HABÂİS:
Kötü, alçak, pis şeyler, haramlar. Habîsin çoğulu. (Bkz. Habîs)
HABER:
Herhangi bir konuda alınan yazılı veya sözlü bilgi.
1. Sünnet, hadîs-i şerîf.
Şüyû bulma (herkesçe duyulma, yayılma bilinme) derecesine göre haber; ya mütevâtir
(Resûlullah efendimizden, birçok kimsenin rivâyet ettiği hadîs), ya meşhûr (ilk zamanda bir
kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan hadîs), ya müstefîz (söyliyenleri üçten çok olan
hadîs), ya garîb (yalnız bir kimsenin bildirdiği hadîs), yâhut da azîz (iki veya üç kimsenin
naklettiği hadîs) olur. (İmâm-ı Süyûtî)
Her hadîs-i şerîf haberdir ancak her haber hadîs-i şerîf değildir. (İmâm-ı Süyûtî)
Haberde "Tövbekârlarla sohbet edin, zîrâ onların kalbleri daha yumuşaktır" diye vârid
olmuştur (gelmiştir). (İmâm-ı Gazâlî)
2. Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînden bildirilen söz.
Haber-i Meşhûr:
Başlangıçta râvîsi (rivâyet edeni, bildireni) sınırlı iken, sonraki devirlerde, daha çok kimse
tarafından nakledilen haber, hadîs-i şerîf.
Haber-i meşhûrun, hadîs-i şerîf olduğunu kabûl etmeyerek inkâr eden, bid'at sâhibi olur.
(İbn-i Kudâme)
Haber-i Mütevâtir:
Yalan üzerinde ittifâk etmeleri (birleşmeleri) mümkün olmayan bir cemâat (topluluk)
tarafından nakledilen, bildirilen haber, hadîs-i şerîf.
"Delîl getirmek dâvâcıya, yemîn etmek dâvâlıya düşer" hadîs-i şerîfi haber-i
mütevâtirdir. (Teftâzânî)
Haber-i Vâhid:
Bir kişinin ettiği rivâyet, verdiği haber, hep bir kimse tarafınan fakat Peygamber
efendimize kadar, rivâyet edenlerden (nakledenlerden) hiçbiri noksan olmayan hadîs-i
şerîfler. Buna, haber-i âhad da denir.
Haber-i Vâhid, Kur'ân-ı kerîm ve meşhur sünnete aykırı olmamalıdır. (İbn-i Melek)
HABÎB:
Sevgili mânâsına Muhammed aleyhisselam.
Öğünmek için söylemiyorum. Allahü teâlânın habîbiyim, peygamberlerin reisiyim.
(Hadîs-i şerîf-Sünen-i Tirmizî)
Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın resûlüdür. Habîbidir. Peygamberlerin en üstünü
ve sonuncusudur. Âdem aleyhisselâm Cennet'te iken, Cennet'in her yerinde ve Arş üzerinde
"Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" yazılı gördü. (Abdülhâk-ı Dehlevî)
Yâ İlâhî ol Muhammed Hakkıçün,
Ol şefâat kânı Ahmed Hakkıçün.
Afv edip isyânımız kıl rahmeti,
Ol Habîbin yüzü suyu hürmeti.
(Süleymân Çelebi)
HABÎBULLAH:
Allahü teâlânın sevgilisi manasına, Muhammed aleyhisselâm. (Bkz. Habîb)
Allahü teâlâyı seven Habîbullah'ı da sever. Habîbullah'ı seven O'na salevâtı çok okur,
sünneti ile amel eder. (İsmâil Fakîrullah)
Hidâyete ermek için, Habîbullah, verdi imkân,
Habîb ne demek? Düşünse kemâlini anlar insan,
Yâ Râb! Büyük nebîdir O; köleleri olur sultan,
Bir kalbe sevgisi dolsa; eder envâr ondan feyzân (mânevî ilimler feyzler).
(M. Sıddîk bin Saîd)
HABÎR (El-Habîr):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyin hakîkatini, kâinâtın,
varlıkların, görünen ve görünmeyen her şeyi hakkıyla bilen, hiçbir zerrenin hareketi ve
hareketsizliği ilminden hâriç olmayan, nefslerin ne ile mutmain (huzurlu) ne ile huzursuz
olduğundan, sükûnete kavuştuğundan her zaman haberdâr olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ indinde en yükseğiniz, O'ndan en çok korkanınızdır. Allahü teâlâ Alîm'dir
(her şeyi bilendir), Habîr'dir. (Hucurât sûresi: 13)
HABÎS:
1. Kötü, alçak, pis, âdî, bayağı.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! (Hak yolunda) infâkı (harcamayı), kazandıklarınızın ve sizin için
yerden çıkardığımız (mahsûllerin) en iyisinden yapın. Kendinizin göz yummadan alıcısı
olmadığınız pek habîs şeyleri vermeye kalkışmayın... (Bakara sûresi: 267)
İnsanların en kötüsü, habîsliği sebebiyle kendisine ikrâm olunandır. (Hadîs-i
şerîf-Ez-Zevâcir)
Boyun eğdirme yâ Rab bir habîse,
Şükr edeyim lütfuna her ne ise.
(Muhammed bin Receb Efendi)
2. Haram.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Yetimlere (babası veya anası ölmüş çocuklara; rüşdüne gelince) mallarını verin. Temizi
(helâlı), habîse değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü
bu, muhakkak büyük bir günahtır. (Nisâ sûresi: 2)
HABLULLAH:
Allahü teâlânın ipi, Kur'ân-ı kerîm veya İslâm dîni.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Hepiniz Hablullah'a sımsıkı sarılınız. (Âl-i İmrân sûresi: 103)
Kur'ân-ı kerîm hablullah-il-metîndir. Allahü teâlânın sağlam ipidir. (Hadîs-i
şerîf-Tirmizî)
HAC:
İslâm'ın beşinci şartı. Gerekli şartları kendinde bulunduran (bülûğa ermiş yâni ergen, hür,
zengin, aklı başında) her müslümanın ömründe bir defâ ihramlı (dikişsiz) bir elbise ile
Mekke'ye gidip Kâbe'yi ziyâret etmesi ve Arafât denilen yerde bir miktâr durması ve bâzı
vazîfeleri yerine getirmesi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Azık ve binek bakımından yoluna gücü yeten her kimsenin o Beyt'i (Kâbe'yi) hac
etmesi, insanlar üzerine Allahü teâlânın hakkıdır, farzdır. (Âl-i İmrân sûresi: 97)
Hac edip de beni ziyâret etmeyen kimse, beni incitmiş olur. (Hadîs-i şerîf-Dâre Kutnî)
Allah'ım! Hac edeni ve onun af ve mağfiret olunmasını istediği kimseyi af ve mağfiret
eyle. (Hadîs-i şerîf-Lübâb-ül-İhyâ)
Kadın, yanında bir mahremi olmadan hacca gidemez. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)
Ticâret yapmak ve hac etmek için giden bir kimsenin, hac niyeti ziyâde (fazla) ise, sevâb
kazanır. Ticâret niyeti çok ise veya iki niyet eşit ise, hac sevâbı kazanamaz. (Alâüddîn-i
Haskefî)
Kulun haccının kabûl olduğunun alâmeti, hacda Peygamber efendimizin ahlâkı ile
ahlâklanarak, dönmesi, günâha hiç yaklaşmaması, kendini hiç kimseden üstün görmemesi,
ölünceye kadar dünyâya meyletmemesidir. Haccının kabûl olmadığının alâmeti de, hacdan
döndüğünde evvelki hâli üzere bulunmasıdır. (Ali Havvâs)
Hac Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin yirmi ikinci sûresi.
Hac sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). Yetmiş sekiz âyet-i kerîmedir. Sûrede, hac
ibâdetinin ilk önce İbrâhim aleyhisselâm tarafından yapıldığından ve Peygamber efendimizle
devâm ettirildiğinden bahsedildiği için Sûret-ül-Hac denilmiştir. Hac sûresinde; îmân, tevhîd,
Allahü teâlânın birliği akîdesi (inancı), kıyâmetin alâmetleri ve dehşeti, öldükten sonra
dirilme, Allah yolunda cihâd, hac ve kurbandan bahsedilmektedir.
Allahü teâlâ, Hac sûresinde meâlen buyuruyor ki:
O günün (kıyâmet gününün) zelzelesi çok büyük şeydir. O gün kadınlar memedeki
çocuklarını unuturlar. Hâmile hâtunlar çocuklarını düşürürler. İnsanlar sarhoş olmuşlar
sanılır. Onlar sarhoş değildir. Fakat, Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir. (Âyet: 1)
Kim Hac sûresini okursa, hac yapanın hac sevâbı, ömre yapanın ömre sevâbı, gelmiş ve
gelecek hac ve ömre yapanların sevâbı kadar sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî
Tefsîri)
Hacc-ı Asgar:
Ömre. Hac zamânı olan beş günden (Arefe günü ile dört bayram günlerinden) başka
senenin her günü ihrâm (dikişsiz elbise) ile Mekke'ye gelip, Kâbe'yi tavâf (etrâfında yedi kere
dolaşmak), sa'y yapmak (Safâ ve Merve tepeleri arasında gidip gelmek) ve traş olmak.
Hacc-ı Ekber:
Farz olan hac.
Hacca giden müslümanların hacı olabilmeleri için şartlarını yerine getirmeleri lâzımdır.
Arefe günü Cumâ'ya rastlarsa yetmiş hac sevâbı meydana gelir. Halk arasında buna hacc-ı
ekber deniliyor. Bu söz doğru değildir. Hacc-ı ekber farz olan hacdır. (İbn-i Âbidîn)
Hacc-ı İfrâd:
İhrâma girerken, yalnız hacca niyet edilerek yapılan hac. Bu haccı yapana müfrid hacı
denilir.
Mekke'de oturanlar yalnız ifrâd haccı yaparlar. Hacc-ı ifrâd, fazîlet bakımından temettu'
haccından aşağıdadır. (M. Mevkûfâtî)
Hacc-ı Kıran:
Hac ile ömreye birlikte niyet ederek ihrâm giyip, ömrenin vazîfelerini yaptıktan sonra
ihrâmını (hac elbisesini) çıkarmayarak aynı elbise ile hac vazîfelerini de yapmak. Bu haccı
yapana kârin hacı denilir.
Hacc-ı kıran'a niyet şöyle yapılır: "Yâ Rabbî! Ömre ile haccı berâber edâ etmeye niyet
ettim. Onları bana kolaylaştır ve benden kabûl et." (Saidüddîn Fergânî)
Hacc-ı kıran sevâbı, hacc-ı ifrâd ve hacc-ı temettu'dan çoktur. (İbn-i Âbidîn)
Hacc-ı Mebrûr:
Şartlarına dikkat edilerek hiç günâh işlemeden yapılan ve kabûl olan hac.
Hacc-ı mebrûr yapanın dünyâya yeni gelmiş gibi, günâhları affolur. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
Amellerin en hayırlısı; Allahü teâlâya îmân etmek, cihâd etmek ve hacc-ı mebrûrdur.
(Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)
Hacc-ı mebrûr, kazâya kalmış farzlardan (vaktinde kılınmamış, sonraya bırakılmış namaz,
oruç, zekât) ve kul haklarından başka günâhların affına sebeb olur. (Hâdimî)
Hacc-ı Temettû':
Hac mevsiminde (Şevvâl, Zilkâde, Zilhicce aylarında) önce ömre için niyet edilerek
ihrâma girilip ömre yapıldıktan sonra memleketine dönmeyerek, yeniden ihrâma girip hac
yapmak. Bu haccı yapana mütemetti hacı denir.
Hacc-ı temettû' sevâbı ifrâd hacdan çoktur. (İbn-i Âbidîn)
Hâccü'l-Haremeyn:
Hac farîzasını yaptıktan sonra Medîne'ye gelip kabr-i saâdeti de ziyâret eden hacı.
Çün rûz-ı ezel kısmet olmuş bize devlet
Takdîre rızâ vermeyesin buna sebeb ne
Hâccü'l-haremeynim diye dâvâlar çekersin
Ya saltanat-ı dünyâ için bunca talep ne!
(İkinci Bâyezîd Han-ı Adlî)
HACÂMAT:
Hacâmat bıçağı denilen bir âletle, vücûdun deriye yakın damarlarını keserek kan alma.
Kan almaya fasd da denir.
Bütün meleklerden işittim ki, ümmetine söyle hacâmat yaptırsınlar, dediler. (Hadîs-i
şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Arabî ayın on yedinci veya on dokuzuncu veya yirmi birinci günleri hacâmat olunuz.
(Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Kan aldırmak sünnettir. Peygamber efendimiz her ay hacâmat olurdu. (Zehebî)
HACB:
İslâm mîrâs hukûkunda bir vârisi (hisse sâhibini) diğer bir vârisin bulunmasından dolayı
kısmen veya tamâmen mîrastan menetmek. Bir vârisi mîrâstan kısmen (payının azalması
şekliyle) mahrûm etmeğe hacb-i noksan, mîrastan hiç alamamak şeklinde mahrûm etmeğe
hacb-i hirman denir.
Erkek vârislerden oğul, baba, zevc (koca) ile kadınlardan kız, ana, zevce (hanım); yâni bu
altı kimse hacb-i noksan ile payları düşebilirse de tamâmen mîrastan mahrûm olmazlar.
(Muhammed Mevkûfâtî)
HÂCE:
Müderris, hoca, efendi mânâsına ilim sâhibi kimselere verilen Farsça bir ünvan.
Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr buyurdu ki: Bütün iyi hâlleri ve buluşları bize verseler, fakat
Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını kalbimize yerleştirmeseler, hâlimi harâb, istikbâlimi
(geleceğimi) karanlık bilirim. Eğer bütün harâblıkları ve çirkinlikleri verseler ve kalbimizi
Ehl-i sünnet îtikâdı ile süsleseler hiç üzülmem. (İmâm-ı Rabbânî)
Hâce-i Âlem:
Âlemin, kâinâtın mürşidi, rehberi, yol göstericisi mânâsına Resûlullah efendimize mahsûs
bir ünvan.
Hâce-i âlem, gelmiş ve gelecek, yaratılmış ve yaratılacak olanların en üstünü, en iyisidir.
(İmâm-ı Gazâlî)
Hâce-i Kâinât:
Hâce-i âlem.
HÂCEGÂN YOLU:
Daha çok nübüvvet kemâlâtına (olgunluklarına, üstünlüklerine) kavuşturan Hazret-i Ebû
Bekir'den gelen yolun, Yusuf-ı Hemedânî hazretlerinden îtibâren aldığı isim. Bu yol sonradan
Nakşibendiyye adını almıştır.
Hâcegân yolunun büyüklerinden Abdülhâlik Goncdüvânî hazretleri vasiyetnâmesinde
buyuruyor ki: Her hâlinde ilim, edeb ve takvâ üzere ol, İslâm âlimlerinin kitaplarını oku.
Fıkıh ve hadîs öğren. Câhil tarîkatçılardan sakın, şöhret yapma, şöhrette âfet vardır.
Arslandan kaçar gibi câhillerden kaç. Bid'at sâhibi inanışları bozuk olan sapıklar ile ve
dünyâya düşkün olanlar ile arkadaşlık etme. (Mevlânâ Sâfî)
HACER-ÜL-ESVED:
Kâbe-i muazzamanın doğu köşesinde bir buçuk metre kadar yükseklikte bulunan ve
Cennet yâkutlarından olan parlak, siyah taş.
İbrâhim aleyhisselâm ile oğlu İsmâil aleyhisselâmın birlikte Kâbe'yi inşâ ettikleri sırada,
melekler taş getirerek İsmâil aleyhisselâma yardım ettiler. Sıra Hacer-ül-esvede gelince,
İbrâhim aleyhisselâm; "Ey İsmâil! İyi bir taş getir ki, hacılara işâret olsun" buyurdu. İsmâil
aleyhisselâm bir taş getirdi. İbrâhim aleyhisselâm; "Bundan daha iyi bir taş getir" buyurunca;
Ebû Kubeys dağından; "Cebrâil aleyhisselâm, tûfanda bana bir taş emânet etti. Gel onu al!"
diye bir ses işitti. Bunun üzerine Hacer-ül-esved taşı Ebû Kubeys dağından alınıp, Kâbe'deki
yerine yerleştirildi. (Azrakî)
Hazret-i Ömer, Hacer-ül-esved taşına, karşı; "Sen bir şey yapamazsın, fakat Resûlullah'a
uyarak seni öpüyorum" dedi. Hazret-i Ali bunu işitince, Resûlullah'ın "Hacer-ül-esved,
kıyâmet günü insanlara şefâat eder" buyurduğunu söyledi. Hazret-i Ömer de hazret-i Ali'nin
bu sözüne teşekkür etti. (Dâvûd bin Süleymân)
Tavâfa (Kâbe'nin etrâfında dönmeye) Hacer-ül-esvedden başlamak ve burada bitirmek
sünnettir. (Zeylâî)
HÂCET NAMAZI:
Maddî ve mânevî bir ihtiyaca, dileğe kavuşmak niyeti ile iki ve en fazla on iki rek'at
olarak kılınan namaz.
Bir kimsenin Allahü teâlâdan veya benîâdemden (insanoğlundan) bir hâceti olursa,
tertemiz bir abdest alsın. Sonra iki rek'at hâcet namazı kılsın. Sonra Allahü teâlâya senâ
(hamd)da bulunsun ve Peygambere salevât getirsin... (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Tecnîs ve diğer kitaplarda, hâcet namazının yatsıdan sonra dört rek'at olarak kılınacağı ve
bir hadîs-i şerîfe göre ilk rek'atta; bir fâtiha, üç âyet-el-kürsî, kalan üç rek'atin her birinde
birer fâtiha, ihlâs ve muavvizeteyn okunacağı, bunlar yapılırsa, kılınan namaz Kadir
gecesinde kılınmış gibi olacağı kaydedilmiştir. (İbn-i Âbidîn)
Üstâdlarımız (hocalarımız); "Biz bu hâcet namazını kıldık ve ihtiyaçlarımız, dileklerimiz
görüldü" demişlerdir. (İbn-i Âbidîn)
HÂCI:
Hac yapan kimse. (Bkz. Hac)
Hanefî mezhebinde, yalnız Arafat meydanında ve müzdelife'de hâcıların iki namazı cem'
etmeleri, birleştirmeleri lâzımdır. (AbdullahMûsulî)
Hamdan Karmat adlı bölücü, sapık Karâmita devletini kurdu. Hâcıları katl etti. Haramlara
güzel sanat ismini verdiler. İslâm dîninin kötü huy, fuhş dediği ahlâksızlıklara, moral eğitimi
diyerek gençleri felâkete, sefâlete sürüklediler. 983 yılında gadab-ı ilâhiyyeye yakalanıp yok
oldular. (Şehristânî, Nişancızâde)
HÂCİS:
Kalbe (gönle) gelen ve hemen gidermek mümkün olan kötü düşünceler.
Kalbe gelen hâcisi melekler yazmaz. Hasenelere (iyi düşüncelere) sevâb yazılır.
(Abdülganî Nablüsî)
HAÇ:
Birbirini dik olarak kesen iki doğrunun meydana getirdiği, hıristiyanlık dîninin sembolü
olarak kabûl edilen şekil. Buna salîb ve istavroz da denir.
İnsanların doğuştan günâhkâr olduğuna inanan hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmın bu
günâhlara keffâret olarak kendini fedâ ettiğini, haça gerilmek sûretiyle öldürüldüğünü kabûl
ederler. Îsâ aleyhisselâma yapılan işkencenin, dolayısıyla onu kurtarmanın sembolü olarak
kabûl edilen haç ile ilgili yaygın hıristiyan inanışı yanlıştır. (Harputlu İshak Efendi)
Kur'ân-ı kerîm, hazret-i Îsâ'nın haça gerilerek öldürülmediğini, diri olarak göğe
çıkarıldığını açıkça haber vermektedir. Dîninden dönerek ufak bir menfaat karşılığı hazret-i
Îsâ'yı Romalılara haber veren Yehûdâ, Allahü teâlâ tarafından Îsâ aleyhisselâmın şekline
benzetildi. Romalı askerler. Yehûdâ'yı yakaladılar ve haça gerip öldürdüler. (Rahmetullah
Efendi)
HAD:
İslâmiyet'te miktârı kesin olarak bildirilen cezâ.
Beş günah için had cezâsı vardır:Zinâ, şarab içmek, alkollü içki ile sarhoş olmak, kazf
(iffetli erkek veya kadına zinâ etti diye iftirâda bulunmak), hırsızlık, yol kesicilik. (İbn-i
Âbidîn)
Had, günâhın temizlenmesine sebeb olmaz. Günâhtan kurtulmak için ayrıca tövbe etmek
de lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Hadd-ı Bülûğ:
Ergenlik çağı; cünüp olup, gusül abdesti almaya başlama zamânı. (Bkz. Sinn-ı Bülûg)
Hadd-i Kazf:
İffetli, temiz olan erkek veya kadına zinâ isnâd etmek (zinâ ettiğini söylemek) sebebiyle
verilen cezâ.
Kazf (temiz erkek veya kadına zinâ isnâd etmek), İslâm dîninde büyük günâhtır. İki
şâhidin haber vermesi veya suçlunun bir kere söylemesi ile sâbit olur, bilinir. Hadd-i kazf,
seksen sopa vurmaktır. Hadd-i kazf, kazf olunan kimsenin isteği üzerine tatbîk edilir.
Hadd-i Sirkat:
İslâm hukûkunda başkasının az veya çok malını gizlice, haksız olarak veya rızâsı
olmayarak almak sebebiyle verilen cezâ.
Akıllı ve erginlik çağına gelmiş erkek, kadın, köle, efendi, müslüman veya zımmî
(müslüman olmayan vatandaş), on dirhem (33 gr. ve 65 santigram) gümüş parayı veya
değerinde olan mütekavvim (kıymetli, kullanılması câiz ve mümkün) ve durmakla
bozulmayan bir malı, müslüman veya zımmî olan sâhibinin mülkünden dâr-ül-İslâm'da
(müslüman memleketinde), hepsini bir defâda gizlice alırsa ve mal sâhibi de dâvâ ederse,
hadd-i sirkat uygulanır ve suçlunun sağ eli bilek mafsalından kesilir. İkinci defâ çalanın sol
ayağı oynak yerinden kesilir. Üçüncüsünde bir yeri daha kesilmeyip, tövbe edinceye kadar
hapsedilir. Hırsızlık, çalanın bir kere söylemesi veya iki âdil erkek şâhidin haber vermesi ile
belli olur. (İbn-i Âbidîn)
Et, sebze, meyve, süt, odun, ot, kuş, tavuk, kireç, kömür, tuz, saksı, ekmek, her çeşit kitab
vb. çalmakla hadd-i sirkat lâzım gelmez. (İbn-i Hümâm)
Hadd-i Zinâ:
Akıllı olan, ergenlik çağına gelen ve konuşabilen müslüman veya müslüman olmayan
kadın ve erkeğe, dâr-ül-İslâm'da (İslâm memleketinde), tehdîd edilmeden, arzûlariyle, zinâ
yaparken yakalandıklarında verilmesi gereken cezâ.
Evli olmayan kimse için hadd-i zinâ, yüz sopa vurulmasıdır. (İbn-i Âbidîn)
HADES:
Abdestsizlik veyâ cünüblük hâli.
Hades; küçük hades ve büyük hades olmak üzere ikiye ayrılır. Küçük hades; bevl etmek,
herhangi bir yerden kan çıkması ve abdesti bozan diğer durumlarla meydana gelen manevî
kirlilik hâlidir. Namaz abdesti almakla temizlenilir. Büyük hades ise, cünüblük, hayız ve nifas
hâlleri ile meydana gelen manevî kirliliktir. Boy abdesti alarak ağızı, burnu ve bütün bedeni
yıkamakla ondan temizlenilir. (Mehmed Zihnî Efendi)
Hadesten Tahâret:
Namaza başlamadan önce yerine getirilmesi gereken farzlardan biri. Abdesti olmayan
kimsenin abdest alması, cünüb olanın, hayız ve nifas hâli sona eren kadının boy abdesti
alması.
HÂDÎ (El-Hâdî):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarından dilediğine doğru
yolu gösteren, kullarının havâssına (seçilmişlerine) doğrudan insanların avâmına (havâsstan
aşağı derecede olanlara) yarattıkları varlıkları vâsıtasıyla kendini tanıtan yüce Allah.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Rabbin, Hâdîdir, (düşmana karşı) yardımcı olarak yeter. (Furkan sûresi: 31)
Allahü teâlânın isimleri vardır. İsimleri aynı zamanda sıfatlarıdır. Allahü teâlânın Hâdî ve
Mudıl (dalâlete götürücü) sıfatları vardır. İnsanlardan bâzılarına Hâdî, bâzılarına Mudıl sıfatı
ile tecellî eder. Biz, niye böyle olduğunu anlayamayız. (Abdülhakîm Arvâsî)
HADÎD SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin elli yedinci sûresi.
Hadîd sûresi Medîne-i münevverede nâzil olmuştur (inmiştir). Yirmi beşinci âyet-i
kerîmede demir mânâsına olan hadîdin ehemmiyetinden (öneminden) ve fâidelerinden
bahsedildiği için, sûreye Hadîd ismi verilmiştir. Bütün varlıkların Allahü teâlâyı tesbîh
ettiklerini bildirmekle başlayan sûrenin başlıca konuları şunlardır: Allahü teâlânın mübârek
isimleri, sıfatları, mallarını Allah için harcayanların pek büyük mükâfatlara kavuşacakları,
bâzı peygamberler aleyhimüsselâm ve ümmetlerinin durumları, Peygamber efendimize îmân
edenlere (inananlara) verilen müjdeler. (Fahreddîn Râzî)
Hadîd sûresinde buyruldu ki:
Her nerede olursanız olunuz, Allahü teâlâ sizinle berâberdir. (Âyet: 4)
Dünyâ hayâtı elbette la'b, yâni oyun ve lehv (eğlence) ve zînet (süslenmek) ve tefâhür
(öğünme) ve malı, parayı, evlâdı çoğaltmaktır. (Âyet: 20)
Dünyâda olacak her şey dünyâ yaratılmadan önce levh-i mahfûzda yazılmış, taktir
edilmiştir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayâtta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve
kavuştuğunuz kazançlardan, Allah'ın gönderdiği nîmetlerden dolayı mağrûr olmayasınız.
Allah kibirlileri sevmez. (Âyet: 22)
HÂDİS:
Yaratılmış. Yok iken var, var iken yok olabilir. Sonradan olan.
Âlemin hâdis olduğunu gösteren ikinci bir delil de âlemin her zaman bozularak
değişmesidir. (Kemahlı Feyzullah)
HADÎS:
Peygamber efendimizin mübârek sözleri, işleri ve görüp de mani olmadıkları şeyler.
Uydurduğu bir süzü, hadîs olarak söyleyen kimse, Cehennem'de azâb görecektir.
(Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Hadîs-i şerîfleri, sahîh (doğru) veya bozuk olduğunu bilmeden söylemek, sahîh olsa bile,
günâh olur. Böyle kimsenin hadîs-i şerîf okuması câiz olmaz. Hadîs kitablarından hadîs
nakletmek için hadîs âlimlerinden icâzet (diploma) almış olmak lâzımdır. (Muhammed
Hâdimî)
İmâm-ı Buhârî'nin rivâyet ettiği (naklettiği, bildirdiği) bir hadîs-i şerîfte şöyle buyruldu:
İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel olandır.
Bir kimse ki, Kur'ândan, hadîsten anlamaz,
Cevâb vermemek gibi, ona cevâb bulunmaz.
(Şeyh Sa'dî)
Hadîs Âlimi:
Hadîs-i şerîf sahasında mütehassıs kimse.
Hadîs-i Âhâd:
Hep bir kimse tarafından rivâyet edilen, bildirilen, müsned-i muttasıl (Resûlullah
efendimize varıncaya kadar, rivâyet edenlerden yâni nakledenlerden hiçbiri noksan olmayan)
hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Âmm:
Herkes için söylenmiş hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Cibrîl:
Peygamber efendimiz Eshâbı (arkadaşları) ile otururlarken, Cebrâil aleyhisselâmın insan
sûretinde gelip; İslâm'ı, îmânı ve ihsânı sorduğunda Resûlullah efendimizin verdiği cevabları
bildiren hadîs-i şerîf.
Cibrîl hadîsinde o zât-ı şerîf (Cebrâil aleyhisselâm) ellerini Resûl-i ekremin mübârek
dizleri üzerine koydu ve Resûlullah'a; "Yâ Resûlallah! Bana İslâmiyet'i, müslümanlığı anlat"
dedi. Resûl-i ekrem buyurdu ki: "İslâm'ın şartları; kelime-i şehâdet getirmek, vakti gelince
namaz kılmak, malının zekâtını vermek, Ramazân-ı şerîf ayında her gün oruç tutmak ve
gücü yetenin, ömründe bir kerre hac etmesidir."
Îmânın şartlarını sorduğunda; "Allahü teâlâya inanmak, O'nun meleklerine inanmak,
indirdiği kitablarına inanmak, peygamberlerine inanmak, âhiret gününe inanmak, kadere,
hayr ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır" buyurdu.
"İhsân nedir? diye sorduğunda da; "Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmendir. Sen O'nu
görmüyorsan da, O seni görür" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Hadîs-i Garîb:
Yalnız bir kişinin bildirdiği sahîh hadîs. Yahut, aradaki râvîlerden (nakledenlerden)
birine, bir hadîs âliminin muhâlefet ettiği hadîs.
Saûd, ateşten bir dağdır. Bu dağda ebedî (sonsuz) olarak, kâfire yetmiş sene çıkış ve o
kadar sene de iniş yaptırılacaktır. Bu hadîs, hadîs-i garîbdir. (Tirmizî)
Hadîs-i Hâs:
Bir kimse için söylenmiş hadîs-i şerîfler.
Her ümmetin bir emîni vardır. Ey ümmetim! Bizim emînimiz de Ebû Ubeyde bin
Cerrâh'tır. Bu hadîs, hadîs-i hâstır. (Sahîh-i Müslim)
Hadîs-i Hasen:
Bildirenler (râvîler) sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olmakla beraber hâfızası, anlayışı
sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîfler.
YüceAllah, can boğaza gelmedikçe, (îmânlı) kulunun tövbesini kabûl eder. Bu hadîsi
Tirmîzî rivâyet etmiş ve; "Bu hadîs, hadîs-i hasendir" demiştir. (Hadîs-i
şerîf-Riyâzü's-Sâlihîn)
Hadîs-i Kavî:
Resûlullah efendimizin, söyledikten sonra, peşinden bir âyet-i kerîme okuduğu hadîs-i
şerîfler.
Hadîs-i Kudsî:
Mânâsı, Allahü teâlâ tarafından, kelimeleri ise, Resûl-i ekrem sallallâhü aleyhi ve sellem
tarafından olan hadîs-i şerîfler. Hadîs-i kudsîleri söylerken, Peygamber efendimizi bir nûr
kaplardı ve bu, hâlinden belli olurdu. (Abdülhak Dehlevî)
Hak teâlâ, hadîs-i kudsîde buyurdu ki:
Kulum bana, farz namazda olduğu kadar, hiçbir amel ile yakın olamaz. (Buhârî)
Lâ ilâhe illallah kal'amdır. Bunu okuyan kal'ama girmiş olur.Kal'ama giren de
azâbımdan emin olur, kurtulur. (Seâdet-i Ebediyye)
Hadîs-i Maktû':
Söyleyenleri (râvîleri), Tâbiîn-i kirâmakadar bilinip, Tâbiîn'den rivâyet olunan hadîs-i
şerîfler.
Tâbiîn'den rivâyet edilen, bildirilen maktû' hadîslerin sonraki râvîleri (nakledenleri) Ehl-i
sünnet âlimlerinden iseler, bunlar hakîkaten hadîs-i maktû'dur. Mevdû sanmamalıdır. (İbn-i
Kudâme-Buhârî)
Hadîs-i Mensûh:
Peygamber efendimiz tarafından ilk zamanda söylenip, sonra değiştirilen hadîsler.
Hadîs-i Merdûd:
Mânâsı olmayan ve rivâyet şartlarını taşımayan söz.
Hadîs-i Meşhûr:
İlk zamanda bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin Resûl-i
ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i
şerîfler.
Hadîs-i meşhûra inanmayan kâfir olur. (İbn-i Âbidîn)
Hadîs-i Mevdû:
Bir hadîs imâmının şartlarına uymayan hadîs-i şerîfler.
Bir müctehid (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlim), bir hadîsin sahîh
(doğru) olması için, lüzûm gördüğü şartları taşımıyan bir hadîs için; "Benim mezhebimin
usûlünün kâidelerine göre mevdûdur" der. Yoksa; "Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem
sözü değildir" demez. (Dâvûd-ül-Karsî)
Hadîs-i Mevkûf:
Eshâb-ı kirâma kadar râvîleri (nakledenleri) hep bildirilip, sahâbî olan râvînin, Resûl-i
ekremden işittim demeyip, böyle buyurmuş dediği hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Mevsûl:
Sahâbînin (Resûlullah efendimizin arkadaşları); "Resûlullah'tan işittim, böyle buyurdu"
diyerek haber verdiği hadîs-i şerîfler. Bunda, Resûl-i ekreme kadar rivâyet edenlerin hiç
birinde kesinti olmaz.
Hadîs-i Muddarib:
Kitab yazanlara, çeşitli yollardan, birbirine uymayan şekilde bildirilen hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Muhkem:
Te'vîle (yoruma, açıklamağa) muhtaç olmayan hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Mu'allak:
Baştan bir veya birkaç râvîsi(rivâyet edeni, nakledeni) veya hiçbir râvîsi belli olmayan
hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Munfasıl:
Aradaki râvîlerden (nakledenlerden), birden ziyâdesi (fazlası) unutulmuş olan hadîs-i
şerîfler.
Hadîs-i Müfterâ:
Müseylemet-ül-Kezzâb'ın ve ondan sonra gelen münâfıkların (kalbiyle inanmayıp,
sözleriyle inandık diyenlerin), zındıkların (kâfirlerin), müslüman görünen dinsizlerin
uydurma sözleri.
