(Hicret’in 9. senesi Muharrem ayı)
Bu tarihe kadar birçok kabile İslam’la şereflenmiş, birçok memleket de İslam topraklarına katılmıştı. Bu memleketlerin idaresi ve halkına mükellefiyetlerinin bildirilmesi gerekiyordu.
Bu maksatla Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicret’in 9. yılı Muharrem ayında İslam memleketlerinden bazılarına vâliler ve halktan zekât toplamak için de zekât tahsil memurları tayin edip gönderdi.[1]
Resûl-i Ekrem’in, gönderdiği vâli ve zekât tahsil memurlarına emir ve tavsiyeleri şu idi:
“Halkın kusurlarına karşı affedici davranınız ve en iyi mallarını almaktan sakınınız!”[2]
Yemen’in güzel kasabalarından biri olan San’a ve yine Yemen’in Hadramut bölgesi ile Süleymler, Müzeyneler, Cüheyneler, Kilaboğulları, Ka’boğulları, Resûl-i Ekrem Efendimizin vâli ve zekât memurları gönderdiği memleket ve kabilelerden bazıları idi.[3]
Bu vâliler, idarî işlerle meşgul olmaktan başka, halk arasında çıkan davalara da bakıyorlar, onları İslamî hükümlere göre halletmeye çalışıyorlardı.
Zekât memurları ise, gittikleri kabilelere İslam’ın zekât mükellefiyetini anlatarak, zenginlerinin bu malî ibadeti yerine getirmeleri gerektiğini bildiriyorlardı.
Bazı kabileler bu mükellefiyetlerini seve seve yerine getirdiler. Bir kısım kabileler ise önce bu malî mükellefiyeti ağır bularak memurları hoş karşılamadılar; ancak sonradan bu hareketlerinden vazgeçerek zekâtlarını vermeye başladılar.
MEDİNE’YE AKIN AKIN HEYETLERİN GELMEYE BAŞLAMASI
Mekke’nin fethi, İslam’ın en parlak ve şerefli bir zaferiydi. Çünkü bu fetihle, senelerden beri Hz. Resûlullah ile Kureyş müşrikleri arasında süregelen amansız mücadele İslam’ın galibiyetiyle netice bulmuştu.
Arabistan’daki kabileler de yıllardan beri devam edegelen bu çetin mücadeleyi yakından ve dikkatle takip etmişlerdi. Önce, bu mücadelede Resûl-i Kibriya’yı kavmi olan Kureyşlilerle başbaşa bırakmayı tercih etmişler ve “Onu kavmi olan Kureyşlilerle başbaşa bırakınız. Eğer, o, kavmine galip gelirse, şüphesiz kendisi sözünde doğrudur ve peygamberdir”[4]demişlerdi.
İşte, etraftaki kabilelerin yakından takip ettikleri bu şiddetli mücadele, Mekke’nin fethiyle İslam’ın üstünlüğü, şirkin mağlubiyet ve perişanlığı ile son bulmuştu.
Artık onlar için tek yol kalmıştı: İslam’ın şefkatli sînesine bir an evvel koşmak!
Gayet iyi biliyorlardı ki Mekkeli müşriklerin bunca düşmanlık ve kuvvetlerine rağmen söndüremedikleri bir davayı kendileri de söndüremezler ve onun yayılmasını engelleyemezler.
Bu sebeple, Mekke’nin fethini takip eden günlerde, Hicret’in 9. yılı başlarında civar kabilelerin Müslüman olmak için Medine’ye akın akın geldikleri görülüyordu. Bu sebeple bu yıla “Heyetler Yılı” adı da verilmiştir.[5]
Gelen bu heyetlerin hepsini Peygamber Efendimiz, gayet güzel karşılıyor ve onlara izzetü ikramda bulunuyordu. Bu heyetlerin içinde her sınıftan insan vardı. Hepsi de Resûl-i Ekrem’in yüksek ahlâk ve faziletine, ashabının nâzik ve insanî hareket ve davranışlarına hayran kalarak yurtlarına dönüyorlardı.
