DÂBBET-ÜL-ERD:
Kıyâmetin büyük alâmetlerinden. Kıyâmetin kopmasına yakın çıkacak olan bir hayvan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
İnsanlara vâd olunan öldükten sonra dirilmek ve azâb olunmak yaklaşınca, biz onlara
yerden Dâbbe'yi (Dâbbet-ül-erd'i) çıkarırız. (Neml sûresi: 82)
Dâbbet-ül-erd çıktığında gökleri bir duman kaplayıp bütün insanlara gelip canlarını
yakacak, herkes bunun acısından duâ edip; "Yâ Rabbî! Bu azâbı üzerimizden kaldır. Sana
îmân ediyoruz" diyeceklerdir. (Yûsuf Nebhânî)
Dâbbet-ül-erd çıkar sonra Mekke'de Safâ altından,
Dağ kadar bir hayvandır, ayırır iyiyi fenâdan.
(M.Sıddîk bin Saîd)
DAĞLAMA:
Kızdırılmış mâdenle vücûdun bir yerini yakma.
Efsûn yapan ve ateş ile dağlayan kimse, Allahü teâlâya tevekkül etmemiş (güvenmemiş,
O'ndan yüz çevirmiş) olur. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Tevekkül edenler, falcılık, efsûn ve dağlamak ile hastalığı tedâvî etmez. (Hadîs-i
şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Dağlamanın faydası kesin değildir. Çünkü tehlikeli yaralara sebeb olabilir. Üstelik
dağlama ile elde edilecek fayda, başka ilâçlarla da te'min edilebilir. Bu bakımdan dağlamak
uygun değildir. (İmâm-ı Gazâlî)
DAHK (Dıhk):
Gülmek, kendi işiteceği kadar gülmek.
Dahkı azaltınız. Zîrâ çok dahk kalbi öldürür. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)
Namazda kahkaha ile gülmek namazı ve abdesti bozar. Tebessüm, namazı da abdesti de
bozmaz. Dahk, yalnız namazı bozar. (İbrâhim Halebî)
DAHVE-İ KÜBRÂ:
Kaba kuşluk. Oruç müddetinin yarısı, öğleden bir saat evvelki vakit.
Hanefî mezhebinde Ramazan orucu, nâfile oruç ve belli olan adak orucuna niyet etme
zamânı, bir gün evvel güneşin batmasından başlayarak, ertesi gün dahve vaktine kadardır.
(Muhammed Hâdimî)
DAHVE-İ SUGRA:
Güneşin bulutsuz havada bakamayacak kadar parladığı vakit. İşrâk vakti. (Bkz. İşrâk
Vakti)
DÂİRE-İ HİNDİYYE:
Namaz vakitlerinin tesbitinde kullanılan ve güneş gören düz bir yere çizilen dâire veya bu
şekle uygun olarak yapılan âlet.
Dâire-i Hindiyye'nin ortasına, yarıçapı uzunluğunda mikyâs denilen düz bir çubuk dikilir.
Tam dik olması için çubuğun tepesi dâirenin üç değişik noktasından aynı uzaklıkta olmalıdır.
(Abdülhak Sücâdil)
DALÂLET:
Sapıklık, yoldan çıkma. Peygamber efendimizin ve Eshâbının bildirdiği doğru yoldan
ayrılma, sapma.
Allahü teâlâdan korkunuz! Sözümü iyi dinleyiniz ve itâat ediniz. Ben öldükten sonra
gelecekler, çok ayrılıklar göreceklerdir. O zaman benim ve halîfelerimin yolumuza
sarılınız. Dinde yeni ortaya çıkan şeylerden kaçınınız. Çünkü bu yeni şeylerin hepsi
bid'attir. Bid'atlerin hepsi dalâlettir, doğru yoldan ayrılmaktır. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd,
İbn-i Mâce)
Ümmetim dalâlet üzerinde icmâ' etmez (birleşmez). (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
Sözlerin en iyisi, Allahü teâlânın kitâbıdır. Yolların en iyisi, Muhammed'in
(aleyhisselâm) gösterdiği yoldur. İşlerin en kötüsü bu yolda yapılan değişikliklerdir.
Bid'atlerin hepsi dalâlettir, sapıklıktır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Eshâb-ı kirâm Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) işitip öğrendiklerini
gençlere bildirdiler. Zamanla insanların kalbleri karardı. Hele bâzıları, yeni müslüman
olanlar, Kur'ân-ı kerîmden kendi noksan akılları ve kısa görüşleri ile mânâ çıkarmağa
kalkıştılar. Peygamber efendimizin bildirdiklerine uymayan şeyler anladılar. İslâm düşmanları
da bu bölünmeyi, parçalanmayı körükledi, böylece yetmiş iki türlü dalâlet ve sapıklık yolu
meydana geldi. (Kutbuddîn İznikî)
DÂLLE:
Âdet hâlinin kaç gün olduğunu unutan veya kaç gün olduğunu bilip ayın başında mı,
ortasında mı, sonunda mı olduğunu kestiremeyen kadın.
İslâmiyet'te her kadının; hayız (âdet), lohusalık ve temizlik günlerini, bunların sayısını,
zamânını bilmesi lâzımdır. Dâlle din husûsundaki gevşekliği ve ilgisizliği sebebiyle âhirette
mes'ûl olacak, azâbı pek büyük olacaktır. (İbn-i Âbidîn)
DANYAL ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Mûsâ aleyhisselâmın dîninin hükümlerini
insanlara tebliğ etti (duyurdu).
İsrâiloğulları, Mûsâ aleyhisselâmdan sonra kendilerine gönderilen peygamberleri
dinlemeyip isyân edince, Allahü teâlâ onlara zâlimleri musallat etti. Çeşitli belâlar gönderdi.
Düşmanları tarafından yurtları işgâl edildi. Bir kısmı esir edilip bir kısmı da öldürüldü.
Âsurlu hükümdârı Buhtunnasar'ın orduları Kudüs'e girip ele geçirdiler. İsrâiloğullarından pek
çok kimseyi öldürdüler. Esir aldıkları yetmiş bin çocuğu da yanlarında götürdüler. Bu esir
çocuklar arasında bulunan Danyal aleyhisselâmı Buhtunnasar sarayına aldı. Danyal
aleyhisselâm onun sarayında büyüdü. Mecûsî (ateşperest) olan Buhtunnasar, Danyal
aleyhisselâmın kendi dinlerinden olmadığını anlayarak yanından uzaklaştırdı ve hapse attırdı.
Buhtunnasar'ın gördüğü bir rüyâyı tâbir ettiği için hapisten çıkarıldı. Buhtunnasar, ona
memleketin işlerini havâle etti. Çıkardığı fermanla ona saygı gösterilmesini emr etti.
Buhtunnasar'ın adamları onu kıskandılar ve işten uzaklaştırılmasını istediler. İleri gelen
adamlarının dediklerine aldanan Buhtunnasar, Danyal aleyhisselâmı kendi dîninden olmadığı
için ateşe attırdı__________. Fakat Danyal aleyhisselâm Allahü teâlânın yardımıyla yanmadı. Daha sonra,
Buhtunnasar'a yâhut Buhtunnasar'ın resmine secde etmediği için, içinde arslanların
bulunduğu bir kuyuya atıldı. Fakat Allahü teâlânın koruması ile arslanlar ona hiç dokunmadı
ve atıldığı kuyudan sağ sâlim kurtuldu. Buhtunnasar'ın ölümünden sonra, Üzeyr aleyhisselâm
ile birlikte Kudüs'e geldi. Kendisine peygamberlik verildi. İnsanlara Mûsâ aleyhisselâmın
dînini teblîğ etti. Bir müddet sonra, Ehvaz yakınında bulunan Sûs şehrinde vefât etti.
(Nişâncızâde Mehmed Efendi, Taberî)
DÂR-UL-UKBÂ:
Dünyâda iken yapılan işlerin karşılığının görüleceği yer. Âhiret.
Hani annen baban nerde, bu dünyâ kimseye kalmaz.
Gelenler hep sefer eyler, muhakkak dâr-ul-ukbâya
Yüzün dön, ilticâ eyle (sığın), Cenâb-ı zât-ı Mevlâya.
(M. Sıddîk bin Saîd)
DÂR-UT-TEKLÎF:
Kulların Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmekle mükellef, sorumlu tutulduğu yer.
Dünyâ.
Âhiret, dâr-ül-cezâdır, dâr-üt-teklîf değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
DÂR-ÜL-BEKÂ:
Ahiret, sonsuz kalınacak yer.
Resûlullah efendimiz kamerî sene hesâbı ile altmış üç, şemsî sene hesâbı ile altmış bir
yaşında, dâr-ül-fenâdan (dünyâdan) dâr-ül-bekâya intikâl etti. Vefât ettiği odaya defnedildi.