Ehl-i sünnet âlimleri (Resûlullah efendimiz, dört halîfesinin ve ashâbının arkadaşlarının
yolunda olan âlimler), müfterâ hadîsleri aramış, bulmuş ve ayırmışlardır. Din büyüklerinin
kitablarında böyle sözlerden hiçbiri yoktur.
Hadîs-i Mürsel:
Sahâbe-i kirâmın ismi söylenmeyip, Tâbiîn'den (Sahâbeyi görenlerden) birinin, doğruca
Resûl-i ekrem buyurdu ki dediği hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Müsned-i Münkatı':
Sahâbîden başka bir veya birkaç râvîsi (nakledeni) bildirilmeyen hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Müsned-i Muttasıl:
Peygamber efendimize kadar râvîlerden (nakledenlerden) hiçbiri noksan olmayan hadîs-i
şerîfler.
Hadîs-i Müstefîz (Müstefîd):
Söyleyenleri üçten çok olan hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Müteşâbîh:
Te'vîle (açıklamaya, yorumlamaya) muhtâç olan hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Mütevâtir:
Bir çok Sahâbînin Peygamber efendimizden ve başka bir çok kimsenin de bunlardan
işittiği ve kitâba yazılıncaya kadar, böyle pek çok kimsenin haber verdiği hadîs-i şerîfler.
Mütevâtir hadîsleri rivâyet edenlerin yalan üzerinde sözbirliği yapmaları mümkün değildir.
Hadîs-i mütevâtire muhakkak inanmak ve bildirilenleri yapmak lâzımdır. İnanmayan kâfir
olur, îmânı gider. (İbn-i Âbidîn)
Hadîs-i Nâsih:
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, son zamanlarında söyleyip, önceki
hükümleri değiştiren hadîs-i şerîfleri.
Hadîs-i Sahîh:
Âdil ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, müsned-i muttasıl (Resûl-i ekreme kadar,
rivâyet edenlerin hepsi tam olup noksan bulunmayan), mütevâtir (bir çok sahâbînin rivâyet
ettiği) ve meşhûr (önceleri bir kişi bildirmişken, sonraları şöhret bulan) hadîsler.
Hadîs-i Şâz:
Bir kimsenin, bir hadîs âliminden işittim dediği hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i şâzlar kabûl edilir, fakat sened (vesîka) olamazlar. Âlim denilen kimse meşhûr bir
zât değilse, kabûl olunmazlar.
Hadîs-i Zaîf:
Sahîh ve hasen olmayan hadîs-i şerîfler.
Zaîf hadîsi bildirenlerden birinin hâfızası, adâleti gevşek olur veya îtikâdında (inancında)
şübhe bulunur. Zaîf hadîslere göre fazla ibâdet yapılır; fakat ictihâdda bunlara dayanılmaz.
Hadîs İmâmı:
Üç yüz binden çok hadîs-i şerîfi, râvîleri (rivâyet edenleri, nakledenleri) ile birlikte bilen
büyük hadis âlimi. Buna, hadîs müctehidi de denir.
Hadîs imâmlarının en büyüklerinden olan İmâm-ı Buhârî'nin rivâyet ettiği (naklettiği) bir
hadîs-i şerîf şöyledir:
Müslüman, müslümanın (din) kardeşidir. Müslüman, kardeşine zulmetmez ve onu
düşman eline vermez (himâye eder, korur). Her kim müslüman kardeşinin yardımında
bulunur ve onun ihtiyâcını te'min ederse, Allah da ona yardım eder. Her kim, bir
müslümanın sıkıntılarından birini giderirse, cenâb-ı Hak buna mukâbil (karşılık), ondan
kıyâmet sıkıntılarından birini giderir. Her kim, bir müslümanın aybını (kusûrunu) örterse
Allahü teâlâ âhirette onun (kusur) ve kabâhatlerini örter.
Hadîs imâmlarından İmâm-ı Müslim'in rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf ise şöyledir:
Herhangi bir müslümanın başına; yorgunluk, hastalık, düşünce, keder, acı, diken
batmasına kadar, her ne gelirse, Allahü teâlâ bunları; o müslümanın hatâlarına keffâret kılar.
Hadîs-i Nefs:
Kalbe gelip de, yapmakla yapmamak arasında tereddüde sebeb olan düşünce.
Kalbe gelen düşünce beş derecedir: Birincisi, kalbde durmaz, uzaklaştırılır. Buna hâcis
denir. İkincisi kalbde bir zaman kalır. Buna hâtır denir. Üçüncüsü, hadîs-i nefstir.
Dördüncüsü, yapılması tercîh edilir. Buna hemm denir. Beşinci derecede bu tercîh
kuvvetlenip, karar verilir. Buna azm ve cezm denir. İlk üç dereceyi melekler yazmaz. Hemm,
hasene (iyilik) ise yazılır. Seyyie yâni kötülük ve günah ise, terk edilince, sevâb yazılır. Azm
olursa, bir günah yazılır. İşlenmezse bu da affolur. (Abdülganî Nablüsî)
HADSÎ:
Zihnin sür'atli fakat doğru bir şekilde netîceye ulaşması ile bilinen şey.
Güneşe olan yakınlık ve uzaklığına göre, ayın ışığının değişmesi, azalıp çoğalması,
aralarına dünyânın girmesiyle kararmasından, ayın, ışığını güneşten aldığının bilinmesi
hadsîdir. (Molla Fenârî)
Tasavvuf büyüklerinin eserden (yapılan işten) müessiri (bu işi yapanı, yaratıcıyı)
anlamaları hadsîdir. Hattâ bedîhîdir yâni meydandadır, apaçıktır. Diğer insanların, eseri
görüp, müessiri anlıyabilmeleri ise, düşünmekle, incelemekle olur. (Ahmed Fârûkî)
Allahü teâlâdan başkasının ibâdete hakkı olmadığı meydandadır. Hattâ hadsîdir. Bir
kimse, ibâdetin mânâsını iyi anlasa ve Allahü teâlânın sıfatlarını iyi düşünse, O'ndan
başkasının ibâdete hakkı olmadığını hemen bilir. (Ahmed Fârûkî)
HAFAZA MELEKLERİ:
Koruyucu melekler, her insanın hayır (iyi) ve şer (kötü) işlerini yazan; ikisi gece, ikisi
gündüz gelen ve kötülüklerden ve cinlerden koruyan melekler. Bunlara Kirâmen kâtibîn
melekleri diyenler olduğu gibi, onlardan başka olduğunu söyleyenler de olmuştur. (Bkz.
Kirâmen Kâtibîn)
Hafaza melekleri, insandan yalnız cimâda ve helâda ayrılırlar. (İmâm-ı Birgivî, Kâdızâde)
HÂFİD (El-Hâfid):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kıyâmet günü, yâni öldükten
sonra mahlûkât (yaratılmışlar) diriltilip, herkes dünyâda iken yaptığının hesâbını verirken,
kâfirleri ve kötü kimseleri en aşağı seviyeye indiren, huzûrunda düşmanlarının başlarını aşağı
eğdiren.
El-Hâfid ism-i şerîfini söyliyen zararlardan korunmuş olur. (Yûsuf Nebhânî)
HÂFIZ:
Hıfz eden, ezberleyen. Râvileriyle (rivâyet edenlerle) birlikte yüz bin hadîs-i şerîfi ezbere
bilen hadîs âlimi.
Kur'ân-ı kerîmi ezberleyene hâfız denmez, kârî denir. Bugün hadîs-i şerîfleri ezbere bilen
bulunmadığı için, kârî yerine, yanlış olarak hâfız denmektedir. (Muhammed Tâhir)
Hâfız-ı Kur'ân:
Kur'ân-ı kerîmi ezbere bilen. (Bkz. Kârî)
İslâmiyet her tarafa yayılacaktır. Hattâ, İslâm tâcirleri, ticâret için büyük denizlerde
serbest yolculuk yapacaklar ve gâzilerin atları başka memleketlere yayılacaktır. Sonra,
hâfız-ı Kur'ân olan kimseler çıkacak, benden daha iyi okuyan var mı? Benden daha çok
bilen var mı? diyeceklerdir. Cehennem'in odunları bunlardır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hâfız-ı Kur'ân pazarlık etmeden, Allah rızâsı için hatm, cüz veya mevlid okursa, okutanın
hediye ettiğini alması câiz olur. Îtirâz ederse aldığı harâm olur. (Muhammed Hâdimî)
HÂFIZA:
Hıfz etme (ezberleme) ve hatırda tutma kuvveti. His organları ile duyulmayan fakat
duyulanlardan çıkarılan mânâları saklayan mânevî duygu merkezlerinden biri.
Hocam Vekî'e hâfızamın zayıflığından şikâyet ettim. Günâhları terketmemi söyledi.
(İmâm-ı Şâfiî)
Az yemek yiyenin bedeni kuvvetli, kalbi nûrlu, hâfızası kuvvetli olur. Geçimi kolay olur,
işlerinde lezzet bulur. Allahü teâlâyı çok anmış olur. Âhireti düşünür, ibâdetten aldığı lezzet
her şeyde isâbeti (doğruyu bulması) ve irşâdı (yol göstermesi) çok, ahirette hesâbı kolay olur.
(Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
HAFÎ:
Gizli, kapalı.
1. Usûl-i fıkıh ilminde, mânâsı açık olduğu hâlde söyleyenin maksadını ifâde etme
husûsunda kapalı, gizli söz.
"Kâtil mîrâsçı olamaz" hadîs-i şerîfinde kâtil lafzı hafîdir. Bu kelimenin, kasten bilerek
adam öldürenin mîrâsçı olamıyacağı husûsunda mânâsı açık olduğu hâlde, hatâ ile öldürenin
de bu hükmün altına girip girmediği husûsunda kapalıdır. Bu kapalılık sebebiyle âlimler bu
konuda farklı hükümler bildirmişlerdir. (Serahsî)
Mâide sûresinin otuz sekizinci âyet-i kerîmesinde hırsıza verilecek cezâdan
bahsedilmektedir. Âyet-i kerîmedeki sârık (hırsız) kelimesi hafîdir. Çünkü tarrâr (yankesici)
ve nebbâşı (kefen soyucuyu) da içerisine aldığı hususunda kapalıdır. Bunun için, âlimler,
âyet-i kerîmede hırsıza verilecek cezânın, yankesiciye de verileceğinde sözbirliği ettikleri
halde, kefen soyucu hakkında ihtilâf etmişler, farklı hükümler bildirmişlerdir. (Serahsî, Molla
Hüsrev)
2. Tasavvufta âlem-i kebîrdeki beş latîfeden biri.
Kalb, rûh, sır, hafî ve ahfâ latîfelerinin asılları, kökleri âlem-i kebîrdedir. İnsanın dışındaki
varlıklara "âlem-i kebîr" denir. (İmâm-ı Rabbânî)
Hafî Okumak:
Namazda sessiz okumak. İmâmın öğlen, ikindi ve üç ve dört rek'atlı namazların üç ve
dördüncü rek'atlarında sessiz okuması.
Hafî okunacak yerde cehrî (açık), cehrî okunacak yerde hafî okunursa secde-i sehiv lâzım
olur. (Halebî)
HAFÎF İKRÂH:
Şiddetli olmayan zorlama. Canın veya uzvun telefine yol açmayan, yalnız acı ve eleme
sebeb olacak derecedeki dövme ve hapsetme gibi şeylerle yapılan zorlama. (Bkz. İkrâh)
Hafif ikrâh karşısında kalan kimsenin riyâ yâni gösteriş yapması câiz değildir.
(Muhammed Hâdimî)
HAFİF NECÂSET:
Eti yenen dört ayaklı hayvanların bevli (idrarı) ve eti yenmeyen kuşların pisliği.
Hafif necâsetlerden bir uzva veya elbisenin bir kısmına bulaşınca bu kısım veya uzvun
dörtte biri kadarı namaza zarar vermez. (İbn-i Âbidîn)
HAFÎF-ÜL-HÂZ:
Zevcesi (hanımı) ve çocuğu olmayan.
İki yüz yılından sonra, sizin en iyiniz, hafîf-ül-hâz olandır. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Hicretten (Resûlullah efendimizin Mekke'den Medîne'ye göç etmesinden) iki yüz sene
sonra gelenler arasında bulunan; Bişr-i Hâfi, Bâyezîd-i Bistâmî ve Ebü'l-Hüseyn Nûrî gibi
büyük âlimler hafîf-ül-hâz idiler. (Saîdüddîn Fergânî)
HAHAM:
Yahûdî din adamı.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Muhakkak ki; hahamlardan ve râhiplerden bir çoğu, bâtıl sebeplerle,
insanların mallarını yerler ve onları Allah'ın yolundan alıkorlar. Altını ve gümüşü yığıp ve
biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlara pek acıklı bir azâbı müjdele. (Tevbe
sûresi: 34)
Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma Tevrât kitabını (yazılı emirleri) verdiği gibi, bâzı ilimleri
yâni sözlü emirleri de verdi. Mûsâ aleyhisselâm bu ilimleri Hârûn ve Yûşâ (aleyhimesselâma)
bildirdi. Bunlar da kendilerinden sonra gelen peygamberlere bildirdiler. Bu bilgiler nesilden
nesile yâni hahamlardan hahamlara nakledildi. Bunlara zamanla yahûdîlerin âdetleri, kânun
müesseseleri, hahamların bir mevzûdaki tartışmaları ve şahsî görüşleri de karıştırıldı. Böylece
hahamların şahsî görüş ve münâkaşalarını ifâde eden bilgiler yahûdî kitablarına girdi. Yahûdî
hahamlarından Akilos bunları topladı ve kısımlara ayırdı. Talebesi haham Meir bunlara
ilâveler yaparak basitleştirdi. Daha sonraki hahamlar bu rivâyetlerin te'lifi (birleştirilmesi) ve
toplanması için çeşitli usûller ve şartlar koydular. Böylece pekçok rivâyetler ve kitaplar ortaya
çıktı. (Harputlu İshâk Efendi)
HÂİD:
Hayız (âdet) gören kadın. (Bkz. Hayz)
HÂİN:
Birine kendini emin (güvenilir) tanıttıktan sonra o emniyeti, güveni bozacak iş yapan.
Eminin zıddı.
Cimriler, hîlekârlar (aldatıcılar), hâinler ve kötü huylu insanlar Cennet'e giremezler.
(Hadîs-i şerîf-Sünen-i Tirmizî)
Ümmetim belki her günâhı işleyebilir ama, yalan söyliyemez ve hâinlik yapamaz.
(Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Kibri, hâinliği ve kul borcu olmayan mü'min hesabsız Cennet'e girecektir. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
İki günahtan çok kork! Birisi emrinde olan insanlara zulmetme! En büyük zulm, onların
İslâm bilgilerini öğrenmelerine, ibâdet yapmalarına mâni olmaktır. İkincisi din ve dünyâ
yolunda hâin olma! Her günahtan kork! Bir kimse, bir günah işlemek istese, fakat Allahü
teâlâdan korkarak ondan vazgeçse, Hak teâlâ o kimseye Cennet-i a'lâda bir köşk ihsân
eder.Bir müslüman sana zarar verirse sen ona iyilik et! Hiç kimsenin ayıblarını yüzüne
vurma. (Süleymân bin Cezâ)
HAK (El-Hakk):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Vâcib-ül-vücûd yâni varlığı
lâzım olan, hiç yok olmayan, dâimâ var olan ve kendisinden başkası yaratmaya lâyık
olmayan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
...Allah, Hak'dır. (Müşriklerin) Allahü teâlâdan başka taptıkları bâtıldır (yok olucudur).
(Hac sûresi: 62)
Her gün el-Hak ism-i şerîfini bin defâ söyliyenin huyu ve ahlâkı güzelleşir. (Yûsuf
Nebhânî)
Hak şerleri hayr eyler,
Zannetme ki gayr eyler,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse güzel eyler.
(İbrâhim Hakkı Erzurûmî)
Aklın varsa ey kardeşim
Hakkı sevmek olsun işin
Aşk tadını tatmıyanın
Kalbi temiz olmaz imiş.
(M. Sıddîk bin Saîd)
2. İslâmiyet.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Hak gelince, bâtıl (şirk, puta tapmak) gider. Bâtıl, her zaman gidicidir. (İsrâ sûresi: 81)
3. Gerçek, doğru.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Cennet ehli (Cennet'e girince) Cehennem ehline; "Biz Rabbimizin bize vâdettiğini
(sevâbı) hak bulduk. Siz de Rabbimizin size vâdettiğini (azâbı) hak buldunuz mu? diye
seslenir. (Onlar da) evet derler. (A'râf sûresi: 44)
Ölüm haktır, kabr haktır. Kabirde, Münker ve Nekir denilen iki meleğin meyyite (ölüye)
suâl sorması haktır. Haşr (kabrden kalkıp Arasât meydanında hesâb vermek için toplanmak)
haktır. Neşr haktır. Dünyâda yapılan amellerin işlerin hesâbını vermek haktır. Amellerin
tartılması haktır. Cehennem üzerinde bulunan ve üzerinden geçilecek, Sırat denilen köprü
haktır. Cennet'in mü'minler (inananlar) için, Cehennem'in de kâfirler için olduğu haktır.
(Nesefî)
4. Alacak.
Bir kimse, peygamberlerin alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vesselâm yaptığı ibâdetleri
yapsa, fakat üzerinde başkasının bir kuruş hakkı bulunsa, bu bir kuruşu ödemedikçe, Cennet'e
giremeyeceği bildirilmiştir. (İmâm-ı Rabbânî)
5. Pay, hisse.
Bâyi' (satıcı)den başka bir kimsenin hakkı bulunan bir malın satılması, o kimsenin izin
vermesine bağlıdır. Yâni izin vermezse müşteri (alıcı) o mala mâlik, sâhib olamaz. (İbn-i
Âbidîn)
6. Hâtır, hürmet.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Allahümme innî es'elüke
bilhakkıssâ'ilîne aleyke" yâni; "Yâ Rabbî! Senden isteyip de verdiğin kimselerin hakkı için,
senden istiyorum, derdi ve böyle duâ ediniz!" buyururdu. (İbn-i Mâce)
Yâ ilâhî ol Muhammed hakkı çün
Ol şefâat kânı Ahmed hakkı çün
Biz âsî mücrim kulları
Yarlığayûb günâhlardan berî
Kabrimiz îmân ile pür nûr kıl
Mûnis-i gılmân ile hem hûr kıl.
(Süleymân Çelebi)
7) İnsanın yapması lâzım gelen şey.
Müslümanın müslüman üzerine beş hakkı vardır: Selâmına cevap vermek,
hastalığında arayıp sormak, cenâzesinde bulunmak, dâvetine gitmek, aksırıp
elhamdülillah deyince, yerhamükellah diye karşılık vermek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Hak Teâlâ:
Yüce Allah. Allah celle celâlühü. (Bkz. Allah)
Hak teâlâ, intikâmın kul eli ile alır
İlm-i hâli bilmiyenler, onu kul yaptı sanır.
(M. Sıddîk bin Saîd)
Hakk-ul-Yakîn:
Bir şeyin hakîkatine kavuşma, mâhiyetine erişme, bulma, tatma. Allahü teâlânın beğendiği
ahlâk ile ahlâklanıp, kalb gözünün açılması ve mânevî perdelerin kaldırılması neticesinde
elde edilen kesin ilim, bilgi.
Evliyânın çoğu, ancak öldükten sonra hakk-ul-yakîn makâmına varmaktadır. Bu dünyâ
hayâtında hayâlden kurtulmak imkânsızdır. Evliyânın büyüklerinden, pek az seçilmişleri, bu
dünyâ hayâtında iken, bu devlete erdirmekle şereflendirirler. Dünyâda oldukları hâlde,
bilgilerine hayal karışmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
İlmi ve ameli şerîat gösterir. İlmin ve amelin rûhu ve kökü gibi olan ihlâsı (her şeyi Allah
için yapabilmeyi) elde etmek için tasavvuf yolunda ilerlemek lâzımdır. Güçlükle ve çalışarak
ele geçen ihlâs devamlı olmaz. Sonra kalbe nefsin arzuları gelir. Zahmet çekmeden ele geçen
ihlâs devamlıdır. Zahmet çekerek elde edilen, devâmsız ihlâsın sâhiplerine muhlis denir.
Devâmlı ihlâs sâhiplerine muhlas denir. Muhlas olana ibâdet yapmak, tatlı ve kolay olur.
Çünkü bunlarda nefislerinin arzusu ve şeytanın vesvesesi kalmamıştır. Böyle bir ihlâs,
insanın kalbine ancak bir velînin kalbinden gelir. Bu ihlâs ile insan hakk-ul-yakîn
mertebesine kavuşur. (İmâm-ı Rabbânî)
HAKEM (El-Hakem):
1. İki tarafın, hükmüne rızâ göstermek için seçtikleri kimse. Haklı ile haksızın
ayrılmasında aracılık eden kimse.
Resûlullah efendimiz otuz beş yaşındayken yağmur ve seller Kâbe'nin duvarlarını iyice
yıpratmıştı. Bu sebeble Kureyş kabîlesi Kâbe'yi yeniden inşâ eyledi. Ancak kabîleler,
Hacer-ül-Esved'i yerine koymak husûsunda anlaşamadılar. Aralarında neredeyse savaş
çıkacaktı. Bunun üzerine yaşlı bir zât; "Ey Kureyş topluluğu! Anlaşamadığınız iş hakkında
hüküm vermek üzere, şu kapıdan ilk girecek zâtı aranızda hakem yapın" diyerek, Benî Şeybe
kapısını gösterdi. Orada bulunanlar teklifi kabûl ettiler. Nihâyet kapıdan; doğruluğunu, üstün
ahlâkını her zaman taktîr ettikleri ve el-Emîn (Güvenilir, itimada layık) dedikleri Muhammed
aleyhisselâmın geldiğini gördüler ve O'na durumu anlattılar. Peygamber efendimiz yere bir
örtü serip Hacer-ül-Esved'i üzerine koydu. Sonra her kabîleden bir kişiye bir ucundan tutturup
taşı konulacağı yere kadar kaldırttı ve kucaklayıp yerine koydu. Böylece çıkmak üzere olan
çarpışmanın önüne geçerek herkesi memnun etti. (İbn-i Hişâm)
2. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından; hükmedici, hak ile bâtılı ayırıcı.
HAKÎKAT:
1. Bir lafzın (sözün) asıl mânâsı.
Aslan denilince, bilinen yırtıcı hayvan kastedilir, bu mânâda kullanılırsa, hakikat olur,
cesur insan mânâsında kullanılırsa, mecâz yâni hakîkî mânâsının dışında kullanılmış olur.
(Molla Hüsrev)
2. Gerçek.
Fizik ve kimyâ reaksiyonlarında maddenin yok olmadığı bugün kesin olarak
bilinmektedir. Lavoisier adındaki Fransız kimyâgeri; "Kimyâ tepkimelerinde, madde gayb
olmaz ve yoktan meydana gelmez." hakîkatini tecrübe ile isbat etmiş ise de, her şeyin kimyâ
tepkimesi, kimyâ kânunu ile yapıldığını zan ederek; "Tabiatta bir şey yaratılmaz ve hiçbir şey
yok edilemez" demiştir. Bugün, yeni keşf edilen çekirdek olayları, nükleer reaksiyonlar,
maddenin enerjiye döndüğünü, yok olduğunu, Lavoisier'in aldanmış olduğunu
göstermektedir. (M. Sıddîk bin Saîd)
Alan sensin veren sensin kılan sen,
Ne verdinse odur dahi nemiz var.
Hakîkat üzre anlayıp bilen sen,
Ne verdinse odur dahi nemiz var.
(Azîz Mahmûd Hüdâyî)
3. Kötülüklerin kalbden tekellüfsüzce, zorlanmadan gitmesinin gerçekleşmesi,
fenâ(Allahü teâlâdan başka her şeyi unutma) mertebesi.
Tarîkat ve hakîkatten maksat, ihlâsı (her şeyi Allahü teâlânın rızâsı için yapma hâlini) elde
etmektir. (İmâm-ı Rabbânî)
Şerîatin (dînin) emirlerini yapmak, tarîkatin ve hakîkatin hâllerine kavuşmak, hep nefsin
tezkiyesi, yâni temizlenmesi ve kalbin tasfiyesi yâni parlaması içindir. Nefs temizlenmedikçe
ve kalb Allahü teâlâdan başkasının sevgisinden selâmet bulmadıkça, kurtulmadıkça hakîkî
îmân hâsıl olmaz, ele geçmez. Felâketlerden, azâblardan kurtulmak için, hakîkî îmâna
kavuşmak lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
4. Mâhiyet.
Kur'ân-ı kerîmde bulunan bilgiler üç kısımdır: Bir kısmını, hiçbir kuluna bildirmemiştir.
Zâtının ve sıfatlarının hakîkati ve gaybden haber vermek böyledir. İkinci kısım, yalnız
peygamberlerine bildirdiği esrâr (sırlar)dır. Üçüncü kısım bilgileri, peygamberine bildirmiş ve
bütün ümmetine bildirmesini emretmiştir. (Hâdimî)
Hakîkat-i Câmia:
Toplayıcı hakîkat. Tasavvufta kalb.
İnsan, âlem-i kebîrde yâni insan dışında bulunan her şeyi kendinde topladığı için,
mahlûkların en kıymetlisi olduğu gibi, hakîkat-ı câmia olan kalb de Âlem-i sagîrdeki yâni
insanda bulunan her şeyi kendinde topladığı için çok kıymetlidir. (Ahmed Fârûkî Serhendî)
İnsan çeşit çeşit şeylere bağlı kaldıkça, kalbi temizlenemez. Pis kaldıkça seâdetten,
mutluluktan mahrûmdur, uzaktır. Hakîkat-ı câmia denilen kalbin Allahü teâlâdan başka
şeyleri sevmesi, onu karartır, paslandırır. Bu pası temizlemek lâzımdır. Temizleyicilerin en
iyisi, sünnet-i seniyye-i Mustafaviyyeye (Peygamber efendimizin bildirdiklerine) uymaktır.
Sünnet-i seniyyeye tâbi olmak, uymak, nefsin âdetlerini (alışkanlıklarını), kalbi karartan
isteklerini yok eder. (Ahmed Fârûkî)
HAKÎM (El-Hakîm):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hikmet sâhibi, ilmi kâmil, işi
güzel, uygun işler yaratıcı ve kullar arasında hükmedici.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâ hakkıyla bilendir ve Hakîmdir. (Hucurât sûresi: 8)
Biz hiçbir peygamberi kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki emr
olunduklarını onlara apaçık anlatsın. Artık Allah kimi dilerse saptırır, kimi de dilerse
doğru yola götürür. O, her şeye gâlibdir ve hakîmdir (İbrâhim sûresi: 4)
Günâhtan kaçmaya kuvvet, ibâdet yapmaya kudret, ancak azîz ve hakîm olan Allahü
teâlânın yardımı iledir. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Allahü teâlâ kullarına yapabilecekleri şeyleri emretmiştir. Nitekim Nisâ sûresi yirmi
sekizinci âyetinde meâlen; "Allah(ü teâlâ) size emirlerinin kolay, hafîf olmasını diledi
(istedi). Çünkü insanlar zayıf olarak yaratılmıştır" buyurmaktadır. Allahü teâlâ hakîmdir;
her şeyi yerinde uygun olarak yapar. Raûftur, acımaya lâyık olmayanlara da acıyıcıdır.
Rahîmdir, âhirette sevdiklerine yâni nîmetine şükreden mü'minlere Cennet'i ihsân edicidir.
(İmâm-ı Rabbânî)
El-Hakîm ism-i şerîfini söyliyen, hikmete kavuşur ve kendisine gizli mânâlar açılır.
Geceleyin abdest alıp büyük bir teslimiyetle el-Hakîm ism-i şerîfini söyliyenin kalbini Allahü
teâlâ mânevî sırlar hazînesi yapar. (Yûsuf Nebhânî)
2.Hikmet ehli. Din bilgilerini fen bilgileri ile isbât eden âlim.
HÂKİM:
Haklı ve haksızı ayırıp, hak ve adâlet üzere hükmeden, karar veren.
Hak ve adâlet üzere bir gün hâkimlik yapmayı, bir sene devamlı gazâ etmekten (Allah
yolunda harb etmekten) daha çok severim. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hâkim-i Mutlak:
Tam ve gerçek hükmedici olan Allahü teâlâ.
Akıllı o kimsedir ki, nefsine hâkim olur da ölüm sonrası için hazırlanır. Âciz ve ahmak
olan o kimsedir ki, nefsinin yularını salıverir ve Hâkim-i mutlak (olan) Allahü teâlâya karşı
boş ümitlere kapılır. (İmâm-ı Rabbânî)
HÂKKA SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin altmış dokuzuncu sûresi.
Hâkka sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli iki âyet-i kerîmedir. İlk âyet-i kerîmede
geçen el-Hâkka kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede, Kur'ân-ı kerîmin doğruluğu ve Allahü
teâlânın kelâmı olduğu açıklanmakta, kıyâmet ve kıyâmetin vukûu sırasında meydana gelecek
şiddetli hâdiselerle, eski kavimler ve onların taşkınlık ve bozgunculukları bildirilmektedir.
(Râzî, Ebüssü'ûd, Taberî)
Allahü teâlâ Hâkka sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Sûra bir kerre üfürülünce, yeryüzü ve dağlar yerlerinden kaldırılıp, silkilecektir. O gün
kıyâmet kopacak, gök yarılacak ve dağılacaktır. (Âyet: 13-15)
Kim Hâkka sûresini okursa,Allahü teâlâ onun hesâbını kolay eyler. (Hadîs-i şerîf-Kâdı
Beydâvî Tefsîri)
HÂL:
Durum, vaziyet, tavır. Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kalbine gelen sevinç, hüzün,
darlık, genişlik, arzu ve korku gibi mânâlar. Bunlar kulun gayreti ve çalışması olmadan kalbe
gelir. Bu yönden makam ile arasında fark vardır. Makam, tasavvuf yolunda bulunan kimsenin
çalışmakla kazandığı mânevî derecedir.
Hâller ve vecdler (kendinden geçmeler), matlûbun yâni ele geçirilmek istenilenin
başlangıçlarıdır. Maksat değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
En güzel hâl; şerîate (dînimizin emir ve yasaklarına) uymaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Tasavvuf yolunda ilerleyenlerin bilgileri hâl ile kavuşulan bilgilerdir. Hâller de
amellerden hâsıl olur. Amelleri dürüst, doğru olan ve ibâdetleri hakkı ile yapan kimselerde
hâller hâsıl olur. Bu hâller birçok şeyleri öğrenmelerine sebeb olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Hâl Ehli:
Hâli tavrı güzel olan gönül sâhibi kişi. Velî zat. (Bkz. Evliyâ)
Almayı, vermekten daha tatlı gören hal ehli olamaz. (Ebû Medyen Mağribî)
HALÂL (Helâl):
Yasak edilmiş olmayan, yâhut yasak edilmiş ise de, İslâmiyet'in özr, mâni ve mecbûriyet
saydığı sebeblerden birisi ile yasaklığı kaldırılmış olan şeyler.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey mü'minler! Allahü teâlânın size helâl ettiği tayyib yâni güzel şeyleri kendinize
haram etmeyiniz! Helâllere haram demeyiniz! Allahü teâlâ helâl ettiği şeylere haram
diyenleri sevmez. (Mâide sûresi: 87)
Duânın kabûl olması için helâl lokma yiyin. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ıSeâdet)
Bir kimse, hiç haram karıştırmadan, kırk gün helâl yerse, Allahü teâlâ, onun kalbini
nûr ile doldurur. Kalbine, nehirler gibi hikmet (faydalı ilim) akıtır. Dünyâ muhabbetini,
kalbinden giderir. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Allahü teâlâ, peygamberlerine emrettiğini, mü'minlere de emretti ve buyurdu ki: "Ey
peygamberlerim! Helâl yiyiniz ve sâlih (iyi) işler yapınız!" (Mü'minûn sûresi: 51)
Mü'minlere de emretti ki; "Ey îmân edenler! Sizlere verdiğim rızıklardan helâl olanları
yiyiniz." (Bekara sûresi: 172) (Hadîs-i şerîf-Câmi-ul-Usûl, Mişkât, Müslim)
Allahü teâlâya itâat etmek, bir hazîneye benzer. Bu hazînenin anahtarı duâ, anahtarının
dişleri de helâl lokmadır. (Yahyâ bin Muâz)
Haram yiyenlerin yedi âzâsı, istese de istemese de günâh işler. Helâl yiyenlerin her âzâsı
ibâdet eder. Hayır işlemesi kolay ve tatlı gelir. (Sehl bin AbdullahTüsterî)
Bizim yolumuzda el, helâl kârda (işte); gönül ise hakîki yârdadır (Allahü teâlâdadır).
(Ubeydullah-ı Ahrâr)
Her gün helâlinden alış-veriş yapmam, geceleri ibâdet, gündüzleri oruçla geçirmemden
bana daha sevimlidir. (Muâviye bin Kurre)
Halâl Lokma:
Haram olmayan, dinde yenilmesi yasak edilmeyen yiyecek.
Helâl lokma yemeyen kimse, Allahü teâlâya itâat etme gücünü kendisinde bulamaz. Helâl
lokma yiyen kimse de Allahü teâlâya isyankâr olmaz. (Ali Râmitenî)
HALEF-İMÜTTEKÎN (Bkz. Halef-i Sâdıkîn)
HALEF-İSÂDIKÎN:
Selef-i sâlihînden yâni Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînden sonra gelen Ehl-i sünnet
âlimleri.
Halef-i sâdıkîn, îmân (inanç) ve amel bilgilerinde ve kalb bilgilerinde, hep Selef-i sâlihîne
(Hicrî ilk iki asırda yaşayan müslümanlara) tâbi olmuşlar, bunların yolundan hiç
ayrılmamışlardır. (İbn-i Asâkir)
HÂLET-İ NEZ':
Ölürken rûhun çıkacağı an.
