UBÛDİYYET:
Allahü teâlânın emirlerine teslîmiyet ve boyun eğmek. Allahü teâlânın işinden râzı olmak.
Her an Allahü teâlâyı hatırlamak, anmak.
Ubûdiyyetin alâmeti, Allahü teâlânın emirlerini yapmak, yasak ettiklerinden sakınmaktır.
(İmâm-ı Rabbânî)
UCB (Ucub):
Kendini başkasından üstün bilmek, ayıplarını görmeyip kendini beğenmek, yaptığı
ibâdetleri, iyilikleri beğenerek, bunlarla övünmek.
Üç şey insanı felâkete sürükler: Buhl (cimrilik), hevâ (nefsin arzuları) ve ucb. (Hadîs-i
şerîf-Beyhekî
İslâmiyet'in emirlerini bildiriniz ve yasak ettiklerini anlatınız! Bir kimse ucb eder, sizi
dinlemezse, kendi hâlinizi ıslâh ediniz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Bütün kötülüklerin başı, kaynağı üçtür: Hased (kıskançlık), riyâ (gösteriş), ucb. Kalbini
bunlardan temizlemeye çalış! (İmâm-ı Gazâlî)
Ucb sâhibi, Allahü teâlânın mekrini ve azâbını unutur. Başkalarından istifâde etmekten
mahrûm kalır. Kimse ile meşveret etmez, danışmaz. Günâh işleyenin boynu bükük olur.
Tövbe edebilir. Ucb sâhibi, ilmi ve ameli ile mağrûr olur. Egoist olur. Tövbe etmesi güç olur.
Günâh işleyenlerin iniltileri, Allahü teâlâya, tesbîh çekenlerin övünmesinden iyi gelir. Ucbun
en kötüsü, hatâlarını, nefsinin hevâsını beğenmektir. Hep nefsine uyar, nasîhat kabûl etmez.
Başkalarını câhil sanır. Hâlbuki, kendisi çok câhildir. Bid'at sâhibleri böyledirler.Bozuk,
sapık îtikâdlarını ve amellerini, doğru ve iyi bilip, bunlara sarılmışlardır. Böyle ucbun ilâcı
çok güçtür. (Muhammed Hâdimî)
Ucbun zararları, âfetleri çoktur: Kibre sebeb olur. Günahları unutmaya sebeb olur. Günâh
kalbi karartır. Günâhlarını düşünen kimse, ibâdetlerini büyük görmez. İbâdet yapmanın da,
Allahü teâlânın lütfu, ihsânı olduğunu düşünür. Îsâ aleyhisselâm buyurdu ki: "Ey havârîler!
Rüzgâr çok ışıkları söndürmüştür. Ucb da çok ibâdetleri söndürmüş, sevâbları yok etmiştir."
(M. Hâdimî)
Yaptığı ibâdetlerin, iyiliklerin kıymetini bilerek, bunların elden gitmesini düşünerek
korkmak, üzülmek ucb olmaz. Yâhut bunların Allahü teâlâdan gelen nîmetler olduğunu
düşünerek, sevinmek de, ucb olmaz. Bunların Allahü teâlâdan gelen nîmetler olduğunu
düşünmeyerek kendi yaptığını, kazandığını sanarak sevinmek, kendini beğenmek, ucb olur.
Ucbun zıddına minnet denir. Minnet, nîmete kendi eliyle, kendi çalışmasıyla kavuşmadığını,
Allahü teâlânın lütfu olduğunu düşünmektir. Böyle düşünmek, ucb tehlikesi olduğu zaman
farz olur. (M. Hâdimî)
UĞURSUZLUK:
Bir şeyi veya bir hâdiseyi şerre, kötülüğe yorumlamak. (Bkz. Tayere)
Uğursuzluğa inanmamalı, te'sir eder sanmamalıdır. Bir hastalığın sağlam adama elbette
geçeceğini kabûl etmemelidir. Allahü teâlâ dilerse geçer, dilemezse geçmez. Bununla
berâber, tehlikeli şeylerden, şüpheli yerlerden kaçınmak vâcibdir, lâzımdır. Hastalığa
yakalanmamak için tedbir almalıdır. Kâhinlere (gizli şeyleri bildiklerini iddiâ edenlere),
falcılara inanmamalıdır. Bilinmeyen şeyleri bunlara sormamalıdır. Bunları gaybı (gizli
şeyleri) bilir sanmamalıdır. (İmâm-ı Gazâlî)
UHREVÎ:
Âhiretle ilgili.