(M. Sıddîk bin Saîd)
DÂR-ÜL-CELÂL:
Sekiz Cennet'in birincisidir.
Dâr-ül-Celâl beyaz incidendir. Kapısının üzerinde Kelime-i tevhîd, yâni Lâ ilâhe illallah
yazılıdır. (Erzurumlu İbrâhim Hakkı)
DÂR-ÜL-CEZÂ:
Dünyâda iken yapılan işlerin karşılığının görüldüğü yer. Âhiret, öbür dünyâ.
Âhiret, dâr-ül-cezâdır. Dâr-üt-teklîf (iş yapılacak yer) değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
DÂR-ÜL-FENÂ:
Geçici âlem, dünyâ.
Mü'minler ölmezler. Ancak dâr-ül-fenâdan dâr-ül-bekâya geçerler. (İmâm-ı Gazâli)
Göz yumup dâr-ül-fenâdan baş açık, çıplak endâm,
Can atıp dâr-ül-bekâyaeyledi azm-i kirâm.
(Beykozlu Muhammed Efendi)
DÂR-ÜL-GURÛR:
İnsanın gönlünü cezbeden, çeken fakat ele geçtiğinde faydalanamadan kaybolup giden yer.
Dünyâ.
DÂR-ÜL-HARB:
İslâm ahkâmının (kânunlarının) tatbik edilmediği yer.
Dâr-ül-harbde îmâna gelen kimse, farzı, haramı işitince o anda farzları yapması,
haramlardan kaçınması lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)
Dâr-ül-harbde, İslâm'ın vekârını, şerefini korumak ve fitneden sakınmak müslümanlara
vâcibdir. (Muhammed Bağdâdî)
Düşman ordusu kuvvetli ise, sulh yapmak, mal vermekle bile câiz olur. Mürtedler (dinden
dönenler) kuvvetli olup şehirleri alırlar ve oraları Dâr-ül-harb olursa, hükümetin zarûret
hâlinde onlarla da sulh yapması câiz olur. (İbn-i Âbidîn)
DÂR-ÜL-İSLÂM:
İslâm memleketi. İslâm ahkâmının (kânunlarının) tatbik edildiği yer.
Düşmandan alınan ganîmet, Dâr-ül-İslâm'a getirilince askerin hakkı olur. Fakat taksîm
edilmeden (bölüşmeden) önce mülk olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Dâr-ül-harbde (kâfir ülkesinde) îmâna gelenin Dâr-ül-İslâm'a hicret etmesi vâcib olur.
(İbn-i Âbidîn)
Dâr-ül-İslâm'da yaşayan kâfirler ve başka memleketlerden gelen kâfir turistler, kâfir
tüccarlar, muâmelâtta müslümanlarla aynı hak ve hürriyetlere sâhiptirler. (Muhammed
Hâdimî)
DÂR-ÜL-KARÂR:
Sekiz Cennet'in sekizincisi.
DÂR-ÜS-SELÂM:
Sekiz Cennet'ten üçüncüsü.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâ, Dâr-üs-selâma çağırır ve kimi dilerse onu doğru yola iletir. (Yûnus sûresi:
25)
DA'VET (Dâvet):
1. Hak dîne çağırmak.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey Muhammed! Rabbininin yoluna hikmetle, güzel öğütlerle dâvet et. Onlarla en güzel
şekilde tartış. (Nahl sûresi: 125)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Allahü teâlâdan kendisine gelen emirleri insanlara
açıklamak ve onları îmâna dâvetle emredildi. Dâvetini üç yıl gizli yaptı. Üç yıl sonra ilâhî
emir üzerine, Allahü teâlânın emirlerini açık açık bildirmeye, kavmine İslâmiyet'i anlatmaya
başladı. (Abdülhak Dehlevî, İbn-ül-Esîr)
Allahü teâlâ, kullarına acıdığı için, Peygamberler aleyhimüsselâm gönderdi. Eğer bu
büyük insanlar gönderilmeseydi, yolunu şaşıran insanlara, O'nu ve sıfatlarını kim bildirirdi?
Beğendiklerini, beğenmediklerinden kim ayırabilirdi? İnsan aklı, noksan olduğu için o
büyüklerin dâvet nûru ile aydınlanmadıkça bunları bilemez ve ayıramazdı. Anlayışımız tam
olmadığı için, bu büyüklerin izinde gitmedikçe, bunları anlamakta şaşırır ve aldanırız. Evet
akıl, doğruyu eğriden ayırmaya yarayan bir âlettir. Fakat o büyüklerin dâveti ile, haber
vermeleri ile tamam olmaktadır. (İmâm-ı Rabbânî)
2. İkrâm etmek için çağırma çağırılma.
Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmına cevâb vermek, hastasını
ziyâret etmek, cenâzesinde bulunmak, dâvetine gitmek ve aksırıp elhamdülillah deyince,
yerhamükallah diyerek cevap vermek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Riyâ, gösteriş ve övünmek için yapılan dâvetlere gitmek câiz değildir. (Muhammed
Hâdimî, İmâm-ı Gazâlî)
Mü'minin dâvetine gitmek sünnet olduğu hâlde haram bulunan dâvete gitmemeli,
haramdan, mekrûhtan sakınmak için sünneti terk etmelidir. (Abdülganî Nablüsî-Muhammed
Rebhâmî)
Dâvet Makâmı:
Vilâyet (evliyâlık) makâmının üstünde, peygamberlere mahsus bir makâm.
Peygamberlerin izinde bulunanların en üstünlerine de dâvet makâmından bir pay ayırırlar.
Yûsuf sûresinin; "Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki, benim yolum budur. Sizi
gafletten uyandırarak, Allahü teâlâya dâvet ediyorum. Ben ve benim izimde bulunanlar
çağırıcıyız" meâlindeki yüz sekizinci âyeti bunu göstermektedir. (İmâm-ı Rabbânî)
DÂVÛD ALEYHİSSELÂM:
Kur'ân-ı kerîmde adı geçen ve İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hem
peygamber, hem sultân yâni hükümdâr idi. Soyu Yâkûb aleyhisselâmın Yehûda adlı oğluna
ulaşır. Süleymân aleyhisselâmın babasıdır. Kudüs'te doğdu. Orada yaşadı ve orada vefât etti.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Dâvûd'a Zebûr'u verdik. (İsrâ sûresi: 55)
İnsanın yediklerinin en hayırlısı, iyisi, bileği ile kazanıp yediğidir. Allahü teâlânın
peygamberi Dâvûd (aleyhisselâm), elinin emeği ile kazanıp yerdi. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâmdan sonra, İsrâiloğullarına bir çok peygamber gönderdi.
Bu peygamberler insanları Tevrât'ın hükümleriyle amel etmeye dâvet etti. Fakat zaman
geçtikçe azgınlaşan İsrâiloğulları, Tevrât'ın hükümlerini değiştirdiler, peygamberlerini
dinlemediler ve ahlâkları tamâmen bozuldu. Allahü teâlâ Amâlika kavmi hükümdârı Câlût'u
onların başına belâ olarak gönderdi. Câlût İsrâiloğullarını vatanlarından sürüp çıkardı. Daha
sonra, Tâlût isimli bir hükümdâr gelerek memleket işlerini ve orduyu düzene koydu. Câlût'un
üzerine yürüdü. Tâlût'un ordusunda bulunan ve henüz genç yaşta olan Dâvûd aleyhisselâm
Câlût'u öldürdü. Tâlût'un ölümünden sonra, İsrâiloğullarının hükümdârı oldu. Bir müddet
sonraAllahü teâlâ onu İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderdi. Kendisine İbrânî dilinde
olan Zebûr kitâbı verildi. Hem peygamber, hem sultan yâni hükümdâr idi.
İnsanları Allahü teâlânın dînine dâvet etti ve adâletle hükmetti. Kudüs'te Mescid-i Aksâ
adı ile Kur'ân-ı kerîmde bildirilen büyük bir mescidin inşâsını başlattı. Mescidin yapılıp
bitirilmesi işini oğlu Süleymân aleyhisselâma vasiyyet ederek, yüz yaşında âhirete göçtü.
Allahü teâlâ dağları, taşları, kuşları onun emrine vermişti. Yanık sesiyle Zebûr'u okumaya
başladığı zaman, kuşlar havâdan ağaçlara iner, hep birlikte, okunan Zebûr'u tekrar ederlerdi.
Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma, demiri ateşe sokmadan ve dövmeden istediği şekli
verebilme mûcizesi vermişdi. Demirden zırh yapar elinin emeğiyle geçinir, devlet
hazînesinden bir şey almazdı. Yırtıcı hayvanlar, hazret-i Dâvûd'un huzûruna gelip, ona tam
bir bağlılıkla hizmet ederlerdi. Dâvûd aleyhisselâm her işinde Allahü teâlânın rızâsını gözetir,
çok ağlar, çok ibâdet ederdi. Bir gün oruç tutar, bir gün iftâr ederdi. Gecenin ancak üçte bir
kısmında uyur, geri kalan vakitlerini ibâdet ile geçirirdi. (Nişancızâde Muhammed Efendi,
Taberî)
DÂYİN:
Borç veren, alacaklı. (Bkz. Borç)
DECCÂL:
Kıyâmetin büyük alâmetlerinden biri. Kıyâmete yakın çıkacağı bildirilen ve Îsâ
aleyhisselâm ile hazret-i Mehdî tarafından öldürülecek olan zâlim.
Geçmiş peygamberler, şaşı, kör, yalancı olan Deccâl'in büyük fitne ve belâ olduğunu
haber verip, ümmetlerini, onun şerrinden, zarârından korkuttular. (Hadîs-i
şerîf-Huccetullahi Alel Âlemîn)
Deccâl'in, Mekke ve Medîne hâriç ayak basmadığı hiç bir memleket yoktur. (Hadîs-i
şerîf-Huccetullahi Alel Âlemîn)
Deccâl, peygamber olduğunu iddiâ edecek, herkesin îmânını bozmaya uğraşacak ve
kendisine inanmayanlara zarar verecektir. Eshâb-ı Kehf, hazret-i Mehdî'nin yardımcıları
olacak ve Îsâ aleyhisselâm bunun zamânında gökten inecek ve Deccâl ile harb ederken
hazret-i Mehdî onunla berâber olacaktır. (Yûsuf bin İsmâil Nebhânî)
DEDİKODU:
Bir müslümanın veya zımmînin (İslâm devletinin idâresi altında bulunan müslüman
olmayan vatandaşın) ayıbını, onu kötülemek için arkasından söylemek. (Bkz. Gıybet)
Sözün kısası şudur ki, dedikodu sözlere inanılacak, dostluk bunlara göre olacaksa, söz
taşıyanların ellerinden kurtuluş olamaz. Bunun için de sağlam dostluk kurulamaz.
Dedikodulara kulak vermeyiniz ve geçmişleri unutunuz! Böylece dostluk yıkılmasın, eski
sıkıntılar aradan kalksın. (İmâm-ı Rabbânî)
DEFN:
Cenâzenin yıkanıp kefenlendikten ve namazı kılındıktan sonra kabre konularak üzerinin
toprakla örtülmesi.
Definden sonra cemâat dağılırken ölü bunların ayak sesini işitir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Ölüyü defnetmek, cenâze namazı kılmak gibi ibâdettir. (İbn-i Âbidîn)
Meyyiti (ölüyü), sâlihlere ve evliyâya (Allahü teâlânın sevdiği kullarının kabirlerine)
yakın defnetmelidir. Rutûbetli yerlere defnetmek iyi değildir. (Tahtâvî)
DEHR:
Zaman, devir. Âlemin (varlıkların) varlığının başlangıcından son bulmasına kadar olan
bütün zaman.
Dehr Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin yetmiş altıncı sûresi. İnsan sûresi ve Hel'etâ da denir.
Dehr sûresi, Medîne-i münevverede nâzil olmuştur (inmiştir). Mekke-i mükerremede
nâzil olduğunu söyliyenler de vardır. Otuz bir âyet-i kerîmedir. Birinci âyet-i kerîmede geçen
Dehr kelimesi sûreye isim olmuştur.
Sûrede; insanların ilk yaratılışı, kâfirlerin (inanmayanların) karşılaşacakları acı ve pek
çetin azâblar, Allahü teâlânın sevdiği mü'min kulların ise kavuşacakları büyük nîmetler
anlatılır. (Râzî, Kurtubî)
Dehr sûresindeki âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
Hakîkat biz, insanı (erkek ve dişi sularının) karışımından (meydana gelen) bir nutfeden
yarattık. (Üzerine mükellefiyet yükleyerek) onu imtihan ediyoruz. Bu sebeble onu işitici,
görücü yaptık. Gerçek biz ona (peygamber göndermek sûretiyle, doğru) yolu gösterdik. İster
şükreden (mü'min) olsun, ister nankörlük eden (kâfir). (Âyet: 2,3)
Kim Hel'etâ sûresini okursa, Allahü teâlâ ona Cennet'i ihsân eder. (Hadîs-i
şerîf-Envâr-üt-Tenzîl)
DEHRÎ:
Allahü teâlâya ve âhirete inanmayıp, dehr (zaman) sonsuzdur ve dünyânın başlangıcı ve
sonu yoktur, böyle gelmiş böyle gider diyen dinsiz, ateist. (Bkz. Ateist)
DELÂLET:
1. İşâret etmek, göstermek. Doğru yolu gösterme.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Sizi acı bir azâbdan kurtaracak bir ticâreti göstereyim mi? Allahü
teâlâ ve Resûlüne îmân edin, inanın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşın.
Eğer bilirseniz bu sizin için çok hayırlıdır. (Saf sûresi: 10-11)
Hayra delâlet eden, hayrı yapan gibidir. (Hadîs-i şerîf-Keşfül-Hafâ)
2. Bir lafzın (sözün) bir mânâyı (anlamı) ifâde etmesi, göstermesi.
Dînî bilgilerin delîlleri (kaynakları) dörttür: Birincisi sübûtu (varlığı) ve delâleti kat'î
(kesin) olanlar. Açık anlaşılan âyetler ve tevâtür, söz birliği ile bildirilmiş açıkça anlaşılan
hadîsler böyledir. İkincisi, sübûtu kat'î olup, delâleti zannî olanlar (kesin olmayanlar). Mânâsı
açıkça anlaşılmayan âyetler böyledir. Üçüncüsü, sübûtu zannî, delâleti kat'î olanlar. Tek
Sahâbînin (Peygamber efendimizin arkadaşının) bildirdiği açık ve anlaşılır hadîsler böyledir.
Dördüncüsü, sübûtu da delâleti de zannîdir. Tek Sahâbînin bildirdiği açıkça anlaşılmayan
hadîsler böyledir. Birincisi farz ile haramları, ikincisi ve üçüncüsü vâcib ile tahrîmen
mekrûhu (harama yakın mekrûhu), dördüncüsü sünnet ile müstehâbı bildirir. (Molla
Hüsrev-Serahsî-Hâdimî)
Delâlet-i Nass:
Nassın delâleti. Nass'da (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfte) zikredilen şeyin hükmünün,
müşterek (ortak) illet sebebiyle zikredilmeyen şey hakkında da sâbit olduğuna delâlet etmesi.
Bâzı âlimler delâlet-i nass'a, kıyâs-ı celî(açık kıyâs) demişlerdir.
"Ana-babana öf (bile) deme" meâlindeki İsrâ sûresi yirmi üçüncü âyet-i kerîmesi, açıkça
ana-babaya öf demenin haramlığını delâlet-i nass ile bildirmektedir. Öf demenin haram
oluşunun illeti (sebebi), eziyet vermektir. Bu illet, ana-babayı dövmede ve sövmede fazlasıyle
bulunduğundan, âyette açıkça bildirilmeyen ana-babayı dövmenin, onlara sövmenin de
haramlığı ile hükmolunmuştur. (İbn-i Melek, Serâhsî)
DELİ:
Aklı olmayan. (Bkz. Cünûn)
DELÎL:
1. Kendisi bilinince başkası bilinen şey.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Rabbinin sun'una (işine) bir bakmadın mı? Gölgeyi nasıl uzatıp yaymıştır. O, eğer
dileseydi, onu elbet sâkin kılardı. Sonra biz güneşi ona bir delîl yapmışızdır. (Çünkü güneş
olmasaydı, gölge bulunmazdı. Nur olmasaydı, zulmet bilinmezdi. Zîrâ her şey zıddıyla
bilinir.) (Furkan sûresi: 45)
2. Din bilgilerinin elde edildiği kaynak, vesîka. (Bkz. Edille-i Şer'iyye)
Din bilgilerinin elde edildiği delîller dörttür: Bunlar; Kitâb (Kur'ân-ı kerîm), sünnet, icmâ
ve kıyâstır. (Abdülganî Nablüsî)
Delîl, bir şeyin haram olması için aranır. Helâl olması için delîl aranmaz. (İbn-i Âbidîn)
Delîl-i Aslî:
Din bilgilerinin kaynakları olan Kitâb, sünnet, icmâ ve kıyâstan her biri. Aslî delîl.
