KABA KUŞLUK (Dahve-i Kübrâ):
Oruç müddetinin yarısı, öğleden bir saat evvelki zaman. (Bkz. Dahve-i Kübrâ)
KABA NECÂSET:
İnsandan çıkınca abdesti veya guslü gerektiren her şey, eti yenmeyen hayvanların, (yarasa
hâriç) ve yavrularının yüzülmüş, dabağlanmamış derisi, eti, pisliği ve bevli ile süt çocuğunun
pisliği, bevli ve ağız dolusu kusmuğu, insanın ve bütün hayvanların kanı ile şarab, leş, domuz
eti ve kümes ve yük hayvanlarının, koyun ve keçinin pisliği. (Bkz. Necâset)
Deride, elbisede, namaz kılınan yerde, dirhem miktarı veya daha çok kaba necâset yoksa,
namaz sahîh olur ise de dirhem miktarı bulunursa tahrîmen mekruh olur ve bunu yıkamak
vâcibdir. Dirhemden çok ise yıkamak farzdır. Az ise sünnettir. Şarabın damlasını da yıkamak
farzdır, diyen âlimler de vardır. Necâset (pislik) miktarı bulaştığı zaman değil, namaza
dururken olan miktarıdır. Dirhem miktarı kaba necâsette dört gram ve seksen santigram
ağırlıktadır. Akıcı necâsetlerde açık el ayasındaki suyun yüzü genişliği kadar yüzeydir. (İbn-i
Âbidîn)
KÂBE-İ MUAZZAMA:
Yeryüzünde yapılan ilk mâbed. Müslümanların kıblesi. Arabistan'ın Mekke-i mükerreme
şehrindeki Mescid-i Harâm'ın ortasında bulunan taştan yapılmış dört köşeli binâ. Beytullah,
Beyt-ül-haram, Bekke, Beyt-ül-atîk, Hâtime, Basse, Kadîs, Nâzır, Karye-i Kadîme adları ile
de anılmıştır.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâ, Kâbe'yi, o Beyt-i Harâm'ı insanlar için din işlerinde bir düzen ve dünyâda
cinâyetten emin bir yer kıldı. (Mâide sûresi: 97)
Kâbe-i muazzamaya bakmak sevâbdır. İlk görüldüğünde yapılan duâlar kabûl olunur.
Peygamber efendimiz aleyhisselâm Kâbe-i muazzamayı gördüğü zaman; "Ey Allah'ım! Bu
beytin şerefini, saygısını, heybetini arttır. Hac ve umre yapanların da şerefini, din
gayretini, azametini (büyüklüğünü) ve keremini (cömertliğini) ziyâde et" diye duâ ederdi.
(Ezrâkî)
Kâbe-i muazzamayı, ilk olarak meleklerin yardımıyla Âdem aleyhisselâm inşâ etti. Nûh
aleyhisselâm zamânındaki tûfana kadar zaman zaman tâmir edildi. Tûfandan sonra, İbrâhim
aleyhisselâmın, zamânına kadar yeri belirsiz olarak kaldı. İbrâhim aleyhisselâm oğlu İsmâil
aleyhisselâmla birlikte Allahü teâlânın emriyle Kâbe-i muazzamayı yeniden inşâ etti. İbrâhim
aleyhisselâmdan sonra zaman zaman yıkılıp yeniden inşâ edilen Kâbe-i muazzama,
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem otuz beş yaşındayken, Mekkeliler
tarafından, 683 (H.64)te Eshâb-ı kirâmdan (Peygamber efendimizin arkadaşlarından)
Abdullah bin Zübeyr ve Emevî halîfelerinden Abdülmelik bin Mervân'ın Mekke vâliliğine
tâyin ettiği Haccâc bin Yûsuf tarafından tekrar inşâ edildi. (Ezrâkî)
Kâbe-i muazzama 17 metre yükseklikte olup, dört köşe ve taştandır. Kuzey duvarı 8,8,
güney duvarı 7, doğu duvarı 11,9, batı duvarı 12,8 m. uzunluğundadır. Doğu ve güney
duvarları arasındaki köşede Hacer-ül-esved taşı vardır. Kâbe-i muazzamanın doğu duvarında
bir kapı vardır. (Eyyûb Sabri Paşa)
KÂBE KAVSEYN:
Peygamber efendimizin Mîrac gecesinde bilmediğimiz bir şekilde Allahü teâlâya
yakınlığından kinâye olan bir tâbir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O (Muhammed aleyhisselâm) Rabbine Kâbe Kavseyn veya daha yakın oldu. (Necm
sûresi: 9)
Ehl-i sünnet âlimleri buyurdu ki: "Mîrâc, ruh ve cesed birlikte olarak Mekke-i
mükerremeden Kudüs'e ve oradan yedi kat göke, sonra Sidre denilen yere ve Sidre'den Kâbe
Kavseyn makâmına uyanık olarak, gece bir anda götürülmüş ve getirilmiştir. Bunu yapan,
Allahü teâlâdır ve ancak O yapabilir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Peygamber efendimiz Kâbe Kavseyn makâmına varınca ne Cebrâil aleyhisselâm ve ne de
başka hiçbir vâsıta olmadan doğrudan doğruya Allahü teâlâ O'na vahyetti, bildireceğini
bildirdi. Beş vakit namaz bu sırada Farz kılındı. (Fahreddîn Râzî)
Kâbe Kavseyn tahtının Sultânı sen, ben bir hiçim,
Misafirinim dememi saygısızlık sayarım.
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
KÂBİD (El-Kâbid):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ölürken rûhları bedenlerden
alan, verdikleri sadakaları zenginlerden kabûl eden.
El-Kâbid ism-i şerîfini söyleyen, elem ve sıkıntılardan kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)
KABR (Kabir):
Ölen insanın defnedilmesi, gömülmesi için kazılan yer, mezar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, rüzgârı, rahmeti olan yağmurdan önce müjdeci gönderir. Rüzgârlar, ağır
olan bulutları sürükler. Bulutlardan ölü olan toprağa su yağdırırız. O yağmurlu yerden
meyvalar çıkarırız. Ölüleri de kabirlerinden böyle çıkaracağız. (A'râf sûresi: 56)
Kabir, Cennet bahçelerinden bir bahçe, yâhut Cehennem çukurlarından bir çukurdur.
(Hadîs-i şerîf- Ahvâl-ül-Kubûr)
Meyyit kabre konduğu zaman, amelleri onun etrâfını sararlar. Allahü teâlâ, o amelleri
konuşturur. Ameller şöyle der: "Ey bu kabirde yapayalnız kalan kul! Dostların,
çoluk-çocuğun senden ayrılıp, gittiler. Bugün senin benden başka bir arkadaşın ve yakının
yok. (Yezîd Rakkâşî)
Kabir hergün beş defâ; "Ben, yalnızlık yeriyim. Bana gelecek kişi Kur'ân-ı kerîm
okuyarak kendine arkadaş edinsin. Ben karanlık yeriyim, bana gelecek kişi, namaz kılarak
beni aydınlatsın. Ben, altı-üstü toprak olan bir yerim. Bana gelen sâlih amel ile gelip yatağını
hazırlasın. Ben, yılanı ve çıyanı içimde barındıran bir yerim. Bana gelen tiryâk ile gelsin. O
tiryak da; Besmele-i şerîf ve çok gözyaşı dökmektir. Ben, Münker ve Nekir adındaki suâl
meleklerinin suâl soracakları bir yerim. Bana gelen onlara cevap verebilmek için (Lâ ilâhe
illallah Muhammedün Resûlullah) sözünü çok söylesin diye seslenir. (Muhammed bin Selâme
el-Mısrî)
Kabre yılanlar, dışardan gelir sanma. Sizin kötü amelleriniz, sizin için engerek yılanıdır.
Dünyâda iken yediğiniz haramlar da kabre yılan olarak gelir. (Ebû Mansur Abbâdî)
Kabr Azâbı:
Îmânsız ölenin ve günahkâr müslümanın kabre konulduktan sonra çektiği, nasıl olduğunu
bilemediğimiz azâb, cezâ.
Üzerinize idrâr sıçratmayınız! Çok kimseye kabir azâbı bundan olacaktır. (Hadîs-i
şerîf-Tezkire-i Kurtubî)
Gizleyebilseydiniz, bu kabirlerdeki azâbı duymanız için Allahü teâlâya duâ ederdim.
(Hadîs-i şerîf-Ahlâk-ul-Ulemâ)
Kabir azâbı, şu üç şeydendir: Gıybet, koğuculuk ve üzerine idrâr sıçratmak.
(Hadîs-i-şerîf-Letâif-ül-Meârif)
Ölmek istemeyiniz. Kabir azâbı çok acıdır. Ömrü uzun olup İslâmiyet'e uymak büyük
seâdettir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Kabir azâbı rüyâ gibi değildir. Kabir azâbı, azâbın görüntüsü değildir, azâbın kendisidir,
âhiret azâblarındandır. Dünyâ azâbına benzemez. Dünyâ azâbları, âhiret azâbları yanında hiç
kalır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kabir azâbı vardır. Kabir azâbı hem rûha, hem de bedene olacaktır. (İmâm-ı Muhammed
bin Hasen Şeybânî)
Kabr Hayâtı:
İnsanın ölüp kabre konmasından, kıyâmet koparak, mahlûkların diriltilmelerine kadar
geçen zaman.
Kabir hayâtı, dirilerin hayâtı gibi değildir. Dünyâ hayâtında hayâtın nizâmı için hem his
yâni duygu, hem de irâde ile hareket vardır. Kabir hayâtında ise, hareket etmek lâzım değ__________ildir.
Hattâ, kabir hayâtında hareket olmaması lâzımdır. O hayatta bulunanların, elem ve azâb
duymaları için, yalnız his etmeleri yetişir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kabir hayâtı insanlara göre değişir. "Peygamberler, kabirlerinde namaz kılarlar"
buyruldu. Peygamber efendimiz Mîrâc gecesinde Mûsâ aleyhisselâmın kabri yanından
geçerken, kabirde namaz kılarken gördü. Kabir hayâtı şaşılacak bir şeydir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kabr-i Seâdet:
Peygamber efendimizin mübârek kabr-i şerîfleri. Hücre-i seâdet de denir.