UKBÂ:
Cezâ; âhiret âlemi.
UKNÛM:
Hıristiyanların kabûl ettiği teslis (üç tanrı) inancındaki üç asıl veya üç esas varlıktan her
birine verilen ad. Üçüne birden üç uknum mânâsına ekânim-i selâse denir.
Tevhîd, yâni Allahü teâlânın birliği akîdesi (inancı) bütün semâvî dinlerde başka başka
olmayıp, hepsi aynıdır. Îsâ aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan iki yüz sene geçinceye kadar
Allahü teâlânın varlığı ile birliği akîdesinde aslâ bir ihtilâf ve çekişme olmamıştır. İlk yazılan
üç İncîl'in (Matta, Markos, Luka) hiçbirinde teslîs yâni baba, oğul, rûh-ül-kuds üçlü inancına
dâir tek bir harf dahi yoktu. Sonra ortaya çıkan Yuhanna İncili'nde Yunan felsefecilerinden
Eflâtun'un fikri olan üç uknumu ihtivâ eden ifâdeler görüldü. Îsâ aleyhisselâmın bildirdiği
şekilde inananlarla Yuhanna İncîlindeki teslis inancını savunanlar arasında pekçok münâzara
ve muhârebeler oldu. Mîlâdın 325. senesinde Roma İmparatoru Birinci Konstantin zamânında
İznik'te toplanan ruhban (papazlar) cemiyeti, Îsâ aleyhisselâmın dîninin esâsı olan tevhîdi
(Allahü teâlânın birliği inancını) bırakıp, Eflâtun taraftârı olan Büyük Konstantin'in baskısı
ile üç uknum fikrini, akîdesini (inancını) kabûl ettiler. (Harputlu İshâk Efendi)
Hıristiyanlığın başlangıcında üç uknum inanışı yoktu. Eflâtun'un ortaya koyduğu üç
uknumu, üçlü tanrı inancı şeklinde mîlâddan 200 sene sonra Sibelius adlı bir papaz teklif
etmiştir.Sibelius'un teklifi pekçok hıristiyan tarafından şiddetle reddedilerek kiliseler arasında
kanlı kavgalar baş gösterdi ve çok kan döküldü. 200 senesinde yalnız baba, oğul uknumları
öne sürülmüştü. Daha sonra bunlara rûh-ül-kuds uknumu ilâve edildi. (El-Hac Destan
Mustafa)
UKÛBÂT:
Cezâlar. (Bkz. Had, Ta'zir,Kısas)
Fıkıh ilmi dört büyük kısımdır:
1) İbâdât, 2) Münâkehât (evlenme, boşanma, nafaka v.s.) 3) Muâmelât (alış-veriş bilgileri,
kirâ, şirketler), 4) Ukûbât. Ukûbatta had, ta'zir ve kısas olmak üzere üç kısımdır. (Ahmed
Zühdü, Alâüddîn-i Haskefî)
Fıkıh ilminin ibâdât kısmını kısaca öğrenmek her müslümana farzdır. Münâkehât ve
muâmelât kısımlarını öğrenmek farz-ı kifâyedir. Yâni başına gelenlerin öğrenmesi farz olur.
Muâmelât ve ukûbât kısımlarını zımmîlerin yâni gayr-i müslim vatandaşların da öğrenmeleri
lâzımdır. Çünkü zımmîlerin de muâmelât ve ukûbâta uymasını İslâmiyet emretmektedir.