Delîl-i Fer'î:
Aslî delîllere bağlı ve onlardan elde edilen ikinci derecede delîller. İstihsân, İstishâb,
İstislâh, Örf ve âdet, Sahâbî (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) kavli (sözü), fer'î
delîllerden bâzısıdır. (Bkz. İlgili Maddeler)
Müctehid (dînî kaynaklardan, delîllerden hüküm çıkarabilen) bir âlim, bir mes'elenin
hükmünü aslî delîllerde açıkça bulamazsa, fer'î delîllere mürâcât eder. (Molla Hüsrev,
Serâhsî)
Delîl-i Kat'î:
Mânâsı açıkça anlaşılan âyet-i kerîme ve tevâtürle bildirilmiş olan hadîs-i şerîf. Bunlar,
farzlar ile haramları bildirirler. Kesin delil.
Namazı inkâr eden kâfir olur, îmânı gider. Çünkü namazın farz oluşu, delîl-i kat'î ile
sâbittir, bildirilmiştir. (İbn-i Âbidîn)
Delîl-i Şer'î:
Dînî bilgilerin elde edildiği delîl, kaynak. (Bkz. Edille-i Şer'iyye)
Müctehîd (din ilimlerinde söz sâhibi) olmayanların sözleri, delîl-i şer'î olmaz. (Hâdimî)
Delîl-i Zannî:
Mânâsı açıkça anlaşılmayan, tek bir mânâya, delâlet etmeyen âyet-i kerîme ve tek bir
Sahâbî tarafından bildirilen, mânâsı açık hadîs-i şerîf.
Delîl-i zannî vâcib ile tahrîmen mekruhu (harama yakın mekruhu) bildirir. Tek Sahâbînin
bildirdiği mânâsı açıkça anlaşılmayan hadîs-i şerîfler ise, müstehâbları bildirir. Müstehâbları
yapan sevâb kazanır, yapmayan günâhkâr olmaz, sevâbından mahrûm kalır. (Serâhsî)
DELK:
Oğmak.
Abdestte ve gusülde, yıkanan yerleri oğmak.
Delk, Hanefî mezhebinde abdestin sünnetlerindendir. (İbrâhim Halebî)
Mâlikî mezhebinde abdeste ve gusle başlarken niyet etmek, abdestte ve gusülde her uzvu
delk ve muvâlât (uzuvları aralıksız yıkamak) ve gusülde saçı hilâllemek, parmakları saçların
arasına sokup ıslatmak farzdır. (Abdurrahmân Cezîrî)
DELLÂL:
Alıcı ile satıcı arasında vâsıta (aracı) olan ücretli kimse, komisyoncu.
Dellâl, mal sâhibinin izni ile malı kendi sattığı zaman, komisyon ücretini mal sâhibinden
alır. Müşteriden bir şey isteyemez. Eğer dellâl, mal sâhibi ile müşteri arasında aracılık yapıp,
malı mal sâhibi satarsa, dellâl ücretini, âdete göre; mal sâhibi veya müşteri yâhut da her ikisi
ortaklaşa verirler. (İbn-i Âbidîn)
Dellâl, işçi gibidir. Bunlar iş karşılığı değil, elindeki malı satarsa ücret alır. (İbn-i Âbidîn)
DENDÂN-I SEÂDET:
Peygamber efendimizin Uhud muhârebesinde şehîd olan, kırılan mübârek dişinin bir
parçası.
Dendân-ı seâdet, Osmanlı pâdişâhlarından Sultan Mehmed Reşâd tarafından yaptırılan
kıymetli taşlarla süslü altın bir muhâfazada Topkapı Sarayında saklanmaktadır. (Osmanlı
Târihi Ansiklopedisi)
DEREZÎLER:
Anuştekin ed-Derezî adlı bir bâtınî dâî (propagandacı) tarafından ortaya çıkarılan bozuk
yol. Bunlar; Bâtıniyyeden ayrılarak ortaya çıkan, Fâtımî hükümdârı Hâkim bi-emrillah'ın ilâh
olduğuna ve onun vezîri Hamza'nın imamlığına inanırlar. Kelimenin doğrusu Derezî olup,
yanlış olarak Dürzü denilmektedir.
Derezîler müslüman adını taşır. Fakat îmânları bozuktur. Ruhların bir bedenden bir
bedene geçtiğine inanırlar. Şaraba, alkollü içkilere ve zinâya helâl derler. Öldükten sonra
dirilmeğe, namaza, oruca, hacca inanmazlar. Ulûhiyyet yâni tanrılık insandan insana geçer
derler. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem hakkında çirkin şeyler söylerler. İnanışları
bozuk olduğu için, şehâdet kelimesini söylemekle müslüman sayılmazlar. İslâmiyet'e
uymayan inanışlarından vazgeçmedikçe müslüman olmazlar. Bunlar kitablı ve kitabsız
kâfirlerden daha zararlıdırlar. (İbn-i Âbidîn)
DERGÂH:
1. Makam, kapı girişi, eşik. Tasavvuf mektebi. Tasavvufta yetişmiş ve yetiştirebilen evliyâ
zâtlar tarafından, talebelere, tasavvuf, İslâm ahlâkı ve diğer dînî ilimlerin ve zamânın fen
ilimlerinin okutulduğu yer. (Bkz. Tekke)
2. Cenâb-ı Hakk'ın rahmet kapısı.
Yâ Rabbî! Yüz bin günah işledim ise de, bu kara yüzüm ile, yüce dergâhına sığınıyorum.
Senden affımı diliyorum. (Abdurrahman Sâmi Paşa)
Bir şehid dahî budur ki yüzünü Hak dergâhına tutup, Ey benim ma'budum! Ne ki, ömrüm
olsa, bir şeye ümid bağlamadım. Ancak sana bağladım. Ve dahî kimseye boyun eğmedim.
Dünyâya ve din düşmanlarına aldanmadım. Yâ Rabbî! Senden ümidim budur ki bütün
ümmet-i Muhammedi afv ve mağfiret edesin diye duâ ede. Bu dahî şehiddir. (Kutbüddîn
İznikî)
DERVÎŞ:
Allahü teâlâdan başka şeyleri kalbinden çıkarıp bütün âzâsıyla İslâm dîninin emir ve
yasaklarına uyan, dünyâ malına gönül bağlamayan kimse.
Dervişlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, dağda ve mağarada bulunmak
değildir. Dervişlik, gönlü mâsivâdan yâni Allahü teâlâdan başka her şeyden çevirmektir.
(Ubeydullah-ı Ahrâr)
Derviş dünyâ ve âhirette mes'ûddur. Dervişten dünyâda sultan vergi almaz. Âhirette de
Allahü teâlâ hesap sormaz. (Ebû Bekr Verrâk)
Dervişlik didükleri hırkayıla tâc değül,
Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtâç değül.
(Yûnus Emre)
DEVR:
Bir şeyi elden ele aktarma. Vefât eden bir müslümanın sağlığında kılamadığı namaz,
tutamadığı oruç ve veremediği zekât gibi borçlardan kurtulması için birkaç fakirin kendilerine
ölünün vasî veya velîsi tarafından verilen fidyeyi alıp, gönül rızâsıyla tekrar geri vermek
sûretiyle yapılan muâmele. (Bkz. İskât ve Devir)
Namaz, oruç, zekât, kurban, sadaka-ı fıtır, adak, kul ve hayvan hakları için devir yapılır.
Yemin ve oruç keffâretleri için devir yapılmaz. Her keffâret için, bizzat fakire mal, para
verilir.
DEYN:
Borç, hazır ve mevcûd olmayan mal.
1. Hazır olmayıp, ayrı olarak bulunduğu yeri bildirilmeyen her türlü mal ile hazır ise de
ayrı olarak gösterilmeyen kıyemî (çarşıda benzeri bulunmayan, bulunsa da fiyatları farklı
olan) mal.
Her satışta söz kesilirken iki maldan her biri ya ayn (hazır, mevcût, belli) veya deyn olur.
Bir satışta mebî'in (satılan malın) ve semenin (bedelin) söz kesilme sırasında ikisi de deyn
olurlarsa, ayrılmadan önce kabz edilseler (teslim olunsalar) de bey' (satış) sahîh (geçerli)
olmaz. Akd (sözleşme) bâtıl (hükümsüz, geçersiz) olur. Sarf satışı bundan müstesnâdır. (Bkz.
Sarf Satışı) (Ali Haydar Efendi)
2. Zekât verecek kimsenin elinde, yanında olmayıp başkasında bulunan zekât malı.
Deyn olan malın zekâtı deyn olarak verilemez. Ayn olarak vermek lâzımdır. Yâni,
başkasında bulunan malının zekâtını hazır olan malından vermek lâzımdır. Hazır malı yoksa,
başkasındaki malından zekât miktârı istenir. Teslim alınıp, fakîre verilir. (İbn-i Âbidîn)
Deyn-i Kavî:
Ödünç verilen zekât malı ve zekât malının satışı karşılığı alınacak olan semen (bedel).