Kabr-i seâdetin bulunduğu yer hazret-i Âişe vâlidemizin odası idi. Peygamber efendimiz
burada vefât etti. "Peygamberler, vefât ettikleri yere defn edilirler" hadîs-i şerîfine uyularak
buraya defn edilmiştir. Burada, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'in kabr-i şerîfleri de
vardır. (Eyyûb Sabri Paşa)
Kabr Suâli:
Ölü defn edildikten sonra kabre gelen Münker ve Nekîr adlı iki meleğin meyyite îmândan
ve îtikâddan sordukları suâller. (Bkz. Münker ve Nekîr)
Ölü kabre konulunca, yanına iki melek gelir. Onu tutarlar. "Rabbin kimdir?" diye suâl
ederler. Ölü; "Rabbim Allahü teâlâdır" der. (Peygamber efendimizi kast ederek) "Size
gönderilen o zât kimdir?" diye suâl ederler. Ölü; "O, Allahü teâlânın Resûlüdür,
peygamberidir" der. "Bunu nereden biliyorsun?" derler. Ölü; "Allahü teâlânın kitâbı
Kur'ân-ı kerîmde okudum. O'na îmân ettim ve O'nu tasdîk ettim" der. (Hadîs-i
şerîf-Letâif-ül-Meârif)
Münker ve Nekir isminde iki melek; "Rabbin kimdir. Dînin nedir? Peygamberin kimdir?
Kıblen neresidir?" diye suâl sorarlar. Allahü teâlâ kimi muvaffak eder ve kimin kalbine hak
sözü yerleştirirse, der ki: "Sizi vekil ederek bana kim gönderdi ise, Rabbim odur. Benim
Rabbim Allah, peygamberim Muhammed aleyhisselâm, dînim dîn-i İslâm'dır." (Muhammed
bin Hüseyn el-Acurrî)
Mü'minlerden dokuz kimseye kabir suâli olmaz: Şehîd, düşman karşısında nöbette iken
ölen, vebâ, kolera gibi bulaşıcı hastalıktan ölen, böyle hastalıklar yayıldığı zaman kaçmayıp,
sabr ederek; başka sebeplerle ölen, sıddîklar, bâliğ (gusül abdesti alacak yaşa gelmiş)
olmayan çocuklar, Cumâ günü veya gecesi ölenler, her gece Tebâreke sûresini, Secde sûresini
okuyanlar ve ölüm hastalığında (İhlâs) sûresini okuyanlar. (İbn-i Âbidîn)
Kabr Ziyâreti:
Ölümü ve âhireti hatırlayıp ibret almak, mezarlıkta medfûn (gömülü) olanlara duâ etmek
ve Kur'ân-ı kerîm okumak ve velî olan ölülerin rûhlarından istifâde etmek maksadıyla bir
kabre veya mezarlığa gitmek.
Kabir ziyâretini önce yasaklamıştım. Şimdi ziyâret ediniz! Böylece dünyâya gönül
vermekten kurtulur, âhireti hâtırlarsınız. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Kabrimi ziyâret eden, beni diri iken ziyâret etmiş gibi olur. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Bir kimse mü'min kardeşinin kabrini ziyâret eder ve kabir yanında oturup selâm
verirse, meyyit onu tanır ve selâmına cevab verir. (Hadîs-i şerîf-Şevâhid-ül-Hak)
Kabrimi ziyâret edene şefâatim vâcib oldu. (Hadîs-i şerîf-Şifâ-üs-Sekâm)
Ölümü hatırlamak ve ölüden ibret almak için kabir ziyâret etmek ve sâlihlerin, velîlerin
kalblerinden bereketlenmek müstehâbdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Meyyitin çürüdüğünü, yanaklarının, dudaklarının döküldüğünü, ağzından pis suların
aktığını, karnının şişip patladığını, içine kurtların böceklerin dolduğunu düşünerek, ibret
almak için, kabir ziyâreti yapılır. (İmâm-ı Gazâlî)
Kabir ziyâretinin çok faydası vardır. Bir velînin kabrini ziyârete giden kimse, yolda hep
onu düşünür, ona teveccühü (kalben yönelmesi) her adımda artar, mezarı başına gelip
toprağını görünce, hep onunla meşgul olur. Teveccühü arttıkça, ondan istifâdesi artar. Evet,
ruhlar için bir mâni, perde yoktur. Onlar hatırlandığı her yerde Allahü teâlânın izniyle hazır
olurlar. Fakat dünyâda iken, yıllarca berâber bulunduğu beden o topraktadır. Onun için, rûhun
o toprağa uğraması, nazarı ve bağlılığı, başka yerlere olandan daha çoktur. (Alâüddevle
Semnânî)
KABRİSTÂN:
Mezarlık, ölülerin gömüldüğü yer.
Kabristâna giren kimse, Yâsîn sûresini okursa, o gün meyyitlerin azâbları hafifler.
Meyyitlerin sayısı kadar, ona da sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Habl-ül-Metîn)
Bir kimse, kabristândan geçerken on bir kerre İhlâs sûresini okuyup, sevâbını
meyyitlere hediye ederse, kendisine ölüler adedince sevâb verilir. (Hadîs-i
şerîf-Habl-ül-Metîn)
Dünyâ gamından, nefsin sıkıştırmasından hafifleyip kurtulmak istiyorsanız, kabristanları
sık sık ziyâret ediniz. (Hacı Bayram-ı Velî)
KABÛL:
Almak, râzı olmak. Alış-veriş, kirâlama, nikâh gibi sözleşmelerde yapılan teklife rızâ
göstermek.
Bir kimse birisine, falan malını bana şu kadar liraya sat diye yazıp, o da, o malı sattım
diye cevap yazsa, alış veriş sahîh, geçerli olmaz. Birincisinin kabul ettim diye tekrar yazması
lâzımdır. (Kayseri Müftîsi Mes'ûd Efendi)
Bir kimse Zeyd'e ve Amr'e şu malımı size 10 bin liraya sattım dese, yalnız Zeyd kabûl etse
alış veriş sahîh geçerli olmaz. (Abdürrahîm Efendi)
KABZ:
Teslim almak.
Küçük çocuğa yapılan bağışı, kendisi, anası veya velîsi kabz edebilir. (Abdullah-ı Mûsulî)
Hibe (karşılıksız bağışlanan ve hediyye edilen mal) kabz edilince mülk olur. Satın alınan
mal ise söz kesilince, kabz edilmeden evvel mülk olur. (Ali Haydar Efendi)
Kabz ve Bast:
Tasavvuf yolunda ilerleyenlerde görülen sıkıntı ve ferahlık.
Kabz (sıkıntı, daralma) ve bast (ferahlık ve genişlik) insanı uçuran iki kanat gibidir. Kabz
hâli gelince üzülmeyiniz. Bast sâhibi olunca da sevinmeyiniz. (İmâm-ı Rabbânî)
Hâllerin değişik olması mahlûkların sıfatıdır, özelliğidir. Temkîne yâni hâllerin
değişmemesine kavuşanlar da, az da olsa değişiklikten kurtulamaz. İnsan kabz ve bast
arasında değişir durur. (İmâm-ı Rabbânî)
Kabz ve bast, erbâb-ı kulûbda (tasavvuf yolunun başlangıcında bulunan evliyâda) hâsıl
olur ki, onlar başlangıç ehlidir. Müntehî (yolun nihâyetine varanlar) için kabz ve bast yoktur.
(Ahmed Fârûkî)
Bahâeddîn-i Nakşibend kuddise sirruh, kabz hâlinde istiğfârı yâni bağışlanmayı istemeyi,
bast hâlinde de şükretmeyi emretmiştir. (Mevlânâ Safî)
KADDESALLÂHÜ TEÂLÂ ESRÂREHÜMÜL'AZÎZ:
Daha çok tasavvuf büyüklerinin, evliyâ zâtların isimleri anılınca ve yazılınca söylenen
veya yazılan Allahü teâlâ onların kıymetli sırlarını temiz, mübârek eylesin mânâsına duâ ve
saygı ifâdesi. Bir kişi için Kaddesallahü sırrehü; iki kişi için Kaddesallahü sırrehümâ denir.
Kıyâmette yâni öldükten sonra diriltilip, dünyâda yapılan işlerin hesâbının verileceği gün;
önce Peygamberler aleyhimüssallevâtü vetteslîmât, sonra sâlih kullar, Allahü teâlânın sevdiği
ve kendilerinden râzı olduğu evliyâ-yı kirâm kaddesallahü teâlâ esrârehümül'azîz Allahü
teâlanın izni ile günahı çok olan mü'minlere şefâat edecek, onları azâbdan kurtaracaktır.
(İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ meleklere, cinlere çeşitli şekil alabilmek kuvveti verdiği için, çok sevdiği
evliyânın kaddesallahü esrârehümül'azîz rûhlarına da bu kuvveti vermektedir. Onlardan
birçoğu bir anda çeşitli yerlerde değişik işler yaparken görülmüşler, sıkıntı ve tehlikeli
durumlarla karşılaşanlar yardım istediklerinde, Allahü teâlânın izni ile onlara yetişmişlerdir.
Bu evliyânın kaddesallahü teâlâ esrârehümülazîz yaptıkları yardımdan bâzan haberi olmakta,
bâzan da olmamaktadır. (İmâm-ı Rabbânî)
Evliyâ-yı kirâm herkes gibi dört hak mezheb (Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî)den birine
tâbi olarak, uyarak yükselmişlerdir. Cüneyd-i Bağdâdî, Süfyân-ı Sevrî, Abdülkâdir-i Geylânî,
Hanbelî idi. Ebû Bekr-i Şiblî, Mâlikî idi. Cerîrî, Hanefî idi. Hâris-i Muhâsibî, Şâfiî idi.
kaddesallahü teâlâ esrârehüm. (Abdülhak-ı Dehlevî)
KA'DE-İ AHÎRE:
Namazda son oturuş.