(Ahmed Zühdü)
Ukûbâtta kefâlet sahîh değildir.Bu sebeple birinin yerine kefîli îdâm edilemez. (Ali
Haydar Efendi)
ULEMÂ:
Âlimler, ilim sâhibleri; zamânın fen ve edebiyât bilgilerinde yetişmiş, Kur'ân-ı kerîmin ve
binlerce hadîs-i şerîfin mânâsını ezberden bilen, İslâm'ın yirmi ana ilim ve kolları olan seksen
ilimde mütehassıs (uzman), tasavvufun (evliyâlığın) en yüksek derecesine ulaşmış, yetişmiş
ve yetiştirebilen, insanların ilminden faydalandığı zâtlar. Âlim kelimesinin çokluk şeklidir.
(Bkz. Âlim)
Ulemâ-i Âmilîn:
İlmi ile amel eden âlimler. (Bkz. Âlim)
Ulemâ-i âmilînin bulunduğu mecliste olmanın sevâbı halka görünseydi, onun için
dövüşürler, hattâ onun için hükümdârlar, hâkimiyetlerini, tüccârlar da ticâretlerini
bırakırlardı. (Ka'bül Ahbâr)
Ulemâ-i Râsihîn:
Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin ve ince mânâlarını, işâretlerini anlayan yüksek
din âlimlerine verilen isim. Bunlar; Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i tâbiîn ve her bakımdan
onlara tâbi olan müctehidler, tefsîr ve hadîs âlimleri ve tasavvuf büyükleridir.
Ulemâ-i râsihîn, Peygamber efendimize tam uydukları ve O'na vâris oldukları için, sevgili
Peygamberimize ihsân olunan nîmetlerden bunlara da pay düşmektedir. O büyüklerin gizli
bilgileri, bunlara da duyurulmaktadır. Bunun için; "Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğullarının
peygamberleri gibidir." müjdesi ile şereflenmişlerdir. (İmâm-ı Rabbânî)
Ulemâ-i Sû:
Kötü âlimler; insanları doğru yoldan saptıran, ilmini dünyâ kazancına, mala ve mevkîye
kavuşmaya vâsıta eden din adamları.
Din adamları içinde, mevki, maaş arzûsunda olmayan, yalnız şerîatin (İslâmiyet'in)
yayılması ve yalnız onun kuvvetlenmesi için uğraşan hemen hemen yok gibi olmuştur. Mevki
almak, sandalye kapmak arzûsu araya karışınca, din adamlarından her biri, ayrı yol tutup,
kendi üstünlüğünü göstermek isterler. Birbirinin sözlerini beğenmez olurlar. Bu sûretle devlet
reisinin gözüne girmeye çalışırlar.Mâlesef din işi ikinci derecede kalır. Allahü teâlâ
müslümanları böyle ulemâ-i sû'in fitnesinden korusun. (İmâm-ı Rabbânî)
ULÛHİYYET:
İlâhlık, ibâdet olunmaya hakkı olmak.
Ulûhiyyete, ma'bûdiyyete hakkı olan yalnız Allahü teâlâdır.Şerîki, ortağı, benzeri yoktur.
Vâcib-ül vücûddur. Varlığı elbette lâzımdır. Noksanlık ve yaratılmak sıfatları, alâmetleri
O'nda yoktur. (Mevlânâ Hâlid)
Ulûhiyyet sıfatları bulunana ibâdet edilir. Bu sıfatları bulunmayanın ibâdet olunmaya
hakkı yoktur. İbâdete hakkı olanın, yalnız bir olması lâzımdır. O da bir olan Allahü teâlâdır.
(İmâm-ı Rabbânî)
ULÛM-İ AKLİYYE:
Tecribî (deneye bağlı) ilimler. His organları ile duyularak, akıl ile incelenerek tecrübe ve
hesab edilerek elde edilen ilimler.