Benî Temîm Heyeti Medine’de
Hz. Resûlullah, Hicret’in 9. senesi Muharrem ayı başlarında ashaptan Büsr b. Süfyân’ı, Huzaalılardan Benî Ka’b kabilesine, zekâtlarını almak üzere göndermişti.
Ka’boğulları, gelen memura teslim etmek üzere hayvanlarından düşen zekâtı bir tarafa ayırmışlardı. Fakat aynı yerde oturan Temim kabilesi, oldukça fazla olan bu hayvanların verilmesine karşı çıkmış, hatta kılıçlarını sıyırarak Büsr Hazretlerini öldürebileceklerini bile izhardan çekinmemişlerdi. Bunun üzerine Büsr (r.a.), Medine’ye dönerek durumu Resûl-i Ekrem Efendimize anlatmıştı. Allah Resûlü de elli kadar bedevî süvariyle Uyeyne b. Hısn’ı, Temimoğulları üzerine göndermişti. Uyeyne b. Hısn, Temimoğulları üzerine aniden baskın yapmıştı. Birçok ganimet malıyla birlikte on bir erkek, yirmi kadın ve otuz kadar da çocuk esir edip Medine’ye geri dönmüştü.[6]
Uyeyne b. Hısn’ın Medine’ye dönmesinden az sonra idi.
Zekât vermemekte direnen Temimoğullarından bir heyet, çıkıp Peygamber Efendimizin huzuruna geldi. İçlerinde meşhur hatib ve şâirleri de vardı. Gayeleri, esirlerini geri almaktı.
Peygamber Efendimiz, onlara, “Ne istiyorsunuz?” diye sordu.
“Biz Temim kabilesindeniz” dediler. “Sizinle şiir ve övünme yarışı düzenleyelim diye şâir ve hatiblerimizi getirdik!”
Hafifçe tebessüm eden Efendimiz, “Ben şiir söylemekle vazifelendirilmediğim gibi, övünmekle de emredilmedim; bunu yapamam. Fakat haydi neyiniz varsa ortaya dökün de görelim!” buyurdu.
Bunun üzerine Benî Temîm’in, Utarid adındaki hatibi ayağa kalkarak, kavim ve kabilesini övdükten sonra, “Bizimle fazilet yarışına çıkacak kimse, saydıklarımızın bir benzerini saysın, döksün, bakalım!” diyerek meydan okudu.
Benî Temîm hatibinin sözlerini bitirip yerine oturmasından sonra, Resûl-i Kibriya, Sâbit b. Kays’a, “Kalk, şunun konuşmasına karşılık ver!” diye emretti.
Sâbit (r.a.), ayağa kalktı. Önceden hiçbir hazırlığı olmadığı halde, Cenab-ı Hakk’ın büyüklüğüne ve Resûlullah’ın medh ve senâsına dair, Temimlileri bile hayrette bırakan gayet belâgatli ve tesirli bir hitabede bulundu. Hz. Sâbit şöyle diyordu:
“...
“Hamdolsun Allah’a ki gökleri ve yeri yaratan ve onlardaki hükmünü yürüten O’dur.
“Hiçbir şey yoktur ki O’nun fazl ve kereminin eseri olmasın!
“Bizim her tarafta galip gelişimiz ve hâkim oluşumuz da O’nun kudretinin eseridir.
“O, insanların arasından en hayırlısını seçerek peygamber göndermiştir; ki o peygamber, baba tarafından insanların en şereflisi, söz cihetinden en doğru sözlüsü, ana tarafından ise en üstünüdür! Allah, ona kitabını indirmiş, onu kullarının emini ve mu’temedi, cihanın da güzidesi ve seçkini kılmıştır!
“...”[7]
Sıra, şâirlerin maharetlerini ortaya dökmesine gelmişti.
Önce, Benî Temîm şâirlerinden biri ayağa kalkarak kendilerini medheden bir kaside sundu.
Adam şiirini bitirir bitirmez, Resûl-i Ekrem, şâiri Hasan b. Sâbit’e, “Kalk yâ Hasan! Şu adamın şiirine karşılık ver!”[8]diye emretti; sonra da, “Allah Teâlâ, Resûlünü müdafaa ederken, Hasan’ı, muhakkak Cebrail’le destekler!” buyurdu.