Ka'de-i ahîrede; erkekler sağ ayağını dikip sol ayağı üzerine oturur. Kadınlar, teverrük
eder. Yâni kaba etlerini yere koyup ayaklarını sağ tarafından çıkararak oturur. (Halebî)
Ka'de-i ahîrede, tehiyyât duâsı okuyacak kadar oturmak farz, tehiyyat duâsını okumak ise,
vâcibdir. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
KA'DE-İ ÛLÂ:
Üç ve dört rekatli namazların ikinci rek'atındaki oturuş.
Ka'de-i ûlâda, oturmak vâcib, tahiyyat duâsını okumak ise, sünnettir. (Muhammed bin
Kutbüddîn İznikî)
Ka'de-i ûlâda Allahümme selli diyenlerin namazı bozulur. Çünkü salli yerine selli denince
mânâ bozulmakta dolayısıyle namaz da bozulmaktadır. (Abdülazîz Dehlevî)
KADER:
Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile, ilerde olacak hâdiseleri
ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi; alın yazısı. (Bkz. Kazâ ve Kader)
Kader, Allahü teâlânın bir sırrıdır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
Kader, tedbîr ile sakınmakla değişmez. Fakat kabûl olan duâ, o belâ gelirken korur.
(Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
Kader değişmez. Kazâ kadere uygun olarak meydana gelir. Kazâ her gün çok değişip
sonunda kadere uygun olunca yaratılır. (Ebüssü'ûd Efendi)
Kadere Rızâ:
İnsanın, Allahü teâlânın kendisi hakkında takdîr ettiği şeylere rızâ göstermesi, hoşnud
olması başına gelen belâ ve musîbetlere sabredip, boyun eğmesi.
Kendinize, evlâdınıza kötü duâ etmeyiniz. Allah'ın kaderine rızâ gösteriniz. Nîmetlerini
arttırması için duâ ediniz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İslâm dîni ve bütün semâvî (ilâhî) dinler her işin Allahü teâlânın takdîri ve irâdesi
(dilemesi) ile olduğunu bildirdi. Fakat insan bir işin ezelde (başlangıçsız öncelerde) nasıl
takdîr edildiğini bilmediği için, Allahü teâlânın emrine uyarak çalışması ve kadere rızâ
göstermesi lâzımdır. Kazâ ve kadere inanmak, kadere rızâ göstermek insanın çalışmasına
mâni olmaz, bilakis çalışmasını kamçılar. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
İnsan, başına gelen belâ ve musîbetlere sabretmeli, kadere rızâ göstermelidir. Allahü
teâlânın dostlarına dünyâ sıkıntılarının ve belâların gelmesi bunların günahlarının affolmasına
sebeb olur. Sözün doğrusu şudur ki, sevgiliden gelen her şeyi gülerek sevinerek karşılamak
lâzımdır. O'ndan gelenlerin hepsi tatlı gelmelidir. Sevgilinin sert davranması, ikrâm, ihsân ve
yükselmek gibi olmalıdır. Böyle olmazsa, sevgisi tam olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Dünyâda huzûr ve rahat kadere rızâ göstermektedir. (M. Sıddîk bin Saîd)
KADERİYYE:
Hicrî ikinci asırda Vâsıl bin Atâ tarafından kurulan ve "Kul kendi fiillerini kendi yaratır"
diyerek kaderi yâni işlerin, Allahü teâlânın takdîri ile olduğunu inkâr eden bozuk fırka. Bu
fırkaya Mu'tezile adı da verilir.
Kaderiyye (îtikâdında olanlar) bu ümmetin mecûsîleridir (ateşe tapanlarıdır). (Hadîs-i
şerîf-Ebû Ya'lâ)
Kaderiyye fırkasında olanlara selâm vermeyiniz. Hastalarını ziyâret etmeyiniz.
Cenâzesinde bulunmayınız, sözlerini dinlemeyiniz ve onlara sert cevab veriniz! Hakâret
ediniz. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Kaderiyye fırkasının dediği gibi, insan dilediğini, kendi yaratıyor zannetmek, "Her şeyi
yaratan Allahü teâlâdır" âyet-i kerîmesine inanmamak olur. (M. Hâlid-i Bağdâdî)
KÂDI:
İslâm hukûkuna göre hüküm veren hâkim.
Kâdılar üç kısımdır: Biri Cennet'te, ikisi Cehennem'dedir. Hakkı bilen ve ona göre
hüküm veren kâdı Cennet'tedir. Hakkı bilen fakat ona göre hüküm vermeyen kâdı
Cehennem'dedir. Bilmediği hâlde hüküm veren kâdı da Cehennem'dedir. (Hadîs-i
şerîf-İbn-i Mâce, Ebû Dâvûd, Tirmizî)
Kâdı yerine oturunca, onun yanına iki melek iner ve zulmetmedikçe ona yol gösterirler.
Onu muvaffak kılmaya çalışırlar. Eğer zulmederse, oradan ayrılıp kendi hâline bırakırlar.
(Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Kâdı da müftî gibi mutlak olarak Ebû Hanîfe'nin kavilleriyle (ictihadlarıyla, fetvâlarıyla)
amel etmeli, ondan sonra Ebû Yûsuf'un, ondan sonra İmâm-ı Muhammed'in, daha sonra
İmâm-ı Züfer ve Hasan ibni Ziyâd'ın fetvâlarıyla bu tertip üzerine hüküm vermelidir.
(Secâvendî)
Kâdının müctehid olması evlâdır, daha iyidir. Eğer müctehid kâdı bulunmazsa âdil, sâlih,
dîninde emniyetli, aklında, anlayışında güvenilir olan biri seçilir. Ayrıca fıkhı ve sünneti de
iyi bilmesi lâzımdır. (İbn-i Hümâm)
KADÎM:
Başlangıcı olmayan.
1. Allahü teâlânın zâtına âit sıfatlarından. Varlığının evveli, başlangıcı olmayan.
Biliniz ki, Allahü teâlâ kadîm olan zâtı ile vardır. O'ndan başka her şey, O'nun var etmesi
ile var olmuş, O'nun yaratması ile yokluktan varlığa gelmiştir. O, sonsuz olarak var idi.
Kadîmdir, ezelîdir. Yâni hep var idi. Varlığından evvel yokluk olamaz. O'ndan başka her şey
yok idi. Bunların hepsini, O, sonradan yarattı. Kadîm ve ezeli olan, bâkî ve ebedî (sonsuz)
olur. Hâdis ve mahlûk olan (sonradan yaratılan), fânî ve geçici olur, yâni yok olur. Allahü
teâlâ birdir. Varlığı lâzım olan, yalnız O'dur. İbâdete hakkı olan da, yalnız O'dur. O'ndan
başka her şeyin var olmasına lüzum yoktur. Olsalar da olur, olmasalar da. O'ndan başka hiçbir
şey, ibâdet olunmağa lâyık değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlânın kâmil, noksan olmayan sıfatları vardır. Bunlar, hayât (diri olmak), ilim
(bilmek), sem' (işitmek), basar (görmek), kudret (gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm
(söylemek) ve tekvîn (yaratmak)'dir. Bu sekiz sıfata, sıfât-ı sübûtiyye denir. Bu sıfatları da
kadîmdir. Yâni sonradan olma değildir. Kendinden ayrı olarak, ayrıca vardır. (Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî)
2. Zaman bakımından eski olan şey.
Kadîm, kıdemi üzre terk olunur yâni; İslâm esaslarına uygun olarak öteden beri mevcûd
olan şey, aksine delîl olmadıkça eski şekli üzere bırakılır. Zarar kadîm olmaz, yâni zarar olan
şeye kadîm olduğuna dâir karar verilip de bulunduğu hâl üzere bırakılamaz. (Ali Haydar
Efendi)
KÂDİR:
Gücü yeten, kudret sâhibi.
1. Allahü teâlânın sıfatlarından biri; gücü her şeye yeten, hakîkî kudret sâhibi.
Âyet-i kerîmede Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki:
Bütün mülk ve saltanat, yed-i kudretinde olan Allahü teâlâ, her türlü noksanlıktan
uzaktır. O, her şeye kâdirdir. (Mülk sûresi: 1)
Yâ Rabbî! Bizlere ihsân ettiğin nûrunu, nîmetlerini arttır. Günâhlarımızı, kusurlarımızı
ört! Kusurlarımız, kabahatlarımız çok. Fakat sen, her şeye kâdirsin, her şeyi yaparsın!
(İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ ölüyü diriltmeye, taşı konuşturmaya ve yürütmeye ve uçurmaya kâdirdir.
Gökleri ve Kürsî'yi ve Arş'ı ve yeri ve bütün kâinâtı kısa zamanda yok etmeğe ve tekrar
yaratmaya kâdirdir. Zîrâ bunların hepsi mümkündür, sonradan yaratılmıştır. (İmâm-ı Birgivî)
2. Gücü yeten.
Kızdığı zaman istediğini yapmaya kâdir olan (müslüman) bir kimse, kızmazsa, Allahü
teâlâ kıyâmet günü onu herkesin arasından çağırır. Cennet'te istediğin yere git der.
(Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Gazaba gelen bir kimse, dilediğini yapmaya kâdir olduğu hâlde yumuşak davranırsa,
Allahü teâlâ, onun kalbini, emniyet ve îmân ile doldurur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Kâdir-i Muhtâr:
Dilediğini yapabilen, bir şeyi yapmaya mecbur olmayan.
Allahü teâlâ Kâdir-i muhtâr'dır, tabîat kuvvetleri gibi elbette işi yapmaya mecbûr değildir.
(İmâm-ı Rabbânî)
KÂDİYÂNÎLİK:
On dokuzuncu yüzyılda, Hindistan'da Mirzâ Gulâm Ahmed tarafından kurulan bozuk yol.
Kurucusunun doğum yeri olan Kâdiyan kasabasına nisbetle bu adla anılmaktadır. İsmine
nisbetle, Ahmediyye de denilmektedir.