Ulûm-i akliyye mantık, fizik, tabîat, kimyâ, matematik, geometri ve astronomi gibi
tecrübeye dayanan bilgilerdir. Bunlar his organları ile duyularak, akıl ile incelenerek, tecrübe
ve hesâb edilerek elde edilir.Bu bilgiler, din bilgilerinin anlaşılmasına ve onların
uygulanmasına yardımcıdırlar. Bu bakımdan lüzumludurlar. Ulûm-i akliyye zamanla artar,
değişir, ilerler. (M. Sıddîk Gümüş)
Ulûm-i akliyyeyi İslâmiyet yasaklamamış, sınırlamamış ancak bunların dînin nakl bilgileri
ile birlikte öğrenilmesini ve sonuçlarının dîne uygun, insanlara faydalı olarak kullanılmasını,
zulm, işkence, felâket vâsıtası yapılmamasını emretmiştir. Ulûm-i akliyye, İslâm bilgilerinin
bir kısmıdır. İslâmiyet'e lâzımdırlar. İslâmiyet bunları men etmez, emr eder. Müslümanlar,
birçok fen vâsıtası yapmışlar ve kullanmışlardır. (M. Sıddîk Gümüş)
ULÛM-İ ÂLİYYE:
Yüksek din bilgileri.
Ulûm-i âliyye bilgileri sekizdir. 1) Tefsîr ilmi, 2) Usûl-i kelâm ilmi, 3) Kelâm ilmi, 4)
Usûl-i hadîs ilmi, 5) İlm-i hadîs, 6) Usûl-i fıkıh, 7) Fıkıh ilmi, 8) Tasavvuf ilmi. Bu sekiz
ilimden kelâm, fıkıh ve ahlâk bilgilerini lüzûmu kadar öğrenmek ve çoluk çocuğuna
öğretmek, her müslümana farz-ı ayndır, mutlaka lâzımdır. Öğrenmeyenler ve çoluk-çocuğuna
öğretmeyenler, büyük günâh işlemiş olur. Cehennem'e gider, yanarlar. Öğrenmeye lüzum
görmeyen, ehemmiyet vermeyen ise, dinden çıkar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, İbn-i Âbidîn)
ULÛM-İ DÎNİYYE:
İslâm bilgileri, din bilgileri.
Ulûm-i dîniyye, dünyâ ve âhirette huzûru, seâdeti kazandıran bilgilerdir.Bunlar da iki
kısma ayrılır. Bunlar ulûm-i âliyye ve ulûm-i ibtidâiyyedir. Ulûm-i dîniyyenin kaynağı,
edille-i şer'iyye (dört delîl; Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler, kıyâs ve icmâ') dir. Bu bilgilere
ulûm-i nakliyye denir. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
ULÛM-İ İBTİDÂİYYE:
Âlet ilimleri; ana ilimleri öğrenmek için yardımcı olan sarf, nahiv, belâgat, mantık vs. gibi
ilimler.
ULÛM-İ İSLÂMİYYE:
İslâm bilgileri, din bilgileri, müslümanların öğrenmesi lâzım olan bilgiler.
Ulûm-i İslâmiyye'nin bir kısmını öğrenmek farz, bir kısmını öğrenmek sünnet, bir kısını
öğrenmek de mubâhtır. (Bkz. Ulûm-i Nakliyye) (Yûsuf Sinânüddî)
ULÛM-İ NAKLİYYE:
Din bilgileri; edille-i şer'iyye denilen dînin dört temel kaynağından yâni Kur'ân-ı
kerîmden, hadîs-i şerîflerden, icmâ-ı ümmet, kıyâs-ı fukahâdan elde edilen bilgiler, ilimler.