Kâinatın Efendisini müdafaa etmenin şerefini yüklenen Hz. Hasan, aşk ve heyecan içinde ayağa kalktı. Aynı vezin ve kafiyede uzun bir şiirle Temimli şâire cevap verdi. Şiirinde İslam’ın müstesna güzelliğini, yücelik ve faziletini veciz ve açık bir ifadeyle dile getirdi.
Müslüman hatib ve şâirin, Temimoğulları şâir ve hatibinden çok daha güzel birer hutbe ve şiir sunmaları, hem Peygamber Efendimizi hem de orada bulunan sahabeleri sevindirdi. Buna karşılık, Temim heyeti, İslam şâir ve hatibinin, kendilerinkinden daha üstün olduğunun belli olması karşısında sustular. İleri gelenlerinden olan Akra b. Hâbis ise, şöyle demekten kendini alamadı:
“Allah’a yemin ederim ki bu zâta (Hz. Peygambere) her zaman gaybdan yardım ediliyor. O, muhakkak muvaffak olacaktır. Her şeyde, herkese üstün gelmektedir. Onun hatibi hatibimizden, şâiri de şâirimizden daha üstündür. Sesleri de seslerimizden daha canlı ve gürdür!”[9]
Daha sonra Akra b. Hâbis, Hz. Resûlullah’ın yanına yaklaştı ve şehâdet getirerek Müslüman oldu. Onun Müslüman oluşunu diğerleri takip etti.[10]
Bunun üzerine, Resûl-i Ekrem, heyettekilerin her birini birer hediyeyle taltif ettiği gibi, alınmış olan bütün esirlerini de kendilerine geri verdi.[11]
Benî Esed Heyeti Medine’de
Hicret’in 9. senesi Muharrem ayı idi.
Medine’ye gelen heyetlerden biri de, on kişilik Benî Esed kabilesi heyeti idi. Müslüman olduklarını Resûl-i Ekrem Efendimize arz ettikten sonra, “Yâ Resûlallah! Herkes kıtlık ve kuraklık içinde sıkıntıdan kıvranırken, biz kendi rızamızla kalkıp geldik. Başka kabileler gibi seninle harp etmeden Müslüman olduk!” diye konuştular.[12]
Bu sözleriyle, Peygamber Efendimizin, Müslüman olduklarından dolayı kendilerine minnettar kalması gerektiğini ifade etmek istiyorlardı; bu minnettarlık sebebiyle de bol ihsana mazhar olmayı ümit ediyorlardı. Henüz Müslüman olduklarından ve İslam’ın engin ruhuna vâkıf bulunmadıklarından dolayı bu tarz bir tavır takındıkları muhakkaktı.
Hâlbuki, iman etmekle ancak kendilerine fayda temin etmiş oluyorlardı. Bu sâyede ebedî hayatlarını mahvolmaktan kurtarmış sayılıyorlardı. İman etmekle Resûl-i Ekrem’in şahsına elbette hiçbir fayda temin etmiş değillerdi. Bu sebeple bu tarz davranışları yersizdi ve İslam ruhuna uygun değildi. Nâzil olan ayet-i kerime, bunu ortaya koydu:
“(Ey Resûlüm!) İslam’a girdiklerini senin başına kakıyorlar! Onlara de ki: ‘Müslüman oluşunuzu başıma kakmayınız. Doğrusu, sizi imana hidayet buyurduğundan Allah sizin başınıza kakar; eğer imanınızda sâdık kimseler iseniz!”[13]
Mü’minin vazifesi, kâinatta en büyük ve en yüksek hakikat olan imanı elde etmiş olmasından dolayı, Cenab-ı Hakk’a şükür ve hamddır. Bunun dışında imanına mukabil hiçbir maddî mânevî menfaat beklememeli, hatta kalben arzu etmemelidir. Zira, iman nimetine kavuşmanın ve Müslümanlık şerefiyle şereflenmenin karşılığı olarak verilecek mükâfat uhrevîdir. Ancak o âlemde Cenab-ı Hak, fazl ve keremi ile bu eşsiz mükâfatı ihsan eder.