Allah'ım! Bizi ve dînimizi her türlü zarardan koru. Hâlet-i nez'de îmânımızı alma. O anda
şeytanı bize musallat etme. Bizi dünyâ ve âhiret hayırları ile rızıklandır. Allah'ım! Sen her
şeye kâdirsin. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
HALF ETMEK:
Yemin etmek. (Bkz. Yemin)
HÂLIK (El-Hâlık):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi taktîr ve tâyin eden,
yaratan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O öyle Allah ki, Hâlıktır, Bâridir (yaratan var edendir), Musavvirdir (bütün varlıklara
şekil verendir), Esmâ-i hüsnâ (en güzel isimler) O'nundur. Bütün göklerde ve yerde olanlar
O'nu tesbîh eder. OAzîzdir (her şeye gâlib ve her kemâle sâhibdir), Hakîmdir (hikmet
sâhibidir). (Haşr sûresi: 24)
O'ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin hâlıkı ancak O'dur. (En'âm sûresi: 102)
Pek ufak bir parçasını gördüğümüz bu kâinâtın (evrenin) bir hâlıkı ve anlamağa aklımızın
ermediği pek muazzam bir kudret sâhibi vardır. Bu hâlıkın hiç değişmemesi ve sonsuz var
olması lâzımdır. İşte bu hâlık, Allahü teâlâdır. (Ahmed Âsım Efendi)
Rahmân, Kuddûs, Müheymin ve Hâlık (yaratıcı) gibi yalnız Allahü teâlâya mahsûs olan
isimleri insanlara isim yapmak haramdır. (A. Nablüsî)
Gece yarısı bir miktar zaman el-Hâlık ism-i şerîfini söyleyen kimsenin kalbi ve yüzü
nûrlanır. (Yûsuf Nebhânî)
Hâlıkın dururken mahlûka tapma,
Şeytana uyup da yolundan sapma.
(Lâ Edrî)
HÂLİD BİN SİNÂN ABESÎ ALEYHİSSELÂM:
Îsâ aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamberlerden. Îsâ aleyhisselâm ile son
peygamber Muhammed aleyhisselâm arasında geçen fetret devrinde, Aden beldesinde
bulunan bir kavme gönderilmiştir.
Hâlid bin Sinân Abesî aleyhisselâmın kavmine musallat olan ve bir mağaradan çıkan ateş,
uzak mesâfelere yayılıyor, ekinleri ve hayvanları yakıyor, sonra tekrar geri çekiliyordu.
İnsanlar âciz kalmıştı. Bu sırada Hâlid bin Sinân aleyhisselâm peygamber olarak gönderildi.
Hâlid bin Sinân aleyhisselâm, Allahü teâlânın izniyle mağaradaki ateşi söndürdü. Sonra
mağaraya girerek kendisinin üç günden önce çağırılmamasını vasiyyet etti. Fakat kavmi ve
çocukları şeytanın vesvesesine kapılarak üç günden önce çağırdılar. Bu çağırma sebebiyle
başında bir elem (ağrı) olduğu hâlde mağaradan çıktı ve "Beni, kavmimi ve vasiyyetimi zâyi
ettiniz" buyurarak yakın zamanda vefât edeceğini bildirdi. Vefâtından sonra cenâzesini defn
etmelerini ve kabrini kırk gün gözetmelerini, kırk gün sonra kuyruğu kesik bir merkebin de
içinde bulunduğu bir sürü, kabrinin yanına gelince kabrini açmalarını vasiyyet etti. Böyle
yapıldığı zaman kabrinden çıkıp kabir ehlini ve kabir hayâtını aynen kendilerine anlatacağını
bildirdi. Belirtilen işâret ortaya çıkınca, mü'minler Hâlid bin Sinân aleyhisselâmın kabrini
açmak üzere harekete geçtilerse de, çocukları; "Bize öldükten sonra kabirden çıkan kimsenin
çocukları derler" diyerek engel oldular. Böylece câhillikleri büyük bir hıyânete sebeb oldu.
Dolayısıyla babaları olan bir peygamberi ve onun bu vasiyetini de yerine getirmediler.
Muhammed aleyhisselâm peygamber olarak gönderildiğinde, Hâlid bin Sinân
aleyhisselâmın kızı hayatta idi. Peygamber efendimizin huzûruna kavuşmakla şereflendi.
Peygamber efendimiz ridâsını (hırkasını) sererek üzerine oturttu ve taltif buyurarak;
"Merhabâ ey kavmi vücûdunun zâyi (yok) olmasına sebeb olduğu peygamberin kızı!"
buyurdu. (İbn-ül-Esîr-Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
HÂLİDİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.
Nakşibendiyye yolunun bir kolu olan Hâlidiyye yolu daha çok Anadolu, Irak ve Sûriye
taraflarında yayılmıştır.
Hâlidiyye yolunun büyüğü olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri; "Bizim
büyüklerimizin yolunda tasavvuf, İslâm dîninin emirlerini yapmak içindir. Ama tasavvufu
hakkıyla yapmak da herkesin işi değildir. Bu yolun büyükleri kendilerine bağlı olanlardan
gâfil değildirler. Hangi şekilde olursa olsun bu büyüklere bağlılık büyük nîmettir" buyurdu.
HALÎFE:
Birinin yerine geçen.
1. Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vekîlî ve yeryüzündeki bütün
müslümanların reîsi (başı).
Allahü teâlâdan istedim ki, benden sonraAli halîfe olsun. Melekler dedi ki: "Yâ
Muhammed! Allahü teâlânın dilediği olur. Senden sonra halîfe, Ebû Bekr-i Sıddîk'tır.
(Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)
Peygamber efendimiz, hazret-i Muâviye'ye; "Halîfe olduğun zaman, yumuşak ol veya
güzel idâre et!" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-İzâlet-ül-Hafâ)
Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafâ'dan sonra müslümanların halîfesi,
müslümanların reîsi Ebû Bekr-i Sıddîk'tır. Ondan sonra halîfe, Ömer-ül-Fârûk'tur. Ondan
sonra Osmân-ı Zinnûreyn, ondan sonra Ali bin Ebî Tâlib'dir (radıyallahü anhüm). Bu
dördünün üstünlük sıraları, halîfelik sıraları gibidir. (Bkz. Hilâfet) (Ömer Nesefî)
2. Bir tasavvuf büyüğünün yetiştirip, hayâtında veya vefâtından sonra insanları terbiye
etmek ve talebe yetiştirmekle vazîfelendirdiği talebesi.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin halîfelerinden Muhammed Ma'sûm hazretleri şöyle
buyurdu:
"Dünyâ hayâtı gâyet kısadır. Ebedî saâdete kavuşmak, dünyâ hayâtına bağlıdır. Saâdetli
kimse; bu kısa dünyâ hayâtındaki fırsatı ganîmet bilip, âhirette kurtuluşa sebep olacak işleri
yapan ve âhiret azığını hazırlayandır." (Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Halîfe-i Âdile:
Halîfe olacağı, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin işâreti ile anlaşılan halîfe. Hazret-i Ebû
Bekr'in halîfeliği böyledir.
Halîfe-i Câbire:
Halîfeliği kuvvet zoru ile ele geçiren.
Halîfe-i Râşide:
İnsanlara, İslâm dînini anlatma vazîfesini Peygamber efendimiz gibi yapan ve âyet-i
kerîmelerde veya hadîs-i şerîflerde halîfe olacağı işâret olunan halîfe. Buna, Halîfe-i âdile de
denir. (Bkz. Hulefâ-i Râşidîn)
HALÎL:
Dost.
Kelime-i tevhîdi (Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah sözünü) çok söyleyenlerde,
Allahü teâlâya karşı fevkalâde sevgi hâsıl olmaktadır. Artık o, Allahü teâlânın halîlidir. Her
kim, nefsinin boş arzularından sıyrılırsa, artık onda, Allahü teâlâdan başkasına bağlılığa yer
kalmaz. (İmâm-ı Süyûtî)
HALÎLULLAH:
Allahü teâlânın dostu mânâsına İbrâhim aleyhisselâmın lakabı. Halîlürrahmân da denir.
İbrâhim aleyhisselâm Halîlullah'tır. Çünkü, bunun kalbinde, Allah sevgisinden başka
hiçbir mahlûkun (yaratılmışın) sevgisi yoktu. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Halîlullah İbrâhim aleyhisselâm, kendi kavmine, Allah'tan başka şeylere tapınmanın
yanlış olduğunu pek güzel bildirdi. Müşrikliğe (Allah'a eş, ortak koşmağa) yol açacak
kapıların hepsini kapadı. (Ahmed Fârûkî)
İbrâhim Halîlullah, sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın ecdâdındandır,
yâni Efendimizin mübarek, pak, temiz soyu ona dayanır. (İbn-i Hişâm)
İbrâhim Halîlullah, Habîbullah'ın yâni Resûlullah efendimizin ümmetinden olmayı
temennî buyurmuştur. (İmâm-ı Rabbânî)
HALÎM (El-Halîm):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hep hilm sâhibi olan; günâh
işleyenlerin, günâh işlemelerini ve emirlerine muhâlefetlerini, karşı geldiklerini gördüğü
hâlde gazablanmaya ve onları cezâlandırmaya gücü yettiği hâlde, acele etmeyen. Allahü teâlâ
kullarına cezâ vermekte acele etmez fakat ihmâl de etmez.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: Bilin ki, Allahü teâlâ mağfiret edicidir
(bağışlayıcıdır), Halîm'dir. (Bekara sûresi: 235)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem sıkıntılı zamanlarında; "Azîm, Halîm
olan Allah'tan başka ilâh yoktur. Büyük arşın Rabbi olan Allah'tan başka ilâh yoktur."
buyururlardı. (İmâm-ı Müslim)
El-Halîm ism-i şerîfini okuyan denizde ise boğulmaktan, bir vâsıtada ise helâk olmaktan
kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)
2. Yumuşak, sertlik göstermeyen, kızmayan kimse.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
İbrâhim (aleyhisselâm) Allahü teâlâdan çok korktuğu için çok âh ederdi. Halîm idi.
(Tevbe sûresi: 114)
Allahü teâlâ halîm, iffetli kimseyi sever; çirkin şeyler konuşan, ısrarla halktan bir şey
isteyen kimseye gazab eder. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Halîm kimse, gadaba sebeb olan şeyler karşısında kızmaz, heyecâna gelmez. Korkak olan,
kendine zarar verir. Gadablı kimse ise, hem kendine, hem başkalarına zarar verir. (Hâdimî)
HÂLİS:
Saf, temiz, hîlesiz, katkısız. Menfaat düşüncesi karışmadan sırf Allah için olan, riya ve
gösteriş bulunmayan.
İbâdetin kabûl olması için niyyetin hâlis olması lâzımdır. (Ali bin Emrullah)
Bir kimse başkalarının görmesi için ibâdet eder veya başkasının görmesi de hoşuna
giderse veya ibâdetinde başkasından bir karşılık beklerse, o kimse hâlis olmaz. (M.Hâdimî)
Allah sevgisini hâlis olarak tadanı; bu sevgi, dünyâyı istemekten alıkoyar ve bütün
insanlardan uzaklaştırır. (Hazret-i Ebû Bekr)
Ey nefs! Hâlis ol ki kurtulasın! (Ma'rûf-i Kerhî)
HALK:
1. Yaratmak, yoktan var etmek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Biz insanı en güzel biçimde halk ettik. (Tîn sûresi: 4)
O (Allahü teâlâ), hanginizin daha güzel amel (ve hareket) edeceğini (hakkınızda)
imtihan etmek için ölümü ve hayâtı halk edendir. (Mülk sûresi: 2)
Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden halk ettik. Ve birbirinizle
tanışmanız için sizi milletlere ve kabîlelere ayırdık... (Hucurât sûresi: 13)
Biz inanıyoruz ki, Allahü teâlâ sonsuz kudret (güç, kuvvet) sâhibidir. Yedi kat yerleri ve
gökleri halk etmesi ile bir karıncayı halk etmesi O'na göre aynıdır. Allahü teâlânın halk
etmesi mümkün olmayan hiçbir şey yoktur. (Harputlu İshâk Efendi)
Allahü teâlâ her şeyi bir sebeb ile halk etmektedir. Âdet-i İlâhiyyesi böyledir. (Muhammed
Hâdimî)
2. Mahluk, yaratılmış, insan topluluğu.
Halkı dara düşürmek, sıkıştırmak ve incitmek haramdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Halk ile konuşmalar yumuşak ve tatlı olmalıdır. Hiç kimseye sertlik göstermemelidir.
Halka hizmet, zikr (Allahü teâlâyı anmak ile meşgul olmak)den efdâldir (daha fazîletlidir,
daha sevaptır). (İmâm-ı Rabbânî)
HALLÂK:
Yaratan, her şeyi yoktan vâr eden Allahü teâlâ.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Şübhesiz ki senin Rabbin (seni de onları da) Hallak'tır (yaratandır). (Senin de onların da
hâlini ve her şeyi) kemâliyle bilendir. (Hicr sûresi: 86)
Gökleri ve yeri yaratan (Allah) onlar gibisini yaratmağa kâdir değil midir? Elbette
(kâdirdir ve) hallâktır, her şeyi hakkıyla bilendir. (Yâsîn sûresi: 81)
Can alıcı melek geldiğinde, mâsûm (günâhsız) kimseyi şefâat tâcını ve gömleğini giymiş,
gözünün perdesi kalkmış görür. Ona; "Yâ mâsûm! Hallâk-ı âlem sana selâm söyledi ve
buyurdu ki: "Ben onu yarattım, yine bana gelsin. Zîrâ o cân emânetini ben verdim, yine bana
versin. Onun karşılığında Cennet ve dîdâr (Allahü teâlânın cemâlini görmeyi) vereyim." Eğer
inanmazsan yüzünü çevirip göklerden tarafa bak görürsün" derler. O mâsûm dahi bakıp
melekleri ve Allahü teâlânın cemâlini seyreder. (Kutbüddîn İznikî)
HALVET:
Yalnızlık, yalnız olarak kalma.
1. Yabancı bir kadınla yabancı bir erkeğin bir odada, kapalı bir yerde yalnız kalmaları.
Bir erkek, yabancı bir kadın ile halvet ederse, üçüncüleri şeytan olur. (Hadîs-i
şerîf-Tirmizî)
Allah'a ve kıyâmet gününe inanan, yabancı bir kadınla, yalnız kalıp halvet etmesin.
(Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Halvet haramdır. Mescid gibi dışardan içerisi görünen umûma açık yerlerde yalnız kalmak
halvet olmaz. (İbn-i Âbidîn)
2. Tasavvuf yolunda olgunlaşmak ve ilerlemek için belli bir müddet tenhâda kalma hali
yalnız kalmak.
Tasavvufta halvet, vuslat (kavuşma) alâmetidir. (Ebü'l-Kâsım)
Halvet Der-Encümen:
Nakşibendiyye yolunda on bir esastan biri. Halk içinde Hak ile (Allahü teâlâ ile) olmak.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Öyle adamlar vardır ki, ticâretleri ve alışverişleri onları
Allahü teâlâyı hatırlamaktan, anmaktan alıkoymaz." (Nûr sûresi: 37) buyrulan âyet-i
kerîme, halvet der-encümen makâmına işârettir. (SeyyidAbdülhakîm Arvâsî)
Yolumuzun esâsı halvet der-encümendir. (Behâeddîn-i Buhârî)
HALVETHÂNE:
Çilehâne. Tasavvuf yolunda olgunlaşmak ve ilerlemek için belli bir müddet kendi hâlinde
yalnız kalınan ve ibâdetle vakit geçirilen yer.
HALVETİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Muhammed bin Nûr Halvetî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.
HAMD:
En üstün şekilde senâ, övgü.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Dünyâda ve âhirette hamd Allahü teâlânın hakkıdır, O'na mahsustur. Hükm de
O'nundur. Sonunda O'na döndürülürsünüz. (Kasas sûresi: 70)
Allahü teâlâ birdir, O'ndan başka bir ilâh yoktur. Her şeyden yücedir. Bütün
hamdlerin hepsi O'na mahsûstur. Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlânın şânı ne yücedir.
(Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed ibni Hanbel)
Herhangi bir kimse, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir kimseye,
herhangi bir şeyden dolayı, herhangi bir sûretle hamd ederse, bu hamd ve şükürlerin hepsi,
Allahü teâlânın hakkıdır. Çünkü her şeyi yaratan, terbiye eden, yetiştiren, her iyiliği yaptıran,
gönderen hep O'dur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
HAMDELE:
Elhamdülillah veya bu mânâdaki sözler. Elhamdülillah sözünün mânâsı, Allahü teâlâya
hamd olsun, ben her hâlimde O'ndan memnûnum demektir. (Bkz. Hamd)
Dînî bir kitabı yazarken, va'z u nasîhate veya ders okutmaya başlarken, Besmele, hamdele
ve salvele (Peygamber efendimize salât ve selam getirmek) ile başlamak, İslâm'ın iyi
âdetlerinden olup, müstehâbdır, iyi görülmüştür. (İmâmzâde Muhammed Es'ad)
HAMELE-İ ARŞ:
Arşı taşımakla görevli dört büyük melek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Hamele-i Arş melekleri ve Arşın etrâfında tavâf eden (dönen) melekler Rablerini tesbîh
ederler ve vahdâniyyetini (birliğini) tasdîk ederler ve mü'minler için (af ve) mağfiret
isterler. (Mü'min sûresi: 7)
Sûrun birinci üfürülmesinde, dört büyük melekten ve hamele-i Arş'tan başka, bütün
melekler, bundan sonra Hamele-i Arş ve daha sonra dört büyük melek yok olacaktır.
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
HÂMİD:
Allahü teâlâya hamdeden.
HAMÎD (El-Hamîd):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her dilde ve her kalbde övülen.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şüphesiz Allahü teâlâ ganîdir, hamîddir. (İbrâhim sûresi: 8)
El-Hamîd ism-i şerîfini söyliyen, işinde, sözünde ve ahlâkında başkalarının övgüsünü
kazanır. (Yûsuf Nebhânî)
HAMİYYET:
Dîni, milleti himâye etmekte, korumakta, şerefini savunmakta tenbellik etmeyip, bütün
kuvveti ile gayret etmektir.
Hamiyyet sâhibi kişi dâimâ şehvete götüren yollardan nefsini korur, hamiyyet duygusu
ona bekçilik eder. Hamiyyeti olmayan, mukaddes şeyleri korumak isteğini taşımayan kimse
ise şehvete götüren işlerden kaçınmak şöyle dursun, kendi şahsiyetini hattâ belki din, devlet
ve milletini bile fedâ eder. (Celâleddîn Devânî)
HAMR:
Şarab, sarhoşluk veren içki.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Hamr, kumar, (tapmaya mahsus) dikili taşlar, ezlâm (fal okları) ancak
şeytanın amelinden birer pisliktir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan,
hamrda ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve
namazdan alıkoymak ister. Artık siz hepiniz (bunlardan) vaz geçtiniz değil mi? (Mâide
sûresi: 90, 91)
Her sarhoşluk veren şey hamr (şarab)dır. Ve her sarhoşluk veren şey haramdır.
(Hadîs-i şerîf-Müslim)
Hamr içen ile arkadaşlık etmeyiniz! Cenâzesine gitmeyiniz! Buna kız vermeyiniz ve
onun kızı ile evlenmeyiniz. Muhakkak biliniz ki, hamr içen kıyâmet günü mezardan yüzü
kara, gözleri mâvi olarak kalkar. Dili sarkmış pis kokulu olur. Herkes pis kokusundan
kaçar. (Hadîs-i şerîf-Riyâdün-Nâsihîn)
Hamr dört mezhebde de haramdır. İçmesi ve her türlü kullanılması günâhtır. Yalnız sirke
yapılması ve susuzluktan ölmek üzere olanın ölmiyecek kadar su yerine içmesi câizdir.
(Senâullah Dehlevî)
Alkolü az olan hamr da haramdır. Sarhoş etmese de damlasını içmek haramdır. Helâl
diyenin îmânı gider. Hamr, idrar gibi kaba necâsettir. Her türlü kullanmak, ilâç yapmak,
buruna çekmek, söz birliği ile haramdır. Satması câiz değildir. Parası haramdır. (İbn-i Âbidîn)
HANBELÎ:
Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebine mensub
kimse.
Hanbelî Mezhebi:
Ehl-i sünnetin amelde (yapılacak işlerde)ki dört hak mezhebinden biri.
İbâdetlerin en kıymetlisi, farz-ı ayn olanlardır. Farzlardan sonra en kıymetlisi, Şâfiî
mezhebinde sünnet namazlar, Hanbelî mezhebinde cihâd (Allah yolunda harb etmek), Hanefî
ve Mâlikî mezheblerinde ise ilim öğrenmek ve öğretmek ve sonra cihâddır. (M.Tâhir Sünbül
Mekkî)
Âlimlerin çoğuna göre altın ile gümüş her ne hâl ve şekilde olursa olsun, her ne niyetle
saklanırsa saklansın zekâtı verilir. Hanbelî mezhebinde kadınların zînet (süs) olarak
kullandıkları altının ve gümüşün zekâtı verilmez. (Alâüddîn-i Haskefî, Abdurrahmân Cezîrî)
HANEFÎ:
Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri olan Hanefî mezhebine mensub kimse.
Hanefî Mezhebi:
Ehl-i sünnetin amelde (yapılacak işlerde)ki dört mezhebinden biri.
Hanefî mezhebi Osmanlı Devleti zamânında her yere yayıldı. Devletin resmî mezhebi gibi
oldu. Bugün dünyâ yüzünde bulunan müslümanların yarıdan fazlası ve Ehl-i sünnetin pek
çoğu, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmektedir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
HÂNEKÂH (Hânegâh):
Tekke, dergah. İrşâd (doğru yolu gösterme) ve sohbet ile insanları olgunlaştırma
hizmetlerinin yapıldığı yer. (Bkz. Tekke ve Zâviye)
HANÎF:
Sapıklıktan, yanlış inanışlardan Hakk'a, doğruya meyleden, dönen, müslüman.
İslâmiyet'ten önce Arabistan'da putlara tapmayıp, hazret-i İbrâhim'in dîni üzerine bulunanlara
verilen isim. Çoğulu hunefâ'dır.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
İbrâhim ne yahûdî idi, ne de hıristiyan idi. O hanîf idi. (Âl-i İmrân sûresi: 67)
Hanîflerin en meşhûrlarından birisi Arab hatîblerinden olan Kus bin Sâide'dir. Onun
Mekke-i mükerremede kurulan Ukaz panayırında meşhûr konuşmasının bir kısmı şöyledir:
Her şey fânîdir (geçicidir). Bâki (devamlı olan) ancak Allahü teâlâdır. Birdir, ortağı ve
benzeri yoktur. İbâdet edilecek ancak O'dur. Evvel gelip geçenlerde bize ibret alacak şey
çoktur. Büyük-küçük hep göçüp gidiyor. Giden geri gelmiyor. Kesin olarak inandım ki,
herkese olan bana da olacaktır. (Ben de öleceğim). (Ahmed Cevdet Paşa)
Hanîf Dîni:
Doğru yol, İslâmiyet.
HÂNİS:
Yemîninin gereğini yapmayan.
Bir kimse, semâya çıkacağım veya şu taşı altın yapacağım diye yemîn edince, yapmadığı
için, hânis olup yemîn keffâreti verir. (İbn-i Âbidîn)
HANNÂNE:
Resûlullah efendimizin dayanarak hutbe okuduğu, Mescid-i Nebevî'de dikili bulunan
hurma kütüğü.
Resûlullah efendimiz, Medîne'de Mescid-i Nebevî'de, hutbeyi, Hannâne'ye dayanarak
okurlardı. Minber yapılınca, Hannâne'nin yanına gitmedi. Ondan ağlama seslerini, bütün
cemâat işitti. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz minberden inip, Hannâne'ye sarılınca, sesi
kesildi; "Eğer sarılmasaydım, benim ayrılığımdan kıyâmete kadar ağlardı" buyurdu.
(Nişâncızâde)
HANNÂS:
İnsanların kalblerine vesvese veren sinsi şeytan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Ey Habîbim!) De ki: İnsan ve cinden olan ve insanların göğüslerine (îmân ve îtikâdına)
vesvese veren hannâsın şerrinden insanların mâbûduna ve insanların bütün işlerinin
sâhibine ve insanların Rabbine sığınırım. (Nâs sûresi: 1-6)
Şeytan köpek gibidir. Köpek kaçar ise de başka taraftan yine gelir. Nefs ise kaplan gibidir.
Saldırması ancak öldürmekle biter. İnsanlara vesvese veren şeytana bunun için hannâs
denilmiştir. İnsan hannâsın bir vesvesesine uymazsa bundan vaz geçer. Başka vesveseye
başlar. Çok hayırlı işe mâni olmak için, az hayırlı şeyi de vesvese yapar, fısıldar. Büyük
günâha sürüklemek için, küçük hayır yapmayı da vesvese eder. Şeytanın vesvesesi olan küçük
hayırlı iş, insana tatlı gelir ve acele ile yapmak ister. Acele etmek ise şeytandandır.
(Muhammed Hâdimî)
HARAC:
Güçlük, sıkıntı, eziyet. 1. Bir farzı yapma veya haramdan sakınma esnâsında karşılaşılan
güçlük.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Allah(ü teâlâ) din husûsunda üzerinize bir harâc yüklemedi. (Hac sûresi: 77)
Bir işin yapılmasında harâc bulunursa ve kendi mezhebine göre yapmaya imkân olmazsa,
bu işi, başka mezhebe uyarak yapmak câiz olur. Fakat, ikinci mezhebin o işe bağlı olan
şartlarını da gözetmek lâzımdır. Hanefî mezhebi âlimleri, böyle işlerde, diğer mezhebleri
taklîd etmeğe fetvâ (izin) vermişlerdir. (İbn-i Âbidîn)
Her müslümanın ibâdet yaparken ve haramdan sakınırken, kendi mezhebi âlimlerinin
"fetvâ böyledir", "en iyisi budur", "en doğru söz budur" gibi bildirdiklerine uyması lâzımdır.
Kendi arzusu ile yaptığı bir şey, buna uymasına mâni (engel) olur ve bu mâni olmanın
önlenmesinde harac, meşakkat bulunursa, kendi mezhebinde doğru olduğu bildirilen başka
bir söze uyması lâzımdır. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
2. Müslüman olmayan vatandaşlardan seneden seneye alınan toprak vergisi.
Zor ile alınıp da, kâfirlere bırakılan veya barış yoluyla alınıp, kâfirlerin olan topraklardan
harac alınır. (İbn-i Âbidîn)
HARÂM:
Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde yapmayınız diye açıkça yasak ettiği şeyler.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
De ki, Rabbim; bütün fuhşiyâtı (küfür ve nifakı) açığını ve gizlisini, her türlü günâhı,
haksız isyânı ve Allahü teâlâya hiçbir zaman bir burhan indirmediği herhangi bir şeyi
ortak koşmanızı ve bilmediğiniz şeyleri Allahü teâlâya isnâd etmenizi, harâm etti. (A'râf
sûresi: 33)
Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri harâmdır. Sonra ellerini kaldırıp, duâ
ederler. Böyle duâ nasıl kabûl olunur? (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
İnsan, harâm işlemeği kalbinden geçirir, Allah'tan korkarak yapmazsa, hiç günâh
yazılmaz. Harâmı işleyince, bir günâh yazılır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allahü teâlâ, harâm olan şeylerde size şifâ yaratmamıştır. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Harâmlardan sakınmak, akıllıların şânından, şereflilerin tabiatındandır. (Hazret-i Ali)
Harâmda şifâ yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
Harâmdan bir altını sâhibine vermek, yüz altın sadaka vermekten fazîletlidir, iyidir.
(İmâm-ı Rabbânî)
Dünyâda harâm işleyen kimse, âhirette ondan mahrûm kalır. Burada helâl şeyleri
kullananlar, orada o şeylerin hakîkatine kavuşur. Meselâ, bir erkek dünyâda harâm olan ipeği
giyerse, âhirette ipek giymekten mahrûm edilir. İpek ise, Cennet elbisesidir. O hâlde, bu
günâhtan temizlenmedikçe, Cennet'e girilemez demektir. Cennet'e giremeyen de Cehennem'e
gider. Çünkü, âhirette, bu ikisinden başka yer yoktur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Harâm li Aynihi:
Kendileri harâm olan şeyler.
Leş, domuz eti, şarab gibi Allahü teâlâ tarafından harâm edilen şeyler harâm li aynihidir.
Bunlara helâl demek küfr olur, îmânın gitmesine sebeb olur. (Muhammed Hâdimî)
Harâm li Gayrihi:
Aslı harâm olmayıp, sonradan hâsıl olan bir sebepten dolayı harâm olan şey.
Bir kimsenin bir kişinin bağına girip, sâhibinin izni olmadan meyve koparıp yimesi, ev
eşyâsını ve parasını çalıp harcaması harâm li gayrihidir. Bunları yapan kimse, yaparken
Besmele söylese, yâhut helâldir derse kâfir olmaz. (Muhammed Hâdimî)
Harâm Lokma:
Helâl olmayan ve dînen yenmesi yasaklanan yiyecek.
Vücûduna harâm lokma karışmış bir kimse, namazdan tad duymaz. (Behâeddîn-i Buhârî)
Mîde yenilen şeylerin toplandığı yerdir. Oraya helal lokma koyarsan, âzâlardan sâlih (iyi)
ameller, işler meydana gelir. Şüpheli lokma koyarsan, âzâlar Allah yolunda amel etmekte
şüpheye düşerler. Eğer harâm lokma koyarsan, o lokma seninle Allahü teâlâ arasında bir
perde olur ve Cenâb-ı Hakkın beğendiği yolda yürümen mümkün olmaz. (Ebû Bekr-i Dükkî)
Alış veriş ilmini bilmiyen harâm lokma yemekten kurtulamaz. Harâm lokma yiyen ise,
ibâdetlerin sevâbını bulamaz. (Ahî Evran)
HARBÎ:
İslâm devleti ile harb halinde bulunan gayr-i müslimlere âit ülke halkından olan kimse.
Bir harbî emân (izin, pasaport) ile İslâm ülkesine girerse malına, canına dokunulmaz.
(İbn-i Âbidîn)
Âşir (gümrük vergisini ve zekâtı toplayan me'mur) kendisine uğrayan harbîden, mensûb
olduğu devlet, müslüman tüccardan ne kadar vergi alırsa, o kadar alır. Ne kadar aldıkları
bilinmiyorsa, onda bir alır. (İmâm-ı Serahsî)
HAREM:
1. Mekke-i mükerreme şehrinden biraz daha geniş olup, hudûdunu İbrâhim aleyhisselâmın
diktiği taşların gösterdiği yer, alan. Bu sâha içine gayr-i müslimlerin girmesi yasak ve ihrâmlı
iken bâzı işleri yapmak harâm olduğu için Harem denilmiştir.
Hac için, ömre için, ticâret için veya herhangi bir şey için uzaktan gelenlerin Mîkat
(ihrâma girilen yer) denilen yerleri ihrâmsız (iki parçadan meydana gelen dikişsiz elbiseyi
giymeden) geçerek Harem'e girmeleri harâmdır. Mîkat'tan geçerken bir iş için Hill'de (Mîkat
yeri ile Harem sınırı arasındaki yerde) kalmağı niyet edenlerin ve Hill'de oturanların hacdan
başka niyetle Harem'e girmeleri câizdir. (İbn-i Âbidîn)
İhrâma giren kimseye bâzı şeyler yasak olur. Meselâ karadaki av hayvanlarını öldürmesi,
dikilmiş elbise giymesi, bir yerini traş etmesi, kavga ve münâkaşa etmesi, tırnak kesmesi,
Harem'de kendiliğinden biten ot ve ağaçları koparması ve kesmesi harâm olur. Bunları
bilerek veya bilmeyerek unutarak yapanlara kurban, sadaka cezâları vâcib olur. (Muhammed
Mevkûfâtî)
2. Müslümanların evlerinde, saray, konak ve benzeri yerlerde sâdece kadınların oturması
için ayrılmış oda, dâire. Bu oda veya dâireye haremlik de denir.
Müslümanların evleri iki kısımdır. Harem (haremlik) ile selâmlık. Harem kısmı yalnız
kadınlara âittir. Buraya hiçbir erkek giremez. Evin erkeği veya mahrem (evlenilmesi harâm
olan) erkeklerden birisi gireceği zaman mutlaka evin hanımının haberi olur. (Mustafa Sabri
Efendi)
3. Zevce, hanım.
Harem-i Şerîf:
Müslümanların kıblesi olan Kâbe-i muazzamanın ortasında yeralan etrâfı kubbeli
revaklarla çevrili mescid. Kâbe'nin etrâfı. (Bkz. Mescid-i Harâm)
HAREMEYN:
Hürmete ve saygıya lâyık iki belde. Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverenin
ikisine verilen ad. Mekke-i mükerremede Kâbe-i muazzama, Medîne-i münevverede sevgili
Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek kabr-i şerîfi bulunduğu için her ikisine
saygı ve hürmet duyulması gereken yer mânâsına Haremeyn denilmiştir.
Osmanlı sultanlarının herbirinin Haremeyn'e pekçok hizmetleri olmuştur. Bu sebeple
onlar kendilerine Hâkim-ül-haremeyn (Haremeyn'in hâkimi) yerine Hâdim-ül-haremeyn
(Haremeyn'in hizmetçisi) denilmesini istemişlerdir. Yavuz Sultan Selîm Han, Mısır'ı feth
ettiği zaman hutbede kendi ismini Hâkim-ül-haremeyn olarak okuyan hatîbe îtirâz ederek;
"Biz Haremeyn'in (bu iki mübârek şehrin) hâkimi olamayız. Ancak Hâdim-ül-haremeyn yâni
Haremeyn'in hizmetçisi oluruz" dedi. Kâbe'nin içini süpürmeye mahsûs olan süpürgelerden
birisi kendisine getirilince, süpürgeyi bir tâc gibi kaldırarak başına koydu. Kendilerinden
sonra gelen sultanların taclarına koydukları süpürge şeklindeki sorguç buradan gelmektedir.
(İslâm Târihi Ansiklopedisi)
Ey bâd-ı sabâ uğrarsa yolun semt-i Haremeyn'e
Benden selâm söyle Resûlüs Sekaleyn'e
(Lâ Edrî)
HÂRİCÎLER:
Sıffîn muhârebesinde, taraflar hakem tâyinine râzı olup anlaşmayı kabûl ettiği için hazret-i
Ali'nin ordusundan ayrılarak "Hâkim ancak Allah'tır. Hazret-i Ali iki hakemin hükmüne
uyarak halîfeliği hazret-i Muâviye'ye bırakmakla büyük günah işledi" diyen ve kendileri gibi
düşünmeyen Eshâb-ı kirâm ile diğer müslümanlara kafir diyen sapık fırka.