Ulûm-i nakliyye, yüksek din bilgileri olup, aklın, insan dimağı gücünün dışında ve
üstündedir. Bunlar hiçbir zaman, kimse tarafından değiştirilemez. Dinde reform olmaz
sözünün mânâsı budur. Ulûm-i nakliyye Ehl-i sünnet âlimlerinin (Peygamber efendimizin ve
Eshâb-ı kirâmın yolunda olan ve onların bildirdiklerine uyan âlimlerin) yazdıkları kıymetli
kitaplardan öğrenilir. (Fâideli Bilgiler)
UMRE:
Ziyâret etmek. Hac zamânı olan beş günü yâni Arefe ve Kurban bayramının dört günü
dışında, istenildiği zaman ihrâma girip Kâbe-i muazzamayı tavâf etmek ve Safâ ile Merve
arasında sa'y etmek (yürümek), saçı kazımak veya kesmekten ibâret olan ibâdet. Umreye
Hacc-ı asgar (küçük hac) da denir.
Umre, kendisiyle öbür umre arasında işlenilen (küçük) günâhlara keffârettir (onların af
edilmesine, bağışlanmasına vesîle olur). (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Hacc-ı ekber, farz olan hacdır. Hacc-ı asgar ise, umredir. (Kuhistânî)
Umre, Hanefî ve Mâlikîlere göre sünnet-i müekkede (kuvvetli sünnet)dir. Şâfiîlere göre
ömründe bir defâ farzdır. (Alâüddîn Haskefî, İbrâhim Halebî)
UMÛMÎ VEKİL:
Yerine geçirilen kimseye mutlak halde istediğini yap diyerek verilen vekâlet.
Vekil sâhibinden izin almadıkça veya umûmî vekil olmadıkça, başkasını kendine vekil
yapamaz. Yalnız, zekât vermek için olan vekîl, izinsiz olarak başkasını, o da başkasını vekil
yapabilirler. (İbn-i Âbidîn)
UMÛR-İ ZEVKİYYE:
Tasavvufta kalb ile tadarak, yaşayarak kavuşulan haller.
Umûr-i zevkiyye, kalbin temizlenmesi ile hâsıl olur. Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: "Çok
zikr edenin kalbinde nifâk (münâfıklık) kalmaz.", "Her derdin şifâsı vardır. Kalbin şifâsı,
Allahü teâlâyı zikretmektir." (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
URÛZ:
Altın ve gümüşten başka canlı ve cansız her çeşit mal.
Hayvandan başka menkûl olan, taşınabilen ve kıymetli olan yâni çarşıda benzeri
bulunmayan veya bulunsa da fiyatları farklı olan mallar urûzdur. Bakır tencere ve başka cins
ile karışık mislî, benzeri bulunan mal urûzdur. (Ali Haydar Efendi)
URVET-ÜL-VÜSKÂ:
Tutunulacak en sağlam kulp.
1. İslâmiyet veya Kur'ân-ı kerîm.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Kim kendini Allahü teâlâya O'nu görür gibi teslim eder (tamâmen O'na yönelir, bütün
işlerinde Allahü teâlânın rızâsını gözetir ise) muhakkak ki, urvet-ül-vüskâya yapışmış olur.
(Lokmân sûresi: 22)
Abdullah (bin Selâm) urvet-ül-vüskâya tutunmuş olarak ölecek. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Bizim tasavvuftaki yolumuz urvet-ül-vüskâya yapışmaktır. Resûlullah'ın ve O'nun
Eshâbının izinde gitmektir. Bunun içindir ki, bu yolda az bir iş, büyük kazanç hâsıl eder.
(Behâeddîn-i Buhârî)
2. Dinde güvenilir, kendisine uyulacak büyük âlim mânâsına, İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin üçüncü oğlu olan Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin lakabı
Urvet-ül-Vüskâ Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin rahmetullahi aleyh nasîhatlarından
bâzısı şöyledir:
Kur'ân-ı kerîm okumak, Allahü teâlâ ile tekellüm (konuşmak) gibidir.
Son nefes korkusu bir nîmettir ki, Hakk'ın dostları bu derde griftârdır (tutulmuşlardır).
USÛL:
Asıllar, kökler, temeller. Asl kelimesinin çokluk şeklidir.