İman ve Kur’an’a âit hizmetlerin sevab ve mükâfatları da uhrevîdir, ahirette verilir. Binaenaleyh, hem iman edip Müslüman olan, hem de Kur’an’a ve İslamiyete hizmet eden Müslüman, bu hizmetlerinden dolayı dünyevî bir mükâfat ve menfaat beklememelidir. Bekleyip kalben arzu ettiği takdirde dindeki ihlâsını kaybetmiş sayılır. İhlâsın zâyî olması ise, ibadetlerin makbuliyet sırrını ortadan kaldırır; Allah korusun, insanı mânen müflis duruma sokabilir. Bunun yanında, iman ve Kur’an’a hizmet eden bir insan, istemediği ve kalben arzu etmediği halde maddî bir mükâfata bu hizmetinden dolayı nâil olsa, bunu Cenab-ı Hakk’ın kendisine bir ihsanı bilip verenlerin minneti altına girmemelidir; ayrıca “Bu maddî menfaat ve ücret dinî hizmetimden dolayı veriliyor” hissine de kapılmamalıdır.
TAYY KABİLESİ PUTHÂNESİNİN YIKTIRILMASI
Tayy kabilesi, fevkalâde cömertliği dillere destan olan meşhur Hâtem-i Taî’nin kabilesi idi. Yemen’de otururlardı.
Hicret’in 8. senesinde Hâtem-i Taî vefat etmiş, kabile reisliğini oğlu Adiyy üzerine almıştı.
Mekke’nin fethinden sonra Arabistan’ın her tarafı putlardan temizlenip puthâneler yıktırılırken, bu kabilenin puthâneleri henüz duruyor ve Füls (Fels) adındaki putları da yıktırılmamış bulunuyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicret’in 9. yılı Rebiülâhir ayında Hz. Ali’yi ensarın ileri gelenlerinden yüz elli kişilik bir kuvvetle Füls’ü yıkmaya gönderdi.[14]
Hz. Ali, emrindeki mücahitlerle Tayy kabilesi yurduna vardı. Tayyoğulları, mücahitlere karşı koydular. Çarpışma meydana geldi. Düşman birçok kayıp verdi. Müslümanlar çarpışmadan galip çıktılar ve birçok esirle bol miktarda ganimet malları elde ettiler. Bu arada, Tayyoğulları puthânesi de bir daha onarılmayacak bir şekilde mücahitler tarafından yıkıldı; putları Füls ise parçalanarak yakıldı.[15]
Kabile reisi Adiyy b. Hâtem, henüz Hz. Ali gelmeden durumu haber almış ve Suriye tarafına kaçmıştı; bu sebeple ele geçirilememişti. Ancak esirler arasında Hâtem-i Taî’nin Seffâne adındaki kızı vardı.[16]
Seffâne’nin İsteği
Hz. Ali, memur olduğu vazifeyi yerine getirdikten sonra esir ve ganimet malları ile Medine’ye döndü.
Esirler arasında bulunan Seffâne, Mescid-i Nebevî’nin kapısında bir odaya konuldu. Oldukça zeki, ağırbaşlı bir kadındı. Günün birinde Resûl-i Ekrem bu odanın yanından geçerken, Seffâne ayağa kalkarak, “Yâ Resûlallah! Babam dünyadan göçmüş, kardeşim ise kaçmış bulunuyor! Kurtulmak için verecek hiçbir şeyim yok. Hürriyete kavuşmam için yüksek affına, merhamet ve şefkatine sığınıyorum!”[17]dedi.
Resûl-i Ekrem, kim olduğunu sorunca, Seffâne kendisini şöyle tanıttı:
“Yâ Resûlallah! Ben, aileleri koruyan, esirlerin esaret bağlarını çözen, açları doyuran, çıplakları giydiren, misafirleri ağırlayan, yemekler yediren, selamlaşmayı yayan Hâtem-i Taî’nin kızıyım!”