İngilizlerin Hindistan'ı sömürge hâline getirdikten sonra, bol para vererek avladıkları
Mirzâ Gulâm Ahmed, etrafında câhil ve sapık kimseleri toplayarak 1880'de Kâdiyânîlik
bozuk yolunu kurdu. Kendisinin Mehdî daha sonra da âhir zamanda gökten ineceği bildirilen
Îsâ Mesîh olduğunu ve yeni bir din getirdiğini söyledi. Kâdiyân'da bir mescid yaptırıp, buraya
Mescid-i Aksâ adını verdi. Îsâ aleyhisselâma iftirâlarda bulunup, Muhammed aleyhisselâmın
son peygamber olduğunu inkâr etti. Mirzâ Gulâm Ahmed 1908'de ölünce yerine Hakim
Nûreddîn, onun yerine Beşîrüddîn Mahmûd geçti (1914). Kâdiyânilik (Ahmediye) bozuk
inançlarını "Gerçek İslâmiyet" adı altında yaymaya çalıştı. Kur'ân tefsîri diyerek çıkardığı iki
kitabı Kur'ân-ı kerîme uymayan bozuk yazılarla doldurdu. Pencab ve Bombay'da câhil halk
arasında sür'atle yayılan bu bâtıl yol, şimdi Avrupa ve Amerika'da yayılmaya çalışılmaktadır.
(Enver Şâh Keşmîrî)
Kâdiyânîlere göre; yahûdîler Îsâ aleyhisselâmı asmak istememişlerdi. Fakat o,
kendiliğinden öldü ve toprağa kondu. Sonra kabrinden çıkıp Hindistan'da Keşmir'e gitti.
Orada İncîl'i öğretip tekrar öldü. Îsâ ve Muhammed aleyhimesselâmın ruhları insan şeklinde
görünecektir. Bu da Mirzâ Ahmed'dir. Başka Mehdî yoktur. (Müftî Mahmûd Efendi, Ebû
Zühre)
KÂDİRÎ:
Tasavvufta Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yoluna mensup olan kimse. (Bkz.
Kâdiriyye)
KÂDİRİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin v.561 (m.1266) tasavvuftaki
yolu.
Tarîkatler (tasavvuftaki yollar) başlıca ikidir. Zikr-i hafî yâni sessiz zikir yapan ve zikr-i
cehrî yâni yüksek sesle zikir yapan tarîkatler. Birincisi hazret-i Ebû Bekr'den gelmiş olup,
çeşitli isimler almışlardır. Zikr-i cehrî ise, hazret-i Ali'den on iki imâm vâsıtasıyla gelmiştir.
Bunların sekizincisi olan İmâm-ı Ali Rızâ'dan Ma'rûf-i Kerhî almış ve Cüneyd-i Bağdâdî'nin
çeşitli halîfelerinin silsilelerinde bulunan meşhûr mürşidlerin adı verilerek kollara ayrılmıştır.
Böylece Ebû Bekr-i Şiblî yolundan Kâdiriyye, Şâziliyye, Sa'diyye ve Rifâiyye meydana
gelmiştir. (Ahmed Hilmi, Hüseyn Vassâf)
Kâdiriyye yolunda olanlar, Allahü teâlânın ismini sesli zikrederek olgunlaşırlar.
Tasavvufta her yolun kendine has edeb ve uyulması gereken usûlleri vardır. (Hacı Reşîd
Paşa)
Kâdiriyye yolunun kurucusu olan Abdülkâdir-i Geylânî buyurdu ki: "Şükrün esâsı,
nîmetin sâhibini bilmek, buna; kalb ile inanıp dil ile söylemektir.
KADR:
Bir alış-verişte karşılıklı olarak değiştirilen iki maldan herbirinin ölçek veya ağırlıkla
ölçülen mal olmaları.
Kadr ile satılan bir şey, kendi cinsine meselâ beşibiryerdeyi, altın liralar karşılığı peşin
satılırken, verilen ile alınanın ağırlığı müsâvî (eşit) olmazsa fâiz olur. (Ömer Nesefî)
Kadr (Kadir) Gecesi:
Daha çok Ramazân-ı şerîf ayı içerisinde bulunduğu bildirilen ve Kur'ân-ı kerîmin
indirilmeye başladığı mübârek gece.
Kadir gecesini inanarak ve sevâbını bekleyerek ihyâ edenin (ibâdetle geçirenin) bütün
günâhlarını Allahü teâlâ bağışlar. (Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)
Kadir gecesi, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine mahsustur. Bu gecenin Ramazân
ayının yirmi yedinci veya on yedinci veya yirmi ile otuzuncu geceleri arasında olduğuna dâir
değişik rivâyetler vardır. (Muhammed Rebhâmî)
Kadr (Kadir) Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin doksan yedinci sûresi.
Kadir sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Beş âyet-i kerîmedir. Kadir gecesinden
bahsedildiği için sûre bu ismi almıştır. Sûrede, Kadir gecesi, fazîleti, o gece meleklerin
yeryüzüne inişi bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde Kadr sûresinde meâlen şöyle buyurmuştur. Şüphesiz
Kur'ân-ı kerîmi Kadr gecesinde (Levh-i mahfûzdan dünyâ göküne) biz indirdik. Ey
Resûlüm! Kadir gecesinin fazîletini sana hangi şey bildirdi. Kadir gecesi, (içinde Kadir
gecesi bulunmayan) bin aydan hayırlıdır. O gece melekler ve Ruh (Cebrâil), Rabbi'nin izni
ile (o sene takdîr edilen) her şey için arka arkaya iner. O gece fecrin doğuşuna (sabah
oluncaya) kadar selâmettir (Allahü teâlâ o gece yalnız selâmet ve hayır takdîr eder. Yâhut
melekler, mü'minlere selâm verir dururlar).
Her kim abdest aldıktan sonra, Kadr sûresini bir kerre okursa, Hak teâlâ o kimseyi
sıddîklardan yazar. İki kerre okursa, şehîdlerden yazar. Üç kerre okursa Peygamberlerle
haşreder. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
KÂF SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin ellinci sûresi.
Kâf sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Kırk beş âyet-i kerîmedir. Kâf harfi ile başladığı
için Sûre-i Kâf denilmiştir. Sûrede; kâfirlerin inkârlarında inâd etmeleri, Allahü teâlânın
varlık ve kudretinin delîlleri, geçmiş bâzı kavimlerin isyânları, insanın yaratılışı, Allahü
teâlânın insanlara yakınlığı, ölüm ve ölümden sonraki hayat anlatılmaktadır. (İbn-i Abbâs,
Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ Kâf sûresinde meâlen buyurdu ki:
Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona,
boynundaki şah damarından daha yakınız. (Âyet: 16)
Kim Kâf sûresini okursa, Allahü teâlâ ona ölüm acılarını ve sarhoşluğunu hafifletir.
(Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
KÂFİR:
İslâmiyette inanılması lâzım olan şeylerin hepsine veya birine inanmayan, dînin emirlerini
beğenmeyen, hafife alan, alay eden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Kâfirler, Allahü teâlânın emirleri ile Peygamberlerin emirlerini birbirinden ayırmak
istiyorlar. Bir kısmına inanırız, bir kısmına inanmayız diyorlar. Îmân ile küfür arasında
bir yol açmak istiyorlar. Onların hepsi kâfirdir. Kâfirlerin hepsine Cehennem azâbını, çok
acı azâbları hazırladık. (Nisâ sûresi: 150-151)
Kâfirleri yüzleri üzerine sürünerek Cehennem'e göndeririz. (Meryem sûresi: 86)
Bir adam; "Yâ Resûlallah! Kıyâmet gününde kâfir yüzüstü nasıl haşredilecek?" diye
sorunca, Resûlullah efendimiz; "Onu dünyâda iki ayağı üzerinde yürüten, kıyâmet gününde
yüzüstü yürütmeye kâdir değil midir?" buyurmuştur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Kâfirin hiçbir iyiliği, hayrâtı, hasenâtı âhirette faydalı olmaz. Îmânı olmayanın hiçbir
iyiliğine sevâb verilmez. (Hâdimî)
Din bilgilerinde, ibâdetlerde zamâna uyulmaz. Îmân (inanç) bilgileri, din bilgileri zamanla
değişmez. Bunları değiştirmek, zamâna uydurmak isteyenler, Ehl-i sünnetten (Peygamber
efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanlardan) ayrılır, kâfir veya sapık olurlar. Çünkü
İslâmiyet'in kıyâmete kadar bozulmayacağını, doğru olarak kalacağını Allahü teâlâ
vâdetmiştir. (Tahtâvî-Hamdullah Decvî)
KÂFİRÛN SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yüz dokuzuncu sûresi.
Kâfirûn sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Altı âyet-i kerîmedir. Kâfirlerden
bahsedildiğinden sûre bu ismi almıştır. (Taberî, Râzî)
Allahü teâlâ Kâfirûn sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Habîbim! Onlara) de ki: Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza (putlarınıza)
tapmam. Siz de, benim ibâdet etmekte olduğuma (Allah'a) ibâdet ediciler değilsiniz. Ben
sizin taptıklarınıza (hiçbir zaman) tapmış değilim. Siz de benim kulluk etmekte olduğuma
(hiçbir vakit) kulluk edicilerden değilsiniz. Sizin dîniniz size, benimki bana. (Âyet: 1-6)
Kim herhangi bir gecede Kâfirûn sûresini okursa, çok hayırlı ve çok güzel bir iş yapmış
olur. (Hadîs-i şerîf-Musannef)
Kim Kâfirûn sûresini okursa, ona Kur'ân-ı kerîmin dörtte birini okumuş gibi sevab
verilir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
KAHHÂR (El-Kahhâr):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Düşmanlarından, cebbâr
(kibirli, zorba, zâlim), inâdcı, nîmetlere nânkörlük edenleri öldürüp, onları zelîl (aşağı, hakîr)
etmekle dünyâda kahreden, âhirette düşmanları olan kâfirlere ebedî; îmânlı ölen mü'minlere,
af ve mağfiret etmezse (bağışlamazsa) geçici olarak azâb eden.
