüp ölmem, seni görmeden yaşamaktan bana daha sevgilidir” diye arzedince, Allahü teâlâ); “Fakat şu dağa nazar eyle. Eğer o dağ yerinde durabilirse, sen de beni görmeye tâkât getirebilirsin” buyurdu. Allahü teâlânın âzametinden ve nûrundan çok az bir parçası dağa tecellî ettiğinde, o âzamet ve nûr, dağa zâhir olduğunda, dağ parça parça oluverdi. Mûsâ da (aleyhisselâm) dağın parçalanmasının dehşetiyle düşüp bayıldı. Kendine gelip ayıldığında, Rabbini tâzim ederek; “Yâ Rabbî! Seni her ayıb ve kusurdan tenzih ederim. (Senin emrin ve iznin olmadan bu şekilde bir istekte bulunduğum için) sana tevbe ettim. (Senin dünyâda görülemeyeceğini anladım.) Ben mü’minlerin, îmân edenlerin evveliyim dedi. (Çünkü bir kavme peygamber olan zâtın îmânı, o kavimde bulunan mü’minlerin îmânlarının hepsinden evveldir. Her peygamber, ümmeti içinde mü’minlerin ilki, evvelidir)” (A’râf sûresi: 142-143)
“Hak teâlâ, Mûsâ'ya (aleyhisselâm) buyurdu ki; “Yâ Mûsâ! Ben, seni peygamber göndermemle ve vâsıtasız olarak seninle konuşmamla, zamanındaki bütün insanlara seni mümtaz kıldım. Seni seçtim. O hâlde sen, benim sana ihsân ettiğim, peygamberlik ve diğer nîmetlerimi al ve nîmetlerime şükredenlerden ol!” (A’râf sûresi: 144)
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.