Hâricîler, müteşâbihâtı (birkaç mânâ çıkarılabilen delilleri) te'vil ediyorlar. Yâni bâzı
âyet-i kerîmelere ve mütevâtir olan (yalan üzerinde birleşmesi mümkün olmayan topluluklar
tarafından bildirilen) hadîs-i şerîflere açık ve meşhûr olmayan mânâlar veriyorlar. Hâricîler
gibi şüpheli delilleri yanlış te'vil edenlere, müctehîd olan fıkıh âlimleri kâfir demediler. Fakat
âsî (günahkâr), bid'at ehli ve sapık olduklarını söylediler. (İbn-i Âbidîn)
Hâricîlerin temel görüş ve düşünceleri şöyle özetlenebilir: Hazret-i Osman, hazret-i Ali,
Amr bin Âs, Ebû Mûsâ el-Eş'arî, hazret-i Âişe, Talhâ, Zübeyr (r.anhüm) ile Sıffîn
muhârebesinde hakemlerin hükmüne râzı olanları kâfir bilirler. Büyük günâh işleyen kâfirdir
diyerek böylelerinin ebedî cehennemlik olduğunu söylerler. Zâlim imâma (devlet başkanına)
karşı çıkmayı vâcib sayarlar. (Abdülkâhir Bağdâdî)
HÂRİKULÂDE:
Olağanüstü. İnsan gücünün üzerinde, insanı hayrette bırakan âdet dışı şaşılacak iş.
İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi içinde (bir sebeple)
meydana gelmektedir. Allahü teâlâ sevdiği kullarına ikrâm ve en azılı düşmanlarını aldatmak
için, bunlara âdetini bozarak hârikulâde şeyleri yaratmıştır. Hârikulâde şeyler peygamberlerde
görülürse mûcize, evliyâ denilen diğer sevdiği kullarında görülürse kerâmet denir. Hârikulâde
şeylerin peygamberlerde görülmesi lâzımdır. Evliyâda ise, şart değildir. (Seyyid Abdülhakîm
Arvâsî)
Müslümanlar arasında evliyâ olmayanlardan meydana gelen hârikulâde hallere firâset;
fâsıklardan ve kâfirlerden meydana gelenlere de istidrâc ve sihr, yâni büyü denir. (Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî)
HARÎS:
Hırslı, bir şeye çok düşen, istekli.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Andolsun ki size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız
O'na çok ağır gelir. Çünkü O sizin hidâyetiniz için çok harîstir, mü'minlere karşı çok
şefkatli ve merhametlidir. (Tevbe sûresi: 128)
İki harîs doymaz. Biri ilmin harîsi, diğeri de malın harîsidir. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Ey oğul! Gönlün ferah olup, duânın makbûl olmasını istersen; dünyâya harîs olmayan, her
işi Allah rızâsı için yapan âlimlerle berâber ol. (Süleymân bin Cezâ)
HÂRÛN ALEYHİSSELÂM:
Kur'ân-ı kerîm'de adı geçen peygamberlerden.
Allahü teâlâ kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Selâm, Mûsâ ve Hârûn üzerine olsun. (Saffât sûresi: 120)
(Mûsâ aleyhisselâma peygamberliği bildirilince) dedi ki: "Ve kardeşim Hârûn ise,
lisânen benden daha fasîhtir (Fasîh ve belîğ bir şekilde insanlara Hakk'ı, hakîkati anlatır).
Onu bana yardımcı olarak gönder ki, beni tasdîk etsin. Fir'avn ve kavminin beni
yalanlamalarından korkarım." (Allahü teâlâ buyurdu ki:) Senin bâzunu (bileğini)
kardeşinle kuvvetlendireceğiz ve size düşmanlarınızın üzerine bir galebe ve üstünlük
vereceğiz ki, onların zarârı size yetişmeyecek. Bu âyetlerimizle (mûcizelerimizle) onlara
gidiniz. Siz ve size tâbi olanlar, (Fir'avn ve kavmine) gâlib geleceksiniz. (Kasas sûresi: 34,
35)
Hârûn aleyhisselâm İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderildi. Mûsâ aleyhisselâmın
ana-baba bir büyük kardeşidir. Mûsâ aleyhisselâmdan üç yaş büyüktür. Babasının ismi İmran
olup, Yâkup aleyhisselâmın oğullarından Lâvî'nin neslindendir. Hârûn aleyhisselâm, Mısır'da
doğdu. Mûsâ aleyhisselâmın en yakın yardımcısı ve vezîri idi. Çocukluğu ve gençliği Mısır'da
geçti. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma Tûr dağında peygamberlik emrini bildirince, Hârûn
aleyhisselâma da peygamberlik verdi. Mûsâ aleyhisselâmla birlikte Fir'avn ve kavmini îmâna
dâvet ettiler. Fir'avn îmâna gelmedi. Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâma inananlara zulüm ve
işkence yaptı. Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâm İsrâiloğullarını Fir'avn'ın zulmünden
kurtarmak için çırpındılar. Mûsâ aleyhisselâm, Hârûn aleyhisselâm ve İsrâiloğulları birlikte
Mısır'dan ayrıldı. Kızıldeniz'den yürüyerek Sinâ Yarımadasına geçtiler. Onları tâkib eden
Fir'avn ve askerleri denizde boğuldular. Mûsâ aleyhisselâm ve İsrâiloğulları Tîh çölüne
geldikleri sırada, Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlânın emriyle Tevrât-ı şerîfi almak üzere Tûr
dağına gitti. Kardeşi Hârûn aleyhisselâmı yerine vekîl bıraktı. Mûsâ aleyhisselâm, Tûr'da iken
Hârûn aleyhisselâmı dinlemeyen İsrâiloğulları, Sâmirî adında bir münâfığın (iki yüzlü kâfirin)
hîlelerine kapılarak, altın buzağı heykeli yaparak ona taptılar. Mûsâ aleyhisselâm Tûr
dağından dönüşte kavminin altın buzağı heykeline taptıklarını görünce, üzüldü. Bu hâlin
sebebini Hârûn aleyhisselâma sordu. Hârûn aleyhisselâm da İsrâiloğullarının kendisini
dinlemediklerini ve öldürmekle tehdît ettiklerini, Sâmirî adında birisine uyarak bu yola
saptıklarını bildirdi. Mûsâ aleyhisselâm, Sâmirî'ye bedduâ etti ve İsrâiloğullarına tövbe
etmelerini bildirdi. İsrâiloğulları tövbe edip Tevrât'ı kabûl ettiler. Bu mücâdeleler sırasında
Hârûn aleyhisselâm da Mûsâ aleyhisselâmla birlikte gayret etti. Allahü teâlâ İsrâiloğullarına
kırk sene Tîh sahrasından çıkmamak üzere cezâ verdi. Bu kırk senenin sonlarına doğru,
Hârûn aleyhisselâm Mûsâ aleyhisselâm'dan önce vefât etti. Kabrinin nerede olduğu
husûsunda çeşitli rivâyetler vardır. (Taberî, İbn-ül-Esîr, Nişâncızâde)
HASEB:
Şeref, asâlet, ahlâk ve soy temizliği.
Kişinin hasebi ahlâkıdır, keremi dînidir. (Hadîs-i şerîf-Nihâye)
Baktım ki, insanlardan her biri mal, haseb, şeref ve neseb aramaktadır. Anladım ki bunlar
bir şey değil. "Allah katında en üstününüz en çok korkanınızdır." (Hucurât sûresi: 13)
meâlindeki âyet-i kerîme'ye baktım Allah katında üstün olmak için malı, hasebi, makâmı
değil, takvâyı (Allahü teâlâdan korkarak harâmlardan sakınmayı) seçtim. (Hâtim-i Esam)
HASED:
Kıskanmak, çekememek. Allahü teâlânın bir kimseye ihsân ettiği nîmetin, onun elinden
çıkmasını istemek. Zararlı bir şeyin ondan ayrılmasını istemek, hased olmaz, gayret olur.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Hased ettiği zaman hasedcinin şerrinden karanlığı yırtan nûrun Rabbine sığınırım.
(Felâk sûresi: 5)
Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateşin odunu yok etmesi gibi hased de iyilikleri
yok eder. (Hadîs-i şerîf-Mişkat)
Geçmiş ümmetlerden iki kötülük sizlere bulaştı. Hased ve kazımak. Bu sözümle onların
başlarını kazıdıklarını anlatmak istemiyorum. Dinlerinin kökünü kazıyıp yok ettiklerini
söylüyorum. Yemîn ederim ki, îmânı olmayan, Cennet'e girmeyecektir. Birbiriniz ile
sevişmedikçe, îmâna kavuşamazsınız. Sevişmek için, çok selâmlaşın. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hasedden daha kötü bir şey yoktur. Çünkü hased eden kimse, şu beş kötülüğün içine
düşer: 1) Bitmeyen gam ve kedere tutulur. 2) Hased etmesi, onun için sevâbı olmayan bir
musîbet olur. Onun günâha girmesine yol açar, 3) Hasedinden dolayı kınanır, ayıplanır, 4)
Allahü teâlâ ona gazab eder. 5) Allahü teâlânın yardım ve ihsân kapıları kendisine kapanır.
(Ebü'l-Leys Semerkandî)
Hased eden insan, Allahü teâlânın kendisine verdiği şeylere râzı olmaz. Böyle kimseden
Allahü teâlâ râzı olmaz. Allahü teâlânın bir insandan râzı olmaması ise, felâketlerin en
büyüğüdür. Artık o insan, dünyâ ve âhirette de hüsran içindedir, yâni zarardadır. (Muhammed
Akkermânî)
Bütün kötülüklerin başı, kaynağı üçtür: Hased, riyâ (gösteriş) ve ucb (kendini ve yaptığı
işleri beğenme). Kalbini bunlardan temizlemeğe çalış. (İmâm-ı Gazâlî)
Hased edenin ömrü üzüntü ile geçer. Hased ettiği kimsede nîmetin azalmadığını, hattâ
arttığını görerek sinir buhranları geçirir. Hasedden kurtulmak için ona hediye göndermeli, onu
medhetmeli, ona karşı tevâzu göstermeli, onun nîmetinin artmasına duâ etmelidir. (M.
Hâdimî)
Bütün sebeblerden doğan düşmanlığın giderilmesi mümkünse de hased sebebiyle olan
düşmanlığın yok olması mümkün değildir. O; dehşetli, korkunç, müzmin bir hastalıktır.
Hasedin ilâcı, hased edilen kimsenin gıyâbında (arkasından) nîmetinin artmasına duâ etmek,
yüzüne karşı sevgi ve dostluk göstermektir. (Abdülhakîm Arvâsî)
HASEN HADÎS:
Bildirenler sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olup, fakat hâfızası (anlayışı) sahîh hadîsleri
bildirenler kadar kuvvetli olmayan râvîlerin, kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîf. (Bkz. Hadîs)
HASENÂT:
Allahü teâlânın beğendiği işler, iyilikler. Hasenenin çokluk şekli.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Hasenât, günahları yok eder. (Hûd sûresi: 115)
Sıcak su, buzu erittiği gibi, iyi huy da hatâları eritir. Sirke balı bozduğu gibi, kötü huy,
hayrâtı hasenâtı yok eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateşin odunu yok ettiği gibi, hased de hasenâtı yok
eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allah için yapılmayan hayrât ve hasenât ve ibâdetler kabûl edilmez. (Muhammed Hâdimî)
Harâm para ile hayrât, hasenât yapmak, pisliği idrar ile yıkayıp temizlemek gibidir.
(Süfyân-ı Sevrî)
HASENE:
1. İyilik, sevâb.
Allahü teâlânın korkusundan kötülüğü terkeden kimseye bir hasene yazılır. Fakat başka
bir sebeple terkederse hasene yazılmaz. (İmâm-ı Gazâlî)
2. İlim, ibâdet, Cennet.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey Rabbimiz bize dünyâda hasene ver. Âhirette de hasene ver. (Bekara sûresi: 201)
HASENEYN:
Peygamber efendimizin mübârek iki torunu hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn.
Allah'ım ben bu ikisini (Haseneyni) seviyorum, sen de sev. Onları sevmeyeni sen de
sevme. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed ibni Hanbel)
Bir gün Resûlullah'ın yanına gitmiştim. Haseneyn önünde oynuyorlardı. Yâ
Resûlallah!Bunları çok mu seviyorsun?" dedim. "Nasıl sevmem? Bunlar benim dünyâda
öpüp kokladığım iki Reyhânımdır" buyurdu. (Ebû Eyyûb-i Ensârî)
HASÎB (El-Hasîb):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her mahlûkun (yaratılmışın)
varlığına, varlığının devâmına, âhirette hesâbını görmeğe kâfi olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O peygamberler ki, Allah'ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ ederler ve O'ndan
korkarlar. Hasîb olarak Allahü teâlâ kâfidir. (Ahzâb sûresi: 39)
Şânı yüce olan Allahü teâlâ, her şeyi hasîbdir. Bu öyle bir vasıftır ki, O'nun hakîkati
Allahü teâlâdan başkası için düşünülemez. Allahü teâlâdan başka hiçbir varlık tam ve hakîkî
mânâsıyla hasîb olamaz. Allahü teâlâ sâdece eşyânın bir kısmını değil, tek başına her şeyi
hasîbdir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
HASÎS:
Parasını ve malını harcamamak için her türlü sıkıntıya, eziyete katlanan, paraya, mala aşırı
düşkün olan; dînen verilmesi îcâb edeni, zekâtı ve sadakayı vermeyen, pinti, eli sıkı olan,
bahîl, malda ve ilimde cimrilik eden. (Bkz. Cimri)
Hasîs olanlar, her ne kadar zâhid (dünyâyı istemiyor) olsalar da Cennet'e giremezler.
(Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Ahlâk-ı zemîme (kötü ahlâk) olan dört şeyden vazgeç, onlardan çok sakın. Bunlar: Çok
mal toplayıp yememek, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya sarılmak, hasîs olmak, harîs
(dünyâya düşkün) olmak. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Hasîslerin en fenâsı, müslümanlara emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmayanlar, Allahü
teâlânın emir ve yasaklarını bildirmeyenler, onlara dinlerini öğretmeyenler veya yanlış
öğretenlerdir. (Ahmed Rıfat)
Günahların büyüğü üçtür: Hasîslik, hased (çekememezlik) ve riyâ (gösteriş). (İmâm-ı
Gazâlî)
HASLET:
İnsanın yaratılışındaki huy, mîzâc, tabîat, karakter.
Şu dört haslet kimde varsa o hâlis münâfıktır. Bunlardan bir tânesi kendisinde
bulunan kimse, onu terk etmedikçe, kendisinde münâfıklıktan bir haslet bulunur. Birincisi
emânete hıyânet etmek, ikincisi konuşunca yalan söylemek, üçüncüsü sözünde durmamak,
dördüncüsü başkalarına devâmlı kötülük yapmak. (Hadîs-i şerîf-Tebyîn)
Kimde şu dört haslet bulunursa, bu hasletler o kimseyi yüksek derecelere kavuşturur. Hem
Allah katında, hem de insanlar yanında kıymeti çok olur. Birincisi hilm (yumuşaklık), ikincisi
ilim, üçüncüsü cömertlik, dördüncüsü güzel ahlâk sâhibi olmak. (Cüneyd-i Bağdâdî)
Türkleri maddeten yıkmak ve ezmek mümkün değildir. Çünkü Türkler, müslüman
oldukları için çok sabırlı ve mukâvemetli (dayanıklı) insanlardır. Kuvvetli îmân sâhibidirler.
Çok çalışkan ve zekîdirler. Bu hasletleri; dinlerine bağlılıklarından, kadere rızâ
göstermelerinden, devlet adamlarına itâat duygularından gelmektedir. Türkleri parçalamanın
ve yenmenin tek yolu; evvelâ itâat duygusunu kırmak ve mânevî bağlarını parçalamak, dînî
metânetlerini (sağlamlığını) zaafa uğratmak (zayıflatmak)tır. Bunun da en kısa yolu, millî
geleneklerine ve mânevî duygularına uymayan hâricî (yabancı) fikirler ve hareketlere
alıştırmaktır... (Patrik Gregoryus-Rus sefîri İgnatiyef'in hâtıralarından)
HÂSS:
1. Tek başına bir mânâ karşılığında konmuş lafız (söz).
Hâss, kat'î (kesin) mânâ ifâde eder. Sözden maksat, tek şeydir. Ahmed, Yûsuf gibi özel
isimler; insan, ağaç, meyve gibi cins isimler; bir, iki, üç gibi sayı isimleri hep hâss lafızlardır.
"Her kırk koyunda bir koyun zekât olarak verilir" hadîs-i şerîfinde; kırk, hâss lafızdır. Bu
sebeple koyunun zekât nisâbı (ölçüsü) kırktır. Ondan az veya çok olması ihtimâli yoktur.
(Serahsî)
2. Geliri yüz bin akçeden fazla olan dirlikler. General toprağı.
HAŞEVİYYE:
Allahü teâlâyı mahlûklara,yaratıklarına benzeten, madde, cism diyen bozuk fırka,
topluluk.
Haşeviyye, "Rabbinin vechi bâkî kalır" meâlindeki Rahmân sûresi yirmi yedinci âyetinin
ve "Allah'ın yedi onların ellerinin üstündedir" meâlindeki Tâhâ sûresi onuncu âyetinin
zâhir (görünen) mânâsını kabûl ederek, Allahü teâlâya cism demişlerdir. (İmâm-ı Gazâlî)
Allahü teâlâyı mahlûklara, cisimlere benzetme fikri ilk olarak Haşeviyye tarafından ortaya
atılmış, sonra bu bozuk inanış şîa ve diğer bozuk fırkalara geçmiştir. (Şehristânî)
Ehl-i sünnet âlimlerine göre; peygamberler günâh işlemekten mâsumdurlar
(korunmuşlardır). Fakat bu konuda Haşeviyye aksi kanâattedir. Onlara göre peygamberler
günâh işlerler. (Teftâzânî)
HÂŞİMÎ:
Peygamber efendimizin dedesi Hâşim bin Abdi Menâf'ın soyundan gelen. (Bkz. Benî
Hâşim)
HAŞR:
Toplanma, bir araya gelme. Allahü teâlânın bütün insanları, melekleri, cinleri, şeytanları
ve diğer hayvan ve kuşları, gökte, yerde, denizde ne kadar büyük ve küçük canlı var ise,
hepsini kıyâmet kopmasından (dünyânın son bulmasından) sonra diriltip, dünyâda
yaptıklarının hesâbını vermek üzere Arasât denilen meydanda toplaması.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Allah'tan korkun ve bilin ki muhakkak hepiniz haşr olunacaksınız. (Bekara sûresi:
203)
Doğru tüccâr, kıyâmette sıddîklar ve şehîdler ile haşr olur. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Ey ümmetim ve Eshâbım! Siz ölülerinizin kefenini bol tutunuz. Zîrâ benim ümmetim
kefenleriyle haşr olunurlar. Hâlbuki başka ümmetler çıplaktırlar. (Hadîs-i şerîf-Tezkire-i
Kurtubî)
Allah yolunda öldürülüp, şehîd olanlar, kıyâmet gününde, yaralarının kanı akarak
gelirler. Rengi kana ve kokusu miske benzer. Allahü teâlânın huzûrunda haşr oluncaya
kadar, bu hâl üzere bulunurlar. (Hadîs-i şerîf-Dürret-ül-Fâhire)
Haşr Günü:
Mahlukların kabirlerinden kalkıp Arasat meydanında toplandıkları kıyâmet günü.
Haşr Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin elli dokuzuncu sûresi.
Yirmi dört âyet-i kerîme olan Haşr sûresi, Medîne-i münevverede nâzil oldu (indi). Bu
sûrede yahûdîlerin ihânetleri ve münâfıkların (inanmadıkları hâlde müslüman görünenlerin)
hâlleri, sonunda da Allahü teâlânın büyüklüğü ve Esmâ-i hüsnâsı(güzel isimleri)
bildirilmektedir. (Beydâvî)
Kim haşr sûresini okursa, Allahü teâlâ onun, geçmiş ve gelecek günâhlarını affeder.
(Hadîs-i şerîf-Beydâvî)
Kim sabahleyin (sabah namazından sonra) üç defâ "E'ûzübillâhissemî'il alîmi
mineşşeytânirracîm" der sonra Haşr sûresinin sonundaki üç âyeti okursa, Allahü teâlâ
kendisine yetmiş bin melek gönderir. Bunlar akşama kadar o kişiye duâ ve istiğfâr ederler.
Eğer o gün vefât ederse, şehîd olarak ölür. Akşamleyin (akşam namazından sonra) okuyan
kimse de aynı şekildedir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
HAŞŞÂŞİYYE:
Otçular. İnsanın ot gibi olduğunu ve öldükten sonra yok olacağını iddiâ edenler.
İnsan ölünce, cesed çürüyünce rûh yok olmaz. Ölmek, rûhun bedenden ayrılması
demektir. Rûh bedenden ayrılınca, maddî olmayan âleme karışır. Kıyâmete kadar yok olmaz.
Din âlimleri ve fen adamları böyle söylemiştir. Tabiatçılardan az bir kısmı bu sözbirliğinden
ayrılmış, doğru yoldan kaymıştır. Bunlar insanı çöldeki otlara benzetirler. İnsan ot gibi biter,
büyür, yok olur, rûhu kalmaz derler. Böyle söyledikleri için Haşşâşîler adı ile anıldılar. İslâm
âlimleri, Haşşâşîlerin düşüncelerini çeşitli delîllerle çürüttüler. (Ali bin Emrullah)
HAŞYET:
Hürmetle karışık korku.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâdan (en çok) haşyet edenler âlimlerdir. (Fâtır sûresi: 28)
İlim olarak Allahü teâlâdan haşyet, cehâlet olarak gurur yeter. (Mesrûk bin Ecda')
HÂTEM-ÜL-ENBİYÂ:
Peygamberlerin sonuncusu Muhammed aleyhisselâm.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Muhammed (aleyhisselâm) sizin yetişkin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir.
Fakat O, Allah'ın Resûlü(peygamberi) ve Hâtem-ül-enbiyâdır (son Peygamberdir). Allah
her şeyi hakkıyla bilendir. (Ahzâb sûresi: 40)
Ben, Hâtem-ül-enbiyâyım (peygamberlerin sonuncusuyum). Benden sonra peygamber
gelmeyecektir. Eğer benden sonra peygamber gelseydi, Ömer peygamber olurdu. (Hadîs-i
şerîf-Savâık-ul-Muhrika)
Peygamber efendimizin nûru, Âdem aleyhisselâmdan beri temiz ana ve babalardan
(evlâddan evlâda) geçerek asıl sâhibi olan Hâtem-ül-enbiyâya gelmiştir. (Kastalânî,
Senâullah Dehlevî)
Peygamberlik makâmı da dört derecedir. Birincisi Nebîler, ikincisi Resûller, üçüncüsü
Ülü'l-azm peygamberler (Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâm).
Dördüncü derece Hâtem-ül-enbiyâlık derecesi olup, Muhammed aleyhisselâma mahsustur.
(M. Hâdimî)
HATENEYN:
İki dâmât; Resûlullah efendimizin iki mübârek dâmâdı olan hazret-i Osman ile hazret-i
Ali.
Ehl-i sünnet ve cemâat (doğru yolun) âlimleri, Hateneyn'i sevmek lâzım geldiğini
bildirmişlerdir. Böylece, bir câhilin çıkıp da Resûlullah'ın Eshâb-ı kirâmına (arkadaşlarına)
dil uzatmasını önlemişlerdir. Resûlullah'ın halîfelerinden, vekîllerinden birine düşmanlık
edilmesine fırsat bırakmamışlardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Ben Şeyhayn'i (hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'i) üstün tutarım. Hateneyn'i severim.
(İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe)
Şeyhayn ve Hateneyn'i sevmek, Ehl-i sünnet'in şiârı, alâmetidir. (Ömer Nesefî)
HÂTIR:
Kalbe gelip bir müddet kalan düşünce. (Bkz. Havâtır)
Kalbe gelen düşüncelerden; birincisi kalpte durmaz giderilir. Buna hâcis denir. İkincisi,
hâtırlardır. Üçüncüsü, yapmak ile yapmamak arasında tereddüt olunur. Buna hadîs-ün-nefs
denir. Bunları melekler yazmaz. (Abdülganî Nablüsî)
İslâmiyet'e uymayan hâtırlar bâtıldır, bozuktur. Şeytan tarafından gelen hâtırların hepsi
günâha dâvettir. (S. Abdülhakîm)
Hâtırların zararlısı Allahü teâlâyı unutturanlardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Hâtır-ı Melekânî:
İbâdete, tâate rağbet etmeye dâir insanın kalbine melek tarafından getirilen düşünce. Buna
ilhâm da denir. (Bkz. İlham)
Hâtır-ı Nefsânî:
Kötülükleri istiyen nefs tarafından kalbe getirilen düşünce. Buna hâcis denir. (Bkz. Hâcis)
Hâtır-ı Rahmânî:
Gafletten uyanmak, kötü yoldan doğru yola kavuşmaya dâir Allahü teâlâ tarafından kalbe
gelen düşünce. Buna hak hâtır (doğru düşünce) denir.
Hâtır-ı Şeytânî:
Günâhı beğenmeye, süslemeye, güzel göstermeye dâir kalbe şeytan tarafından getirilen
düşünce. Buna vesvese denir. (Bkz. Vesvese)
HATÎB:
Câmide müslümanlara dînî nasîhat eden ve hutbe okuyan.
Bir kimse gusl abdesti alır, sonra Cumâ'ya gelir, kendisine mukadder (farz) olan
namazı kılar, sonra hatîb hutbesini bitirinceye kadar susar, sonra imâmla berâber namaz
kılarsa, onunla diğer Cumâ arasındaki günahları ile berâber, üç günlük fazlasının
günâhları da afv ve mağfiret olunur. (Hadîs-i şerîf-Meşârık)
Hutbe ile namaz arasında hatîb efendinin, dünyâ işlerinden söylemesi tahrîmen mekrûhtur
(harâma yakın günahtır). (İbn-i Âbidîn)
HATÎM:
Kâbe'nin şimâl (kuzey) duvarı hizâsında yarım dâire şeklindeki duvarcık ile Kâbe-i
muazzama arasında kalan yer.
İsmâil aleyhisselâmın ve annesi hazret-i Hacer'in kabri, Hatîm'dedir. (Alâüddîn-i Haskefî)
Tavâf ederken (Kâbe'nin etrâfında dolaşırken) Hatîm duvarının dışından dolaşılır.
Mescid-i Harâm'da (Kâbe avlusunda) kılınan namazların en kıymetlisi (sevâbı en çok olanı),
Hatîm'de kılınan namazdır. (İbn-i Âbidîn)
HÂTİME:
Bir şeyin son durumu. (Bkz. Hüsnü Hâtime ve Sû'i Hâtime)
HATM:
Kur'ân-ı kerîmi başından (Fâtiha sûresinden başlıyarak) sonuna (Nâs sûresine) kadar
okumak.
İnsanların en iyisi hatmi bitirince, yeniden başlayandır. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Kur'ân-ı kerîmi hatm edenin duâsı kabûl olunur. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hibbân)
Kur'ân-ı kerîmi hatmeden kimseye altmış bin melek hayr duâ eder. (Hadîs-i
şerîf-Hazînet-ül-Esrâr)
Hatm duâsı yapılan yerde bulunan, ganîmet dağıtılırken bulunan kimse gibidir. Hatme
başlanan yerde bulunan, cihâd eden (Allah yolunda harbeden) kimse gibidir. İkisinde de
bulunan her iki sevâba da kavuşur ve şeytanı rezîl eder. (Hadîs-i şerîf-Hazînet-ül-Esrâr)
Ramazân ayında hatm okumak mühim sünnettir. (Ahmed Fârûkî)
Hatm sonunda yapılan duâ kabûl olunur. (Seyyid Alizâde)
Resûlullah efendimiz Mekke'de bulunduğu sırada rivâyete göre bir müddet vahy
gelmemişti. Bu sebeple müşrikler; "Rabbi, Muhammed'i terk etti, O'na darıldı" diyerek,
Peygamber efendimizi üzmeye, müslümanlar arasında fitne çıkarmaya çalışıyorlardı. O
zaman Duhâ sûresi nâzil oldu. Bu sûre nâzil olunca, Resûlullah efendimiz sevincinden;
"Allahü ekber" buyurdu. Bu sebeple Mekke halkı, Kur'ân-ı kerîmi hatmederken, Duhâ
sûresinden îtibâren Nâs sûresine kadar her sûrenin sonunda "Allahü ekber" demeyi âdet
edinmişlerdir. (İbn-i Abbâs, Kurtubî, Süyûtî, Hâzin, Celâleyn).
Hatm-ı Hâcegân:
Nakşibendiyye yolunda fâidesi, feyz ve bereketi çok olan bir vazîfe. Bu yolun veya ona
bağlı kolun büyüğünün koyduğu evrâdın (Belli zikr ve duâların okunmasının) toplu veya
yalnız olarak yerine getirilmesi.
Hatm-i Tehlîl:
Yetmiş bin adet kelime-i tevhîd yâni "Lâ ilâhe illallah" okumak. Kelime-i tevhîde,
kelime-i tayyibe de denir.
Bir kimse, kendisi veya başkası için yetmiş bin adet kelime-i tevhîd (kelime-i tayyibe)
okursa, günâhları affolur. (Hadîs-i şerîf-Makâmât-ı Mazhariyye)
Hatm-i tehlîl yapıp, sevâbını ölülerin rûhlarına hediye etmek çok faydalıdır. (Ahmed
Fârûkî)
Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretleri, bir kadının kabri yanına oturmuştu. Kabre yüzünü
dönüp, hâtırına başka bir şey getirmeyip; yalnız onu düşündü. "Bu mezârda Cehennem ateşi
var. Kadının îmânlı olmasında şüphe ediyorum. Rûhuna, hatm-i tehlîl sevâbı bağışlayacağım.
Îmânı varsa, affolur" buyurdu. Hatm-i tehlîlin sevâbını bağışladıktan sonra; "Elhamdülillah
îmânı varmış, kelime-i tayyibe te'sirini gösterip azâbdan kurtuldu" buyurdu. (Abdullah-ı
Dehlevî)
HAVÂLE:
Borçlunun, alacaklıya, borcumu falan kimseden al deyip, alacaklının, bu teklife, sözleşme
yerinde râzı olması. Ciro etme.
Havâle, havâleyi yapan ile kabûl eden arasında yapılabilir. Bir kimse birine benim falanda
olan şu kadar kuruş alacağımı havâle yoluyla sen üzerine al dese, o kimse de bu havâleyi
kabûl etse, bu havâle sahîh (doğru) olur. Veyâ filândan şu kadar alacağı benim üzerime
havâle et dese, o kimse de kabûl etse, havâle sahîh olur; kendisine havâle olunan kimse
pişman dahî olsa fayda vermez. (Ali Haydar Efendi)
HAVÂRÎ:
Yardımcı. Îsâ aleyhisselâma îmân eden on iki kişiden her biri.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Hani havârîlere; "Bana ve Resûlüme îmân edin" diye ilhâm etmiştim. "Îmân ettik,
hakîki müslümanlar olduğumuza sen de şâhid ol" demişlerdi. O vakit havârîler; "Ey
Meryem oğlu Îsâ! Rabbin bizim üstümüze gökten bir sofra indirebilir mi?" demişlerdi. O
(da) Eğer inanmış (adam)larsanız Allah(ın kudretinden ve peygamberliğimden şüpheye
sapmak)tan korkun" demişti. (Mâide sûresi: 111-112)
Ey îmân edenler! Allah'ın yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu Îsâ (da)
havârîlerine; "Allah'a (yönelmiş olarak) benim yardımcılarım kim (olacak) demiş,
havârîler de; "Allah'ın yardımcı (kul)ları biziz (diye) söylemişlerdi. İşte İsrâiloğullarından
bir zümre (ona) îmân etmiş, bir zümre de küfürde kalmıştı. Nihâyet biz îmân edenleri
düşmanlarına karşı destekledik de bu sûretle gâlib (olarak) çıktılar. (Sâf sûresi: 14)
Îsâ aleyhisselâm otuz yaşında peygamber oldu. Otuz üç yaşında diri olarak göğe
kaldırılınca, havârîler dağılıp bu yeni dîni yaymaya çalıştılar. Sonra İncîl diye çeşitli kitaplar
yazıldı. Bunlar Îsâ aleyhisselâmı anlatan târih kitaplarına benzer idi. Asıl İncîl, ele
geçmemiştir. Îsâ aleyhisselâmdan sonra dînini yayan ve Havârî adı verilen bu kimseler;
Şem'un (Petrus), Yuhanna(Jahannes), Büyük Yâkûb, Petrus'un kardeşi olan Andreas, Filip
(Philippus), Toma(Thomas), Bartalomi (Bartalomaus), Metiyya (Matthaus), Küçük Yâkûb,
Barnabas, Yehûda (Judas) idi. (Yehûda mürted oldu (dinden çıktı). Yerine Matyes seçildi).
Havârîlerin reisleri Petrus idi. (Nişâncızâde, Harputlu İshâk Efendi, Abdullah Dağıstânî)
Bolüs adında bir yahûdî, hazret-i Îsâ'ya inandığını söyleyerek ve Îsevîliği yaymaya
çalışıyor görünerek gökten inen İncîl'i yok etti. Dört kişi ortaya çıkıp, on iki havârîden
işittiklerini yazarak İncîl adında dört kitab meydana geldi ise de Bolüs'ün yalanları bunlara da
karıştı. Barnabas adındaki havârî, Îsâ aleyhisselâmdan görüp işittiklerini en doğru şekilde
yazdı ise de, Barnabas İncîli de yok edildi. (Harputlu İshak Efendi, Nişâncızâde)
HAVÂSS:
Seçilmişler. İlimde ve tasavvuf yolunda yüksek dereceye ulaşmış olan zâtlar.