Hak teâlâ, kıyâmet günü (insanlar ölüp, dirildikten sonra toplandıkları gün); "Bugün,
mülk kim içindir?" buyurur. Cevâb olarak yine kendisi; "Kahhâr, olan Allah içindir"
buyurur (El-Mü'min sûresi: 16). O gün kullar için korkudan, sığınmaktan başka bir şey
yoktur. Pişmânlıktan, şaşkınlıktan başka bir şey yapamazlar. (İmâm-ı Rabbânî)
El-Kahhâr ism-i şerîfini çok söylemekle kalbden dünyâ sevgisi çıkar. (Yûsuf Nebhânî)
Affı sonsuzdur diyerek pek azdım,
(Kahhâr) ismini unuttum âh yazık!
Daldım günâha, yapmadım hiç hayır,
Niçin doğru yoldan saptım âh yazık!
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
KÂHİN:
Gizli şeyleri bildiğini iddiâ eden. Falcı. (Bkz. Kehânet)
...Kâhinlik yapan ve kâhine giden ve sihir büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan,
bizden değildir. Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır. (Hadîs-i şerîf-Hadîkat-ün-Nediyye)
Önceleri şeytanlar göklere çıkmaktan men olunmazlar idi. Göklere giderler, meleklerden
işittiklerini, kâhinlere haber verirlerdi. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) doğduğu
zaman, göklere çıkmaları yasaklandı. (Abdullah bin Abbâs)
Kâhinlere, falcılara inanmamalıdır. Bilinmeyen şeyleri bunlara sormamalıdır. Bunları
gaybları bilir sanmamalıdır. Gaybı ancak, Allahü teâlâ ve O'nun bildirdikleri bilir. (İmâm-ı
Rabbânî)
KAHKAHA:
Yanındakiler işitecek kadar gülmek.
Rükû' ve secdeleri olan namazda kahkaha ile gülmek, namazı da, abdesti de bozar.
Namazda tebessüm, namazı da abdesti de bozmaz. Tebessüm, insanın kendisinin de
işitmeyeceği kadar gülmesidir. (İbn-i Âbidîn)
Helâlden ye! Çok gülme! Kahkaha ile gülmek, gönlü öldürür. Herkese şefkat ve merhamet
et. Kimseyi hakîr (hor, aşağı, küçük) görme. Kimse ile münâkaşa ve mücâdele etme.
Kimseden bir şey isteme. (Abdülhâlık-ıGoncdüvânî)
İbâdet, gözün nûru, sevinç ve neş'edir. Allah korkusundan ağlamak kalbin cilâsıdır.
Kahkaha ile gülmek, kalbin zehiridir. (Abdülhakîm Arvâsî)
KAHR:
1.Mahvetme, helâk etme.
Kendini günâhlarla kahretme. Şunu iyi bil ki; günâhları terk edenin, kalbi incelir,
yumuşar. Haramı bırakıp, helâl yiyenin ise, düşüncesi berrâk (temiz) olur. (İmâm-ı Mâverdî)
Allahü teâlâ, kıyâmet günü kâfirlere ve günâhkâr mü'minlere, kahr ve celâl ile
görünecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Gençlikte, Allahü teâlânın kahrından, azâbından korkmalı, titremeli, ihtiyarlıkta
merhametine sığınmalıdır. (Ahmed Fârûkî Serhendî)
Kahrımız, gadâbımız (kızmamız) düşmana ziyân,
Adüvden (düşmandan) korkmadık, korkmayız hiçbir zaman,
Kur'ân'da zafer vâdediyor hazret-i Yezdân.
(Gülbank-i Mehterân)
2. Çok kederlenme, çok üzüntü duyma.
Abdülmecîd Han, Mustafa Reşid Paşanın mason olduğunu, İslâmiyet'e uymayan bir yol
tuttuğunu anlayınca, kahrından, üzüntüsünden hastalandı. Yatakta oturamıyor, hep yatıyordu.
Yalnız, mühim şeyler okunuyor, irâde-i şâhâne alınıyordu. Sırada bulunan bir kâğıt için
"Medîne halkının dilekçesi okunacak" bilgisi verildi. "Durun, okumayın! Beni oturtun!"
buyurdu. Arkasına yastık koyup oturtuldu. "Onlar Resûlullah efendimizin komşularıdır. O
mübârek insanların dilekçesini yatarak dinlemekten hayâ ederim. Ne istiyorlarsa, hemen
yapınız. Fakat okuyunuz da kulaklarım bereketlensin." dedi. Bir gün sonra vefât etti. (Eyyûb
Sabri)
KAHT:
Kıtlık, kuraklık, gıdâ maddelerinin azlığı.
Hazret-i Ömer zamânında Medîne'de kaht oldu. Bir kimse, Kabr-i Nebevî'ye gelip; "Yâ
Resûlallah! Ümmetin için yağmur duâsı yap! Helâk olacağız" dedi. Resûlullah sallallahü
aleyhi ve sellem rüyâsında görünüp; "Ömer'e git! Yağmur geleceğini müjdele" buyurdu.
(Abdülhak-ı Dehlevî)
KÂİM:
Ayakta olan, uyanık olan, namaz kılan.
Bir saatlik tefekkür (Allahü teâlânın büyüklüğünü, yarattıklarındaki hikmetleri düşünmek)
bütün geceyi kâim olarak geçirmekten hayırlıdır. (Ebü'd-Derdâ)
KÂİN VE BÂİN:
Tasavvuf ilmi terimlerinden. Halk (insanlar) ile berâber görünen, fakat hakîkatte onlardan
uzak ve kalben Allahü teâlâ ile berâber olan.
Kalbinde Allah'tan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmayan ve ancak O'nu isteyen kimselere
müjdeler olsun. "Kişi sevdiği ile berâberdir" hadîs-i şerîfine göre, bu kimse, Allahü teâlâ ile
berâber olur. Görünüşte insanlar ile birlikte ve onlarla alış-verişte ise de, hakîkatte Allahü
teâlâ iledir. Kâin ve bâin olan sofînin hâli böyledir. (İmâm-ı Rabbânî)
KALB:
1. Gönül. Yürek denilen, et parçasına yerleştirilmiş nûrânî ve mânevî kuvvet.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Biliniz ki kalbler zikr ile (Allahü teâlâyı anmakla) rahat bulur. (Ra'd sûresi: 30)
Kalbleri bozuk olanlar, hakkı örtmek, fitne, fesâd çıkarmak için Kur'ân-ı kerîmden
yanlış mânâ çıkarır, yanlış yola saparlar. (Âl-i İmrân sûresi: 7)
Kalb sâlih (iyi) olunca, beden de sâlih olur. (Hadîs-i şerîf-Îtikadnâme)
Müslüman müslümanın cânına, malına ve ırzına saldırmaz. Allahü teâlâ,
bedenlerinizin kuvvetine, güzelliğine bakmaz. Amellerinize de bakmaz. Kalblerinize ve
niyyetlerinize bakar. (Hadîs-i şerîf-Müsned)
Kalb, Allahü teâlâdan başkasına tutulmuş ise yıkılmış demektir. Bir işe yaramaz. Niyet
doğru olmadıkça, hayırlı işlerin, yardımların ve âdete uyarak yapılan ibâdetlerin, yalnız hiç
faydası olmaz. Kalbin Allahü teâlâdan başka hiçbir şeye düşkün olmaması da lâzımdır.
(İmâm-ı Rabbânî)
Nûrlu, temiz kalb, şerîate uymağı sever. Kararmış kalb, kötü arkadaşa, nefse, şeytana,
uymağı sever. (Muhammed Hâdimî)
Bir kimsenin kalbinde hased bulunur, kendisi buna üzülür, bunu istemezse, bu günâh
olmaz. Kalbde bulunan hâtıra (düşünce) günâh sayılmaz. Hâtıranın kalbe gelmesi insanın
elinde değildir. Kalbinde hased bulunmasından üzülmezse veya arzusu ile hased ederse,
günâh olur, haram olur. (Muhammed Hâdimî)
Mü'minin kalbi, Allahü teâlânın evidir ve güzel huyların yeridir. Kalbinde kötü, çirkin
düşüncelere yer vermek, çirkinleri güzellere ortak etmek olur. (Muhammed Hâdimî)
Kalbe gelen lekeleri temizlemek için, günahlarından dolayı tövbe, istiğfâr etmeli, pişman
olmalı ve Allahü teâlâya sığınmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbin itminânı (huzûru), zikr (Allahü teâlâyı anmak) iledir. Fen bilgileri ile bularak,
anlayarak değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbin tasfiyesi, temizliği, şerîate (İslâmiyete) uymakla, sünnetlere yapışmakla,
bid'atlerden (dîne sonradan sokulan değişikliklerden) kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden
sakınmakla olur. Zikr ve mürşîdi (hocasını) sevmek bunu kolaylaştırır. (İmâm-ı Rabbânî)
Allah korkusundan ağlamak, kalbin cilâsıdır. Kahkaha ile gülmek kalbin zehridir.
(Abdülhakîm bin Mustafâ)
Kalb kırmaktan çok sakınınız. Allahü teâlâyı en ziyâde inciten küfrden sonra, kalb kırmak
gibi büyük günâh yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
Ol fakir ki yüzün bakar
Gözlerinin yaşı akar
Mü'min olan kalb mi yıkar
Boynuna lânet mi takar
Sakın incitme bir cânı
Yıkarsın Arş-ı Rahmânı
(Alvarlı Muhammed Lütfi)
2. Tasavvuf yolunda birinci mertebe.
Tasavvuf yolunda ilerlemeye kalbden başlanır. Kalb madde değildir. Maddesiz, ölçüsüz
olan Âlem-i emrdendir. Bu yolda (tasavvuf yolunda) kalbi geçtikten sonra, kalbin üstünde
olan (rûh) mertebelerinde ilerlenir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalb Gözü:
Kin, hased, kibir gibi mânevî hastalıklardan kurtulup, her an Allahü teâlâyı anan kimsenin
kalbinde meydana gelen, işlerin iç yüzünü görme kuvveti, basîret. (Bkz. Basîret)
Düşünerek anlamak, kalb gözü ile görmek yanında, özle kabuk gibidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalb Hastalığı:
Kalbin Allahü teâlâdan başkasına bağlanması.