Deyn-i kavî, zekâtta nisâb hesâbına katılır. Alınacak paranın veya bunun ile yanında
bulunanın toplamının nisâbı üzerinden bir sene geçince, eline geçen her miktârın kırkta birini
hemen vermek farz olur. İki sene sonra eline geçenin iki yıllık, üç sene sonra eline geçenin üç
yıllık zekâtını verir. Meselâ, üç yüz dirhem alacağı olan, üç sene sonra, iki yüz dirhem alırsa,
üç yıl için beşer dirhemden, on beş dirhem zekât verir. Almadan önce zekâtını vermesi lâzım
olmaz. Kirâcı, mal sâhibinin izni ile, kirâ karşılığı tâmir yaparsa, bu masrafı mal sâhibine
ödünç vermiş olur. (Redd-ül-Muhtâr)
Deyn-i Mütevassıt:
Ticâret malı olmayan zekât hayvanları ile köle, ev, yiyecek, içecek gibi ihtiyâç
maddelerinin satışları karşılığı ve binâların kirâ alacakları.
Deyn-i mütevassıt, nisâb hesâbına katılır. Bir sene sonra, eline nisâb miktârı veya daha
çok geçince, her sene ele geçenin kırkta biri hemen verilir. (İbn-i Âbidîn)
Deyn-i Zaîf:
Mîrâs ve mehr malları.
Deyn-i zaîf, nisâb hesâbına katılır. Nisâb miktârı malı teslim aldıktan bir yıl sonra yalnız o
yılın zekâtı verilir. Elinde nisâb miktârı mal da varsa, deynden aldığını, buna katıp,
elindekinin bir yılı tamam olunca, aldığının zekâtını da birlikte verir. Bunun için ayrıca bir yıl
beklemez. Deyn-i kavî ve mutavassıttadan sene geçmeden önce ele geçirdiğini aynı şekilde
kendisinde bulunan nisâba katarak zekâtlarını birlikte verir. İki imâma, İmâm-ı Ebû Yûsuf ile
İmâm-ı Muhammed'e göre, her alacak, nisâb miktârı ise, alınan miktâr az ise de, bir yıl
geçmişse zekâtı verilir. (İbn-i Âbidîn)
DEYYÂN (Ed-Deyyân):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kıyâmet günü, herkesin
dünyâda iken yaptıklarının hesâbını ve hakkını en iyi bilen ve veren.
Ben azîm-üş-şân (şânı büyük, çok yüce) herkese mücâzât eden (karşılığını veren)
deyyânım. (Hadîs-i kudsî-Sahîh-i Buhârî)
Ben azîm-üş-şân (şânı büyük, çok yüce), melik-i deyyânım. Benim verdiğim rızkı yiyip
de, bana ortak koşanlar ve bana değil de putlara ibâdet edenler nerededirler? O kimseler
benim verdiğim rızık ile kuvvetlenip de bana âsî olurlar (karşı gelirler). Cebbâr (zorba
kimseler) ve zâlimler (zulm edenler) nerededirler? Kibirlenen (büyüklük taslayanlar) ve
öğünenler nerededirler? (Hadîs-i kudsî-Dürret-ül-Fâhire)
DEYYÛS:
Hanımının nâmussuzluğuna, ahlâksızlığına aldırış etmeyen, göz yuman kimse.
Cennet, deyyûsa haramdır. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Üç kişi Cennet'e hiç girmeyecektir: Birincisi deyyûs, ikincisi, kendisini erkeklere
benzeten kadınlar. Üçüncüsü, içki içmeye devâm edenler. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Hayâsızlık pek çoğalır, deyyûs lara kalır meydan
İnsanların en alçağı, Moskova'da okur ferman
(M. Sıddîk bin Saîd)
DİN:
Allahü teâlânın insanları dünyâ ve âhirette râhat, huzûr ve seâdete (mutluluğa)
kavuşturmak için peygamberleri vâsıtasıyla bildirdiği yol, emirler ve yasaklar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Doğrusu Allah indinde (katında) makbûl olan din İslâm'dır. Kendilerine kitâb
verilenler (hıristiyanlar ve yahûdîler) kendilerine ilim geldikten (İslâm dînini bildikten)
sonra aralarındaki çekememezlik, kin ve düşmanlıktan dolayı (onun hakkında) ihtilâfa
düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki Allah, hesâbı pek çabuk
görendir. (Âl-i İmrân sûresi: 19)
... Bugün sizin dîninizi kemâle erdirdim (dîninizin hükümlerini tamamladım), üzerinize
olan nîmetimi tamamladım ve din olarak da İslâm dînini (verip ondan) hoşnut oldum...
(Mâide sûresi: 3)
Size gönderdiğim İslâm dîninden râzıyım (yâni bu dîni kabûl edenlerden, bu dînin emir
ve yasaklarına tâbî olanlardan râzı olurum. Onları severim). Bu dinde olmak ancak
cömerdlikle ve iyi huylu olmakla tamam olur. Dîninizin tamam olduğunu her gün bu ikisi
ile belli ediniz. (Hadîs-i kudsî-Taberânî)
Muhammed aleyhisselâm bütün insanlara ve cinnîlere gönderilmiş hak peygamberdir.
Dîninin hükmü kıyâmete kadar devâm edecektir. Dîni, evvel gelen ve geçen peygamberlerin
dinlerinin bâzı hükümlerini nesh etmiş, hükmünü kaldırmıştır. (Süleymân bin Cezâ)
Allahü teâlânın bildirdiği her din, iki kısımdır. Îtikâd (inanılacak hususlar) ve amel
(yapılması ve kaçınılması gereken hususlar). Bunlardan îtikâd her dinde aynıdır. Îtikâd, dînin
aslı ve temelidir. Din ağacının gövdesidir. Amel (iş) ise, ağacın dalları yaprakları gibidir.
(Ahmed Fârûkî)
Allahü teâlâ, ilk peygamber Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede bir peygamber
vâsıtası ile insanlara bir din göndermiştir. Bu peygamberlere Resûl denir. Her asırda, en temiz
bir insanı peygamber yaparak, bunlar ile dinleri kuvvetlendirmiştir. Resûllere tâbi olan bu
peygamberlere Nebî denir. Din işlerinde âlimlerin sözleri mûteberdir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Dinde Bid'at:
Peygamber efendimiz ve O'nun dört halîfesi zamânında olmayıp, dinde sonradan ortaya
çıkarılan bozuk inanışlar, sevap kazanmak niyetiyle yapılan ibâdetler. Dinde yapılan her türlü
değişiklikler, yenilikler ve reformlar. (Bkz. Bid'at)
DÎNÂR:
Bir miskal (4.8 gram) ağırlığındaki altın para.
Bir kimsenin infak edeceği (harcayacağı) en fazîletli dînâr, çoluğuna-çocuğuna infâk
ettiği (harcadığı) dînâr ile Allah yolunda hayvanına infâk ettiği dînâr, bir de yine Allah
yolunda arkadaşlarına sarfettiği dînârdır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Allah yolunda infâk ettiğin bir dînâr, köle azâdı için infâk ettiğin bir dînâr, bir fakire
sadaka olarak verdiğin bir dînâr, âilene sarfettiğin bir dînâr vardır. Bunlardan sevâbı çok
olanı âilene sarfettiğindir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
DİNSİZ:
Hiç bir dîne inanmıyan, ateist. (Bkz. Ateist)
Bir babanın, evlâdını Cehennem ateşinden koruması, dünyâ ateşinden korumasından daha
mühimdir. Cehennem ateşinden korumak da, îmânı ve farzları ve harâmları öğretmekle,
ibâdete alıştırmakla dinsiz ve ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur. Bütün dinsizliklerin ve
fenâlıkların (kötülüklerin) başı, kötü arkadaştır. (İmâm-ı Gazâlî)
DİRÂYET:
Zekâ, bilgi, idâre kâbiliyeti.
Dirâyet Tefsîri:
Resûlullah'tan sallallahü aleyhi ve sellem gelen rivâyetler (açıklamalar) esas alınarak,
Kur'ân-ı kerîmin lisan bilgilerine ve zamanın fen bilgilerine, aklî ilimlere göre yapılan
açıklaması. Bu tefsîre ma'kul, re'y tefsîri ve te'vîl de denir.