Sultanlar, milletin malını zâlimler ve haydutlardan korudukları gibi; havâss da, avâmın
(dînî ilimlerden haberi olmayan câhillerin) îtikâdını (inancını) bid'atçilerin (sapıkların)
şerrinden korurlar. (İmâm-ı Gazâlî)
Üç çeşit oruç vardır: Birincisi avâmın yâni câhillerin orucudur. Bunların orucu; yimek,
içmek gibi şeylerle bozulur. İkinci derece, havâssın orucudur. Bunların orucu, fıkh
kitaplarında bildirilen şeylerle bozulduğu gibi gıybet (başkasının dedi-kodusunu yapmak),
yalan söylemek, söz taşımak ve harâma bakmakla bozulur. Üçüncü derecede de
Ehass-ül-havâssın (cenâb-ı Hakk'a yakınlık kazananların en hâlisi olanların) orucudur ki,
bunların orucu, Allahü teâlâdan başka bir şeyin kalbe girmesi ile bozulur. (İmâm-ı Gazâlî)
Avâmın tövbesi günâhtan; havâssın tövbesi gafletten Allahü teâlâyı unutmaktandır.
(Zünnûn-i Mısrî)
Havâss, iyi amelleri (güzel işleri) kendilerinden değil, Allahü teâlâdan bilir. (Ebû Osman
Mağribî)
HAVÂTIR:
İnsanın kalbine gelen düşünceler. (Bkz. Hâtır)
Havâtır, bâzan Allahü teâlânın insanın kalbinde meydana getirdiği şeyler olur. Bunlara
hak, doğru havâtır denir. Bâzan melekler vâsıtasıyla gelir. Buna ilhâm denir. Bâzan, şeytan
onları insanın kalbine atar, buna vesvese denir. Bâzan da nefsin kendi kendine çıkardığı
şeyler olur ki, buna hevâcis denir. (Hâdimî)
Melek tarafından olan havâtırın doğruluğuna alâmet, dîne uygun olmasıdır. Dîne uygun
olmayan havâtır bâtıldır, bozuktur, denilmiştir. Şeytan tarafından gelen havâtırın çoğu
günahlara dâvet eder. Bâzan şeytandan gelen havâtır, tâat ve ibâdet gibi görünürse de yine o
gizli bir günâha, isyâna dâvettir. Bunlar şeytanın gizli tuzaklarındandır. (Seyyid Abdülhakîm
Arvâsî)
Havâtır ve niyetlerimi önce kitap ve sünnet ile karşılaştırıyorum. Bu iki âdil şâhide uygun
olanları söylüyor ve yapıyorum. (Ebû Süleymân Dârânî)
Havâtır nefse acı gelirse, hayr olduğu; tatlı gelir hemen yapmak isterse şer (kötü) olduğu
anlaşılır. Bunu anlamak için İslâmiyet'e uygun olup olmadığına bakılır. Anlaşılmazsa, sâlih
(günâh işlemeyen) bir âlime sorulur. (M. Hâdimî)
HAVÂYİC-İ ASLİYYE:
İhtiyaç eşyâları. Temel ihtiyâçlar. Bir kimsenin yiyecek giyecek ve ev gibi ihtiyaç
duyduğu lüzumlu maddeler ve evde kullanılan eşyâ ve âletler, hizmetçiler, binecek vâsıtası,
meslek kitapları (din kitapları) ve ödeyeceği borçları.
Zekât için bir senelik, kurban ve fıtra için bir aylık yiyecek veya parası havâyic-i
asliyyeden sayılır. Daha fazla olanı ve din ve meslek kitaplarından başka kitapların hepsi, hac
parası ve kurban ve fıtra nisâbına katılır. Eğer ticâret niyeti olursa, zekât nisâbına da katılır.
(Hâdimî, İbn-i Âbidîn)
Havâyic-i asliyye, zekât ve fıtra vermek ve kurban kesebilmek için lüzûmlu olan nisâba
(dînen zengin sayılma miktârına) katılmazlar. (İbn-i Âbidîn)
HAVELÂN-I HAVL:
Zekâtı verilecek bir malın üzerinden bir kamerî yılın geçmesi.
Zekât verilecek mallarda aranan şartlardan birisi havelân-ı havldır. (Molla Hüsrev)
Toprak mahsûllerinin zekâtı (öşr), hasad mevsimi (mahsûl topraktan alındığında)
verildiğinden, havelân-ı havl şartı aranmaz. (İbn-i Âbidîn)
HAVF VERECÂ:
Allahü teâlâdan korkmak (havf) ve rahmetini ümid etmek (recâ).
Havf gençlikte, recâ yaşlılıkta çok olmalıdır. (Muhammed bin Hasen Can)
Havf ve recâ, kul itâat hâlini bırakıp benlik sevdâsına düşmesin diye nefsi bağlayan iki
yulardır. (Ebû Bekr Vâsitî)
Kalb de dâimâ havf bulunmalıdır. Havf azalır da recâ çoğalırsa, kalb bozulur. Çünkü havf,
kalbdeki arzûları yakar, dünyâ sevgisini çıkarır. (Ebû Süleymân Dârânî)
Hazret-i Ömer buyurdu ki: Bütün insanların Cehennem'e, bir kişinin Cennet'e gireceğini
söyleseler, umarım ki o bir kişi ben olurum; aksine bütün insanların Cennet'e, bir tek kişinin
Cehennem'e gideceğini söyleseler, korkarım ki o kişi ben olurum. İşte havf ve recâ böyle
olmalıdır. (İmâm-ı Gazâlî)
HÂVİYE:
Cehennem'in yedinci tabakası. Burada inanmadıkları hâlde inanmış görünen münâfıklar
ile müslüman iken İslâm dînini terk eden mürtedler azâb görecektir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ameli hafîf olana (yâni iyilikleri hafif, günâhları ağır gelene) gelince; artık onun yeri
hâviyedir. Bildin mi hâviye nedir? O, yakıcı bir ateştir. (Kâria sûresi: 8-11)
HAVL:
Hareket, kuvvet.
Bir insan, havlin kendinden olmayıp, Allahü teâlânın yaratmasiyle olduğunu bilirse, her
şeyi O'ndan bekler. İşlerin meydana gelmesinde sebepleri arada görmeyen kimse, Allahü
teâlâdan başka kimseden bir şey beklemez. (İmâm-ı Gazâlî)
HAVRA:
Yahûdî mâbedi, sinagog.
Havra ve kilisedeki küfür alâmetleri kaldırılırsa, namaz kılmak mekruh olmaz. (İbn-i
Âbidîn)
HAVZ:
Sıvı maddelerin toplandığı yer, büyük su birikintisi, göl.
Bir gün Mevlânâ Celâleddîn Rûmî havz kenarındaydı. Yanında kitaplar vardı. Şems-i
Tebrîzî gelip kitapları sordu. "Sen bunları anlamazsın." dedi. Şems-i Tebrîzî kitapları suya
attı. Mevlânâ, âh babamın bulunmaz yazıları gitti, diyerek çok üzüldü.Şems-i Tebrîzî elini
uzatıp herbirini aldı. Hiçbiri ıslanmamış görüldü.Mevlânâ; "Bu nasıl iştir?" dedi.Şems-i
Tebrîzî; "Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın." buyurdu. (Molla Câmî, Ahmed Eflâkî)
Havz-ı Kebîr:
Eni ve boyu yaklaşık beşer metre (onar zrâ') olup, alanı yirmi beş metrekare olan havuz.
Derinliğin az veya çok olmasının bir te'siri yoktur.
Havz-ı Kevser:
Kıyâmet günü mahşerde veyâ Cennet'te Peygamber efendimize tahsîs edilmiş olan ve bir
kere içenin bir daha susamayacağı havuz. (Bkz. Kevser Havuzu)
Havz-ı Sagîr:
Alanı yirmi beş metrekareden küçük havuz.
Havz-ı Sagîre, necâset (pislik) düşse ve suyun, üç sıfatı değişmese de, necs (pis) olur.
İnsan içemez ve temizlikte kullanılmaz. Üç sıfatı değişirse, idrâr gibi olup, hiçbir şeyde
kullanılamaz. Suyun üç sıfatı: Rengi, kokusu ve tadıdır. (İbn-i Âbidîn)
İçine devamlı su akan ve devamlı taşan veya içinden devâmlı su alıp, iki alış arası su
hareketsiz kalacak kadar uzamayan havz-ı sagîr ve hamam kurnası, akar su demektir. (İbn-i
Âbidîn)
HAYÂ:
Utanma, âr, nâmus. Çirkin şeylerden sıkılma veya edebe uymayan bir şeyin meydana
gelmesinden dolayı kalbde meydana gelen rahatsızlık.
Hayâ îmândandır. Îmânı olan Cennet'tedir. Fuhuş kötülüktür. Kötüler
Cehennem'dedir. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb, Buhârî)
Hayâ ile îmân, berâberdirler. Biri gidince, diğeri onu tâkib eder. (Hadîs-i
şerîf-Nisâb-ül-Ahbâr)
Allahü teâlâdan hayâ ediniz! Hakîkî mânâda Allahü teâlâdan hayâ etmek, kötü
düşüncelerden uzak durmak, helâl lokma yemek ve ölümü hatırlamaktır. Âhireti isteyenler
dünyânın zînetinden süsünden uzaklaşır. İşte bunları yapmak, Allahü teâlâdan hakkıyla
korkmak demektir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, Taberânî)
Cennet'e gitmek isteyen uzun emel sâhibi olmasın. Dünyâ işleri ile uğraşması ölümü
unutturmasın. Harâm işlemekte Allah'tan hayâ etsin. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hayâsız insan, halk içinde çıplak oturan kimse gibidir. (Hazret-i Ebû Bekr)
Cebrâil aleyhisselâm, aklı, hayâyı ve îmânı Âdem aleyhisselâma getirdi ve dedi ki: "Yâ
Âdem! Allahü teâlâ hazretleri selâm eder, sana getirdiğim şu üç hediyenin birini kabûl etsin"
dedi. "Âdem aleyhisselâm aklı kabûl eyledi. Cebrâil aleyhisselâm, îmân ile hayâya; "Siz
gidin" deyince, îmân dedi ki: "Allahü teâlâ bana emreyledi ki, akıl nerede ise, sen de orada
ol!" Ondan sonra hayâ da aynı şekilde, Allahü teâlâ tarafından emrolunduğunu beyân ederek,
her ikisi de akıl ile berâber Âdem aleyhisselâmda kaldı. Allahü teâlâ kime akıl verirse, hayâ
ile îmân da onunla berâberdir. Aklı olmayanın ne hayâsı, ne de îmânı vardır. (Süleymân bin
Cezâ)
Kul hayâ sâhibi olduğu zaman, hayır ve iyi işlere yapışır. Hayâ kalbe yerleştiğinde, nefsin
arzû ve istekleri ondan uzaklaşır. (Ebû Süleymân-ı Dârânî)
Allahü teâlâdan hayâ etmeyen kimse, insanlardan da hayâ etmez. (Zeyd bin Sâbit)
Âfetlerin evveli, cehâlet, bilgisizlik, sonra nefsin arzû ve isteklerine meyletmek, sonra
hayâyı terk etmektir. (Sehl-i Tüsterî)
Hayânın en kıymetlisi, Allahü teâlâdan utanmaktır. Ondan sonra Resûlullah'tan (sallallahü
aleyhi ve sellem) hayâdır. Daha sonra insanlardan hayâ etmek gelir. (Muhammed Hâdimî)
HAYÂL:
Bir şeyi gördükten sonra veya görmeden önce zihinde şekillendirme. Hâfızanın yardımıyla
zihinde bir şeyler canlandırma.
Bir cisme bakınca, bu cisim, beyindeki ortak his merkezinde duyulur. Bu cisim göz
önünden çekilince, ortak his merkezi, onu hissedemez olur. Fakat, hayâle gelen etkisi uzun
zaman kalır. Hayâl kuvveti olmasaydı, herkes birbirini unutur, kimse kimseyi tanımazdı. (Ali
bin Emrullah)
Hayâl büyüklerin yolunda çok işe yarar. Hayâl olmasaydı hâl olmazdı, vehim olmasa
fehim (anlayış) olmazdı. (Seyyid Fehim)
Karşımdaki hayâlin biraz daha kal diyor,
Kalbini benim gibi, bu sevdâya sal diyor,
Öp elimi hasretle ve duâmı al diyor,
En derin sevgilerle, azîz yâra el vedâ
(M. Sıddîk bin Saîd)
HAYÂT:
Diri olmak, dirilik.
1. Allahü teâlâ hakkında bilmemiz vâcib olan sıfât-ı subûtiyye'den biri. Allahü teâlânın
diri olması.
Allahü teâlânın kâmil (noksan olmayan) sıfatları vardır. Bunlar, hayât (diri olmak), sem'
(işitmek), basar (görmek), kudret (gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylemek) ve tekvîn
(yaratmak)tır. Bu sekiz sıfata, sıfât-ı sübûtiyye ve sıfât-ı hakîkiyye denir. Bu sıfatları da
kadîmdir. Yâni sonradan olma değildir. Kendinden ayrı olarak ayrıca vardır. Ehl-i sünnet
âlimleri böyle bildirmektedir. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Bir insanın doğumundan ölümüne kadar geçen zaman.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Mal ve dünyâdan size verilen şey, yalnız hayatta bulunduğunuz müddetçe, onunla
geçinmektir. Îmân edip Rablerine tevekkül edenler için âhirette Allahü teâlânın indinde
dünyâ nîmetinden hayırlı ve dâimî çok sevâb vardır. (Şûrâ sûresi: 36)
Öldükten sonra da, hayâtta olduğum gibi bilirim. (Hadîs-i şerîf-Deylemî)
3. Bir insanın ölümünden sonra başlayan ebedî (sonsuz) hayat.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Dünyâ hayâtı, oyun ve boş şeylerdir. Allah'tan korkanlar için âhiret hayâtı elbette
hayırlıdır. Böyle olduğunu niçin anlamıyorsunuz? (En'âm sûresi: 32)
Berzâh hayâtı, yâni kabir hayâtı, dünyâ hayâtının yarısı gibidir.Kabirde rûhun bedene
bağlanması, diri iken olan bağlanmasının yarısı kadardır. Gömülmemiş ölüler de, berzâh
hayâtında oldukları için, azâbı ve elemi duyarlar ve hiç hareket etmez, kıpırdayamazlar.
(İmâm-ı Rabbânî)
Kabirdeki hayât, bir bakımdan dünyâ hayâtına benzediği için, meyyit terakkî eder,
derecesi yükselir. Kabir hayâtı insanlara göre değişir. "Peygamberler (aleyhimüsselâm)
kabirlerinde namaz kılar." buyruldu. (İmâm-ı Rabbânî)
HAYDAR:
Arslan. Hazret-i Ali'nin lakablarından biri.
Hayber'in fethinde bulunup büyük kahramanlıklar gösteren hazret-i Ali, yahûdîlerin
meşhûr pehlivanı Merhab ile karşılaştı. Merhab kendini medheden sözler söyledikten sonra
hazet-i Ali; "Ben oyum ki, anam bana Haydar adını takmıştır. Ben ormanların heybetli
görünüşlü arslanı gibiyimdir. Seni bir hamlede yere serecek er kişiyimdir" diye şiirler
söyleyerek Merhab'ın karşısına dikildi. Bu şiir Merhab'a o gece kendisini bir arslanın
parçaladığı şeklindeki rüyâsını hatırlattı. Haydar, indirdiği bir kılıç darbesiyle Merhab'ın
başını ikiye böldü. (İbn-i Hişâm)
Hüdâyî n'oldu bu kadar peygamber,
Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Haydar,
Hani Habîbullah Sıddîk-i Ekber,
Bunda gelen gider bir can eğlenmez.
(Azîz Mahmûd Hüdâyî)
HAYR:
İyilik. Dînin ve aklın beğendiği, güzel ve faydalı gördüğü şey.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Kim zerre miktârı bir hayır işlerse, onun mükâfâtını (karşılığını) görecek. Kim de zerre
miktârı şer (bir kötülük) işlerse, onun cezâsını görecektir. (Zilzâl sûresi: 7-8)
Hayra yol gösteren (sebeb olan), o hayrı yapan gibidir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Müslüman hayırlı olur. Hased (başkasını çekememezlik) edince hayr kalmaz. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
Yumuşak davranmayan hayr yapmamış olur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
En hayırlınız, Kur'ân-ı kerîmi öğrenip öğreteninizdir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Ya hayr söyle, ya sükût et (sus). (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)
İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)
Müslümanların hayırlısı müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu (zarar
görmediği) kimsedir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Malı, mevkîi (makâmı) hayır için istiyen ve hayır işlerinde kullanan; râhata, huzûra
kavuşmuştur. Mal-mevkî gâye olmamalı, hayra vâsıta olmalıdır. (M. Hâdimî)
Hayr-ül-Beşer:
İnsanların en hayırlısı, her bakımdan en iyisi mânâsına. Peygamber efendimizin
lakablarından biri.
Hayr-ül-beşerin ağlaması da, gülmesi gibi hafîf idi. Kahkaha ile gülmediği gibi, yüksek
sesle de ağlamazdı, amma mübârek gözlerinden yaş akar, mübârek göğsünün sesi işitilirdi.
Ümmetinin günâhlarını düşünüp ağlardı. (Ahmed Kastalânî)
Ol gece kim doğdu ol hayr-ül-beşer,
Ânesi anda neler gördü neler.
Dedi gördüm ol Habîbin ânesi,
Bir aceb nûr kim, güneş pervânesi.
(Süleymân Çelebi)
Hayr-ül-Enâm:
Mahlûkâtın, yaratılmışların en hayırlısı, iyisi mânâsına Peygamber efendimizin
lakablarından.
Âmine eydür çü vakt oldu tamâm,
Kim vücûda gele ol hayr-ül enâm.
(Süleymân Çelebi)
HAYRÂT:
Sevâb kazanmak için yapılan Allahü teâlânın beğendiği iyi işler, bütün iyilikler, hayırlar.
Allahü teâlâ insanın yeni, temiz elbisesine, hayrât ve hasenâtına, malına, rütbesine
bakarak sevâb vermez. Bunları ne düşünce ve ne niyetle yaptığına bakarak sevâb verir veya
azâb eder. (Hamevî)
Dünyâda yapılan hayrât ve hasenât, Peygamber efendimizin yolunda bulunmak şartı ile
âhirette işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın peygamberine tâbî olmayanların yaptığı her iyilik,
dünyâda kalır ve âhiretin harâb olmasına sebeb olur. (Ahmed Fârûkî)
Allahü teâlâ hangi işlerin hayrât, hangi işlerin de seyyiât (kötü işler) olduklarını bildirdi.
Hayrât yapanlara sevâb vereceğini vâd eyledi (söz verdi). Allahü teâlâ vâdinde sâdıktır
(sözünü yerine getirir). Sözünden hiç dönmez. O hâlde kıyâmet günü (âhirette tekrar
dirildikten sonra) nîmet ve azâb olarak başka yerden bir şey getirilmeyecek, dünyâda
yapılanların karşılıklarına kavuşulacaktır. (İmâm-ı Gazâlî)
HAYRET:
Taaccüb, şaşkınlık. Şuuru yerinde olmama hâli.
Sûfî yâni tasavvuf yolunda bulunan bir kimse, başlangıçta kendi makâmından bahseder,
hâli ile ilgili şeyleri anlatır. Fakat kalb gözü açılınca, hayrette kalarak sükût eder, susar. (Ebû
Abdullah Nebâcî)
Şükrün sonu hayrettir. Çünkü şükür de Allahü teâlânın şükredilmesi icâbeden bir
nîmetidir. Bu ise, sonsuza kadar, böyle gider. (Yahyâ bin Muâz)
Geldi hûrîler bölük bölük buğur
Yüzleri nûrundan evim doldu nur
Hem havâ üzre döşendi bir döşek
Adı sündüs döşeyen anı melek
Çün göründü bana bu işler ayân
Hayret içre kalmış idim ben hemân
(Süleymân Çelebi)
HAYRHAHLIK:
Başkasının iyiliğini istemek. Allahü teâlânın nîmetinin bir kimsenin elinde devamlı
kalmasını veya onun böyle bir nîmete kavuşmasını dilemek. Hasedin, kıskançlık ve
çekememezliğin zıddı.
Hayrhahlık; güzel ahlâkın aynası durumunda bir haslet (huy) olup, ekseriyetle içi dışına
uyan fazîlet sâhibi kimselerde olur. Böyle kimseler hep iyilik düşünüp cemiyetin ve insanların
faydasına hizmet ve yardım ederler. Dargınları barıştırırlar, sertlik gösterenleri yumuşatırlar.
Hayrhahlık, dostluğu devâm ettiren bir bağdır. Dostluk, hayrhahlık ile kuvvetlendirilir ve
devâm ettirilir. (Ahmed Rıfat)
HAYSİYYET (Haysiyet):
Şeref, îtibâr.
Haysiyetsiz kimse, kendisine karşı yapılan zulüm, işkence ve hakâretleri kabûl eder. (Ali
bin Emrullah)
İyi huylu kimse, kendisine darılana iyilik yapar. İhsânda bulunur.Malına, haysiyetine,
bedenine zarar vereni affeder. (Hâdimî)
HAYVÂNÎ RÛH:
İnsanda istekli hareketleri yaptıran kuvvet. (Bkz. Rûh)
Hayvanlarda ve insanlarda hayvânî rûh vardır. Bunun yeri yürektir. Bedenî faâliyetleri
düzenleyen bu rûhtur. İnsanların hayvanlara benzeyen tarafları, hayvânî rûhtan ileri gelen
şehvet, gadab ve hırs gibi kuvvetlerdir. Bu kuvvetler, hayvanlarda da vardır. Hattâ
hayvanlarda, insandan daha kuvvetlidir. (Ali bin Emrullah)
HAYY (El-Hayyü):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Dâimâ hayât sâhibi ve diri olan,
hep var, varlığı ezelî ve ebedî (sonsuz) olan.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, Hayy ve kayyûmdur. (Bütün mahlûkâtın idâresini
yürüten, hepsini hesâba çekendir.) (Bakara sûresi: 255)
Hayy ve kayyûm olan Allah'tan başka ilâh yoktur. (Âl-i İmrân sûresi: 2)
O hayydir. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O hâlde dinde ihlâs sâhibi (her şeyi Allahü
teâlânın rızâsına uygun yapan kimse) olarak duâ edin. Hamd (övgü) âlemlerin Rabbi olan
Allah'a mahsûstur. (Mü'min sûresi: 65)
Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî'ye, gıdân nedir diye sordular. Hayy ve kayyûm olanı yâni
Allahü teâlâyı zikrdir (anmaktır) dedi. (İmâm-ı Gazâlî)
Hastalanan kimse, el-Hayyü ism-i şerîfini bir tabağa yazar ve ona su koyar ve ondan üç
gün içerse, Allahü teâlânın izniyle şifâ bulur. (Yûsuf Nebhânî)
HAYYEALES-SALÂH-HAYYEALEL-FELÂH:
Ezân ve ikâmet okunurken söylenen "Haydin namaza" ve "Haydin kurtuluşa" mânâsına
mü'minleri kurtuluşa, seâdete sebeb olan namaza çağıran iki mübârek söz.
Sünnete uygun olarak okunan ezânı duyan kimsenin, işittiğini yavaşça söylemesi
sünnettir. Yalnız, Hayye ales-salâh ve Hayye alel-felâh kelimelerini duyunca bunları
söylemeyip; "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah" demelidir. Ezândan sonra salevât getirmeli ve
sonra ezân duâsını okumalıdır. (Alâüddîn Haskefî, İbn-i Âbidîn)
Ezân okurken Hayye ales-salâh derken vücûdu kıbleden biraz sağa, Hayye alel-felâh
derken de biraz sola çevirmelidir. (Zeylaî)
HAYZ (Hayız):
Sıhhatli bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından îtibâren tam temizlik (hiç kan
gelmeden en az on beş gün) geçmiş olan kadının önünden çıkan ve Hanefî mezhebine göre en
az üç gün (ilk görülmesinden îtibâren yetmiş iki saat), en çok on gün devâm eden kan.
Hayzın başladığını ve bittiğini kocasından saklayan kadın mel'ûndur. (Hadîs-i
şerîf-Cevhere)
Hayız ve nifas (lohusa) günlerinde namaz kılmak, oruç tutmak, câmi içine girmek,
Kur'ân-ı kerîmi (ezberden veya yüzünden) okumak ve tutmak, Kâbe'yi muazzamayı tavâf
etmek ve cimâ haram olur. Oruçları sonra kazâ eder. Namazları kazâ etmez. Namazları
affolur. Her namaz vaktinde abdest alıp, o namazı kılacak kadar zaman oturup; Allahü teâlâyı
zikr eder (anar), tesbih okursa en iyi namazın sevâbını kazanır. (İbn-i Âbidîn)
Kız çocuğuna anasının, anası yoksa ninelerinin, ablalarının, hala ve teyzelerinin hayz ve
nifâs ilmini bildirmeleri (öğretmeleri) farzdır. Bildirmezlerse, kendileri büyük günâha
girerler. (İmâm-ı Birgivî, İbn-i Âbidîn)
HAZER VE İBÂHA:
Yasaklar ve mübahlar. Fıkıh kitablarında dînen yasaklanan ve izin verilen şeyleri anlatan
bölüm. Bâzı fıkıh kitaplarında bu bölüm kerâhiyye ve istihsân adıyla anılır.
Fıkıh kitablarındaki hazer ve ibâha bölümlerinde geçen hususlardan bâzısı şöyledir:
Demir, bakır, kalay, cam ve benzeri maddelerden yüzük edinmek (takmak) haramdır.
(Molla Hüsrev)
Erkekler ancak gümüş yüzük kullanır. (İbn-i Âbidîn)
HAZER VE SEFER:
Memleketinde olma ve sefer, yolculuk hâli.
Hastanın hazerde ve seferde farzları sedirde, sandalyede, ayaklarını sarkıtarak oturup, îmâ
ile kılmaları câiz değildir. Hasta, yerde veya uzunluğu kıble istikâmetinde olan sedirin
üstünde kıbleye karşı oturarak kılar. (M. Sıddîk bin Saîd)
HÂZIR VE NÂZIR:
Bulunucu, mevcut olucu ve gören.
Allahü teâlâ, her zamanda ve her yerde hâzır ve nâzırdır derler. Halbuki Allahü teâlâ
zamanlı ve mekanlı değildir. O halde bu söz görünüşü üzere kalmaz, mecaz olur. Yâni
zamansız ve mekansız, hiçbir yerde olmayarak hâzırdır ve nâzırdır, demektir. Böyle olmazsa,
Allahü teâlâyı zamanlı ve mekanlı bilmek olur. Allahü teâlâ ezelî ve ebedî (öncesi ve sonu
olmayarak) hâzır ve nâzırdır. Meselâ hazırdır. Bu hazır olmadan önce gâib, yok değildir.
Bundan sonra da hayatsızlık yâni ölüm olmayacaktır. Allahü teâlâdan başkasının, meselâ
meleklerin, peygamberlerin aleyhimüsselâm ve evliyânın ve sâlih mü'minlerin ruhlarının
hâzır ve nâzır olmaları, Hızır aleyhisselâmın sıkıntıda olanların yardımına koşması ise
zamanlı ve mekanlıdır. Ezelî ve ebedî olarak değildir. Devamlı da değildir. Hâzır
olmalarından önce yok idiler. Bir zaman sonra da oradan tekrar yok olurlar. Bu bakımdan
Allahü teâlânın hâzır olması ile ruhların hâzır olması arasında çok fark vardır. (Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî)
HAZKÎL ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden veya Allahü teâlânın velî kullarından biri.
Yâkûb aleyhisselâmın oğullarından Lâvî'nin neslindendir. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından
sonra gönderilen üçüncü peygamberdir. Allahü teâlâ, onun duâsı bereketiyle, ölen binlerce
kişiyi diriltti.
Birçok müfessir (tefsîr âlimi) Mü'min (Gâfir) sûresinin 28-45. âyetlerinde bildirilen
Fir'avn'ın sarayındaki vazîfelilerden olup, Mûsâ aleyhisselâmı ve ona inananları müdâfaa
eden (savunan) ve Fir'avn'ın kızının saç tarayıcısı Mâşitâ Hâtun'un zevci (kocası) olan
kimsenin, Hazkîl aleyhisselâm olduğunu bildirmişlerdir. (Sa'lebî, Kurtubî, Râzî)
Çocukluğu ve gençliği Mısır'da geçen Hazkîl aleyhisselâm, Fir'avn'ın sarayında
hazînedârlık (mâliye bakanlığı) yapan, îmânını gizleyen bir mü'min idi. Fir'avn'ın herkese
kendini ilâh tanıtıp secde ettirdiği sırada, o, sarayda olduğu hâlde, bir olan Allahü teâlâya
kalbden inanıyor ve ibâdetini gizli yapıyordu. Fir'avn ve adamlarının Mûsâ aleyhisselâm ve
ona inananların hepsini yok etmeye karar verdikleri sırada, çeşitli iknâ edici sözlerle Fir'avn'ı
bu fikrinden vazgeçiren Hazkîl aleyhisselâm zindana atıldı. Daha sonra Fir'avn'ın kızının
isteği üzerine zindandan çıkarıldı. Mûsâ aleyhisselâma îmân ettiğini açıkça îlân edip, ona
yardımcı oldu. Mûsâ aleyhisselâmla birlikte Kızıldeniz'den geçip, İsrâiloğullarının Tih
sahrasında kaldığı kırk sene içinde ondan ayrılmayıp hizmetinde bulundu. Mûsâ
aleyhisselâmın vefâtından sonra, Yûşâ bin Nûn ve Kâlib aleyhimesselâm adlı
peygamberlerden sonra, İlyâ (Kudüs) bölgesine peygamber gönderildi. Mûsâ aleyhisselâma
gönderilen Tevrât'ın emir ve yasaklarını İsrâiloğullarına bildirdi. Daha sonra Irak taraflarına
gidip insanları dîne dâvet etti. Dâverdan bölgesindeki mü'minlere zulmeden hükümdarlara
karşı o bölge ahâlisini harbe çağırdı. Fakat onlar ölümden korktukları için, harbe gitmediler.
Allahü teâlâ onlara isyânlarının cezâsı olarak tâûn (salgın vebâ) hastalığı gönderdi. Vebâdan
kaçmak üzere bulundukları şehirden çıkan bu insanların hepsi, işittikleri korkunç bir sesle
öldüler. Hazkîl aleyhisselâm kavminin başına gelenleri görünce acıyıp, onları tekrar diriltmesi
için Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ, Hazkîl aleyhisselâmın duâsı sebebiyle onları diriltti.
O insanlar kendi şehirlerine dönüp Mûsâ aleyhisselâmın dîni üzere yaşadılar ve ecelleri
gelince vefât ettiler. Hazkîl aleyhisselâm onların evlâdlarına Allahü teâlânın emirlerini ve
yasaklarını anlattı. Daha sonra Bâbil diyârına gitti. Orada vefât etti. (Taberî-İbn-ül-Esîr,
Nişâncızâde)
HAZRET:
Zât mânâsına hürmet ve saygı ifâdesi.
Hazret-i Ebû Bekr diyor ki: "Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem yanında İmâm-ı
Hasen vardı. Bir kerre bize, bir kerre Hasen'e radıyallahü anh bakarak; "Benim bu oğlum
seyyîddir, efendidir. Ümîd ederim ki, Allahü teâlâ, onun ile müslümanlardan iki fırkanın
arasını bulur (yâni müslümanlardan iki fırka sulh ederler)" buyurdu. (İmâm-ı Rabbânî)
Hazret-i Ali buyurdu ki: Âlim, câhili hemen tanır, çünkü daha önce o da câhildi. Câhil
âlimi tanımaz, çünkü daha önce âlim değildi. (Abdülvâhid bin Abdülganî)
HEDİYE:
Fakir veya zengin bir kimseye ikrâm için hîbe (bağış) olarak verilen veya gönderilen mal
(Bkz. Hibe).
Hediyeleşiniz, sevişiniz. (Hadîs-i şerîf-Künûz-üd-Dekâik)
Yâ Âişe, kim sana sen istemeden bir hediye verirse, onu kabûl et! Zîrâ o, Allahü
teâlânın sana ihsân ettiği bir rızıktır. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Hediye vermek ve hediye kabûl etmek (almak) sünnettir yâni Resûlullah efendimizin
âdet-i şerîfelerindendir. (Nişancızâde)
Gasbedilmiş veya hırsızlık gibi haram yoldan elde edildiği bilinen bir malı hediye ve
sadaka olarak almak veya kirâ olarak kullanmak helâl değildir. (İbn-i Âbidîn)
Taksîmi mümkün olan bir şeyde ortakların, hisselerini ayırmadan başkalarına hediye
etmeleri câiz değildir. (Fetâvâ-i Hindiyye)
Resûlullah efendimiz, sadaka kabûl etmez, fakat hediye kabûl ederdi. Hediye getirene
karşılık fazlasını kat kat verirdi. (İmâm-ı Ahmed Kastalânî)
HEMM:
Gam, hüzün, sıkıntı.
Lâ havle velâ kuvvete illâ billah okumak, doksan dokuz derde devâdır (ilâçtır). Bunların
en hafifi (aşağısı), hemmdir. (Senâullah-ı Pâni-Pütî)
HESÂB (Hisâb):
Öldükten sonra, dünyâda yaptıkları işlerden dolayı insanların sorguya çekilmesi.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Ona şöyle diyeceğiz): Oku kitâbını, bugün üzerine hesâb görücü olarak nefsin sana
yeter. (İsrâ sûresi: 14)
Âhirette hesâba çekilmeden önce, dünyâda iken hesâbınızı görünüz ve amelleriniz
tartılmadan önce, kendinizi tartınız. (Hadîs-i şerîf-Risâle-i Münîre)
Kıyâmet günü herkes, dört suâle cevâb vermedikçe hesâbdan kurtulamıyacaktır:
Ömrünü nasıl geçirdin. İlmin ile nasıl amel ettin. Malını nereden nasıl kazandın ve
nerelere sarfettin. Cismini, bedenini nerede yordun, hırpaladın? (Hadîs-i şerîf-İmâm-ı
Tirmizî)
Dünyâyı helâldan kazanana, âhirette hesâb vardır. Haramdan kazanana, azâb vardır.
(Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hesâb, mîzân (amellerin tartılması) ve cehennem üzerine kurulacak olan ve nasıl
olduğunu bilmediğimiz sırat köprüsü haktır. Muhbir-i sâdık (her sözü doğru olan Resûlullah
efendimiz) bunları haber vermiştir. (İmâm-ı Rabbânî)
Riyâzet çekmenin yâni nefsin isteklerini yapmamanın ve mübâhları yâni yapılması
emrolunmayan ve yasak da edilmeyen şeyleri zarûret miktârı kullanmanın, büyük bir faydası
da; kıyâmet günü hesâbın kısa ve kolay olmasıdır. Âhiretteki derecelerin yükselmesine de
sebeb olur... (İmâm-ı Rabbânî)
Bir insan, alış-veriş yaptığı kimse ile olan sözlerini, hareketlerini, aldığını, verdiğini iyi ve
doğru yapmalıdır. Kıyâmette, bunların hepsinden hesâb vereceğini bilmelidir. Bir kuruş hîle
yapan, bir kuruş hak yiyen, cezâsını çekecektir. (İmâm-ı Gazâlî)
Hesâb Günü:
Öldükten sonra, dünyâda iken yapılan işlerden dolayı insanların sorguya çekilecekleri gün.
Kıyâmet günü.
HEVÂ:
Nefsin arzu ve istekleri.
Nefsini hevâsına tâbi kılıp şehevî arzularının peşinde ömrünü tükettikten sonra Allahü
teâlâdan Cennet isteyen ahmaktır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Nefsin arzû ve isteklerine hevâ denmesi, kimde bulunursa onu Cehennem'e düşürdüğü
içindir. Hevâ sâhiblerine de ehl-i hevâ denmesi, bunlar Cehennem'e düşeceği içindir. (İmâm-ı
Şa'bî)
Dünyâ (haramlar, mekruhlar, Allahü teâlâyı unutturan şeyler), insanı hevâ ve hevesine
kaptırır, nefsin arzularına uydurur. Netîcede Cehennem'e götürür. (Şems-i Tebrîzî)
Allahü teâlâ insanı beyhûde, boş yere yaratmadı ki, insan kendi hâline bırakılsın, istediğini
yapsın ve nefsin hevâsına uysun. İnsan emirlere uymakla ve yasaklardan sakınmakla
emrolunmuştur. (Muhammed Ma'sûm)
HEYÛLÂ:
Eski felsefecilere göre, cisimlerin aslı kabûl edilen madde.
Allahü teâlâya, kâinâtın heyûlâsı ve aslı demek kadar alçaklık olmaz. (Muhammed
Ma'sûm)
HIDÂNE:
Çocuğu kucağa almak, besleyip büyütmek üzere yanında bulundurmak. İslâm nikâhının
bozulmasından sonra (ayrılıkta), çocuğu, selâhiyetli (yetkili) olan kimsenin yâni başkası ile
evli olmayan annenin belirli bir yaşa gelinceye (oğlan çocuğu yedi, kız yetişkin oluncaya)
kadar yanında alıkoyması ve terbiye etmesi. Buna anneden sonra anneanne, sonra babaanne
selâhiyetlidir.
Hıdâne, çocuğun anasına âittir. Bu hususta bütün ümmetin (müslümanların) icmâ'ı
(sözbirliği) vardır. Çünkü anne şefkatlidir. Anneden sonra kız kardeşe, sonra teyzeye verilir.
Oğlan çocuk yedi yaşına gelince, kız bâliga (ergenlik çağına gelince, yetişkin) olunca
babasına verilir. (İbn-i Âbidîn, Molla Hüsrev)
HIDIRELLEZ:
Yazın başlangıcı sayılan altı Mayıs günü. (Rûmî senede Nisan ayının yirmi üçüncü günü.)
Yıl, Hızır ve Kasım olarak ikiye ayrılır. Mayıs ayının altısında Hızır ile yaz başlar. 186
gün sürer. Kasım ayının 8'ine kadar devâm eder ve bundan sonra kış başlar. 179 gün (Şubat'ın
29 çektiği artık yıllarda 180 gün) sürer. Hıdırellez denmesinin sebebi; Mûsâ aleyhisselâmın
ümmetinden bir velî veya peygamber olduğu bildirilen ve Kur'ân-ı kerîmde Kehf sûresi 65.
âyet-i kerîmesinde: "Kullarımdan biri"ismi ile geçen Hızır'ın (Hıdır) kurak bir yerde
oturması ile o yerin yeşerip dalgalanmaya başladığı, hadîs-i şerîfte (Peygamber efendimizin
haber vermesiyle) bildirilmiştir. Bu sebeple yaz başlangıcında ortalığın yeşermeğe başladığı
güne yeşil mânâsına gelen Hıdır günü, yine bu günde Hıdır ile İlyâs'ın buluştukları rivâyeti
sebebiyle de Hıdırellez (Hıdır+İlyâs) denilmiştir. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
İslâmiyet, Hızır (Hıdır) ve hazret-i İlyâs'ın Allahü teâlânın sevgili kullarından olduğunu
haber vermekte fakat onlar adına mukaddes bir günün varlığını bildirmemektedir. Hıdırellez
gününün İslâm dîninde dînî hüviyeti ve kudsiyeti yoktur. Bundan dolayı 6 Mayıs'ta
İslâmiyet'in beğenmediği, haram (yasak) ettiği şeyleri yaparak eğlenmek yasaktır.
(Abdülhakîm Arvâsî)
HIFZ:
1. Koruma, ezberleme, saklama.
Kur'ân-ı kerîmi kıyâmete kadar Allahü teâlâ hıfz edecektir. Târihte ne zaman insanlar
küfür (îmânsızlık) karanlıklarına düştülerse, Allahü teâlâ onları peygamber göndererek
sapıklıktan kurtarmıştır. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Îmân beş kal'anın içinde hıfz olunur. 1) Yakîn, 2)İhlâs, 3) Farzları yapma ve haramlardan
sakınma, 4) Sünnete yapışmak, 5) Edebi gözetmektir. Her kim bu beş şeyi hıfz ederse,
îmânını hıfz etmiş olur. Şâyet birini bile terk ederse düşman gâlib olur. (Kutbüddîn İznîkî)
2. Devâm etmek, yerine getirmek, gözetmek.
Kim şu yedi kelimeyi hıfz ederse Allahü teâlâ ve melekler katında kıymetlidir. Deniz
köpüğü kadar günâhı olsa Allahü teâlâ affeder:
1) Bir işe başlarken Bismillah demek,
2) Her işin sonunda Elhamdülillah demek,
3) Dilinden lüzumsuz söz çıktığında, Estağfirullah (Allahü teâlâ'dan beni af etmesini,
bağışlamasını istiyorum.) demek,
4) Yapacağı bir iş için inşâallah demek,
5) Kötü bir durumla karşılaştığında, Lâ havle velâ kuvvete illâ billah demek,
6) Bir musîbete uğradığında, İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn demek.
7) Gece ve gündüz, dilinden kelime-i tevhîdi düşürmemek. (Fakih Ebü'l-Leys
Semerkandî)
3. Ezberlemek.
HIKD:
Başkasından nefret etmek, kalbinde ona karşı kin, düşmanlık beslemek.
Üç şeyden biri bulunmıyan kimsenin bütün günahlarının af ve mağfiret olunması
umulur: Şirke (Allahü teâlâya ortak koşmaya), küfre (imânın gitmesi haline) yakalanmadan
ölmek, sihir (büyü) yapmamak ve din kardeşine hıkd beslememek. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Hıkd eden kimse; iftirâ, yalan ve yalancı şâhitlik ve dedikodu ve sır ifşâ etmek
(açıklamak) ve alay etmek ve haksız olarak başkasını incitmek, hakkını yemek ve ziyâreti
kesmek günâhlarına yakalanır. (Muhammed Hâdimî)
Gadab eden, kızan kimse, intikamını alamayınca, gadabı hıkd hâlini alır. (Muhammed
Hâdimî)
HINÂS:
Hünsâlar. (Bkz. Hünsâ)
HIRİSTİYANLIK:
Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hak din olan Îsevîliğin bozulmuş şekli.
Hazret-i Îsâ'ya İncîl isminde bir kitab nâzil oldu (indi). Fakat yahûdîler bu kitabı seksen
sene içinde yok ettiler. Asıl İncîl'i değiştirerek şahsî düşüncelerin ve bozuk inanışların yer
aldığı yeni İncîller yazdılar, böylece hıristiyanlık dîni ortaya çıktı. (Manastırlı Hâcı Abdullah
Abdi Bey)
Zamanla hıristiyanlık büyük devletlerin resmî dîni hâline gelince, Ortaçağda korkunç bir
karanlık devir başladı. Hazret-i Îsâ'nın telkin ettiği insanlık, merhamet ve şefkât esasları
tamâmen unutuldu. Bunun yerine hıristiyanlar taassubu, kin ve nefreti, düşmanlığı ve zulmü
ele aldılar. Hıristiyanlık adı altında akla hayâle sığmaz mezâlim (zulüm ve haksızlıklar)
yaptılar. İlmin ve fennin karşısına çıktılar. Galîle gibi dünyânın döndüğünü bildiren bir bilgini
dinsizlikle ithâm ederek sözünü geri almazsa öldürmekle tehdit ettiler. İspanyol doktoru ve
teoloğu (din bilgini) Michel Serve'yi de teslîsi (üçlü ilâh sistemini) ve hazret-i Îsâ'nın
ilâhlığını reddetmek için yazdığı kitaptan dolayı, 1553'de Geneve'de diri diri yaktılar.
Engizisyon mahkemeleri kurarak yüz binlerce insanı haksız yere dinsiz diyerek türlü türlü
işkencelerle öldürdüler. Ancak Allah'a mahsus olan günâh affetme kudretini, pazlara verdiler.
Hattâ para karşılığı Cennet'ten yerler sattılar. (Şemseddîn Sâmi ve Harputlu İshâk Efendi)
Hıristiyanlık dînine göre; insanlar günâhkâr olarak doğar, hazret-i Îsâ insanları bu
günâhtan kurtarmak için dünyâya gelmiştir. Allah'ın oğludur. İnsanlar doğrudan doğruya
Allah'tan bir şey isteyemezler, ancak râhibler (din adamları) insanların yerine Allah'a
yalvarabilir ve onların günâhını affedebilirler. Hıristiyanlığın başında papa bulunur, papa
günâhsızdır. İsmi İncîl'de bildirilmesine rağmen Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğini
kabûl etmezler. Onlarca vaftiz yâni yüze su serperek veya vücûdu suya batırarak yıkamak,
ekmek üzerine şarap dökerek yemek, ibâdettir. (Harputlu İshâk Efendi ve El-Hac Abdullah
bin El-Hac Destan Mustafa)
HIRKA-İ SEÂDET:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, Eshâb-ı kirâmdan (Peygamberimizin
arkadaşlarından), Kâ'b bin Züheyr'e, yazdığı güzel kasîdesinden dolayı hediye ettiği bu hırka,
İstanbul'da Topkapı Sarayı Müzesi Hırka-i Seâdet dâiresinde diğer kutsal emânetlerle birlikte
muhâfaza edilmektedir. Asırlardan beri İslâm devletleri tarafından büyük bir ihtimâmla
(titizlikle) korunan Hırka-i Seâdet, Mısır'ın fethi üzerine Mekke Şerîfi tarafından diğer kutsal
emânetlerle birlikte Yavuz Sultan Selîm Han'a teslim edildi. Yavuz Sultan Selîm Han'ın
mukaddes emânetlerle birlikte Mısır'dan İstanbul'a getirdiği Hırka-i seâdet bir müddet Harem
dâiresinde kaldı. Daha sonra Topkapı Sarayı'nda Hırka-i Seâdet dâiresi yaptırılarak orada
muhâfaza edilmeye başlandı.
Peygamber efendimize âit mübârek eşyâların, bilhassa Hırka-i Seâdet'in bütün
müslümanların yanında çok büyük değeri ve özel bir yeri vardır. Osmanlılar zamânında her
yıl Ramazan ayının on beşinci günü pâdişâhın ve diğer devlet ileri gelenlerinin katıldığı özel
bir merâsimle (törenle) özel sandukası içinde bulunan Hırka-i Seâdet ziyâret edilirdi. Önce
pâdişâh, sonra işâret ettiği kimseler sıra ile Hırka-i Seâdet'e yüzlerini ve gözlerini sürerek
öperlerdi. Pâdişâh, üzerinde bir kıt'a yazılı bulunan tülbentleri Hırka-i Seâdet'e sürüp ziyârete
gelenlere dağıtırdı. Merâsim bittikten sonra Hırka-i Seâdet sandukasını pâdişâhın kendisi
kilitlerdi. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
HIRKA-İ ŞERÎF:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sağlığında büyük velî Veysel Karânî
hazretlerine verilmesini vasiyet ettiği mübârek hırkası. Veysel Karânî'ye hediye edilen bu
hırka, İstanbul Fâtih'teki Hırka-i Şerîf Câmii'ndedir.
Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem vefâtı yaklaşınca, hırkanızı kime verelim?
dediler. "Üveys-i Karânî'ye verin. Alıp giysin ümmetime de duâ etsin" buyurdu.
Hazret-i Ömer ve hazret-i Ali, Hırka-i şerîfi Veysel Karânî'ye verdiler. Hırka-i şerîfi
hürmetle (saygıyla) alıp, öptü, kokladı, yüzüne gözüne sürdü. Secdeye kapanıp şöyle duâda
bulundu; "Yâ Rabbî! Sevgili Peygamber efendimiz, ben âciz kuluna hazret-i Ömer ve hazret-i
Ali ile Hırka-i şerîflerini göndermiş" diyerek günâhkâr müslümanların affı için duâ etti. Bir
çok günâhkâr müslümanın affolduğu bildirilince, Hırka-i şerîfi hürmetle giydi. (Molla Câmî,
Ferîdüddîn Attâr, Ebû Nuaym)
Veysel Karânî, kendisine hediye edilen Hırka-i şerîfi savaşta dahi yanından ayırmayıp canı
gibi muhâfaza ederdi. Veysel Karânî'nin vefâtından sonra titizlikle muhâfaza edilen Hırka-i
şerîf, Şükrullah Efendi isminde bir şahıs tarafından 1618'de Osmanlı pâdişâhı Sultan İkinci
Osman Hân'a getirilip hediye edildi. Sultan Abdülmecîd Han bu Hırka-i şerîfin muhâfaza
edilmesi için Fâtih civârında Hırka-i Şerîf Câmii'ni yaptırdı. Her yıl Ramazân-ı şerîf ayında
Şükrullah Efendinin torunları tarafından halka ziyâret ettirilen Hırka-i şerîf, üzerinde âyet-i
kerîmeler yazılı altın işlemeli bir örtü içindedir. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
HIRS:
Bir şeye aşırı düşkünlük, şiddetli istek.
İki aç kurt bir koyun sürüsüne girdiği zaman yaptıkları zarardan, mal ve şöhret
hırsının insana yapacağı zarar daha çoktur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Âdemoğlu helâk olsa, ihtiyârlasa bile, onda hırs ve emel (istek) yine kalır. (Hadîs-i
şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)
Hırslı insan, helâl haram demeden her istediğine kavuşmak, başkalarının zararına da olsa,
beğendiği şeyleri toplamak, ister. Hırs veya tamah, kalb hastalıklarındandır. Hırs ve
tamahkârlığın en kötüsü insanlardan (bir şeyler) beklemektir. (İmâm-ı Gazâlî)
Hırsı bırak da yorulma
Geçimde tamaha kapılma
Niçin malı cem' edersin
Kime topladın bilemezsin
Rızk vaktiyle ayrıldı
Sû-i zan faydasız kaldı
Her hırs sâhibi fakirdir
Her kanâatkârsa zengin.
(Behlül Dânâ)
HIRZ ÂYETLERİ:
Okunduğunda veya üzerinde taşındığında Allahü teâlânın muhâfazasına (korumasına)
kavuşmaya vesîle (sebeb) olduğu bildirilen âyet-i kerîmeler. (Bkz. Âyât-ı Hırz)
HIYÂNET:
Hâinlik. Birine kendini emîn tanıttıktan sonra, o emniyeti bozacak iş yapmak; vefâsızlık,
îtimâdı kötüye kullanmak, sözünde durmamak.
Kibirden, hıyânetten ve borçtan temiz olarak ölen kimsenin gideceği yer Cennet'tir.
(Hadîs-i şerîf-Mişkât)
Allah'ım! Açlıktan sana sığınırım. Açlık ne kadar acıdır. Hıyânetten sana sığınırım.
Hâinlik ne kötü şeydir. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Ebû Dâvûd)
Ticârete hıyânet karışırsa bereket gider. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Hıyânet haramdır. Münâfıklık (iki yüzlülük) alâmetidir. Hıyânetin zıddı emânettir, emin
olmaktır. Mü'min, herkesin malını, canını emniyet ettiği kimsedir. Emânet ve hıyânet, malda
olduğu gibi, sözde de olur. (Muhammed Hâdimî)
HIYÂR:
Serbest olma. Yapılan bir akdden yâni sözleşmeden vazgeçebilmek hakkı. (Bkz.
Muhayyerlik)
HIZIR ALEYHİSSELÂM:
İbrâhim aleyhisselâmdan sonra yaşamış bir peygamber veya velî.
Hızır aleyhisselâm Zülkarneyn aleyhisselâmın askerinin kumandanı ve teyzesinin oğludur.
Mûsâ aleyhisselâm ile görüşüp yolculuk etti. Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden
değildir. Fakat vefâtından sonra rûhu insan şeklinde gözüküp garîblere, kimsesizlere yardım
etmektedir. Mûsâ aleyhisselâm ile karşılaşmaları ve birlikte yolculuk yapmaları Kur'ân-ı
kerîmin Kehf sûresi 60-82. âyetlerinde bildirilmiştir. (Râzî, İbn-i Hacer, Süyûtî, İmâm-ı
Rabbânî)
Ebü'd-Derdâ radıyallahü anh bir gün Mekke-i mükerremede bir dağın üzerine çıktı. Orada
hâlinden ve tavrından sâlihlerden olduğu anlaşılan birisini gördü. Yanına giderek "Bana
nasîhat et" dedi. O da; "Nasîhat olarak ölüm sana kâfidir" dedi. Ebü'd-Derdâ; "Daha fazla
nasîhat et" deyince, o da; "Gam, tasa bakımından kabri düşünmek kâfidir" dedi. Bunun
üzerine Ebü'd-Derdâ, Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem huzûruna gelerek bu
hâli haber verdi. Peygamber efendimiz; "O zât, kardeşim Hızır'dır" buyurdu. (Mevlânâ
Abdurrahmân Câmi)
Âlimlerin çoğu Hızır aleyhisselâmın öldüğünü bildirdi. Eğer hayatta olsaydı, Peygamber
efendimize gelir, birlikte Cumâ namazı kılar, sohbetinde ve cihâdlarında bulunurdu.
(Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî)
Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine, lâ ilâhe illallah, zikrini Hızır aleyhisselâm öğretti.
(Hüseyn Vâiz-i Kâşifî)
Bir gün sabah vakti toplanmıştık. İlyas aleyhisselâm ile Hızır aleyhisselâm ruhânî
şekillerde geldiler. Hızır aleyhisselâm rûhânî olarak dedi ki; "Biz ruhlar âlemindeniz. Allahü
teâlâ bizim ruhlarımıza öyle bir kuvvet vermiştir ki, insan şeklini alırız. İnsanların yaptığı
işleri bizim ruhlarımız da yapar. İnsanların yaptığı gibi yürürüz, dururuz, ibâdet ederiz".
(İmâm-ı Rabbânî)
Her gördüğünü Hızır bil, her geceyi kadir bil. (Hakîm Süleymân Atâ)
HİBE:
Bağış. Bir malı karşılıksız olarak başkasına verme. Hibe edilen mala hediye denir. (Bkz.
Hediye)
Malı verenin, hibe ettim gibi âdet olan sözü söylemesi, alanın da kabûl ettim demesi veya
kabz etmesi (eline alması) lâzımdır. Alacağını borçluya hibe eden, artık bunu geri isteyemez.
(İbn-i Âbidîn)
Hibe sevab kazanmak maksadiyle yapılır. Hibe eden dünyada hayırla anılır, hibesini sırf
Allah için yaptıysa ahirette karşılığını görür. (İbn-i Âbidîn)
Yeşilay, Kızılay, Çocuk Esirgeme Kurumu gibi çeşitli isimler altında kurulmuş olan
yardım teşkîlâtları, dînin hibe ahkâmına (hükümlerine) tâbidirler. Yâni bunlar, yardım
yerleridir. Vakf değildirler. Vakf malı, vakfeden kimsenin koyduğu şartlara göre idâre edilir.
Yardım müesseseleri ise, başkanlarının emrine göre iş görür. (M. Sıddîk bin Saîd)
HİCÂB:
Örtü, perde, avret yerlerini örtme, örtünme. (Bkz. Setr-i Avret)
Setr-i avret denilince, her ne kadar kadınların hicâbı anlaşılıyorsa da, kelime, mânâ ve
mefhum olarak erkek ve kadınların örtmeleri gereken yerlerini örtünmelerini içine almaktadır.
(Muhammed Mensûr ez-Zemân)
HİCR:
1. Men etmek; akıl ve bâliğ olmamış çocuk, deli, bunak, sefih yâni malını kötü yere
harcayan ve borçlu gibi kimseleri, tasarruf-i kavlîsinden yâni alış-veriş, kirâlama, havâle,
kefillik, emânet ve rehin alıp-verme, hibe gibi işlerin tasarruflarından men' etme.
Sefîh yâni nafaka te'min ederken malını isrâf edip dînin ve aklın uygun görmediği
lüzumsuz yere harcayan ve haramlara sarf eden, hâkim tarafından hicr edilir. Dîn-i İslâm'dan
ayrılmak için hîle-i bâtıla öğreten hocalar, câhil tabib ve eczâcılar ve hîleli iflâs yapan
tüccarlar, câhil hâkimler, hîle yapan satıcılar, ihtikâr yapanlar (karaborsacılar) da hicr edilir.
(İbn-i Âbidîn)
2. Dostluğu bırakmak, dargın olmak.
Mü'minin mü'mine üç günden fazla hicr etmesi helâl olmaz. Üç geceden sonra ona
gidip selâm vermesi vâcib olur. Selâmına cevâb verirse, sevâbda ortak olurlar. Vermezse
günâh, ona olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Erkek olsun, kadın olsun, dünyâ işleri için mü'minin mü'mine hicr etmesi câiz değildir.
(Muhammed Hâdimî)
Hicr Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin on beşinci sûresi.
Hicr sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Doksan dokuz âyet-i kerîmedir.
Îtikâd bilgilerine, ahlâka, insanların ve cinnîlerin yaratılışına, târihî ve bilhassa İbrâhim, Lût,
Şuayb, Sâlih ile ilgili bilgiler bulunmaktadır. Cezîret-ül-arab'ın kuzeybatı tarafında Medîne-i
münevvere ile Berr-üş-şâm arasında eski bir şehir olan Hicr ülkesi halkının, inanmadıkları
için ilâhî gazaba uğramaları anlatıldığından, Sûret-ül-hicr denilmiştir. (Senâullah Dehlevî)
Hicr sûresinde Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki:
Kur'ân-ı kerîmi sana biz indirdik. Biz onu elbette koruyucuyuz. (Âyet: 9)
HİCRET:
Bir yerden başka bir yere göç etmek.
1. Resûlullah efendimizin Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye göç etmesi.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) elli üç yaşında iken, Allahü teâlânın izni ile
Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret eyledi. Safer ayının yirmi yedinci
Perşembe günü sabah erken evinden çıkarak, öğleden sonra Ebû Bekr-i Sıddîk'in evine geldi.
Birlikte Sevr dağındaki mağaraya gittiler. Bu dağın yolu çok bozuk idi. Peygamber
efendimizin mübârek ayakları kanadı. Mağarada üç gece kalıp, Pazartesi gecesi yola çıktılar.
Bir hafta yolculuktan sonra Eylül ayının yirminci ve Rebî-ul-evvelin sekizinci Pazartesi günü
Medîne'de Kubâ köyüne geldiler. Rebî-ul-evvelin on ikinci Cumâ günü Medîne'yi
şereflendirdiler. (Ahmed Cevdet Paşa, Kastalânî)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Medîne'ye hicret edince; "Mü'minlere saldıran
zâlimlerle cihâd yapmaya izin verildi" meâlindeki Hac sûresi 139. âyet-i kerîmesi geldi.
(Kâdı Beydâvî)
2. Müslüman bir kimsenin, dînini korumak için, kâfir memleketinden, İslâm memleketine
göç etmesi.
İşte ben de dînimi korumak için Allah yolunda hicret ediyorum. Karısını dul, çocuklarını
yetim bırakmak, anasını ağlatmak isteyen varsa önüme çıksın. (Hazret-i Ömer)
Dâr-ül-harbde (müslüman olmayan memlekette) îmâna gelenin, Dâr-ül-İslâm'a (İslâm
memleketine) hicret etmesi vâcib olur. (İbn-i Âbidîn)
3. İslâm memleketinde fitne ve kötülük bulunan bir yerden iyi bir yere göç etmek.
Herc (karışıklık), fitne zamânında yapılan ibâdet, benim yanıma (Mekke'den Medîne'ye)
hicret etmek gibidir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Dînini muhâfaza için hicret eden, Cennet ile müjdelendi. Bir mahallede sâlih, ârif kimse
kalmayıp, bozukluk ve bid'at, dinde olmayan şeylerin yapılması artınca, başka mahalleye
hicret etmek veya böyle bir şehirden başka şehre hicret etmek vâcib olur. (İsmâil Hakkı
Bursevî)
HİCRÎ:
Resûlullah efendimizin hicreti ile başlayan hicrî kamerî veya hicrî şemsî takvime göre
olan târih.
Hicrî Kamerî Sene:
Resûlullah efendimizin hicret ettiği senenin 1 Muharrem gününü (Mîlâdî 16 Temmuz 622
Cumâ gününü) başlangıç olarak alan ve ayın dünyâ etrâfında on iki defâ dönmesini (354-367
güneş günü) bir yıl kabûl eden takvim senesi. Muharremin birinci günü, hicrî kamerî
yılbaşıdır.
Hicrî Kamerî Takvim:
Peygamber efendimizin Medîne'ye hicret ettiği senenin Muharrem ayının birinci gününü
başlangıç olarak alan ve gökteki ayın, dünyâ etrâfında on iki defâ dönmesiyle bir yılı
tamamlayan takvim.
Hicrî Sene:
Resûlullah efendimizin Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret ettiği
seneyi başlangıç olarak alan takvim senesi.
Hicrî Şemsî Sene:
Resûlullah efendimizin hicret ederek Medîne'ye girdiği Eylül ayının 20'nci Pazartesi günü
başlayan ve dünyânın güneş etrâfında bir defâ dönmesini (365,242 güneş gününü) esas alan
takvim senesi.
Hicrî Şemsî Takvim:
Resûlullah efendimizin Medîne'ye hicreti esnâsında Kubâ köyüne ayak bastığı
Rebî'ul-evvel ayının sekizinci Pazartesi gününe rastlayan mîlâdî Eylül ayının yirminci gününü
başlangıç ve güneş yılını esas alan takvim.
HİCV:
Birini şiirle yerme, kötüleme.
Hassân bin Sâbit, bir defâsında kâfirlerin yüz karasını ortaya koyan bir hicvini okuduktan
sonra, Peygamber efendimiz; "Ey Hassân! Müşriklerin, kâfirlerin yüz karalarını ortaya
koy! Cebrâil seninledir. Eshâbım silâhla harb ettikleri gibi sen de dil ile harb et"
buyurdular. (İbn-i Hişâm)
Bir kimsenin; kötü, çirkin, fâhiş ve hicvedici sözlerle, Allah'a, Resûlüne ve Eshâbına karşı
yalan sözler söylemesi haramdır. Dinleyen de söyleyen gibi günahkârdır. Kâfirleri ve
bid'atleri yermek câizdir. Nitekim Hassân bin Sâbit, şiirleri ile Resûl-i ekremi över, kâfirleri
yererdi. Resûl-i ekrem de bunu ona emretmişti. (İmâm-ı Gazâlî)
Başkalarını hicveden ve fuhuş, içki anlatan ve şehveti harekete getiren şiirleri tegannî ile
makam ile okumak her dinde haramdır. Harama sebeb olan şeyler de haram olur. (Âlim bin
Alâ)
HİDÂYET:
1. Doğru yolu gösterme, doğru, Allahü teâlânın râzı olduğu yolda bulunma.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Hidâyeti vererek, dalâleti satın aldılar. Bu alışverişlerinde birşey kazanmadılar. Doğru
yolu bulamadılar. (Bekara sûresi:16)
Hidâyet yolunu öğrendikten sonra, peygambere uymayıp mü'minlerin yolundan
ayrılanı, saptığı yola sürükleriz ve çok fenâ olan Cehennem'e sokarız. (Nisâ sûresi: 114)
İbâdetlerini ihlâs ile (Allahü teâlânın rızâsı için) yapanlara müjdeler olsun. Bunlar
hidâyet yıldızlarıdır. Fitnelerin karanlıklarını yok ederler. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İnsan yaratılışta; hidâyet ve dalâlet olmak üzere iki taraflıdır. Ona hidâyet, üstünlük
tarafını tanıtabilmek ve bunu kuvvetlendirmeye çalışmasını sağlamak için bir hoca, bir üstâd
lâzımdır. (Muhammed Hâdimî)
2. Cenâb-ı Hakk'ın insanın kalbinden her sıkıntı ve darlığı çıkarıp, yerine rahatlık, genişlik
verip, kendi emir ve yasaklarına uymada tam bir kolaylık ihsân etmesi ve kulun rızâsını kendi
kazâ ve kaderine tâbi eylemesi.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Kendilerine ilim ve hidâyet verdiğimiz kimseler, ilimlerini insanlardan saklarsa,
Allah'ın ve lânet edenlerin lânetleri bunların üzerine olsun. (Nisâ sûre: 106)
HİDDET:
Öfke, kızgınlık. (Bkz. Gadab)
Bütün kötülüklerin anahtarı hiddettir. (Ca'fer bin Muhammed Firyâbî)
Kibir; hiddet ve cehâletten doğar. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
İslâmiyet'ten, kitaptan olmayıp da, kendi kafasından çıkarıp, sert, hiddetli vâz vereni
dinlemek de, vâizin gadabına sebeb olur. (Hâdimî)
HİKMET:
1. Nübüvvet (peygamberlik).
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ ona (Dâvûd aleyhisselâma) saltanat ve hikmet verdi. (Bekara sûresi: 251)
2. Faydalı ilim.
Hikmetin başı Allah korkusudur. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî ve Deylemî)
Hikmet, mü'minin kaybettiği malıdır. Nerede bulursa alsın. (Hadîs-i
şerîf-Kunûz-ül-Hakâyık)
3.Edeb, ahlâk ve nasîhat ile ilgili güzel sözler.
Şiirin bâzısı hikmettir. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Mazharî)
Hikmet ve nasîhat bildiren şiirler yazmak ve sesle okumak helâldir. Şehvete âit ahlâksız
şiirler okumak haramdır. Bunları okumak kalbde nifak, bozukluk yapar. (Süleymân bin Cezâ)
Denildi ki, fazla yemekte beş zarar vardır: 1) Allah korkusu kalbden gider. 2) Mahlûkâta
(yaratılmışlara) karşı merhamet duygusu kalbden çıkar. 3) Ağırlık verir, tâat ve ibâdete mâni
olur. 4) Hikmetli sözleri konuşsa da başkalarına te'sir etmez. 5) Mühim hastalıklara sebeb
olur. (İmâm-ı Gazâlî)
4.Gizli sebep, fâide.
Gökyüzüne, yıldızlara, bunların hareketlerine, doğup-batışlarına, ay ve güneşe, doğuş ve
batış yerlerinin her gün değişmesine... mevsimlerin ayırımı için güneşin yüksek ve alçak
olarak seyrine, gitmesine bir bak. İyi bil ki, her yıldızın yaratılmasında, şeklinde, renginde,
bulunduğu yere konmasında binbir hikmet vardır. Bedenindeki organların durumunu da buna
göre düşün. Onun da her parçasında ve her uzvun (organın) o yere konmasında pekçok
hikmetler vardır. Gökler ise bundan daha önemlidir. (İmâm-ı Gazâlî)
Müntezamdır cümle ef'âlin senin
Aklı ermez, hikmetine kimsenin.
(S. Abdülhakîm Arvâsî)
5. Fıkıh ilmi, helâl ve harâmı bildiren din ilmi.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ dilediği kimseye hikmet verir. Hikmet verilen kimseye muhakkak çok
hayır verilmiştir. (Bekara sûresi: 269)
6. İlm-i Ledünnî, mânevî ilim.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biz, âl-i İbrâhim'e kitab ve (ondan ayrı olarak) hikmet verdik. (Nisâ sûresi: 54)
Kırk gün ihlâs ile İslâmiyet'e uyan kimsenin kalbini Allahü teâlâ hikmet ile doldurur.
(Hadîs-i şerîf-İhyâ)
7. Peygamber efendimizin sünneti.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Daha önce apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlarken, Allahü teâlâ içlerinden, onlara,
âyetlerini okur, (îtikâd, amel ve ahlâk bakımından) onları tertemiz yapar, onlara Kitabı
(Kur'ân-ı kerîmi) ve hikmeti öğretir bir peygamber gönderdiği gibi mü'minlere büyük bir
lütûfta bulunmuştur. (Âl-i İmrân sûresi: 164)
Hikmet-i Amelî:
İslâm ahlâkı.
Hikmet-i amelî; iyi huyları ve yararlı işleri, kötü huylardan ve çirkin işlerden ayırır. (Ali
bin Emrullah)
Hikmet-i Nazarî:
Fen bilgileri.
Hikmet-i nazarî, maddenin hakîkatini anlamağı sağlar. (Ali bin Emrullah)
HİLÂF:
Karşı, muhâlif, âdet ve kâidenin aksine.
Mucizelerin hepsi âdetin hilâfına olarak cereyân eder. (Hindli Rahmetullah Efendi)
Hilâf-ı Evlâ:
Yapılması sevâb fakat yapmamakla günâha girilmeyen hareket.