"Kalblerinde hastalık vardır" meâlindeki âyet-i kerîmede bildirilen kalb hastalığına
yakalanmış olanların hiçbir ibâdeti ve tâati fayda vermez. Bilakis zarar verir. "Çok Kur'ân-ı
kerîm okuyanlar vardır ki, Kur'ân-ı kerîm bunlara lânet eder" hadîs-i şerîfi meşhurdur.
"Çok oruç tutanlar vardır ki, oruçtan kazancı, yalnız açlık ve susuzluktur" hadîs-i şerîfi
sahîhtir. Kalb hastalıklarının mütehassısları olan tasavvuf büyükleri de önce bu hastalığın
giderilmesi için yapılacak şeyleri emrederler. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalb Huzûru:
İç rahatlığı, gönül hoşluğu. Kalbin Allahü teâlâdan başkası ile olmaması; Allah'tan
başkasına bağlanmaması.
İbâdet, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından sakınmaktır. Bu ise, kalbin huzûru
ve agâhlığıdır (uyanıklığıdır). (Ubeydullah-ı Ahrâr)
Kalb İlmi:
Evliyâdan bir zâtın rehberliğinde kazanılan ilim. (Bkz. İlim)
Kalb İtminânı:
Kalb huzûru.
Kalbi itminâna kavuşturan tek yol vardır. Bu tek yol, Allahü teâlâyı zikretmektir
(hatırlamak ve anmaktır). Akıl ile incelemekle ve düşünmekle kalb itminâna kavuşmaz.
(İmâm-ı Rabbânî)
Kalb Selâmeti:
Kalbin kibir, riyâ, kıskançlık, kin ve düşmanlık gibi kötü düşüncelerden kurtulup, iyi
ahlâk ile ahlâklanması.
Kalbin selâmeti, onun mâsivâyı (Allahü teâlâyı unutturan her şeyi) terketmesine bağlıdır.
(İmâm-ı Rabbânî)
Kalbin selâmeti için şunlara dikkat etmek lâzımdır: 1) Ahlâkı güzel olanlarla berâber
olmak, 2) Kur'ân-ı kerîm okumaya devâm etmek, 3) Fazla yemek yememek, 4) Gece
namazlarına devâm etmek, 5) Seher vaktinde Allahü teâlâya yalvarmak, istiğfâr etmek,
günahlarının bağışlanmasını istemek. Seher vakti sabah namazının vaktinin girmesinden bir
saat önceki vakittir. (Ahmed bin Âsım Antâkî)
Kalb Tasdîki:
Dinden olduğu sözbirliği ile bildirilmiş olan şeylere, kalbin inanması.
Îmân; kalb ile tasdîk, dil ile ikrârdır, söylemektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Kalb Tasfiyesi:
Kalbi, İslâmiyet'in beğenmediği şeylerden, günâhlardan, kötü düşüncelerden kurtarmak,
temizlemek.
Kalbin tasfiyesi, temizliği, dîne uymakla ve sünnetlere yapışmakla ve bid'atlerden
kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur. Zikir, Allahü teâlâyı anmak ve
mürşîdi (hocasını) sevmek, bunu kolaylaştırır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbi tasfiye etmekten maksad; mânevî âfetleri gidermek, kalbi hastalıklardan
kurtarmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Namaz kılmak, kalbin tasfiyesinin ve huzûrunun bir işâretidir. Namaz, Allahü teâlânın
huzûrunda durmak olup, O'nun huzûrunda durulunca, kalbin tasfiye edileceği açıktır.
(Muhammed Rebhâmî)
Kalb Temizliği:
Kalbin İslâmiyet'e uymayan şeylerden, dünyâya düşkünlükten, kötü düşünceden
kurtulması.
Kalb temiz olursa, ağızdan güzel sözler meydana çıkar. Çünkü kalbin mahsûlü dilin
sermâyesidir. (Ahmed Rıfâî)
Zikr et zikr, bedende iken cânın,
Kalb temizliği zikr iledir Rahmân'ın
(İmâm-ı Rabbânî)
Kalb Toparlanması:
Kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere bağlanmaktan kurtulması.
Kalbi toparlayabilmek için, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak lâzımdır. Öyle
unutmalıdır ki, bir şeyi düşünmek için, kendisini zorlasa düşünemez olmalıdır. (Muhammed
Bâki-billah)
Kalb-i Hakîkî:
Yürek denilen et parçasında bulunan mânevî kuvvet.
Kalb-i Sanevberî:
Yürek.
Kalb-i sanevberî, kalb-i hakîkînin (gönül) yuvası gibidir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Kalb-i Selîm:
Şek (şüphe) ve şirkten (Allahü teâlâya ortak koşmaktan), küfür ve nifâktan arınmış, dâimâ
Allahü teâlâya bağlı kalb.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
O gün, mal ve çocuklar fayda vermez. Ancak, Allahü teâlâya kalb-i selîm ile gelenler
faydalanır. (Şuarâ sûresi: 88, 89)
KALEM:
Levh-i mahfûz üzerine Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile
bilip taktîr ettiği şeyleri yazan, nasıl olduğu insanlar tarafından bilinemeyen kalem.
Allahü teâlâ kalemi yaratınca, ona yaz diye emretti. Kalem, Allahü teâlânın hitâbının
heybetinden korkup titredi. Gök gürültüsü gibi yüksek bir sesle levh üzerinde hareket edip
emrolunduğu şeyleri yazdı. (Nişancızâde)
Kalem Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin altmış sekizinci sûresi. Nûn sûresi de denir.
Kalem sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli iki âyet-i kerîmedir. İlk âyetinde geçen,
kalem kelimesinden dolayı, Sûret-ül-Kalem denilmiştir. Sûrede, Peygamber efendimizin aklî
mükemmelliği ve yüksek ahlâkı, O'nu yalanlayanların kötü vasıfları, ahlâksızlıkları,
bencillikleri ve başlarına gelenler, onların inatçı ve inkârcı tutumları karşısında Peygamber
efendimizin nasıl tavır takınacağı konuları bildirilmiştir. (Taberî, Senâullah Dehlevî)
Allahü teâlâ Kalem sûresinde meâlen buyurdu ki:
Nûn, kalem ve onunla yazılanlara andolsun ki, (ey Muhammed!) Sen deli değilsin.
Rabbinin nîmetlerine kavuşmuş bir insansın. Doğrusu sana kesintisiz ecr (sevâb, mükâfât)
vardır. Şüphesiz sen büyük bir ahlâka sâhipsin. (Âyet: 1-4)
Kim Kalem sûresini okursa, Allahü teâlâ ona ahlâkını güzelleştirdiklerinin sevâbını
verir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
KALENDER:
İbâdetlerin görünmesine önem vermeyen, herkese tatlı söyleyerek kalb kazanmağa çalışan,
farzları yapmaya dikkat eden ve dünyâya düşkün olmayan kimse.
Kalenderler herkese tatlı söyleyerek, güler yüzlü davranarak kalb kazanmaya çalışırlar.
Farzlara dikkat ederler. Dünyâya düşkün değildirler. Bunlar riyâ, gösteriş yapmadıkları için
melâmilere benzerler. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Kalenderler zamanla bozulmuş, Allahü teâlânın emirlerinden uzaklaşmışlardır.
Zamânımızda kalender ismini taşıyan birçok kimse bu saydığımız şeyleri yapmıyor. Bunlara
kalender yerine haşevî (Allahü teâlâyı mahlûklara benzeten, madde, cisim diyen kimseler)
dense yerinde olur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
KALENSÜVE:
Takke ve her çeşit başlık.
İmâme yâni sarık, kalensüve ve her başlık ve bürka' yâni peçe ve maske üstüne ve eldiven
üstüne mesh etmek câiz değildir. (İbrâhim Halebî, İbn-i Âbidîn)
KÂLİB ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlundan
Şem'ûn'un neslindendir. Babasının ismi Yuknâ'dır. Kendisine Yûşâ aleyhisselâmdan sonra
peygamberlik verildi. Mûsâ aleyhisselâma bildirilen dînin emir ve yasaklarını insanlara tebliğ
etti (bildirdi).
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâya îmân edip, O'ndan korkanlardan (Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ
adındaki) iki kimse, İsrâiloğullarına dediler ki: "Ey İsrâiloğulları! Cebbârların (zâlimlerin)
şehrinin kapısından hemen girin (onların iri cüsseli olmalarından korkmayın). Bir defâ
kapıdan girdiniz mi (Allahü teâlânın yardımıyla) elbette siz gâliblerden olursunuz. Siz
gerçekten mü'min kimseler iseniz. Allahü teâlâya tevekkül ediniz, güveniniz. (Mâide
sûresi: 23)
Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlânın emriyle İsrâiloğullarını arz-ı mev'ûd (Filistin ve
Sûriye) denilen yere götürmek üzere yola çıkınca, İsrâiloğullarının her kolundan birer temsilci
seçerek, Filistin bölgesinde yaşayan cebbârların (zâlim hükümdârların) ve ahâlisinin durumu
hakkında haber getirmeye gönderdi. Bu temsilciler arasında Kâlib aleyhisselâm da vardı.
Gidenler, cebbârların ve ahâlinin iri cüsseli ve kuvvetli olduklarını görerek korktular.