Dirâyet tefsîrlerinin doğruluğu, nakle uygunluğu ile anlaşılır. Tefsîr âlimleri, nakle uygun
te'villeri de tefsîr olarak kabûl etmişlerdir. Nakle uymayan Dirâyet tefsîrleri, tefsîr değil,
yazanın şahsî düşüncesi olur. Nitekim hadîs-i şerîfte; "Kur'ân'ı kendi görüşü ile açıklayan
hatâ etmiştir" buyruldu. Bunun içindir ki, Kur'ân-ı kerîmde mânâsı açık olmayan âyet-i
kerîmelerden yalnız akla güvenip, yanlış te'viller yapılarak yanlış mânâlar çıkarılması
netîcesinde yetmiş iki dalâlet (bozuk) fırka ortaya çıktı. (Abdülhakîm Arvâsî)
DİRHEM:
İslâmiyet'ten önce ve sonra kullanılan değişik ağırlıktaki gümüş paralar.
Bir dirhem fâiz (almak ve vermek) otuz zinâdan daha günâhtır. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı
Seâdet)
On dirhemlik elbisenin, bir dirhemi haram olsa, o elbise ile kılınan namazlar kabûl
olmaz (namaz borcundan kurtulur fakat sevâb kazanmaz). (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Dirhem kelimesi necâset bahsinde ayrı, zekât bahsinde ayrı mânâ ifâde etmektedir.
Necâsette bir miskal ile (4,8 gr.) ağırlık kasd edilirken, zekâtta tamâmen şer'î dirhem (3,365
gr.) ağırlık ifâde etmektedir. Örfî dirhem bundan daha az (3,20 gr.) ağırlıkta idi. (İbn-i Âbidîn)
Deride, elbisede, namaz kılınan yerde dirhem miktârı veya daha çok kaba necâset yok ise,
namaz sahîh olur ise de, dirhem miktârı bulunursa, tahrîmen mekrûh olur ve yıkamak vâcib
olur. Dirhemden çok ise yıkamak farzdır. (İbn-i Âbidîn)
Dirhem-i Şer'î:
Peygamber efendimiz zamânında kullanılan (3,36) üç gram ve otuz altı santigram
ağırlığındaki gümüş para.
Dirhem-i Urfî (Dirhem-i Örfî):
Bir memlekette kullanılması âdet olan veya hükûmetlerin kabûl ettikleri belli ağırlıktaki
dirhem.
Dirhem-i şer'îden hafîf olan dirhem-i urfîlerle zekât hesâb etmek câiz değildir. 3.365 gram
ağırlığında olan dirhem-i şer'î ile hesap yapmak lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
DİYÂNÂT:
Allahü teâlâ ile kul arasında olan işler, ibâdetler. Teklik şekli, diyânettir.
Diyânâtta, âdil (adâletli) ve bâliğ (ergenlik yaşına gelmiş) bir müslümanın sözüne inanılır.
Bu hususta bir kadın da, bir erkek gibidir. Suyun pis olduğunu söylerse, bu su ile abdest
alınmaz; teyemmüm edilir. Fâsık (açıkça günâh işleyen) veyâ hâli belli olmayan bir
müslüman söylerse, araştırılır ve kuvvetli zanna göre hareket edilir. Kâfir veya çocuk, suya
pis derse ve abdest alacak olan kimse kendi de buna inanırsa, o suyu dökmeli ve sonra
teyemmüm etmelidir. (İbn-i Âbidîn)
Mihrâb (câmide îmâmın namaz kıldırdığı yer) bulunmayan, hesâb, yıldız gibi şeylerle de
kıblenin ne tarafta olduğu anlaşılamayan yerlerde, kıbleyi bilen, sâlih müslümanlara sormak
lâzımdır. Kâfire, fâsıka ve çocuklara sorulmaz. Muâmelâtta (alış-veriş ve ticâret gibi
insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde) bunlara inanılırsa da, diyânâtta inanılmaz... (İbn-i
Âbidîn)
DİYÂNET:
Allahü teâlâ ile kul arasındaki dînî iş, ibâdet. (Bkz. Diyânât.)
DİYET:
Kâtilin (adam öldürenin) vereceği para cezâsı.
Çocuğa tehlikeli bir iş yaptırınca çocuk ölürse, o işi yaptıran şahıs diyetini öder. (Hamevî)
Şebeh-i amd (kasda benzer şekil) ile öldürmenin cezâsı ağır diyet olup, yüz devedir. Yirmi
beşi iki yaşına, yirmi beşi üç yaşına, yirmi beşi dört yaşına ve yirmi beşi de beş yaşına basmış
dişi deve olacaktır. Âlimlerin bir kaçı, bin dînâr (4800 gram) altın da verilebilir dedi. Hatâ ile
öldürenin diyeti, yine yüz deve olup, adı geçen yavrulardan yirmişer ve yirmi tâne de iki
yaşına basmış erkek devedir. Yâhut, bin dînâr altın veya on bin dirhem gümüştür. (İbn-i
Âbidîn)
DUÂ:
İsteme, yalvarma. Bir kimsenin kendisi veya başkası hakkında bir dileğine bir arzusuna
kavuşması için Allahü teâlâya yalvarması.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Bana (hâlis kalb ile) duâ ediniz. Duânızı kabûl ederim. (Mü'min sûresi: 60)
Allahü teâlâyı unutarak, gafletle edilen duâ kabûl olmaz. (Hadîs-i şerîf-Mevâhib-i
Ledünniyye)
Mü'minin din kardeşi için, arkasından yaptığı hayır duâ kabûl olur. Bir melek,
"Allahü teâlâ, bu iyiliği sana da versin!Âmin" der. Meleğin duâsı red edilmez. (Hadîs-i
şerîf-Riyâz-üs-Sâlihîn)
Ümmetimin günâh işlemeyen gençlerinin duâları kabûl olur. (Hadîs-i
şerîf-Künûz-üd-Dekâik)
Beş vakit farz namazdan sonra yapılan duâ kabûl olur. (Hadîs-i şerîf-Merâk-il-Felâh)
Lânet etmek için gönderilmedim. Hayır duâ etmek için, her mahlûka merhamet etmek
için gönderildim. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Kendinize, evlâdınıza, kötü duâ etmeyiniz. Allah'ın kaderine râzı olunuz. Nîmetlerini
arttırması için duâ ediniz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Çalışmadan duâ eden, silâhsız harbe giden gibidir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı İmâm-ı
Rabbânî)
Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri haramdır. Sonra ellerini kaldırıp duâ
ederler. Böyle duâ, nasıl kabûl olunur? (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Birinize derd ve belâ gelince, Yûnus peygamberin duâsını okusun. Allahü teâlâ
muhakkak onu kurtarır. Duâ şudur: Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minez
zâlimîn. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Mazharî)
Sabah kalkınca, üç kerre:Bismillâhillezî lâ-yedurru ma asmihî şey'ün filerdı velâ
fissemâi ve hüvessemî'ul-alîm (duâsını) okuyana akşama kadar hiç belâ gelmez. (Hadîs-i
şerîf-Tenbîh-ül-Gâfilîn)
Duâ etmekle emr olunduk. Kulun Rabbine duâ etmesi, yalvarması, yakarması, sığınması,
ağlayıp sızlaması Rabbine hoş gelir. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesine uymadan, sebeplere yapışmadan, çalışmadan duâ
etmek, Allahü teâlâdan mûcize istemek demektir. Müslümanlıkta, hem çalışılır, hem de duâ
edilir. Önce sebebe yapışmak, sonra duâ etmek lâzımdır. (Şerefeddîn Ahmed Yahyâ Münîrî)
Duânızı öyle bir delîl (vesîle, vâsıta) araya koyarak edin ki, o, günah işlememişlerden
olsun. O delîl, Allah dostları, Allah adamlarıdır. Onlara sevgi ve tevâzu gösterin ki, sizin için
duâ etsinler. (Ali Râmitenî)
Allahü teâlâya itâat et, emirlerine uy. Sonra duâ et. Allahü teâlâ duânı kabul eder.
(Ammâr-ı Yâser)
Zâlim kimseleri, âdil diye medh edenin ve din düşmanlarının ölüsüne, dirisine duâ edenin
îmânı gider. (Abdülhakîm Arvâsî)
Binlerce top ve tüfek, yapamaz aslâ,
Gözyaşının seher vakti yaptığını.
Düşman kaçıran süngüleri, çok defa,
Toz gibi yapar, bir mü'minin duâsı.
(Muhammed Rebhâmî)
Duâ Ordusu:
Sıkıntı ve darda kalan müslümanlara duâları ile yardımda bulunan Allahü teâlânın sevgili
kulları, velîler.