Usûl Bilgileri:
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe ile İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'in kavillerini
(ictihâdlarını, re'ylerini, sözlerini) içerisinde bulunduran El-Mebsût, Ez-Ziyâdât,
El-Câmi-us-Sagîr, Es-Siyer-us-Sagîr, El-Câmi-ül-Kebîr, Es-Siyer-ül-Kebîr kitablarındaki
fıkıh (din) bilgileri. Bu altı kitabı İmâm-ı Muhammed yazmıştır.Bu kitabları İmâm-ı
Muhammed'den güvenilir kimseler bildirdiği için, bunlara zâhir haberler denmiştir. Usûl
bilgilerini (haberlerini) ilk toplayan Hakîm Şehîd'dir. Bunun Kâfî kitabı meşhurdur. (İbn-i
Âbidîn)
Hanefî mezhebindeki bilgiler üç ana kısımda toplanır:Birincisi, Usûl bilgileri, ikincisi,
Nevâdir haberler:Bunlar da İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı
Muhammed'den gelen haberlerdir. Fakat bu haberler, o altı kitabda bulunmayıp, ya İmâm-ı
Muhammed'in El-Kisâniyyât, El-Hârûniyyât, El-Cürcâniyyât, Er-Rükiyyât adındaki başka
kitabları ile bildirilmiştir. Bu dört kitab, yukarıdaki altı kitab gibi açıkça ve sağlam
gelmediğinden, bu haberlere zâhir olmayan haberler de denir. Yâhut başkalarının kitabları ile
bildirilmişlerdir.Meselâ İmâm-ı a'zâm'ın talebesinden Hasan bin Ziyâd'ın Muharrer adındaki
kitâbı ve İmâm-ı Ebû Yûsuf'un Emâlî adındaki kitâbı ile bildirilmiştir. Üçüncüsü, Vâkıât
haberleri:Üç imâmdan bildirilmiş olmayıp, bunların talebelerinin ve talebesi talebelerinin
ictihâd ettikleri mes'eleler (bilgiler)dir. Böyle haberleri ilk toplayan Ebü'l-Leys Semerkandî
olup, bu hususta Nevâzîl kitabını yazmıştır. (İbn-i Âbidîn)
Usûl ve Fürû':
1. Fıkıh ilminde usûl; baba ve dedeler, ana ve nineler; fürû', çocuklar ve torunlar.
Usûl ve furû'a ve zevceye (hanıma) zekât verilmez. (Mehmed Zihni)
2. Usûl, îmân bilgileri; fürû; fıkıh bilgileri.
Usûl-i Din:
Kalb ile inanılması lâzım olan bilgiler, îmân ve îtikâd bilgileri.
Allahü teâlânın gösterdiği emirlere ve kulluk vazîfelerine İslâmiyet denir. İslâmiyet, iki
kısımdır:Birincisi, usûl-i dîn, ikincisi, Furû'-i dîn yâni beden ve kalb ile yapılacak ibâdetler ve
işlerdir. Halk için, yâni tahsîli olmayanlar için yazılmış olan ve herkesin bilmesi ve yapması
gereken îmân, fıkıh (ibâdet, iş) ve ahlâk bilgilerini kısaca ve açıkça anlatan kitablara ilm-i hâl
kitabları denir. Dînini bilen ve seven ve kayıran kıymetli zâtların ilm-i hâl kitablarını alıp,
çoluk-çocuğuna öğretmek her müslümanın birinci vazîfesidir. (Seyyid Abdülhakîm)
Usûl-i Fıkıh:
Fıkıh (ibâdet ve amel) bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl
çıkarıldığını öğreten ilim.
Usûl-i Kelâm:
Îmân bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim.
UŞR (Uşur):
Topraktan alınan mahsûlün zekâtı. (Bkz. Öşr)
UŞŞÂKİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Hasan Hüsâmeddîn Uşâkî'nin tasavvuftaki yolu.