Seffâne’nin kendisini böyle tanıtmasından memnun olan Resûl-i Ekrem, “Ey kadın! Bu saydıkların, gerçekten mü’minlerin sıfatlarıdır! Keşke baban Müslüman olsaydı da, onu rahmetle ansaydık!”[18]buyurdu.
Bu sözleriyle, Peygamber Efendimiz, mühim bir gerçeği ortaya koyuyordu. “Her kâfirin her vasfının kâfir olması gerekmediği” gerçeğini... Evet, Hâtem-i Taî, Müslüman değildi ve Müslüman olmadan da ölmüştü. Ama yukarıda zikredilen sıfatları Müslüman sıfatıydı. Resûl-i Ekrem de bu sözleriyle Hâtem’in bu Müslümanca sıfatlarını takdirle karşılıyordu. Bunu takdir etmekle kalmayıp Seffâne’yi de serbest bırakarak hürriyetine kavuşturdu. Lâyık olandan şefkat ve merhametini, af ve safhını asla esirgemeyen Resûl-i Kibriya, bununla da kalmadı; Seffâne’ye bol bol ikramda bulundu: Ona, elbise ve yol harçlığı vererek, güvenilir bir kafileyle de Şam’a, kardeşinin yanına gönderdi.[19]
Doğruca Şam’a varan Seffâne, derhal kardeşini buldu. Peygamberimizden gördüğü insanî muameleyi anlattı. Kız kardeşine yapılan bu şefkatli muamele, Adiyy’in mana âleminde dalgalanma meydana getirdi ve “Bu zât hakkındaki fikrin nedir?” diye sordu. Fahr-i Âlem’in mübarek simalarını bir kerecik gören ve onun bir tek insanî muamelesine mazhar olan Seffâne[20]tereddüt etmeden, “Bana sorarsan” dedi. “Hemen gidip ona tâbi olmanı tavsiye ederim!”
Adiyy, bir müddet düşünceye dalınca, kız kardeşi buna hiç gerek olmadığını, şu sözleriyle belirtti:
“Neden düşünüp duruyorsun? Eğer peygamberse, ona bir an evvel tâbi olur, büyük hayır ve fazilete erersin; yok, eğer hükümdar ise, hiçbir şey kaybetmezsin, Yemen’deki saltanatın yine elinde kalır. Üstelik, hor ve hakir de görülmezsin!”[21]
Adiyy, kız kardeşinin tavsiyesini uygun buldu; derhal Medine’ye gelerek, Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı.
Babası gibi meşhur olan bu zâtı, Hz. Resûlullah, evinde ağırlayıp misafir etmek istiyordu.
Mescitten çıkıp hâne-i saadetlerine doğru beraber yürüdüler. Bu sırada önlerine bir kadın çıktı. Kadın, ihtiyacı için uzun uzadıya konuştu. Hz. Resûlullah, sabırsızlık göstermeden ve rahatsızlık duymadan onu dinliyordu. İhtiyar kadına karşı Efendimizin bu güzel muamelesini ve nezaketini müşâhede eden Adiyy, yalnız kendisine işittirmek istiyormuşçasına mırıldandı: “Vallahi, o hükümdar değildir!” Kala kala ikinci ihtimal kalmıştı: “Öyle ise peygamberdir!” ihtimali...
Beraberce hâne-i saadete vardılar. Efendimiz, Adiyy’i deriden bir şiltenin üzerine oturtmak istedi. Ancak o, buna râzı olmadı. Oraya oturmaya kendisinin lâyık olduğunu söyledi. Fakat Peygamberimiz oturmadı ve yine onun oturması için ısrar etti. Bu ısrar üzerine Adiyy, deriden şiltenin üzerine geçip oturdu. Hz. Resûlullah ise, bu değerli misafiri karşısında çıplak yerde oturdu. Efendimizin tevâzuunu ve misafire karşı gösterdiği alâka ve nezaketini ortaya koyan bu davranışı, Adiyy’in gönlünü biraz daha yumuşattı ve imana bir nebze daha yaklaştırdı.