İmrân sûresinin yüz yirmi altıncı âyetinde ve Enfâl sûresinde meâlen; "Yardım, ancak ve
yalnız Allah'tandır" buyruldu. Bu yardıma, duâ ordusu vâsıtası ile kavuşulur. Ayrıca duâ,
kazâyı def'eder, uzaklaştırır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Kazâ, ancak ve yalnız
duâ ile durdurulur" buyurdu. Duâ ordusunun askerleri, gazâ ordusu askerlerinin rûhu
gibidir. Gazâ ordusunun askerleri, onların kalbleri, bedenleridir. O hâlde gazâ ordusunun
askeri, duâ ordusu olmadıkça iş başaramaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Gazâ ordusu, duâ ordusunun yardımına muhtâcdır. İhlâs ile yapılan duâ muhakkak kabûl
olur. (Hadîmî)
DUHÂ NAMAZI:
Duhâ (kuşluk) vaktinde kılınan namaz, kuşluk namazı.
Yâ Ebâ Hüreyre! Duhâ namazını terk etme! Cennet'in bir kapısı vardır ki, ona "Duhâ
kapısı" derler. Bu kapıdan yalnız kuşluk namazı kılanlar girer. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul
İlmihâli)
Günahları deniz köpüğü kadar olsa da iki rek'at duhâ namazına devâm eden kimsenin
günâhları mağfiret olunur. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Ey Ebû Zer! Bir kimse iki
rek'at kuşluk (duhâ) namazı kılsa gâfillerden olmaz. Dört rek'at kılsa, zikredenlerden
yazılır. Altı rek'at kılsa, şirk (Allahü teâlâya ortak koşma) dışında ona günâh ulaşmaz. On
iki rek'at kılsa, Cennet'te ona bir ev yapılır." Ebû Zer (r.anh); "Yâ Resûlallah! Hepsini
birden mi kılmalı?" dedi. "Ayrı ayrı olsa da olur" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Gunye)
Mekke'nin fethedildiği gün, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, hazret-i Ali'nin
kızkardeşi Ümmühânî'nin (r.anhümâ) evinde gusül abdesti alıp, sekiz rek'at duhâ namazı
kıldı. (Abdülkâdir Geylânî)
Duhâ, yâni kuşluk vakti hiç olmazsa iki rek'at namaz kılmak lâzımdır. Teheccüd (gece
namazı) ve duhâ (kuşluk) namazlarının en çoğu on iki rek'attir. (İmâm-ı Rabbânî)
Duhâ namazı kılanlar âhiret şehîdi olurlar. (İbn-i Âbidîn)
Her kim duhâ namazını iki veya dört rekat kılarsa, zâkirler (zikredenler, Allahü teâlâyı
ananlar) zümresine yazılırlar. Altı veya sekiz rekat kılsa, sıddıklar zümresine yazılır. Bu
vakitte kazâ namazı kılan, hem borcundan kurtulur, hem de bu sevâblara kavuşur. (Süleymân
bin Cezâ)
DUHÂ SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin doksan üçüncü sûresi.
Duhâ sûresi, Mekke-i mükerremede inmiştir. On bir âyet-i kerîmedir. Birinci âyet-i
kerîmede duhâya (kuşluk vaktine) yemin edildiği için bu kelime sûreye isim olmuştur.
Rivâyete göre, bir müddet vahy gelmemişti. Bu sebeble Peygamber efendimize inanmayanlar;
"Rabbi Muhammed'i terk etti, O'na darıldı" diyerek Peygamber efendimizi üzmeye,
müslümanlar arasında fitne çıkarmaya çalışıyorlardı. O zaman bu sûre nâzil oldu. Nüzûl (iniş)
sebebi olarak başka rivâyetler de vardır. (İbn-i Abbâs, Kurtubî, İmâm-ı Süyûtî)
Duhâ sûresinde meâlen buyruldu ki:
(Ey Muhammed!) Âhiret senin için dünyâdan daha hayırlıdır. Rabbin sana râzı oldum
deyinceye kadar, her istediğini verecek. (Âyet: 4-5)
Rabbinin nîmetlerini an, anlat. (Âyet: 11)
DUHÂ VAKTİ:
Kuşluk vakti. Oruç zamânının yâni imsak ile iftar vakti arasındaki müddetin dörtte birinin
tamam olmasından îtibâren başlayan vakit. (Bkz. Duhâ Namazı)
DUHÂN SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin kırk dördüncü sûresi.
Duhân sûresi Mekke-i mükerremede nâzil olmuştur (inmiştir). Elli dokuz âyet-i kerîmedir.
Adını onuncu âyet-i kerîmede geçen ve duman mânâsına olan duhân kelimesinden almıştır.
Bir rivâyete göre duhân kıyâmetin büyük alâmetlerinden birisidir. Sûrede, Kur'ân-ı kerîmin
mübârek bir gecede (Kadir gecesi veya Berât gecesinde) nâzil olduğu, inanmıyanların nasıl
bir azâb görecekleri, Mûsâ aleyhisselâm ile Fir'avn'ın ve kavminin kısaları anlatılarak,
inanmıyanlar îkâz edilmekte ve yine inanmıyanların, kıyâmeti inkâr etmelerinin ve câhilce
iddiâlarının çirkinliği anlatılmaktadır. (İbn-i Abbâs, Ebû Hayyân Endülüsî, Taberî)
Duhân sûresinde meâlen buyruldu ki:
Muhakkak biz (Kur'ân-ı kerîmi) mü'minler üzerine bereketi çok olan, çok kimsenin af
ve mağfiret olunduğu, bağışlandığı bir gecede (Kadir gecesinde veya Berât gecesinde)
indirdik. Biz (O'nunla kâfirleri) azâb ile korkuturuz. (Âyet: 3)
O gün (kıyâmet günü) dost dostunu (akrabâ akrabâyı) azâbdan kurtaramaz. Ancak
Allahü teâlânın merhâmeti ve izni ile bir mü'min bir mü'mine şefâat edip, azâbdan
kurtarabilir. Allahü teâlâ Azîzdir. Azâb edilmesini emrettiğine kimse yardım edemez.
Rahîmdir, merhamet olunmasını emrettiğinden de merhametine kimse mâni olamaz.
(Âyet: 41-42)
DÜNYÂ:
Yer küresi.
1. Ölümden önce olan her şey.
Mal ve dünyâdan size verilen şey, yalnız hayatta bulunduğunuz müddetçe, onunla
geçinmektir. Îmân edip, Rablerine tevekkül edenler için, âhirette Allahü teâlânın indinde,
dünyâ nîmetinden hayırlı ve dâimî çok sevâb vardır. (Şûrâ sûresi: 36)
Siz dünyâ malını istiyorsunuz. Allahü teâlâ ise, sevâb kazanmanızı, Cennet'e ve
nîmetlere kavuşmanızı istiyor. (Enfâl sûresi: 67)
Dünyâ sizin için yaratıldı. Siz de âhiret için yaratıldınız. (Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme)
Dünyâya, burada kalacağınız kadar, âhirete de, orada kalacağınız kadar çalışınız!
(Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme)
Âhiretin sonsuz olduğuna inanan kimsenin bu dünyâya sarılması çok şaşılacak şeydir.
(Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme)
Arzûsu âhiret olup, âhiret için çalışana Allahü teâlâ, dünyâyı hizmetçi yapar. (Hadîs-i
şerîf-Mârifetnâme)
Dünyâyı terk etmek demek, ona düşkün olmamak, kıymet vermemek demektir. Ona
düşkün olmamak da, insanın nazarında varlığıyla yokluğu eşit olmasıdır. Böyle olabilmek
için Allah adamlarının yanında yetişmek lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Ey oğul! Dünyâ ve dünyâ nîmeti hayaldir. Gök kubbesi altında hiçbir şey aynı hal üzere
kalmaz, hep değişir. Onun için dünyâ malına makâmına ve dünyâ hayâtına güvenme. Biz bu
dünyâda misâfiriz. Sonunda ayrılıp gideceğiz. Sıkıntı varsa üzülme. Bir an sonra ne
olacağımız belli değil. (Azzâz bin Müstevdî)
Allahü teâlânın sevdiklerinin yolunda olmak ile dünyâya kıymet vermek, ona düşkün
olmak bir arada bulunmaz. Bu yolda bulunan bir kimsenin kalbinde dünyânın zerre kadar
kıymeti bulunursa, yağdan kılın çıkması gibi kolayca bu yoldan çıkar. Allah adamları
dünyâya kıymet vermezler. Onun için bu hususta gam yemezler. (Abdullah-ı Ensârî)
Dünyâ sevgisi ve günahların kapladığı kalbden nasıl hayır beklenir. (Abdullah bin
Mübârek)
Ey oğul! Dünyâya sarılmış ona gönül vermiş olanlarla bulunma. Onlarla sohbet ve
berâberlik, gam, keder ve üzüntü getirir. Bu tecrübe ile sâbittir. Onlar senden faydalanırlar ise
de, sen onlardan faydalanamazsın. (Ahmed Siyâhî)
Allahü teâlâ, dünyâyı elinizle değil, kalbinizle terketmeyi ister. (Abdullah-ı Ensârî)