Gördüklerini İsrâiloğullarına anlatıp onları harbe gitmekten vaz geçirdiler. Temsilciler
arasında bulunan Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ aleyhimesselâm gidip gördükleri
kimselerin, görüldüğü gibi kuvvetli olmadıklarını, görünüşte kuvvetli olsalar bile korkak ve
kalblerinin zayıf olduğunu söylediler. İsrâiloğullarının, Allahü teâlânın yardımıyla o beldeleri
feth edebileceklerini anlattılar. İsrâiloğulları, Yûşâ ve Kâlib aleyhimesselâma karşı çıkarak
taşa tuttular. Kâlib aleyhisselâm daİsrâiloğullarının karşısında Mûsâ aleyhisselâmı yalnız
bırakmayıp, yardımcı oldu. İsrâiloğullarının Tih çölünde kaldığı kırk sene içinde Mûsâ
aleyhisselâmın yanından ayrılmayan Kâlib aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından
sonra, Yûşâ aleyhisselâma yardım etti. Yûşâ aleyhisselâm vefât etmeden önce Kâlib
aleyhisselâmı yerine halîfe bıraktı. Yûşâ aleyhisselâmın vefâtından sonra İsrâiloğullarından
ordu hazırlayıp, zâlim hükümdârlarla savaşıp, onları mağlûb eden Kâlib aleyhisselâm daha
sonra Mısır'a gitti. Hazkîl aleyhisselâmla birlikte İsrâiloğullarının Mûsâ aleyhisselâmın dîni
üzere kalmaları ve Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeleri için gayret sarf etti. Kâlib
aleyhisselâm Mısır'da vefât etti. (Mirhaund, İbn-ül-Esîr, Nişancızâde)
KÂLÛBELÂ:
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar bütün zürriyetini zerreler
hâlinde onun belinden çıkarıp; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye buyurup, onların da;
"Evet, sen Rabbimizsin" diye verdikleri cevâbı ifâde eden söz. (Bkz. Ahd ü Mîsâk)
KAMER SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin elli dördüncü sûresi.
Kamer sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli beş âyet-i kerîmedir. Ayın yarılıp
bölünmesi mûcizesi anlatıldığından Sûret-ül-Kamer denilmiştir. Sûrede, kıyâmetin yakın
olduğu, buna rağmen müşriklerin nefislerine uyarak gerçekleri yalanladıkları, vakti gelince,
zillet içinde kabirlerinden çıkacakları ve Resûlullah efendimizi yalanlamalarının cezâsını
çekecekleri anlatılmaktadır. Ayrıca bâzı peygamberlerin kıssaları da bildirilmektedir. (Râzî,
Kurtubî, İsmâil Hakkı Bursevî)
Allahü teâlâ Kamer sûresinde meâlen buyurdu ki:
(Bedr'deki) bu topluluk yakında muhakkak bozulup hezîmete uğrayacak ve arkalarına
dönüp kaçacaklar. Daha doğrusu onların asıl azâb vakti, kıyâmettedir. O vaktin azâbı
daha müthiş ve acıdır. (Âyet: 45-46)
KAMERÎ AYLAR:
Hicrî takvimde kullanılan on iki ay. Arabî aylar da denir. (Bkz. Hicrî Sene)
Kamerî ayın hesaplanmasında, gökteki ayın dünyâmızın çevresindeki döndüğü zaman
esas alınmıştır. Kamerî aylar bâzan 29, bâzan da 30 gün çeker. İslâm dîninde ibâdetlerin bu
aylara göre yapılması emredilmiştir. Bunun sebeblerinden biri, Ramazan ayıdır. Zîrâ
Ramazan ayı hicrî kamerî aylardandır. Mîlâdî seneye göre her yıl 10-11 gün evvel
başlamaktadır. Onun için 33 senede tam bir devir yaparak senenin bütün günlerinde oruç
tutulmuş olmaktadır.
Hicrî takvimde kullanılan arabî ayların adları sırasıyla şunlardır:
1) Muharrem, 2) Safer, 3) Rebî'ül-evvel, 4) Rebî'ül-âhir, 5) Cemâziyel evvel, 6)
Cemâziyel âhir, 7) Receb, 8) Şâban, 9) Ramazan, 10) Şevval, 11) Zilka'de, 12) Zilhicce. (M.
Sıddîk Gümüş)
KAMERÎ SENE:
Ayın yerküresi etrâfında on iki defâ dönmesi esnâsında ortaya çıkan yıl, sene. 354 gün.
Güneş yılı (Şemsî sene) kamerî yıldan 10.875 gün daha uzundur. Bu farktan dolayı 32.5
güneş yılı 33.5 kamerî sene olur. Kamerî sene sayısı, 0.97023 ile çarpılınca, güneş yılı olur.
Hicrî şemsî sene sayısı 1.0307 ile çarpılınca, kamerî sene sayısı olur. (Bkz. Hicrî Kamerî
Sene) (M. Sıddîk Gümüş)
KÂMET:
Kalkmak, ayakta durmak; farz namazlardan önce okunması sünnet olan ve ezana
benzeyen sözler. (Bkz. İkâmet)
Erkeklerin, farz namazlardan önce kâmet okumaları sünnet-i müekkededir (kuvvetli
sünnettir). (Halebî)
Ezan ve ikâmeti işiten kimse müezzin ile berâber okur. (İbn-i Âbidîn)
Kâmet de ezan gibidir. Yalnız kâmette kelimelerin aralarında fâsıla verilmez. Bir de
Hayye alel felâhtan sonra iki kerre "Kadkâmet-is-salah" söylenir. (İbn-i Âbidîn)
KÂMİL:
Tam, eksiksiz, olgun.
Îmânı kâmil olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Eğer îmânının kâmil olmasını istersen, kendini müslümanlardan yüksek görme.
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: "Bir kişi îmânının kemâlini
(olgunluğunu) isterse, kendine insâf versin (tevâzu üzere hareket eylesin) ve fakîr olduğu
hâlde sadaka versin. Bu iki huy, îmânı, kemâl derecesine yükseltir. (Süleymân bin Cezâ)
Her mü'min Peygamberimizi malından ve canından daha çok sever. Bu sevgisinin bir
alâmeti, sünnetleri yapıp mekruhlardan kaçınmaktır. Bir mü'min bütün bunları yerine
getirdikten sonra, mübahlarda da ne kadar ona uyarsa o derece kâmil bir müslüman olur.
(İmâm-ı Rabbânî)
KAMÎS:
1. Gömlek, entâri.
Namazda, secdeye yatarken kamîs ve pantolon paçalarını yukarı çekmek mekrûhtur ve
bunları yukarı çekip, kıvırıp namaza durmak da mekruhtur. (Halebî)
Resûlullah kamîs giymeyi severdi. Gömleğinin kolları, bileklerine kadar uzundu. (İmâm-ı
Tirmizî)
2. Kefenin parçalarından olup, entâri gibi uzun, dikişsiz gömlek. (Bkz. Kefen)
Erkeğin kefeninin üç parça olması sünnettir. Bunlar:
1) İzâr; genişliği bir metreden fazla ve baştan ayağa kadar olan bez parçası. 2) Kamîs;
uzunluğu, omuzlardan ayaklara kadar olan uzunluğun iki katıdır. Bu uzunluk ortadan ikiye
katlanıp, kat yerinden, baş geçecek kadar, düz kesilir. Kol ve etek yerleri kesilmez. 3) Lifâfe;
uzunluğu başı ve ayağı geçen, baş üstünden ve ayak altından uçları büzülüp bezle bağlanan
parça. (İbn-i Âbidîn)
KANÂAT:
Yeme, içme ve barınacak yer husûsunda bileğin emeği, alın teri ile kazanılana râzı olmak,
başkasının kazancına göz dikmemek. Kanâat, çalışmayıp, sâdece eline geçeni kullanmak,
tembel oturup, başka bir şey aramamak değildir. Aksine hırslı hareketlerden kaçınıp, gönül
huzûru ile yaşamaktır.
Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Ey kulum! Emir ettiğim farzları yap, insanların en âbidi
olursun. Yasak ettiğim haramlardan sakın verâ sâhibi olursun. Verdiğim rızka kanâat
eyle, insanların en ganîsi (en zengini) olursun, kimseye muhtâc kalmazsın (Hadîs-i
kudsî-Berîka)
İslâmiyet ile şereflenen, hayâtı için yetecek nafakaya sâhib olan ve bunda kanâat eden
kimseye ne mutlu. (Hadîs-i şerîf-Nisâb-ul-Ahbâr)
Kanâat tükenmez bir hazînedir. (Hadîs-i şerîf-Nihâye)
Kanâat eden azîz, tama' eden (dünyâ lezzetlerini haram yollardan arayan) zelîl olur.
(Hadîs-i şerîf-Nihâye)
Kim kanâat ederse, geçimi iyi olur. Kim tama' ederse, (dünyâ lezzetlerini haram yollardan
ararsa) geçim sıkıntısı çeker. (İbn-i Cevzî)
KANDİL GECELERİ:
İslâm dîninin kıymet verdiği mübârek geceler. (Bkz. Mübârek Geceler)
KÂNÛN-I İLÂHÎ:
1. Allahü teâlânın kullarının dünyâ ve âhirette huzûr ve seâdete (mutluluğa) kavuşmaları
için Peygamberleri (aleyhimüsselâm) vâsıtasıyla insanlara bildirdiği emirleri ve yasakları,
İslâmiyet.
2. Allahü teâlânın kâinâtta (varlık âleminde) koyduğu nizâm, düzen.
Yalnız duâ etmekle kendimizi aldatmayalım! Allahü teâlânın kânûn-ı ilâhiyyesine
uymadan, sebeblere yapışmadan, çalışmadan duâ etmek mûcize istemek demektir.
Müslümanlıkta hem çalışılır, hem de duâ edilir. Önce sebebe yapışmak, sonra duâ etmek
lâzımdır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
KAPLAMA MESH:
Abdestte başın her tarafının mesh edilmesi. (Bkz. Mesh)
Kaplama mesh şöyle yapılır: İki el ıslatılıp, üç bitişik ince parmak birbirine yapıştırılır. İç
tarafları başın önünde saçların üzerine konur. Baş ve şehâdet parmakları hâriç üç parmak,
başın arka tarafına doğru çekilir. Başın arkasında üç parmak kaldırılır ve avuç içleri saça
değdirilerek öne doğru çekilir. Şehâdet parmağıyla kulak içi ve baş parmakla kulak arkası,
elin dış yüzüyle de ense meshedilir. (İbn-i Âbidîn)
KÂR HADDİ:
Bir malı satarken, alış fiyatına veya mâliyeti üzerine eklenen fazlalığa, kâra konulan sınır.