Uşşâkiyye tarîkatının kurucusu olan Hasan Hüsâmeddîn Efendi, Buhârâ'da Seyyid
Ahmed-i Semerkandî'den feyz aldı. Daha sonra Anadolu'ya gelerek Uşak'ta yerleşti. Bunun
için kendisine Uşâkî denildi. 1594 (H.1003)'de Konya'da vefât etti. Vasiyyeti üzerine
İstanbul'a getirilerek defnedildi. (Hüseyin Vassâf)
Sultan Üçüncü Murâd Han zamânında İstanbul'a gelen Hasan Hüsâmeddîn Uşâkî,
evliyânın büyüklerinden Ümmî Sinan hazretleriyle görüştü, onun sohbetlerinde
bulundu.Ümmî Sinan ona Halvetiyye yolundan hilâfet verdi. Hocası Şeyh Ahmed-i
Semerkandî ise ona Kübreviyye ve Nûrbahşiyye yolunun hilâfetini vermişti.
HasanHüsâmeddîn Uşâkî, bu yolları birleştirerek Uşşâkiyye yolunu kurdu. Pâdişâh Sultan
Üçüncü Murâd Han'ın emriyle Kâğıthâne civârında Hasan Hüsâmeddîn Uşâkî Efendi için bir
dergâh inşâ edildi. Burada uzun zaman kalarak çok talebe yetiştirdi. Sohbetlerinde çok
kimseler kemâle (olgunluğa) ulaştı. Hilâfet verdiği talebelerini Anadolu'nun çeşitli yerlerine
halka, İslâmiyet'in emir ve yasaklarını anlatmaları için gönderdi. (Hüseyin Vassâf Halvetî)
UTANMA:
Âr, hayâ. (Bkz. Hayâ)
UZEYR ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamber veya velî. Mûsâ aleyhisselâmın dîninin
hükümlerini İsrâiloğullarına tebliğ etti.
Peygamber olup olmadığı Kur'ân-ı kerîmde açıkça bildirilmedi. Babası Şureyha, Hârûn
aleyhisselâmın neslindendir. Kur'ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ tarafından öldürülüp yüz sene
sonra tekrar diriltildiği haber verilmiştir.Bu sebepten İsrâiloğulları ona "Allah'ın oğlu" diye
iftirâda bulunmuşlardır.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Yâhut o kimse gibisini görmedin mi? O kimse (Uzeyr aleyhisselâm) bir karyeye
(beldeye, kendi eski vatanı olan Kudüs'e) uğramıştı. O karyenin ise tavanları çökmüş,
onların üzerine duvarları yıkılmıştı. (Uzeyr aleyhisselâm bu hâli görünce pek müteessir olup
üzüldü.) Allahü teâlâ bu ölümden sonra nasıl diriltecek diyordu.Bunun üzerine Allahü
teâlâ o kimseyi (Uzeyr aleyhisselâmı) yüz sene ölü bıraktı. (Hayattan mahrûm etti. Onun
bedenini, yiyecek ve içeceğini insanların ve hayvanların gözlerinden gizledi. Yüz sene sonra)
onu (Uzeyr aleyhisselâmı) yeniden diriltti. Allahü teâlâ (veya vazîfeli melek) ona dedi
ki:"Ne kadar kaldın? (ne kadar zaman geçti). O da (Uzeyr aleyhisselâm da kendisini uykuda
imiş gibi zannederek) "Bir gün veya bir günden daha az kaldım." dedi. Allahü teâlâ (vahy
ederek veya melek vâsıtasıyla) buyurdu ki: "Hayır yüz sene kaldın. Yiyeceğin ve içeceğine
bak ki onlardan hiçbiri bozulmamış. Merkebine de bak (o ne hâle gelmiş, parça parça olan
kemikleri vücûdundan nasıl ayrılmış)ve seni insanlara bir âyet (delil) kılmak için böyle
öldürüp dirilttik ve (merkebin) kemiklerine bak. Onları nasıl birbirine birleştiriyoruz.