Müstehâbı terk etmek mekrûh değil, hilâf-ı evlâdır. (İbn-i Âbidîn)
HİLÂFET:
Halîfelik, emirlik, imâmlık (devlet reisliği).
1. Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) sonra bütün müslümanlara imâmlık ederek
İslâmiyet'in emirlerinin tatbik edilmesine nezâret edip, İslâmiyet'e ve müslümanlara karşı
yapılan her türlü müdâhaleye cevap vermek vazîfesi. (Bkz. Halîfe)
Benden sonra hilâfet otuz senedir. Sonra melik-i adûd olur (ısırıcı sultanlar gelir).
(Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Biz bu işe, Peygamberlikle ve Allah'ın rahmeti ile başladık. Bundan sonra hilâfet ve
rahmet olur. Ondan sonra melik-i adûd olur. Ondan sonra da ümmetimde zulüm, işkence
ve karışıklık olur. (Hadîs-i şerîf-İzâlet-ül-Hafâ)
Dört büyük halîfenin birbirinden yükseklikleri hilâfetleri sırası iledir. Çünkü İslâm
âlimlerinin sözbirliğine göre; peygamberlerden sonra insanların en üstünü Ebû Bekr-i Sıddîk
hazretleri, ondan sonra Ömer-ül-Fârûk hazretleri sonra hazret-i Osman, sonra hazret-i Ali'dir.
(İmâm-ı Rabbânî)
2. İnsanları doğru yola sevk eden bir velînin, bir talebesinin mânen yetiştiğine ve
başkalarını da yetiştireceğine dâir izin vermesi.
Kendisine hilâfet verilecek zâtın bâtınının (yâni kalbi ve diğer âzâlarının) nisbete ve
hallere kavuşmuş olması, kötü huylardan temizlenmiş, iyi huylarla süslenmiş olması ve sabr,
tevekkül, kanâat, rızâ, teslim sâhibi olması dünyâya düşkün olmaması lâzımdır. (Abdullah-ı
Dehlevî)
Ahmed-i Yekdest hazretleri Serhend'de Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin hizmeti ile
şereflendi. On bir sene kahvesini pişirdi. Sonra hilâfet verilip Mekke-i mükerremede irşâda,
insanları doğru yola dâvete memur oldu. Otuz dokuz sene bu vazîfeyi yaptıktan sonra 1707'de
Mekke'de vefât etti. (Seyyid Yahya Efendi)
Hilâfet-i Mutlaka:
Tasavvufta bir velînin bir talebesinin mânen yetiştiğine ve başkalarını da
yetiştirebileceğine dâir verilen mutlak izin.
Ahmed Sa'îd-i Serhendî, babası ile birlikte Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin sohbetinde
bulunup Nakşibendî yoluna girdi. On beş yaşında bu sohbetlerle kemâle geldi. Abdullah-ı
Dehlevî hazretleri evlenmemiş idi. Bunu oğulluğa kabûl buyurdu. Hilâfet-i mutlaka ile
şereflendirdi. Çok velî yetiştirdi. 1861'de Medîne-i münevverede vefât etti. (Ebû Zeyd Fârûkî)
HİLÂLLEMEK:
Abdest alırken, el ve ayak parmakları ile sakalın ve kadınlarda sık saçların arasına ıslak
parmaklarını sokarak hareket ettirmek.
Parmaklarınızın arasını hilâlleyiniz ki, Allahü teâlâ da onları kıyâmet gününde ateşle
hilâllemesin. (Hadîs-i şerîf-Taberânî, Câmi-üs-Sagîr)
Abdest alırken ayak parmaklarını hilâllemeye ehemmiyet vermeli, müstehab deyip
geçmemelidir. Müstehabları hafîf görmemelidir. Bunlar, Allahü teâlânın sevdiği, beğendiği
şeylerdir. (İmâm-ı Rabbânî)
HÎLE:
Sahtekârlık, hud'a. Aldatmak, yanıltmak.
Hîle ile rızık artmaz. Malın bereketini giderir. Hîle ile azar azar biriktirilen şeyler, ansızın
gelen bir felâketle, birden bire giderek geride yalnız günâhları kalır. Her san'atta hîle
yapmamak farzdır. Çürük iş yapmak ve gizlemek haramdır. (Muhammed Gazâlî)
Hîle-i Bâtıla:
Haramı helâl ve helâli haram yapmak veya farzı kendisine uygun gelecek şekilde yapmak
yâhut birinin hakkına mâni olmak veya haksız mal ele geçirmek için yapılan hîle.
Farz olduktan sonra zekât vermemek için hîle-i bâtıla yapmak haramdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Haramı helâl yapmak için hîle-i bâtıla yapmak yahûdîlerin âdetidir. (Abdülganî Nablüsî)
Hîle-i Şer'iyye:
Şer'î (dînî) çâre. Müslümanların, İslâmiyet'e uymaları ve haram işlememeleri için ihtiyatlı
yol aramaları. Herhangi bir hususta İslâmiyete uymağa mani bir durum bulununca o şeyi
yapabilmek için kolay olan bir çâre aramak veya bu sûretle bulunan çıkış yolu.
Âciz olanın, zarûrete düşenin, ibâdetini kaçırmamak veya haram işlememek için hîle-i
şer'iyye yapması lâzım olur. (Süleymân bin Cezâ)
HİLL:
Hac veya umre için ihrâma girilen mîkât denilen yerler ile Harem yâni Mekke şehri sınırı
arasına verilen ad. Harem adı verilen yerde ihramlı iken yapılması haram (yasak) edilen
şeyler, burada helâl olduğu için Hill adı verilmiştir. Hill'in Mekke-i mükerremeye en yakın
yeri batı taraftaki Ten'im denilen yerdir.
Mîkâttan (ihrâma girilen yerden) geçerken bir iş için Hill'de kalmayı niyet edenlerin ve
Hill'de oturanların hacdan başka niyetle ihrâmsız (iki parçadan meydana gelen dikişsiz elbise
olmaksızın) Harem'e girmeleri câizdir. Meselâ Cidde şehri Hill'dedir. Hac için, Hill'de
oturanlar Hill'de; Harem'de oturanlar Harem'de ihrâma girerler. (M.Mevkûfâtî)
Hac etmemiş fakîrin başkası yerine hacca gitmesi câiz ise de, Hill'e gidince, kendisine de
hac etmek farz olur. Mekke'de kalıp sonraki senede kendi haccını yapması lâzım olur. (İbn-i
Âbidîn)
HİLKAT:
1. Yaratılış, yaratılma.
Üzerinde yatıp kalktığınız, yiyip içtiğiniz, gezip dolaştığınız, gülüp oynadığınız,
dertlerinize devâ, korkulara, sıcağa-soğuğa, açlığa-susuzluğa, yırtıcı ve zehirli hayvanlar ile
düşmanların hücumlarına karşı koyacak vâsıtaları bulduğunuz şu yer küresi yapılırken, taşları,
toprakları hilkat fırınlarının ateşlerinde pişirilirken, suyu ve havası kudret kimyâhânesinde
imbiklerden çekilirken, siz nerede idiniz, ne içinde idiniz, hiç düşünüyor musunuz? (Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî)
İslâmiyet'i işitmeyen çok kimse vardır ki, önceleri bozulmuş, uydurulmuş dinlerin
mensuplarına aldanmışlar, astronomide ve fen mensuplarına ve bilhassa tıb ilminde
gördükleri nizamlı hâdiselerin birbirlerine bağlantılarını düşünerek, hilkatin sırlarını bu
hesaplı düzenin hakîkatini anlamak istemişlerdir. Bunlar yine akl-i selîmleri ile İslâmiyet'in
bildirdiği güzel ahlâkın bir çoğunu bulup müslüman gibi yaşamış, kendilerine ve başkalarına
faydalı olmuşlardır. (M. Sıddîk bin Saîd)
İnsanın hilkatından maksat, kulluk vazîfelerini yapmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Doğuştan gelen vasıf, cibiliyet, fıtrat. (Bkz. Fıtrat)
HİLLET (Hullet):
Halîl (dost) olmak, dostluk. Halîlullah İbrâhim aleyhisselâma mahsûs bir makâm.
Hillet makâmı, asâleten İbrâhim aleyhisselâma mahsûstur. (İmâm-ı Rabbânî)
HİLM:
Yumuşak huylu olmak, kızmamak. Gücü yettiği halde affetmek.
Yâ Rabbî! Bana ilim ver. Hilm ile zînetlendir. Takvâ (haramdan kaçmayı) ihsân eyle!
Âfiyet ile beni güzelleştir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allahü teâlâ, hayâ, hilm ve iffet sâhiblerini sever. Fuhuş (çirkin) söyleyenleri ve
sarkıntılık yaparak dilenenleri sevmez. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İlim, öğrenmekle; hilm de gayretle hâsıl olur. Allahü teâlâ hayırlı iş için çalışanı,
maksâdına kavuşturur. Kötülükten sakınanı, ondan korur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hilmi sebebiyle kul, gündüzleri oruç tutan, geceleri namaz kılanların derecesine
kavuşur. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Öfke ânındaki hilm, zâlimlerin gazabından korur. (Hazret-i Ali)
Allahü teâlânın hilmi o kadar çoktur ki, kullarının cezâlarını vermekte acele etmiyor.
(İmâm-ı Rabbânî)
HİLYE-İ SEÂDET:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem görünüşü veya O'nun görünen bütün
uzuvlarının şeklini, sıfatlarını, isimlerini ve güzel huylarını anlatan yazılar. Süslü levhalar
üzerine yazılan bu yazılara Hilye-i şerîf de denir.
Pek çok siyer kitabında Peygamberimizin Hilye-i seâdeti geniş ve açık olarak senedleri ve
vesîkalarıyla yazılmıştır. Peygamber efendimizin Hilye-i seâdeti kısaca şöyledir: Mübârek
yüzü ve bütün âzâ-i şerîfesi (organları) ve mübârek sesi, bütün insanların yüzlerinden,
âzâlarından ve seslerinden güzel idi. Mübârek yüzü bir miktâr yuvarlak idi. Neş'eli olduğu
zaman mübârek yüzü ay gibi nurlanır, parlardı. Gündüz nasıl görürse gece de öyle görürdü.
Önünde olanları gördüğü gibi, arkasında olanları da görürdü. Yana ve geriye bakacağı zaman
bütün bedeni ile dönüp bakardı. Mübârek gözleri büyük idi. Mübârek kirpikleri uzun idi.
Mübârek gözlerinde bir miktâr kırmızılık vardı. Mübârek gözlerinin karası gâyet siyâh idi.
Alnı açık, kaşları ince idi. Kaşları arası açık idi. Mübârek burnu gâyet güzel olup, orta yeri bir
miktâr yüksek idi. Ağzı küçük değildi. Mübârek dişleri beyaz olup, ön dişleri seyrek idi. Söz
söylediği zaman sanki dişleri arasından nûr çıkardı. Mübârek sözleri gâyet kolay anlaşılır,
gönülleri alır, rûhları cezbederdi. Güler yüzlü olup, tebessüm ederek gülerdi. Mübârek
parmakları iri idi. Mübârek kolları etli idi. Avuçlarının içi geniş idi. Bütün vücûdunun kokusu
miskten güzel idi. Mübârek kolları, ayakları ve parmakları uzun idi. Mübârek karnı geniş
olup, göğsü ile karnı berâber idi. Göğsü geniş idi. Çok uzun boylu olmayıp, kısa da değildi.
Mübârek saçları ve sakallarının kılı çok kıvırcık ve çok düz değil yaratılıştan ondüle idi.
Kırmızı ile karışık beyaz benizli olup, gâyet güzel, nûrlu ve sevimli idi. Güzel huyların hepsi
Resûlullah'ta sallallahü aleyhi ve sellem toplanmıştı. (Muhammed Sıddîk bin Saîd)
HİMMET:
1. Kast, irâde, kuvvetli istek, arzu. Allahü teâlânın velî kullarından bir zâtın, kalbinde
yalnız bir işin yapılmasını bulundurup, başka bir şeyi kalbine getirmemesi ve Allahü teâlâdan
o işin olmasını dileyerek, bu şekilde mânevî yardımda bulunması.
Evliyânın himmeti, yaktı beni kül eyledi
Sofiyim buldum safâyı dü cihanım kalmadı
Ahmedî der; "Yâ ilâhî! Sana şükrüm çok durur
Hamdülillah aşk-ı Hak'tan gayrı vârım kalmadı.
(Sultan Birinci Ahmed Han)
2. Gayret.
Kişinin kıymeti, himmetine göredir. Eğer onun himmeti dünyâ için ise, onun hiçbir
kıymeti yoktur. Eğer Allahü teâlânın rızâsı ise, onun kıymetine ulaşmak pek zordur. (Ebû
İshâk el-Kassâr)
Kişinin himmeti dağları yerinden söker. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
HİSÂB (Hesâb):
Öldükten sonra, dünyâda yaptıkları işlerden dolayı insanların sorguya çekilmesi. (Bkz.
Hesâb)
HİSBET:
İyiliği emr edip kötülükten alıkoymak husûsunda, hükûmet adamlarının bizzat işe karışıp
gerekeni yapmaları. İhtisâb da denir. (Bkz. Muhtesib)
Emr-i ma'rûf ve nehy-i münkeri el ile yapmak hükûmet adamlarına, dil ile yapmak din
adamlarına, kalb ile yapmak da her müslümana farzdır. El ile yapmağa, hisbet denir. Dili ile
yapmağa, vâz ve nasîhat denir. Hisbet yaparak çalgıları, içki şişelerini kırmak yalnız hükûmet
me'murlarının vazîfesi olduğu için, başkaları kırarsa öderler. Hisbet yapmak, el ile mâni
olmak din adamlarına farz değil ise de, günâh işlenirken engel olmaları câizdir. Fakat din
adamı, hisbet yaparken fitne uyandırmamalıdır. Yâni, kendinin ve müslümanların dînine veya
dünyâsına zarar gelecek olursa, hisbeti terk etmesi vâcib olur. Hisbet yaparken kendinde kibr,
riyâ (gösteriş), sû-i zan (kötü zan), meşhûr olmak düşüncelerinin hâsıl olması ve müslümana
hakâret ve onu câhillikle itham etmesi fitne olur. (Abdülganî Nablüsî)
HİSSE:
Bölünebilen bir mal veya şeyin her ortağa âit olan kısmı, ortaklardan her birinin hakkı,
payı.
Bir sığırı veya deveyi, yedi kişiye kadar müslüman, bâliğ kimseler, ortak olarak satın alıp
kesebilirler. Sekiz kişinin yedi sığırı ve iki kişinin iki koyunu ortak satın almaları câiz olmaz.
Çünkü her birinin her hayvanda hissesi vardır. (Fetavâ-i Hindiyye)
Yedi kişi ortaklaşa bir sığırı kurban ettikten sonra, ortakların hisselerini ayırmadan önce,
hiç kimseye hediye etmeleri câiz değildir. (Ahmed Zühdü Efendi)
Hisse-i Şâyia:
Bir şeye ortak olanların taksim edilmemiş paylarından her biri; ortak mülkiyet.
Bir kimse evini iki kişiye hediye etse, câiz olmaz. Çünkü taksimi mümkün olmayan şeyi
hisse-i şâyia olarak vermek câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)
Bir binânın yarısı Ahmed'in, üçte biri Ömer'in, altıda biri Ali'nin olsa; Ahmed, hisse-i
şâyiasını satsa, Ömer ve Ali almak isteseler, yarısını Ömer, yarısını da Ali alır. Ömer,
hissesine göre iki misli alamaz. (İbn-i Âbidîn)
HİŞÂMİYYE:
Hazret-i Ali'yi sevdiğini iddiâ ederek diğer Eshâb-ı kirâmı (Peygamberimizin
arkadaşlarını) kötüleyen şîanın kollarından olan bozuk bir fırka, topluluk.
Şiîlik, hazret-i Ali zamânında ortaya çıktı. İnsanlar arasında yayılması daha sonra başladı.
Hicretin altmış senesinde Kisâniyye, altmış altı senesinde Muhtâriyye ve yüz dokuz senesinde
Hişâmiyye fırkaları ortaya çıktıysa da tutunamadılar, yok oldular. (Abdülazîz Dehlevî)
Hişâmiyye fırkası iki kısımdır. Bir kısmı Hişam bin el-Hakem er-Râfizî'ye bağlanır.
Bunlara Hakemiyye de denir. İkinci kısmı ise, Hişâm bin Sâlim el-Cevâlikî'ye bağlıdır.
(Abdülkâhir Bağdâdî)
Hişâm bin Hakem'in kurduğu Hişâmiyyeye göre; Allah sınırlı ve sonlu olan bir cisimdir.
Uzunluğu, genişliği ve derinliği vardır. Gümüşten yapılmış, saf bir zincir ve her yanı yuvarlak
inci gibi ışıldayan bir nûrdur. İmâmlar günâhlardan korunmuş olduğu hâlde peygamberlerin
günah işlemesi câizdir. (Abdülkâhir Bağdâdî)
Hişâm bin Sâlim el-Cevâlikî'nin kurduğu Hişâmiyyeye göre; Allah insan şeklindedir. O, et
ve kandan olmayıp, yükseklerde parlayan yüksek bir nûrdur. O'nun elleri, ayakları, gözleri,
kulakları, burnu ve ağzı vardır. Üst yarısı boş, alt yarısı ise doludur. O'nun siyah saçları ve
hikmet fışkıran bir kalbi vardır. (Abdülkâhir Bağdâdî)
HİTÂB:
Söyleme, buyurma.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Peygamber efendimize hitâb ederek; "Kur'ân-ı kerîm
okuyacağın zaman, Eûzü... söyle" buyurdu. (Nahl sûresi: 97)
Hitâbe (Hitâbet):
Dinleyicilere bilgi vermek ve yol göstermek için yapılan konuşma.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen, Şuayb aleyhisselâmın kavmi olan Medyen ahâlisine
hitâbesini şöyle bildirmektedir:
Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur.
Rabbinizden size apaçık bir burhân geldi. Artık ölçeği tartıyı tam tutun. İnsanların
haklarını eksik vermeyin. Yeryüzünü ıslâhından sonra fesâda vermeyin. (A'râf sûresi: 85)
Peygamber efendimizin, akrabâsını dîne dâvet hitâbesi şöyledir:
Hamd, yalnız Allahü teâlâya mahsustur. Yardımı, ancak O'ndan isterim. O'na inanır,
O'na dayanırım. Şüphesiz bilir ve bildiririm ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. O
birdir. O'nun eşi ve ortağı yoktur. Size aslâ yalan söylemiyorum. Doğruyu bildiriyorum.
Sizi bir olan ve O'ndan başka ilâh olmayan Allahü teâlâya îmân etmeye dâvet ediyorum.
Ben O'nun size ve bütün insanlığa gönderdiği peygamberiyim. Vallâhi siz, uykuya
daldığınız gibi öleceksiniz, uykudan uyandığınız gibi diriltileceksiniz ve bütün
yaptıklarınızdan hesâba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında mükâfât,
kötülüklerinizin karşılığında cezâ göreceksiniz. Bunlar da ya Cennet'te ebedî (sonsuz)
kalmak veya Cehennem'de ebedî kalmaktır. İnsanlardan, âhiret azâbı ile ilk korkuttuğum
kimseler sizlersiniz. (İbn-i Hişâm)
HİZB:
1. Bölük, taraftar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Kim Allah'ı, Peygamberini ve mü'minleri yâr (dost) edinir yardımda bulunursa,
şüphesiz onlar, Allahü teâlânın hizbidir. Üstün gelecek olanlar onlardır. (Mâide sûresi: 56)
2. Kur'ân-ı kerîmin yirmi sayfadan meydana gelen cüzlerinin dörtte biri olan beş sahife.
Hizb-üş Şeytân:
Şeytânın aldatmalarına kapılan topluluk. Şeytanın taraftarı, şeytana uyanlar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Bunları şeytan kaplamış ve (dil ve kalpleriyle) Allah'ı hatırlamayı kendilerine
unutturmuştur. Bunlar şeytanın hizbidirler. Hizb-üş-Şeytân muhakkak hüsrâna
düşenlerdir. (Mücâdele sûresi: 19)
HİZMET:
Birinin işini görme.
Anne ve babanız sizin hizmetinize muhtâc iseler, onlara hizmeti canınıza minnet
biliniz. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
Ey dünyâ! Bana hizmet edene hizmetçi ol! Sana hizmet edene güçlük göster! (Hadîs-i
kudsî-Berîka)
Cenâzelerde hizmet etmekte bulun! Allah rızâsı için cenâzenin mezârına bir kürek toprak
atıver! O attığın toprak, kıyâmette terâzîne konacaktır. (Süleymân bin Cezâ)
Bir kimse din hizmelerinde bulunsa ve bu hizmetlerde, nefsine bir pay ayırsa, yaptığı
hizmetlerin tadını ve faydasını bulamaz. (Ebû Süleymân Dârânî)
Dîne yaptığı hizmetlere, İslâmiyet'i kuvvetlendirmesine ve insanların doğru yola
gelmelerine sebeb olmasına güvenmemeli ve bunlarla övünmemelidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Hizmet görmek istiyen hocasına hizmet etsin. (Abdullah-ı Dehlevî)
HUBB-I DÜNYÂ:
Dünyâ sevgisi. Ölümden sonra işe yaramayacak olan şeylere düşkün olmak. Dünyâ;
haramlar, mekruhlar ve Allahü teâlâyı unutturan her şeydir. (Bkz. Dünyâ)
Hubb-ı dünyâ arttıkça, âhirete olan zarar da artar. Âhiret sevgisi arttıkça, dünyânın
ona zararı azalır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Hubb-ı dünyâ, günahların başıdır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
HUBB-I FİLLÂH VE BUĞD-I FİLLÂH:
Allahü teâlâ için sevmek ve Allahü teâlâ için düşmanlık etmek.
Allahü teâlâya Cebrâil aleyhisselâm gibi ibâdet etseniz; hubb-ı fillâh ve buğd-ı fillâh
yapmadıkça, hiçbirisi kabûl olmaz! (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Amellerin, ibâdetlerin en kıymetlisi, hubb-ı fillâh ve buğd-ı fillâhtır. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma; "Yalnız benim için ne yaptın" buyurdu. "Yâ Rabbî!
Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim ve zikr yaptım (Seni andım)" cevâbını
verince; "Kıldığın namazlar seni Cennet'e kavuşturacak yoldur, kulluk vazîfendir.
Oruçların seni Cehennem'den korur. Verdiğin zekâtlar, kıyâmet günü sana gölgelik olur.
Zikirlerin de o günün karanlığında sana ışık olur. Benim için ne yaptın?" buyurdu. "Yâ
Rabbî! Senin için olan şeyi bana bildir" deyince, Allahü teâlâ; "Yâ Mûsâ! Sevdiklerimi
sevdin mi ve düşmanlarıma düşmanlık ettin mi?" buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm, Allahü
teâlâ için olan en kıymetli şeyin Hubb-ı fillâh buğd-ı fillah olduğunu anladı. (Hadîs-i
şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Allahü teâlânın en çok sevdiği ibâdet, hubb-ı fillâh ve buğd-ı fillâhtır. (Süleymân bin
Cezâ)
HUBB-I RİYÂSET:
Makam ve mevki sevgisi.
Hubb-ı riyâsetin insana yapacağı zarar, iki aç kurdun, bir koyun sürüsüne girdiği
zaman, yaptıkları zarardan daha çoktur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hubb-ı riyâset insanlarda üç şeyden hâsıl olur. Birincisi, nefsin arzûlarına kavuşmak
arzusu. Nefs, arzûlarının, haram yollardan elde edilmesini ister. İkincisi, kendinin ve
başkalarının haklarını zâlimlerden kurtarmak, müstehâb (dinde güzel görülen) ve mübâh
(dînen izin verilen) işleri yapmak içindir. Bu niyet ile mevkiye kavuşurken, riyâ (gösteriş) ve
hakkı bâtıl ile karıştırmak gibi, İslâmiyet'in yasak ettiği şeyleri yapmamak ve vâcibleri,
sünnetleri terk etmemek lâzımdır. Üçüncüsü nefsi eğlendirmektir. (Muhammed Hâdimî)
HUBB-ISİVÂ:
Allahü teâlâdan başka şeylerin sevgisi. (Bkz. Mâsivâ)
Olup nâdim elim çektim hevâdan,
Pâk ettim kalbimi hubb-ı sivâdan.
Yüzüm dergâhına döndüm ilâhî,
Kapundan etme red, bu pür günâhı.
(Muhammed bin Receb)
HUCCET:
1. Senet, vesîka, delîl, burhân. (Bkz. Delîl)
Temizliğini tam yapıp, vakitlerine uyarak beş vakit namaza devâm eden kimseye o
namaz kıyâmet gününde nûr, huccet ve delîl olur. Kim namazı zâyi ederse, Fir'avn ve
Hâmân ile haşrolur. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Elli dört farzdan biri de Kur'ân-ı azîm-üş-şânı huccet, tutmak, O'nun hükmüne râzı
olmaktır. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
2. Şer'î mahkemelerde bir dâvânın şâhitlerini dinledikten sonra kâdının verdiği hükmün
yazıldığı îlâm, belge.
Huccet-ül-İslâm:
1. Üç yüz bin hadîs-i şerîfi, senetleri (rivâyet edenleri) ile birlikte ezberden bilen büyük
İslâm âlimi.
Hüccet-ül-İslâm İmâm-ı Gazâlî buyurdu ki:
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin dünyâya yayılan nasîhatlerinden biri şudur:
Allahü teâlânın, bir kuluna rahmet etmeyeceğine, ona gazâb ve azâb edeceğine alâmet,
dünyâya ve âhirete faydası olmayan şeylerle meşgûl olması, zamanlarını lüzumsuz şeylerle
öldürmesidir. Bir kimsenin ömründen bir saati, Allahü teâlânın beğenmediği bir şeyde
geçerse, ne kadar çok pişmân olsa, üzülse yeridir. Bir kimse kırk yaşını geçtiği hâlde onun
hayırlı işleri yâni sevâbları, kötü işlerinden, yâni günâhlarından ziyâde olmadı ise,
Cehennem'e hazırlansın." Bu hadîs-i şerîfin mânâsını iyi anlayanlara, bu nasîhat yetişir.
2. Dinde söz sâhibi mânâsına İmâm-ı Gazalî hazretlerinin lakabı.
HUCURÂT SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin kırk dokuzuncu sûresi.
Hucurât sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). On sekiz âyet-i kerîmedir. Dördüncü âyet-i
kerîmede geçen Hucurât kelimesinden dolayı sûreye bu isim verilmiştir. Sûrede, bir kısım
ahlâk kuralları ile Peygamber efendimize ve insanların birbirlerine karşı nasıl davranacakları
bildirilmektedir.
Allahü teâlâ Hucurât sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey îmân etmekle şereflenenler! Sesinizi, Nebiyyullah'ın (Allahü teâlânın
peygamberinin) sesinden yukarı çıkarmayınız. O'na karşı, birbirinize bağırdığınız gibi
seslenmeyiniz!O'na saygısızlık gösterenin ibâdetleri yok olur. (Âyet: 2)
Kim Hucurât sûresini okursa, Allahü teâlâya itâat edenlerin sevâbı kadar sevâb verilir.
(Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
HÛD ALEYHİSSELÂM:
Kur'ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Âd kavmine kardeşleri Hûd'u (peygamber olarak) gönderdik. Hûd (aleyhisselâm)
onlara; "Ey kavmim! Allahü teâlâya ibâdet edin. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur.
Hâlâ O'nun azâbından korkmayacak mısınız?" dedi. (A'râf sûresi: 65)
Hûd'u (aleyhisselâm) ve dinde ona tâbi olanları rahmetimizle kurtardık. Bizim
âyetlerimizi yalanlayıp mü'min olmayanların ise silsile ve köklerini kestik. (A'râf sûresi:
72)
Hud aleyhisselâm Yemen'de bulunan Âd kavmine peygamber olarak gönderildi. Nuh
aleyhisselâm'ın oğlu Sâm'ın neslindendir. Hûd aleyhisselâm, Yemen'de Aden ile Umman
arasında bulunan Ahkâf diyârında doğup yetişti. Çocukluğundan îtibâren Allahü teâlâya
ibâdet etmekle meşgûl oldu. Ara sıra ticâretle de meşgûl olan Hûd aleyhisselâm, gâyet
şefkatli ve çok cömert idi.
Bolluk, bereket içinde ve gösterişli binâlar yaparak yaşayan Âd kavmi zamanla bozuldu.
Bütün nîmetleri kendilerine veren Allahü teâlâyı unutan Âd kavmi putlara tapmaya başladılar.
Kendilerine Hûd aleyhisselâm peygamber olarak gönderildi. Nûh aleyhisselâmın bildirdiği
dînin esaslarını onlara anlattı. Allahü teâlâya inanmalarını ve ibâdet etmelerini söyledi.
Dâvetini kabûl etmeyen Âd kavmi ona karşı çıktılar. Hûd aleyhisselâm onları Allahü teâlânın
azâbı ile korkuttu. Pek az kimse îmân etti. Hûd aleyhisselâm kavmini îmâna dâvet etmeye
devâm etti. Kavmi ona hakâret ettiler, kendinden geçinceye kadar dövdüler. Hûd
aleyhisselâm, kavminin ıslâh olmayacağını anlayınca; "Yâ Rabbî!Sen her şeyi biliyorsun. Ben
onlara peygamberliğimi bildirdim. Ey Rabbim!Onlara, ders almalarına vesîle olacak bir
musîbet ver" diye bedduâda bulundu. Hûd aleyhisselâmın duâsını kabûl buyuran Allahü teâlâ,
Âd kavmine önce kuraklık, kıtlık musîbetini verdi. Üç sene müddetle hiç yağmur yağmadı.
Akan pınarlar kuruyup ağaçlar meyveler sararıp soldu. Hayvanlar susuzluktan telef oldu. Hûd
aleyhisselâm yılmadan onları îmâna dâvete devâm etti ise de git-gide azgınlaştılar. Hûd
aleyhisselâma daha çok eziyet ettiler. Hûd aleyhisselâm mûcizeler gösterdi fakat yine
inanmadılar. Allahü teâlâ, Âd kavmi üzerine azâb yüklü bulutu göndererek, buluttan esen bir
rüzgârla onları helâk etti. Âd kavmi üzerine çok şiddetli gelen bu rüzgâr, Hûd aleyhisselâm ve
ona tâbi olanların yüzlerine gâyet serinletici ve tatlı olarak esti. Hûd aleyhisselâm, Âd kavmi
helâk olduktan sonra, kendine inananlarla birlikte Mekke-i mükerremeye gitti. Kâbe-i
muazzamanın bulunduğu yerde ibâdet ve tâatla meşgûl oldu ve orada vefât etti. Kabrinin
Harem-i şerîf (Kâbe-i muazzamanın etrâfındaki mescid)de Hicr denilen yerde bulunduğu
rivâyet edilmektedir. (Taberî, Nişancızâde Mehmed Efendi)
HÛD SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin on birinci sûresi. Mekke-i mükerremede indi. Yüz yirmi üç âyet-i
kerîmedir.
Hûd sûresi on beşinci ve on altıncı âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki:
Kim dünyâ hayâtını ve onun zînet (ve ihtişâmını) isterse, onların yaptıklarının
(çalıştıklarının) karşılığını burada tamâmen öderiz. Onlar bu hususta bir eksikliğe de
uğratılmazlar. Onlar öyle kimselerdir ki, âhirette kendilerine ateşten başkası yoktur.
(Dünyâda) işledikleri şeyler (hattâ iyilikler) orada boşa gitmiştir. Zâten yapageldikleri hep
boştur.
Hûd sûresi beni ihtiyârlattı. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
HUDÂ:
Varlığı kendinden olup, başkasına muhtâc olmayan Allahü teâlâ.
Niçin küfrân eder insan, Hudâ nîmet verir iken,
Utanmayıp eder isyân, kâmûyu ol görür iken,
Beher an hamd ü şükretmez, dahi insanı fikretmez,
Her gün hakkı zikretmez, bedende can durur iken.
(Niyâzi Mısrî)
Hâşâ zulmetmez kuluna Hüdâsı
Herkesin çektiği, kendi cezâsı.
(Muhammed Sıddîk bin Saîd)
Hudâ dostlarının huzûrunda tevâzu eyleyiniz (alçak gönüllü olunuz), yalvarınız da sizin
için duâ etsinler ve kabûl olsun. (Ali Râmitenî)
HUDÛ':
Boyun eğmek, alçak gönüllülük. Kalbde devamlı olan Allah korkusu. Allahü teâlâya itâat
etmek.
Namazın kusûrsuz olması; dînî hükümleri bildiren fıkıh kitaplarında geniş olarak yazılmış
olan farzlarını, vâciblerini, sünnetlerini ve müstehâblarını yerlerine getirmekle olur. Namazı
tamamlamak için, bu dört şeyden başka yapılacak bir şey yoktur. Namazda huşû' yâni her
uzvun (organın) tevâzû göstermesi, bu dört şeyi yapmakla hâsıl olur. Kalbin hudû'u da, yine
bunları tamam yapmakla olur. (Ahmed Fârûkî)
HUDÛD:
Miktârı, dinde kesin ve açıkça bildirilmiş cezâlar. (Bkz. Had)
HUDÛR:
Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin kalbde bulunmaması. Allahü teâlâ ile berâber olmak,
O'nu unutmamak. (Bkz. Huzûr)
HUKEMÂ:
Din bilgilerini, fen bilgileri ile isbat eden mü'minler. (Bkz. Hakîm)
HUKÛK-UL-IBÂD:
İnsanlara âit haklar. (Bkz. Kul Hakkı)
HUKÛKULLAH:
Allahü teâlânın emri ve kulluk borcu olarak yapılan, kimsenin tasarrufta bulunamıyacağı,
değiştiremeyeceği şeyler.