2. Kalbi Allahü teâlâdan gâfil eden, O'nu unutturan her şey.
Dünyâ mel'ûndur ve dünyâda Allah için yapılmayan her şey de mel'ûndur. (Hadîs-i
şerîf-Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî)
Kalbi Allahü teâlâdan gâfil eden, O'nu unutturan, kalbe Allah'tan başkalarını getiren
şeyler hep dünyâdır. Allahü teâlâyı unutturan mallar, sebepler, mevkiler, şerefler, hep dünyâ
olur. Vennecm sûresinin; "Bizi düşünmeyenlerden, bizden yüz çevirenlerden, sen de
yüzünü çevir. Onları sevme!" meâlindeki yirmi dokuzuncu âyet-i kerîmesi böyle olduğunu
açıkça göstermektedir. İşte bu dünyâ insanın can düşmanıdır. Bu dünyânın düşkünleri, hiç
toparlanamaz, kendilerine gelemezler. Âhirette de, pişmân olacaklar, çok acılarla
karşılaşacaklardır. (İmâm-ı Rabbânî)
En iyi kimse, kalbi Allah sevgisi ile çarpan ve dünyâya bağlı olmayandır. Dünyâ sevgisi,
günâhların başıdır. Çünkü Allahü teâlâ, dünyâya düşkün olmayı sevmez. Onu yarattığı
zamandan beri, hiç sevmemiştir. Dünyâ ve dünyâya düşkün olanlar, mel'ûndur yâni Allahü
teâlânın merhametinden uzaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
3. Allahü teâlânın haram (yasak) ettikleri ile Resûlullah efendimizin mekrûh dediği şeyler.
Allahü teâlânın haram etmediği, hatta emrettiği dünyâ işleri, zararlı ve kötü olan dünyâ
değildir. Böylece, ne kadar çok olursa olsun, çalışıp kazanmak, fen, tıb, hesab, hendese,
mîmârlık ve harb vâsıtalarını öğrenmek, yapmak, kısaca insanlara râhat, huzûr ve seâdet
sağlayan her türlü medenî vâsıtaları yapmak ve kazanmak, dünyâlık değildir. Bunların
hepsini, Allahü teâlânın gösterdiği şekillerde, yollarda ve şartlarda yapmak ve kullanmak
ibâdet olur. Allahü teâlâ böyle müslümanlardan râzı olur. Bunlara âhirette sonsuz nîmetler,
seâdetler ihsân eder. (İmâm-ı Rabbânî)
Kim umar senden vefâyı, yalan dünyâ değil misin
Enbiyânın seyyidini alan dünyâ değil misin?
Kasdedip halkın özüne toprak doldurup gözüne
Ehl-i gafletin yüzüne gülen dünyâ değil misin.
Kimisini nâlan eden, kimisini giryân eden
En sonunda uryân edip soyan dünyâ değil misin.
İşin gücün dâim yalan, çok kişi den arta kalan
Nice kere boşalıp da dolan dünyâ değil misin
Gel aldanma bu dünyâya sonu virân olur bir gün
Senin bu sürdüğün demler el bet yalan olur bir gün.
(M. Sıddîk bin Saîd)
Dünyâ Hayâtı:
Âhiretten önceki hayat.
Kim dünyâ hayâtını ve onun süsünü isterse, onlara yaptıklarının karşılığını burada
tam olarak veririz. Bu hususta bir eksikliğe de uğratılmazlar. Onlar öyle kimselerdir ki,
âhirette kendileri için ateşten başkası yoktur. Dünyâda yapageldikleri şeyler orada boşa
gitmiştir. (Hûd sûresi:15-16)
Dünyâ hayâtı iş yapacak zamandır. Keyf yapacak, eğlenecek zaman ilerde gelmektedir.
Orada dünyâda yapılan işlerin karşılığı ele geçecekdir. Dünyâ hayâtı pek kısadır. Mes'ûd o
kimsedir ki, bu fırsatı büyük nîmet bilir ve âhiret işlerini bu kısa zamanda gerektiği gibi
yapar. Yolculukta lâzım olan azığını hazır eder. (İmâm-ı Rabbânî)
Dünyâ Hırsı:
Dünyâya lüzûmundan fazla meyletmek. Şiddetli mal, mülk arzusu, isteği.
On şey insana zarar verir: 1) Terbiye azlığı, 2) Cehâlet çokluğu, 3) Halktan nîmet
beklemek, 4) Şehvet azgınlığı, nefis kudurgunluğu, 5) Baş olma sevdası, 6) Dünyâ hırsı, 7)
Nefis ile dostluk kurmak, 8)Çok yemek, 9) Çok uyumak, 10) Kalabalığa uymak. (Bâyezîd-i
Bistâmî)
Dünyâ Sevgisi:
Kalbin dünyâ malını ve mülkünü çok sevmesi.
Dünyâ sevgisi, günahların başıdır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât)
Dünyâyı sevenler, âhirette zarar görür. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâya şükre sebep olan dünyâlık, insana zarar vermez. (Abdullah bin Zeyd)
DÜNYÂLIK:
İnsanın hayatta muhtâc olduğu şeyler, para, mal v.s.
Dünyâlık olan şeylerin Allah indinde sivri sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfire
bir yudum su vermezdi. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Dünyâlık peşinde koşmak, su üzerinde yürümeğe benzer. Bunun ayaklarının
ıslanmaması mümkün müdür? (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Dünyâlık arayanın buna kavuşması güçtür. Âhireti arayanın buna kavuşması kolaydır.
(Hadîs-i şerîf-Berîka)
Kur'ân-ı kerîm okuyunca, Allahü teâlânın rızâsını ve Cennet'i isteyiniz! Dünyâlık
istemeyiniz! Bir zaman gelir ki, hâfızlar, Kur'ân-ı kerîmi, insanlara yaklaşmak için vâsıta
yaparlar. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Dünyâlık, para, eskiden sevilmezdi, ama şimdi, mü'minin kalkanıdır. (Süfyân-ı Sevrî)
Ölümden önce olan her şeye dünyâ denir. Bunlardan, ölümden sonra faydası olanlar,
dünyâlık sayılmaz, âhiretten sayılırlar. Çünkü dünyâ âhiret için tarladır. Âhirete yaramayan
dünyâlıklar, zararlıdır. Haramlar, günahlar ve mubâhların fazlası böyledir. Dünyâda
olanlarİslâmiyet'e uygun kullanılırsa, âhirete faydalı olurlar. Hem dünyâ lezzetine, hem de
âhiret nîmetlerine kavuşulur. Mal iyi de değildir, kötü de değildir. İyilik, kötülük onu
kullanandadır. O hâlde mel'ûn olan, kötü olan dünyâ, Allahü teâlânın râzı olmadığı, âhireti
yıkıcı yerlerde kullanılan şeyler demektir. (Erzurumlu İbrâhim Hakkı)
Allahü teâlâya şükre sebeb olan dünyâlık insana zarar vermez. (Abdullah bin Zeyd)
DÜNYÂYI TERKETMEK:
1. Bütün haram olan şeyler ile berâber, mübâhları da, yâni günâh olmayan lezzetlerin
çoğunu da bırakıp, yaşamak için zarûrî olan miktârını kullanmak.
Mes'ûd o kimsedir ki, dünyâ onu terk etmezden önce, o dünyâyı terk etmiştir. (Hadîs-i
şerîf-Mârifetnâme)
Dünyâyı terk eyle ki, Allahü teâlâ seni sevsin! İnsanların malına göz dikme ki, herkes
seni sevsin. (Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme)
Dünyânın her türlü zevk ve lezzetinden vazgeçip, bütün zamânını, ibâdet ile ve
müslümanların rahatlarını ve İslâm dînini bilmeyenlerin, doğru yola kavuşmaları için; lâzım
olan ilmî ve teknik usûlleri ve vâsıtaları, en ileri ve en üstün şekilde yapmak ve kullanmakla
geçirmeli ve durmadan çalışmalı ve dünyâ zevkini böyle çalışmakta aramalı ve bulmalıdır.
Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) hepsi ve büyüklerimizin çoğu, böyle
idi. Dünyâyı, bu söylediğimiz şekilde terk etmek pek yüksek ve pek faydalıdır. Dünyâyı bu
şekilde terkten maksad, İslâmiyet'in emrettiği şeyleri yapmak için, bütün râhatı ve zevkleri
fedâ etmektir. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Harâm ve şüpheli şeylerden kaçıp mübâhları kullanmak.
Harâm ve şüpheli şeylerden kaçıp mübâhları kullanarak dünyâyı terketmek, hele bu
zamanda çok kıymetlidir. (İmâm-ı Rabbânî)
DÜRZÎ:
Derezîler adlı bozuk fırkaya mensub olan kimse. (Bkz. Derezîler)
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.