Sonra da onlara et giydiriyoruz. Vaktâ ki o ölmüş, etleri çürümüş, kemikleri parça parça
olup kaybolmuş olan merkeb, Allahü teâlânın kudretiyle tekrar dirilip yürüdü. (Bu hakîkat,
ölülerin diriltilmesi husûsu ve Allahü teâlânın kudretinin üstünlüğü Uzeyr aleyhisselâma)
tebeyyün etti (gözleriyle görüp müşâhede etti) ve dedi ki: "Ben bilirim ki şüphesiz Allahü
teâlâ her şeye kâdirdir." (Bekara sûresi: 259)
Uzeyr aleyhisselâm, Hârûn aleyhisselâmın neslinden olan Şureyha'nın oğludur. Küçük
yaşından îtibâren Tevrât'ı öğrenmiş olan Uzeyr aleyhisselâm, Bâbil hükümdârı Buhtunnasar'ın
Kudüs'ü işgâl ettiği sırada esîr alınıp Bâbil'e götürüldü. Bir müddet esârette kaldıktan sonra,
kurtularak Kudüs'e dönmek üzere yola çıktı. Kudüs yakınına gelince bir bahçede dinlenmek
için konakladı. Kudüs şehrinin harâb hâlini görüp bu şehir yeniden nasıl îmâr edilecek diye
düşündü. Allahü teâlâ onu öldürüp, yüz sene sonra tekrar diriltti. Uzeyr aleyhisselâm yeniden
îmâr edilmiş Kudüs şehrine gelip kendisinin Uzeyr olduğunu söyledi. İsrâiloğulları onun
Uzeyr olduğuna inanmadılar. Uzeyr aleyhisselâm Tevrât'ı ezberden okuyunca; "Bu kadar
uzun zamandan sonra Uzeyr'in Tevrât'ı ezbere okuması mümkün değildir" düşüncesiyle
"Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Uzeyr aleyhisselâm insanları Tevrât'ın emirlerine uymaya
çağırdı. Onların isyân ve günâhlarından dolayı tövbe etmelerini istedi. Allahü teâlânın şiddetli
azâbıyla korkuttu. Uzeyr aleyhisselâm vefât edinceye kadar İsrâiloğullarının arasında
bulundu. Onların işlerini yürüttü ve hak yola dâvet etmeye devâm etti. Uzeyr aleyhisselâmın
vefâtından sonra İsrâiloğullarının isyanları ve sapıklıkları iyice arttı. (Râzî, Kurtubî, Taberî)
UZLET:
Yalnız başına yaşama, insanlardan ayrılarak bir köşeye çekilme.
İslâm âlimleri zaman ve şartlara göre uzlet etmenin bâzan faydalı ve bâzan da zararlı
olduğunu bildirmişlerdir.
Mevki sâhibi olmak arzûsunu gideren en kuvvetli ilaç, uzlet etmektir. (Muhammed
Hâdimî)
Uzlet eden, insanların şerrinden kurtulur ve râhat olur. Çünkü insanların arasında
bulunduğu müddetçe, gıybet sıkıntısından ve onların sû-i zannından (kötü düşüncelerinden)
uzak olmaz. (İmâm-ı Gazâlî)
Kanâat eden, kimseye muhtâc olmaz, uzlet eden selâmete erer, hasedi bırakan mürüvvete
kavuşur. (Hasan-ı Basrî)
İnsanlara karışmakta ve haklarını yerine getirmekte bir çeşit tevâzu bulunur. Uzlette ise
bir çeşit tekebbür (kibirlenme) vardır. Hattâ uzletten sebep, mevki sevgisi ve tekebbür
olabilir. (İmâm-ı Gazâlî)
Bizim yolumuzun temeli sohbettir. Uzlette şöhret vardır. Şöhret de âfettir. (Hâce
Behâüddîn Buhârî)
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.