Îmân, namaz, oruc, hac, cihâd, zekât, öşür, sadaka-i fıtr; hırsızlık ve yol kesicilik gibi
suçlara verilecek cezâlar, kâtilin öldürdüğü akrabâsının mîrâsından mahrûm olması, kasten
orucunu bozanın ve hac esnâsında av hayvanı öldürenlerin mükellef olduğu keffâretler hep
hukûkullahtandır. Bunlara hukûkullah denmesi, Allahü teâlâdan başkasının bu çeşit işlerde
tasarruf edemiyeceği, beşerî hayâtın devâmının ve isikrârının temel şartlarından olması
bakımından ehemmiyetini ifâde etmek içindir. Erkek ile kadının nikahsız berâber olmaları,
zinâ işinin haramlığını kaldırmaz. Kadın ile erkek bu yetkiye sâhib değildir. Çünkü bunlar,
hukûkullahtandır. İnsanlara âit haklardan değildir. Haramlığını kimse değiştiremez. (Serahsî,
Teftâzânî)
HUL':
Zevceyi mal karşılığında boşamak.
Hul' ile boşanmada nikâhta anlaşılan mehirden çok istemek mekrûhtur. (Ebü'l-Leys-i
Semerkandî)
HULD CENNETİ:
Sekiz Cennet'in dördüncüsü.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm!) de ki: Acabâ bu Cehenem mi hayırlı, yoksa takvâ sâhiplerine (Allahü
teâlâdan korkup haramlardan kaçan kimselere) vâd olunan Huld Cenneti mi? Ki bu onlar
için bir mükâfât, bir merci'dir (dönüş yeridir). Orada devâmlı kaldıkları hâlde, o takvâ
sâhiblerinin her diledikleri vardır." (Furkân sûresi: 15-16)
Yâ Rabbî! SendenÎmân, tükenmeyen nîmetler, Huld Cenneti'nde Muhammed
aleyhisselâma arkadaş olmayı isterim. (İmâm-ı Gazâlî)
HULEFÂ-İ ERBEA:
Dört büyük halîfe. (Bkz. Hulefâ-i Râşidîn)
Hulefâ-i erbeanın birbirinden üstünlüğü hilâfetleri sırası iledir. (İmâm-ı Rabbânî)
HULEFÂ-İ RÂŞİDÎN:
Her bakımdan olgun ve Resûlullah Efendimize uyan yüksek halîfeler mânâsına, Resûl-i
ekremden (sallallahü aleyhi ve sellem) sonra sırasıyla halîfe olan hazret-i Ebû Bekr, Ömer,
Osman ve Ali (radıyallahü anhüm) için kullanılan tâbir.
Allahü teâlâdan korkunuz. Başınızdaki emir, Habeşî köle olsa bile, itâat ediniz!
Benden sonra müslümanlar arasında ayrılıklar olacaktır. O karışıklık zamanlarında
benim sünnetime ve Hulefâ-i Râşidîn'in sünnetlerine sarılınız. Benim halîfelerim doğru
yolu gösterirler. Onların gösterdiği yolda olunuz! Sonradan çıkarılan şeylerden sakınınız!
(Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Hulefâ-i Râşidîn'i sevmemek sûretiyle Peygamber efendimizi incitmek, hazret-i Hasen ve
Hüseyn'i sevmemek sûretiyle incitmek gibidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Hutbede, Hulefâ-i Râşidîn'in isimlerini zikretmek, Ehl-i sünnetin şiârı (alâmeti)dır.
(İmâm-ı Rabbânî).
HULK (Huluk):
Huy.
Allah'ım halkımı (yaratılışımı) güzel yaptığın gibi hulkumu da güzel eyle. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
Huluk-ı Azîm:
Kur'ân-ı kerîmin bildirdiği ve Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sâhib
olduğu güzel huylar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Muhammed aleyhisselâma hitâben buyurdu ki:
Sen huluk-ı azîm üzeresin. (Kalem sûresi: 4)
Allahü teâlâ, sevgilisi ve huluk-ı azîm sâhibi olan, çok merhametli Peygamberine
sallallahü aleyhi ve sellem, İslâm düşmanları ile cihâd ve muhârebe etmeyi ve onlara karşı
sertlik göstermeyi emrediyor. Demek ki, İslâm düşmanlarına sert davranmak huluk-ı
azîmdendir. (İmâm-ı Rabbânî)
HULLE:
İslâmî nikâh hükümlerine göre üç defâ boşanmış bir kadının, tekrar aynı adam tarafından
alınabilmesi için; başka bir erkek tarafından nikâhlanıp, düğün ve vaty olduktan sonra
boşanması.
Hulle, bir erkek için zillet ve aşağılıktır. (Ahmed Zühdü Efendi)
Allahü teâlâ erkeklere boşanmak hakkını verdiyse de, bu hakkı gelişi güzel
kullanmamaları ve kadınların erkekler elinde oyuncak olmamaları için erkeklere hulle
zilletini yüklemiştir. Hulle korkusundan müslüman bir erkek talâk (boşanma) lafını ağzına
bile alamaz. Âile arasında boşamak sözünü şakayla da olsa kesinlikle söylememelidir. (İbn-i
Âbidîn)
HULÛL ETMEK:
Girmek, yer etmek; bir cismin başka bir cisme girmesi, iki şeyin birleşmesi. Allahü
teâlânın kula girmesi sûretiyle onun ilâhlaştığını kabûl edenlerin bozuk ve yanlış görüşü.
Allahü teâlâ üzerinden, gece-gündüz ve zaman geçmesi düşünülemez. Allahü teâlâda,
hiçbir bakımdan, hiçbir değişiklik olmıyacağı için, geçmişte, gelecekte, şöyledir, böyledir
denemez. Allahü teâlâ, hiçbir şeye hulûl etmez ve etmemiştir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Allahü teâlâ hiçbir şeyle birleşmez. Hiçbir şey de O'nunla birleşmez. O'na hiçbir şey hulûl
etmez; O da bir şeye hulûl etmez. O'nun benzeri, eşi yoktur. Nasıl olduğu anlaşılamaz,
düşünülemez. (Ahmed Fârûkî)
İlâhın, bir cisme hulûl etmesi, imkânsızdır. Eğer ilâh cism olsaydı, başka bir cisme de
hulûl ederdi. Cisme hulûl eden şey ise, cism olur ve hulûl edince iki cismin maddeleri
birbirine karışır. Bu da, ilâhın parçalanmasını îcâb ettirir... Bu durum ise, cenâb-ı Hak için
muhâldir (mümkün değildir, olamaz). O hâlde, Allahü teâlâ hiçbir şeye hulûl etmemiştir.
(Fahreddîn Râzî)
HULÛS:
Dünyâ menfaatlerini düşünmeden bütün iş ve ibâdetlerin yalnız Allah için olması, niyet
temizliği. (Bkz. İhlâs)
Ma'lûm olsun ki, Hak teâlâ her şeyden evvel aklı yaratmıştır. Ve ona ilim, zekâ, hulûs,
doğruluk, cömertlik, tevekkül, korku ve ümit hasletleri vermiştir. İşte, bu akılla şereflenen
kimseler, bütün yaratılışındaki gâyeyi yâni Cenâb-ı Hakk'ın birliğini tastik ederek, O'nun
rızâsına kavuşurlar. (Süleymân bin Cezâ)
HUMS (Humus):
Beşte bir; ganîmetten, mâdenlerden ve bulunan defînelerden beytülmâl denen devlet
hazînesine ayrılan beşte bir hisse.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Eğer Allah'a îmân etmiş ve hak ile bâtılın ayrıldığı günde (Bedr savaşında) kulumuza
indirdiğimize inanmışsanız, biliniz ki; ganîmet olarak aldığınız herhangi bir şeyin
humus'u; Allah'a, Resûlüne, O'nun akrabâlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmış
yolcuya âittir. Allah her şeye hakkıyla kâdirdir. (Enfâl sûresi: 41
Rikazda (bulunan defînelerde) humus vardır. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Humus, Resûlullah efendimiz zamânında; Allah ve Resûlüne bir hisse, Resûlullah'ın
akrabâlarına bir hisse, yetimlere, miskinlere ve yolculara birer hisse olmak üzere 5 hisseye
ayrılırdı. Sonra hazret-i Ebû Bekr, Ömer veOsman humusu üç hisse olarak taksim ettiler.
Resûlullah'ın vefâtı ile kendisinin ve akrabâlarının hisseleri düştü. Humus geri kalan üç gruba
taksim edildi. (Abdullah bin Abbâs)
HUMÛD:
Durgunluk, uyuşukluk; bir mâni olmadığı halde bekârlığı istemek. Şehvet ve iffetin azlığı.
Şehvetin (hayvânî rûhun kendine tatlı gelen şeyleri istemesi) lüzûmundan az olması
humûddur. Böyle kimse, hasta olduğundan veya hayâsından (utanmasından), yâhut
korkusundan, kibrinden (büyüklük taslamasından), muhtâç olduğu şeylere kavuşmakta
gevşek davranır. (Muhammed Hâdimî)
Humûd sıfatı bulunan kimse, helâl olan zevkleri ve meşrû arzûları terk eder. Böylece ya
kendi helâk olur, yâhut nesli kesilir. (Muhammed Hâdimî)
HURÂFE:
Dîne, fenne, akla uymayan sözler ve işler.
İslâm dîni, bütün hurâfelerden, efsânelerden temizlenmiş olan, yalancılığı reddeden,
insanları günahkâr değil, bilâkis Allah'ın kulu olarak kabûl eden, onlara hayatta çalışma ve iyi
yaşama imkânını veren, bedenin ve rûhun temizliğini emreden bir dindir. (Kemâhlı
Feyzullah)
Bu günkü hıristiyanlık, putperestlik ve hurâfelerle doludur. (H.F.Fellow)
HÛRÎ:
Allahü teâlânın îmân edenlere mükâfat olarak yarattığı, nasıl oldukları bilinmeyen Cennet
kızı...
Kızdığı zaman istediğini yapabilecek bir mü'min kimse, kızmazsa, Allahü teâlâ kıyâmet
günü onu herkesin arasında çağırır; "Cennet'te istediğin hûrînin yanına git" der. (Hadîs-i
şerîf-Et-Tâc)
Cennet'e girdim. Bir köşk gördüm. İçinde bir hûri gördüm; "Sen kimin içinsin?"
dedim. Ömer bin Hattâb için yaratıldım!"dedi. (Hadîs-i şerîf-Buhârî ve Müslim)
Cennet'in güzel kokusu, beş yüz yıllık yoldan alınır. Cennetliklerin, Cennet'te şimşekten at
ve develeri vardır. Yularları, eğerleri, heybeleri, kızıl yâkuttandır. Bunlara binerek birbirlerini
ziyâret ederler. Âileleri hûrîlerdir. Hûrîler ise, dizilmiş inciler gibidir... Allahü teâlâ huylarını
her türlü kötülükten temizlediği gibi, sümkürmek, abdest bozmak ve benzeri hallerden de
bedenlerini arındırmıştır. Bu gibi hâllerde kendilerinden misk gibi kokular çıkar. (Hasen-i
Basrî)
Can vermek acısı dünyâ acılarının hepsinden daha acıdır. Fakat, âhiret azâblarının
hepsinden daha hafiftir. Mü'min, rûhunu teslim edeceği vakit, rahmet meleklerini, Cennet
hûrilerini görür. Onları görmenin zevki ile can verme acısını duymaz. Rûhu, tereyağından kıl
çeker gibi, kolay çıkar. Nîmetlere kavuşur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
HURMA:
Nahle ağacının meyvesi.
Oruçlu olan kimse hurma ile iftar etsin. Çünkü hurma bereketlidir. (Hadîs-i
şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Mü'minin sahûrunun hurma ile olması ne güzeldir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Nahlenin meyvesi olan hurma yinince, insanın parçası, dokusu olur. Oruçlu kimse iftar
zamânında şehvetlerden ve dünyânın geçici zevklerinden temiz olduğu için, hurmadan
pekçok istifâde eder. (İmâm-ı Rabbânî)
HURMET-İ MÜSÂHERE:
Erkeğin herhangi bir kadın ile zinâ etmesi veya herhangi bir yerine unutarak ve yanılarak
da olsa şehvetle (lezzet alarak) dokunması hâlinde, o kadının neseb (soy) ile ve süt ile olan
anası ve kızları ile; kadının da o erkeğin oğ__________lu ve babası ile evlenmesinin ebedî, sonsuz olarak
haram, yasak olması.
Kızlar, kendilerinden emîn olsalar da yabancı erkeklere dokunmaları câiz değildir. Şehvet
ile dokunurlarsa hurmet-i müsâhere hâsıl olur. Kızın ve ihtiyarların şehveti, kalbin
meyletmesi demektir. (Dâmâd)
Dâmâd ile kayın vâlidesi arasında hurmet-i müsâhere meydana gelirse, bu kız yâni hanımı
ile ebedî (sonsuz) olarak bir daha evli kalamaz. (Kerderî)
HURÛFÎLİK:
Acem yahûdisi Fadlullah-ı Hurûfî'nin v.796 (m. 1393) kurduğu bozuk yol. Küfür ve sapık
inançları sebebiyle Timur'un oğlu Mîrânşâh tarafından öldürülmüştür.
Hurûfîlerin temel inanış ve fikirleri özetle şöyledir: Fadlullah-ı Hurûfî'ye tanrı derler.
Namazı bir kere kılmak, orucu ömründe bir gün tutmak farzdır. Gusl edip de vücûdunuzu
hırpalamayınız derler. Hazret-i Ali'nin sözleri diyerek uydurdukları Hutbet-ül-Beyân ve başka
kitaplarında hadîsler düzerek "Ali'yi sevenlere günâh zarar vermez. İbâdete lüzûm yoktur,
haramlar helâldir" derler. Baba ve dede adı verilen hurûfî ileri gelenleri, papazlar gibi günâh
çıkarırlar. (Tokatlı İshak Efendi)
Hurûfîliğin kurucusu olan Fadlullah-ı Hurûfî, nokta ilmi diye bir şey uydurdu. "Bu iş
mübahtır, nokta çift geldi. Falan şey haramdır, nokta tek geldi" gibi sözlerle insanları
kandırmaya çalıştı. Harflere bâzı mânâlar vererek bir takım işâretlerle, anlaşılmayan şeylerle
dolu olan Câvidân adındaki kitabını yazdı. Önce peygamberlik, sonra da tanrılık iddiasında
bulundu. Bütün dinleri inkâr edip, İslâmiyet'le alay etti. Haramlara mübâh, nefsin arzularına
serbesttir dediği için Hurûfîlik câhil ve kötü insanlar arasında yayıldı. (Tokatlı İshak Efendi)
Fadlullah-ı Hurûfî'nin öldürülmesinden sonra, yardımcılarından Aliyyül-a'lâ adlı birisi
Anadolu'ya gelerek bir Bektâşî tekkesine girdi. Hurûfîliğe âit bozuk fikirleri gizlice yayıp
câhilleri aldattı. Hacı Bektâş-ı Velî'nin yoludur diyerek haramlara mübâh ve nefsin arzularına
serbesttir dedi. İnsanları aldatabilmek için kendisine Bektâşî diyerek, Hûrûfîliği yaydı.
ZamanlaOsmanlı Devleti'nin Yeniçeri ordusuna da sızan Hûrûfîler, zaman zaman yeniçerileri
isyâna teşvik ederek fitneler çıkarıp büyük karışıklıklara sebeb oldular. (Tokatlı İshak Efendi)
HURÛF-I MUKATTAA:
Kur'ân-ı kerîmde bâzı sûre başlarında bulunan ve mânâsı açık olmayan ikisi üçü bir arada
veya tek başına yazılı harfler. Elif lâm mîm, Yâsîn, Elîf lâm râ... gibi.
Hurûf-ı mukattaa, bulunduğu sûreden bir âyettir. Manâsı kapalı olan müteşâbih
âyetlerdendir. Müteşâbih âyetin gerçek mânâsını Allahü teâlâ ve O'nun sevgilisi Peygamber
efendimiz ve Ulemâ-i râsihîn denilen derin âlimler bilir. Çünkü bunların her harfi, Allahü
teâlâ ile sevdikleri arasında gizli sır ve ince işâretlerdir. (Ahmed Fârûkî)
HURÛMİYYE:
Bozuk Bâtıniyye fırkasının diğer bir adı. Bu sapık fırkada bulunanlar, birçok haramlara
helâl dedikleri için, Hurûmiyye adını almışlardır. (Bkz. Bâtıniyye)
HUSÛF NAMAZI:
Ay tutulduğunda kılınan namaz.
Şüphesiz ki, güneş ile ay, Allah'ın âyet (işâret) lerindendir. Bunlar, hiçbir kimsenin
hayâtı veya ölümü için tutulmazlar. Siz bunları tutulmuş (Husûf etmiş) görürseniz, hemen
tekbîr alın, Allah'a duâ edin, husûf namazı kılın ve sadaka verin. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Husûf ve kusûf namazlarından sonra güneş ve ay meydana çıkıncaya kadar Allahü teâlâya
yalvarıp yakarılır. (Seyyid Alizâde)
HUSÛMET:
1. Dâvâ açmak.
Erkek vatyden (hanımına yaklaşmaktan, cimâ yapmaktan) âciz ise, Hanefîde kadın, nikâhı
fesh (bozmak) için husûmet hakkına mâlik olur. (İmâm-ı Şa'rânî)
2. Düşmanlık.
Husûmet, kalb hastalıklarındandır. Uhud gazâsında (savaşında), Resûlullah efendimiz,
mübârek yüzünü yaralıyan ve mübârek dişini kıranlara lânet (bedduâ= kötü duâ) etmedi,
husûmet beslemedi: "Yâ Rabbî! Bunlara hidâyet et (doğru yola kavuştur); anlamıyorlar,
bilmiyorlar" diye duâ etti. "Allahü teâlâ için affedeni (bağışlayanı), Allahü teâlâ yükseltir"
buyurdu. (Muhammed Hâdimî)
Kalbi dağıtan, hayâtın zevkini gideren, din mürüvvetini (güzelliğini, parlaklığını) alıp
götüren, mal husûsundaki husûmet gibi zararlı hiçbir şey yoktur. (İmâm-ı Gazâlî)
Kalblerinde husûmet taşıyan insanların içi; altında ateş yanarak kaynayan tencereler gibi
devamlı kaynar ve bu husûmet sebebiyle içlerinden ateş saçılır. (Hassân bin Sâbit)
HÛŞ DER DEM:
Nakşibendiyye yoluna âit on bir esastan biri. Her nefeste Allahü teâlâyı hatırlamak.
Hûş der dem, düşüncelerle gönlün dağılmasını önler. (İmâm-ı Rabbânî)
HUŞÛ':
Tevâzû, alçak gönüllülük. Hakk'a boyun eğmek. Korku ve sevgiden meydana gelen edebli
bir hal.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Îmân edenlerin, Allahü teâlâyı ve Hak'tan ineni (Kur'ân-ı kerîmi) zikr için, kalblerinin
huşû' zamânı hâlâ gelmedi mi? Onlar, daha evvel kendilerine kitab verilip de üzerlerinden
uzun zaman geçmiş, artık kalbleri kararmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan bir
çoğu dinlerinden çıkmış fâsıklardı. (Hadîd sûresi: 16)
Mü'minler herhâlde kurtulacaklardır. Onlar namazlarını huşû ile kılanlardır.
(Mü'minûn sûresi: 1,2)
Kalbi meşgûl eden, huşû'u gideren şeyler yanında, meselâ süslü şeyler karşısında, oyun ve
çalgı aletleri yanında ve arzû ettiği yemekler karşısında, namaz kılmak mekrûhtur. (İbn-i
Âbidîn)
Huzûr ve huşû' ile kılınan iki rek'at namaz, gâfil (Allahü teâlâyı unutmuş) bir kalb ile
akşamdan sabaha kadar kılınan namazdan hayırlıdır. (Abdullah ibni Abbâs)
Duânın edeblerinden biri de; duâ ederken, âciz olduğunu ifâde etmek, huzûr ve
huşû'içinde Allah'tan korkarak ve kabûlünü umarak istediği şeyde devâm üzere olmaktır.
(İmâm-ı Gazâlî)
HUTAME:
Cehennem'in beşinci tabakası.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi ve başkalarını ayıplamayı ve servet
biriktirip onu saymayı âdet edinenlere veyl (yazıklar) olsun! O malın kendisini ebedî
kılacağını mı zanneder? Hayır! Yemin ederim ki o, Hutame'ye atılır. Hutamenin ne
olduğu sana söylendi mi? O, Allahü teâlânın tutuşturulmuş, yandıkça tırmanıp kalblerin
tâ üstüne çıkan ateşidir. (Hümeze sûresi: 1-7)
HUTBE:
Hitâbe, nutuk, konuşma, vâz. Cumâ namazlarından evvel, bayram namazlarından sonra
hatîbin (imâmın) minber denilen yüksekçe yerde cemâate karşı okuduğu Allahü teâlâya hamd,
Resûlullah'a salât ve selâm ve mü'minlere nasihat ve duâdan ibâret bir ibâdet.
İbâdet, emirleri yapmak demektir. Kur'ân-ı kerîmi ve hutbeyi okumak ibâdettir. (Seyyid
Abdülhakîm Efendi)
Cumâ ve bayramda hutbeyi kısa okumak sünnettir. (Tahtâvî)
Hutbede dört büyük halîfenin (hazret-i Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali (radıyallahü anhüm)
adını yüksek sesle söylemek Ehl-i sünnet olmanın alâmetidir (işâretidir). (Ahmed Fârûkî)
Hutbe okunurken yer değiştirmek, yanındakilere sıkıntı vermek haramdır. (İbn-i Âbidîn)
Hazret-i Ömer'in bir hutbesi şöyledir:
Ey insanlar! Kur'ân-ı kerîmi öğreniniz. O'nunla amel ediniz (emir ve yasaklarına uyunuz).
(İbn-i Abdi Rabbih)
Ömer bin Abdülazîz'in ilk hutbesi:
Ey insanlar!İçinizi (kalbinizi) düzeltiniz ki, dışınız da (işleriniz de) düzelsin. Âhiretinizi
iyi yapın ki, dünyânız da iyi olsun. (İbn-i Abdi Rabbih)
Kudüs'ün fethinde büyük âlim İbn-i Zekî'nin hutbesi şöyledir:
Ey cemâat!Allahü teâlânın dînine yardım ediniz. Bu yoldaki hizmeti fırsat biliniz. Şunu
iyi biliniz ki, işler netîcelerine göre kıymet kazanır. Allahü teâlâ, emirlerine ve yasaklarına
uyma husûsunda bize ve size yardım eylesin. Allahü teâlâ size yardım ederse sizi kim
yenebilir. Eğer size yardım etmez, yalnız bırakırsa, size yardıma kimin gücü yetebilir? (İbn-i
Receb)
HUY:
Mîzâc, tabiat, ahlâk.
İbâdetleri az olan bir kul, iyi huyu ile kıyâmette yüksek derecelere kavuşur. Bir kulun
ibâdetleri çok olsa da, kötü huyu, onu Cehennem'in dibine götürür; bâzen küfre götürür.
(Hadîs-i şerîf-Berîka)
İy huyları tamamlamak, yerleştirmek için gönderildim. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huy da hatâları eritir. Sirke balı bozduğu gibi, kötü huy,
hayrâtı ve hasenâtı (iyilikleri) yok eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Ey oğlum! Kötü huydan, gönül dağınıklığından sakın, sabırsız olma. Yoksa arkadaş
bulamazsın. İşini severek yap, sıkıntılara katlan. Bütün insanlara karşı iyi huylu ol. Çünkü
insanlara karşı iyi huylu olan ve onlara güler yüz göstereni herkes sever. (Lokman Hakîm)
Muhammed aleyhisselâm, gâyet güzel huylu, güzel yüzlü, kibâr tavırlı ve çok dürüst bir
zât idi. Dâimâ hiddet ve şiddetten kaçmış, hiçbir zaman zulüm yapmamıştır. Müslümanların
dâimâ iyi huylu, güler yüzlü olmasını istemiş, Cennet'e iyi huy ve sabır ile gidileceğini
bildirmiştir. (Muhammed Rebhâmî)
HUYELÂ:
Harbde düşmana karşı tekebbür etmek (büyüklenmek, üstün görünmek), kibirlenmek.
HUZÛR:
1. Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin kalbde bulunmaması.
Peygamber efendimizin bildirdiği âyet-i kerîmeleri ve duâları, belli vakitlerinde
okumalıdır. Bunlar ve nâfile namazlar, ihlâs ile, kalb huzûru ile okunmazsa, sahîh olmazlar,
faydaları dokunmazlar. (Abdullah-ı Dehlevî)
2. Nezd, yan.
Bir mü'minin kabrini ziyâret eyleyen, Hak teâlâ huzûrunda nâfile bir hacdan ziyâde
(fazla) sevâba nâil olur (kavuşur). (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Büyüklerin huzûru, sohbeti ile şereflenmeyen zavallıların hâli harâbdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Yüzüm yok huzûra çıkam yâ Rabî!
Neler etti bana bu nefs-i denî.
(M. Sıddîk Gümüş)
3. Rahat, gönül ferahlığı seâdet.
Şeytanın hîlelerinden dördüncüsü, şimdi dünyâyı kazanmak için çalış da, râhata kavuş, o
zaman rahat rahat, huzûr içinde ibâdet edersin diyerek ibâdete mâni olur. Buna cevâb olarak,
ecel benim elimde değildir. Herkesin ömrünü Allahü teâlâ ezelde taktir etmiştir.Belki yakında
ölürüm. İbâdet vazîfelerini vaktinde yapmalıyım, demelidir. (Hâdimî)
Allah korkusu ve Allah sevgisi insanları seâdet ve huzûra kavuşturan iki kanat gibidir.
(Mustafa Sabri Efendi)
Huzûr-ı İlâhî:
Allahü teâlânın nezdi.
Huzûr-ı ilâhîde bulunan meleklere Mukarrebîn denir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
HÜCRE-İ SEÂDET:
Medîne-i münevverede Mescid-i Nebevî içinde Peygamber efendimizin mübârek
kabirlerinin bulunduğu oda. Peygamber efendimizin sağlığında burası, hanımlarından hazret-i
Âişe vâlidemizin odasıydı. Peygamberimiz burada vefât etti. "Peygamberler vefât ettikleri
yere defnolunurlar" hadîs-i şerîfi gereğince, buraya defnedildi.
İslâm târihindeki ilk türbe olan Hücre-i Seâdet'in üzeri yeşil bir kubbeyle örtülüdür.
Hücre-i seâdet, Peygamber efendimizin Medîne'deki mescidinin kıble duvarının doğu
köşesine yakın olup, mihrâbda kıbleye dönen kimsenin sol tarafına düşer. Minber ise, sağ
taraftadır. Hücre-i Seâdet ile minber arasına Ravda-i mütahhera (Cennet bahçesi) denir.
(Eyyûb Sabri Paşa)
HÜKM (Hüküm):
Bir dâvâ, bir mes'ele, bir kişi hakkında verilen karar, emir.
Allahü teâlânın mü'minler hakkındaki hükmüne hayret ettim. Ona genişlik taktîr eder
ve kulu buna râzı olursa, kulun hakkında hayırlı olur. Şâyet darlık ile hükmeder de yine
kulu buna râzı olursa, bu da hakkında hayırlıdır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Hükm-i Küllî:
Allahü teâlâya âit hüküm, emir.
Allahü teâlâ bir kul için bir şeye hüküm verdi mi, artık hükm-i küllîyi hiç kimse
önleyemez. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ul-Ehâdîs)
Hükm-i Müleffak:
Helâl ve haram, emir ve yasak, ibâdet ve tâatte, belli bir mezhebin hükümlerine uymayıp,
birkaç mezhebin hükümlerini karıştırarak kolayına geleni seçtiği hüküm. (Bkz. Telfîk)
Dört mezheb âlimleri, hükm-i müleffak bâtıldır geçersizdir, buyurdular. (İbn-i Âbidîn)
Hükmî Temizlik:
Kadının âdet bitiminden îtibâren on beş gün içinde kan gördüğü halde temiz kabûl
edilmesi. Bu on beş gün içinde kan görülen bu kan fâsid kan yâni istihâza kanıdır. (Bkz. Tam
Temizlik)
HÜMEYRÂ:
Peygamber efendimizin, hazret-i Âişe vâlidemize verdiği lakab.
Dîninizin üçte birini Hümeyrâ'dan öğreniniz. (Hadîs-i şerîf-Medâric-ün-Nübüvve)
Âişe Sıddîka'nın radıyallahü anhâ fazîletleri, üstünlükleri sayılamıyacak kadar çoktur.
Eshâb-ı kirâmın (Peygamberimizin sohbetinde bulunan müslümanların) fıkıh âlimlerindendi.
Çok fasîh ve belîğ (güzel) konuşurdu. Eshâb-ı kirâma fetvâ verirdi. Âlimlerin çoğuna göre,
fıkıh bilgilerinin dörtte birini hazret-i Âişe haber vermiştir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve
sellem, hazret-i Âişe'ye Hümeyrâ derdi. (Abdülhak-ı Dehlevî)
HÜMEZE SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yüz dördüncü sûresi.
Hümeze sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Dokuz âyet-i kerîmedir. Birinci âyet-i
kerîmede geçen hümeze kelimesinden dolayı sûreye bu isim verilmiştir. Sûrede; mü'minlerin
birbirlerini gıybet etmemeleri (arkalarından çekiştirmemeleri), başkalarına iyi
davranmayanların Cehennem'e atılacağı bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî)
Allahü teâlâ Hümeze sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi ve başkalarını ayıplamayı ve servet
biriktirip onu saymayı âdet edinenlere yazıklar olsun. (Âyet: 1, 2)
HÜNSÂ:
Erkek ve kadın olduğu belli olmayan, hem erkeklik hem kadınlık uzvu bulunan kimse.
Cemâatle namazda, erkekler, imâmın ardında saf olurlar. Erkeklerin ardında erkek
çocuklar, onların ardında ise, hünsâlar saf olur. Hünsâların ardında da kadınlar saf olur.
(Molla Hüsrev)
HÜR:
Köle olmayan erkek.
Cumâ namazının bir kimseye farz olması için lâzım olan dokuz şarttan biri de hür
olmaktır. (İbn-i Âbidîn)
HÜRRE:
Hür kadın. Câriye olmayan kadın.
Hürre olan hanımlar, namaz kılarken, yüz ve elden başka bütün bedenlerini örter,
göstermezler. Câriyeler (hür olmayan kadınlar) ise, sırt ve göbekten diz altına kadar örterler.
(Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Hürre olan kadının zevci veya ebedî mahrem (hiç nikâh düşmeyen) akrabâsından biri
yanında bulunmadan, yalnız veya başka kadınlarla yâhut, âkıl, bâliğ ve sâlih olmayan
mahremi, yakını, akrabâsı ile üç günlük (yaklaşık 104 kilometre) yola gitmesi haramdır. (İbn-i
Âbidîn)
HÜRRİYET:
Hürlük, serbestlik.
1. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyup, herkesin hakkını gözetmek.
Hürriyet, başıboş kalıp, her istediğini yapmak demek değildir. (Ali bin Emrullah)
2. Maddî ve mânevî her türlü şeyin sevgisinden gönlünü kurtararak yalnız Allahü teâlâya
kul olmak.
Kim hürriyet isterse, Allahü teâlâya kulluğa sarılsın. (Hallâc-ı Mensûr)
Hakîki hürriyet, kullukta kemâl derecesine varmakla mümkündür. Allahü teâlâya karşı
kullukta sâdık olan, başkalarına köle olma boyunduruğundan kurtulup, gerçek hürriyete
kavuşur. (İmâm-ı Kuşeyrî)
HÜSN-İ HÂTİME:
Son nefeste, rûhunu îmân ile teslim etme, îmân ile âhirete gitme.
Bir insanın hüsn-i hâtime ile mi yâhut sû-i hâtime (îmânsız gitme) ile mi öleceği, son
nefeste belli olur. Bütün ömrü boyunca, kâfir olarak yaşayıp sonunda îmâna kavuşan olduğu
gibi, ömrü îmânla geçip, Allahü teâlâ korusun sonunda îmânsız giden de olur. Kıyâmette son
nefesteki hâle bakılır... (Ahmed Fârûkî)
Her müslümanın, ölümü düşünüp, hüsn-i hâtime sebeplerini elde etmek için çalışması ve
sû-i hâtime ile bu dünyâdan ayrılmaktan çok sakınması lâzımdır. (Senâullah-i Dehlevî)
Rabbimiz! Sonumuzu sevdiklerinin sonu gibi eyle. Hüsn-i hâtime ile sona erdir.
(Muhyiddîn-i ibni Arabî)
HÜSN-İ HULUK:
Güzel huy, iyi ahlâk. (Bkz. Ahlâk)
HÜSN-İ ZAN:
1. Kulların Allahü teâlâdan rahmetini ummaları.
Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Allahü teâlâ
kendisine hüsn-i zan ederek yapılan duâyı elbette kabûl eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Kıyâmet günü, Allahü teâlâ bir kulunun Cehennem'e atılmasını emreder. Cehennem'e
götürülürken, arkasına dönerek yâ Rabbî! Dünyâda iken (Cennetine kor diye) sana hep
hüsn-i zan ettim deyince, onu Cehennem'e götürmeyiniz! Kulumu, bana olan zannı gibi
karşılarım buyurur. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
2. Bir kimse veya bir hâdise hakkında iyi kanâat sâhibi olmak.
Bütün müslümanlara hüsn-i zan etmek, iyi nazarla bakmak, iyi karşılamak lâzımdır.
Sözleri, mümkün olduğu kadar iyiye yormalıdır. Müslümanın hayırlı ve sâlih olduğuna
inanmak, ibâdet olur. (Muhammed Hâdimî)
HÜZN (Hüzün):
Üzüntü, keder. Sevincin zıddı. Bu, halk arasında kastedilen dünyevî hüzünden başkadır.
Tasavvuf yolunda bulunanlara âit bir hâl.
Hüzn, insanın kalbini gafletten (Allahü teâlâyı unutmaktan) korur. Hüznü olmayan sâlikin
(tasavvuf yoluna girmiş olanın) senelerce kavuşamadığı mânevî derecelere, hüzün sâhibi
olan, kısa zamanda kavuşur. Allahü teâlâ kalbi hüzünlü, kırık olanları sever. Peygamber
efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, dâimâ hüzünlü ve Allahü teâlânın büyüklüğünü
düşünme hâli üzere idiler. Râbia-i Adviyye, vâ hüznâ (Vah hüzün) demekle bu mertebeye
kavuşmayı arzû etmiştir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.