Bundan sonra Hz. Resûlullah, onu Müslüman olmaya davet etti. Bu davetini üç defa tekrarladı. Ne var ki Adiyy, bu davete o anda müspet cevap vermekten kaçındı. “Ben” dedi. “Hıristiyanım!”
Bunun üzerine Kâinatın Efendisi şöyle konuştu:
“Ey Adiyy! Belki de, ‘Onun dinine insanların zayıf, fakir ve güçsüz kimseleri giriyor’ diye söylenmiş olmasından dolayı İslam’a girmekten geri duruyorsun! Vallahi, öyle bir gün gelecek ki o Müslümanlar, bol servete kavuşacaklar, hatta mala talip olacak kimse bile bulamayacaklardır!
“Yine ‘Müslümanlar az, düşmanları çok’ diye düşünmüş olabilir ve bunun için de Müslüman olmaktan çekiniyor olabilirsin!
“Sen Hiyere’yi bilir misin? İşte bu din, öylesine bir emniyet, bir âsâyiş temin edecek ki bir kadın tek başına, Allah korkusundan başka hiçbir korku duymayarak, Hiyere’den kalkıp Kâbe’yi tavaf etmeye gidecektir!”[22]
Bu konuşma, Adiyy’in gönül kapısını İslam’a açtı ve orada Müslüman olmakla şereflendi.
Ashab-ı kiramın büyüklerinden olan Adiyy b. Hâtem, işte bu zattır.
______________________________________________________
[1]İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 246; İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 160.
[2]Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 216.
[3]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 246-247; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 160.
[4]İbn Sa’d, Tabakat, c. 7, s. 89; İbn Kesir, Sîre, c. 4, s. 72.
[5]İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 205; İbn Kesir, a.g.e., c. 4, s. 76.
[6]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 161.
[7]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 208.
[8]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 208-209; Taberî, Tarih, c. 3, s. 151.
[9]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 212; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 152.
[10]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 212; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 152.
[11]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 212-213; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 294.
[12]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 292; İbn Kesir, a.g.e., c. 4, s. 170.
[13]Hucurat, 17.
[14]İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 164; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 227.
[15]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 164.
[16]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 164; İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 7, s. 143.
[17]İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 226; İbn Kesir, Sîre, c. 4, s. 124.
[18]Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 224.
[19]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 225-226; Taberî, Tarih, c. 3, s. 149.
[20]İbn Esir, Üsdü’l-Gabe adlı eserinde, Seffâne’nin Müslüman olduğunu ve güzel amellerle İslamiyetini geliştirdiğini kaydeder (bkz. c. 7, s. 143).
[21]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 227; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 149.
[22]İbn Hacer, el-İsabe, c. 2, s. 468; İbn Esir, a.g.e., c. 3, s. 393.
[2]Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 216.
[3]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 246-247; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 160.
[4]İbn Sa’d, Tabakat, c. 7, s. 89; İbn Kesir, Sîre, c. 4, s. 72.
[5]İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 205; İbn Kesir, a.g.e., c. 4, s. 76.
[6]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 161.
[7]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 208.
[8]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 208-209; Taberî, Tarih, c. 3, s. 151.
[9]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 212; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 152.
[10]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 212; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 152.
[11]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 212-213; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 294.
[12]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 292; İbn Kesir, a.g.e., c. 4, s. 170.
[13]Hucurat, 17.
[14]İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 164; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 227.
[15]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 164.
[16]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 164; İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 7, s. 143.
[17]İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 226; İbn Kesir, Sîre, c. 4, s. 124.
[18]Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 224.
[19]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 225-226; Taberî, Tarih, c. 3, s. 149.
[20]İbn Esir, Üsdü’l-Gabe adlı eserinde, Seffâne’nin Müslüman olduğunu ve güzel amellerle İslamiyetini geliştirdiğini kaydeder (bkz. c. 7, s. 143).
[21]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 227; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 149.
[22]İbn Hacer, el-İsabe, c. 2, s. 468; İbn Esir, a.g.e., c. 3, s. 393.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.