Enes bin Mâlik radıyallahü anh buyurdu ki: "Medîne-i münevverede pahalılık oldu. Yâ
Resûlallah! Fiyatlar yükseliyor. Bize kâr haddi koyunuz denildi. Resûlullah efendimiz;
"Fiyatları koyan Allahü teâlâdır. Rızkı genişleten, daraltan, gönderen yalnız O'dur. Ben,
Allahü teâlâdan bereket isterim" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Harâc)
Kâr haddi koymayınız! Fiyat koyan, Allahü teâlâdır. (Hadîs-i şerîf-Dürr-ül-Muhtâr)
Herkes malını, dilediği fiyatla satabilir. İslâmiyet'te kâr haddi diye bir şey yoktur. (İbn-i
Âbidîn)
Esnâfın hepsi fiyatları, fâhiş olarak yâni mal oluş fiyâtlarının iki misline çıkarması, millete
zarar ve zulüm hâline geldiği zaman; hükûmetin, tüccârlara danışarak, uygun bir kâr haddi
koyması câiz olur. Hükümetin koyduğu bu fiyata uymak vâcibdir. (İbn-i Âbidîn)
KARÂBET:
Soy, süt ve evlilik yoluyla yakınlık, akrabâlık. (Bkz. Akrabâ)
KARÂMİTA:
Milâdî dokuzuncu asırda Hamdan Karmat tarafından kurulan bozuk fırka. İsmâiliyye ve
Bâtıniyye de denir.
Kûfe'de tüccârlık yapan Hamdan Karmat, Kûfe yakınındaki Dâr-ül-hicre adını verdiği yere
bir konak yaptırıp, burayı müstahkem (sağlam) bir sığınak hâline getirdi. Câhilleri etrafına
toplayıp Abbâsî halîfesine karşı isyâna teşvik etti ve bugünkü komünizmde bulunan
mülkiyette ortaklık fikrini savundu. Karamita veya Karmatîlik adı verilen bozuk yolunu
kurdu. İslâm dîninin emir ve yasaklarının bir çoğunun yersiz ve geçersiz olduğunu söyledi.
(Abdülkâhir Bağdâdî)
Mecûsîler yâni ateşe tapanlar, İslâm dîninin yayılmasını önleyebilmek için, reisleri
Hamdan Karmat 890 (H. 227)da Karmatî isyânını başlattı. Karamita devletini kurdu.
Karmatîler, Ehl-i sünnet müslümanlara zulm edip şehîd ettiler. İslâm beldelerini harâb edip
hac yollarını kestiler. Mekke-i mükerremeyi işgâl ettiler. Hacer-ül-esved'i Kâbe'den çıkarıp
Basra'ya getirdiler. Cennet, dünyâ lezzetleri; Cehennem de, dînin emirlerini yapıp
yasaklarından kaçınmaktır, dediler. Haramlara, güzel san'at ismini verdiler. İslâm dîninin kötü
huy, fuhş (çirkin işler) dediği ahlâksızlıklara moral eğitimi diyerek gençleri sefâhete (bozuk
işlere) sürüklediler. Devletleri İslâmiyet'e çok zarar verdi. 938 (H. 372)'de Allahü teâlânın
gadabına yakalanıp mahvoldular. (Şehristânî)
Mazdek tarafından ortaya atılan komünist fikirleri temel alan Karamitaya göre, bütün
fertlerin mallarının birleştirilmesi farzdır. Nikâh (evlenme) müessesesini de kabûl etmeyen
Karmatîler, kadınlarda da ortaklığı kabûl ediyorlardı. Kıble olarak Mekke-i mükerremeyi
değil, Kudüs'ü kabûl eden Karamita fırkası, şarap ve benzeri içkileri helâl sayarlar. (Abdülazîz
Dehlevî)
KÂRÎ:
Kur'ân-ı kerîmi ezberleyen ve okuyan.
Nice kâriler vardır ki, Kur'ân-ı kerîm onlara lânet eder. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Zamânımızda, Kur'ân-ı kerîm okurken tegannî yapan kârilerin nâmelerini işiterek; "Ne
güzel okudu!" diyen kimsenin îmânı gider. (İmâm-ı Mâtürîdî)
KÂRİA SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yüz birinci sûresi.
Kâria sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). On bir âyet-i kerîmedir. Kâria'dan yâni kıyâmet
gününden haber verdiği için, Sûret-ül-Kâria denilmiştir. Sûrede; Kıyâmetin kopması sırasında
meydana gelecek olaylardan ve insanın âkibetinden bahs edilmektedir. (Muhammed bin
Hamza, İbn-i Abbas)
Allahü teâlâ Kâria sûresinde meâlen buyurdu ki:
(Kıyâmet günü) Kimin tartılan (iyi) ameli ağır gelirse, işte o, hoşnûd edici bir yaşayış
içinde olur. (Âyet: 6-7)
Kim Kâria sûresini okursa, Allahü teâlâ kıyâmet günü onun mîzânını (sevâb terâzisini)
ağır getirir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
KÂRİN HACI:
Hac ile ömreye birlikte niyyet eden. Önce ömre için Kâbe-i muazzamayı tavaf ve sa'y
edip, sonra ihrâm elbisesini çıkarmadan ve traş olmadan, hac günlerinde hac için, tekrâr tavaf
ve sa'y yapan. (Bkz. Hac)
Kârin hacılar taş atıp, tıraş oluncaya kadar ihrâmı çıkarmayacağı için, ihrâmın men ettiği
şeylerden her gün sakınmaları lâzım olur. Bu şeylerden sakınamayacak kimselerin mütemettî'
hacı olması uygundur. (İbn-i Âbidîn)
KARÎNE:
Emâre, alâmet. Bir şeyin hakîkatine delil olan şey.
Ağızda şarap kokusu, içki içildiğine karînedir. (Lübâb)
KARZ-I HASEN:
Ödünç verme, çarşıda benzeri bulunan herşeyi, belirsiz bir zaman sonra, aynısı geri
verilmek üzere verme.
Bir adam Cennet'e girince, Cennet kapısının üstünde; "Sadaka veren, on katını alır;
karz-ı hasen veren de, verdiğinin on sekiz katını alır" yazısını görür. (Hadîs-i
şerîf-Câmi-us-sahîh, Müsned, Mu'cem-ül-Kebîr)
Karz-ı hasen verirken; şu gün ödeyeceksin şeklinde zaman tâyin etmemeli
(bildirmemelidir). Çünkü zaman tâyin ederse, malı, misli yâni benzeri ile veresiye satmış olur
ki, bu fâizdir. (Hamzâ Efendi)
Allahü teâlâ kendisine karz-ı hasenle borç verenleri bol bol mükâfâtlandıracağını ve onları
Cennetlere koyacağını bildirmiştir. (İmâm-ı Şâtıbî)
KASAS SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yirmi sekizinci sûresi.
Kasas sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Seksen sekiz âyet-i kerîmedir. Mûsâ
aleyhisselâmın kıssası geniş şekilde bildirildiği için sûreye Sûret-ül-Kasas denilmiştir. Ayrıca
Mûsâ aleyhisselâmın çocukluğundan îtibâren hayâtı, mücâdeleleri, tevhîd ehlinin zaferi ve
dünyâ servetine güvenilmemesi bildirilmektedir. (Senâullah Dehlevî, Taberî, Râzî)
Allahü teâlâ Kasas sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Resûlüm!) Sen sevdiğini hidâyete kavuşturamazsın. Allahü teâlâ dilediğini doğru yola
kavuşturur. (Âyet: 56)
Kim Kasas sûresini okursa, Mûsâ aleyhisselâmı tasdîk (kabûl) ve tekzîb (inkâr)
edenlerin adedince ona sevâb verilir. Gökte ve yerde hiçbir melek yoktur ki, kıyâmet günü
onun sâdıklardan olduğuna şâhid olmasın. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
KASD:
Teşebbüs, niyet; bilerek, isteyerek, kalbe gelen bir fikri, düşünceyi yapmak için karar
verme.
Allahü teâlâ, kullarına merhâmet ederek, onların işlerinin yaratılmasını, onların kastlarına,
arzûlarına tâbi kılmıştır. Kul isteyince, kulun işini yaratmaktadır. Bunun için de, kul mes'ûl
(sorumlu) olur. İşin sevâbı ve cezâsı, kula olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Kerâhet-i tahrîmiyye (harama yakın olup, amelin sevâbını gideren şeyi) işleyen, eğer kast
ile işlerse âsî (isyân edici) ve günâhkâr olur. (Kutbüddîn İznikî)
KASEM:
Yemîn. Bir işi yapmak veya yapmamak için Allahü teâlânın ismini söyleyerek söz verme.
(Bkz. Yemîn)
KÂSİD:
İşlemez, revâçsız, kıymetsiz. Çarşıda pazarda geçmez olan para. (Bkz. Kesâd)
KASÎDE-İ BÜRDE:
İslâm âlimlerinin meşhûrlarından ve evliyânın büyüklerinden Muhammed bin Saîd
Busayrî hazretlerinin, sevgili Peygamberimizi öven meşhûr kasîdesi. Bu kasîdeyi rüyâsında
Peygamber efendimize okuduğu ve Peygamber efendimiz de ona bürdesini yâni hırkasını
hediye ettiği için bu kasîdeye Kasîde-i Bürde denilmiştir.
İmâm-ı Busayrî hazretleri felç olmuş, bedeninin yarısı hareketsiz kalmıştı. Bu sırada
Peygamber efendimizi medh eden, öven bir kasîde yazdı. Rüyâda Resûlullah'a okudu.
Peygamber efendimiz kasîdeyi beğenip, arkasından mübârek hırkasını çıkardı ve İmâm-ı
Busayrî'ye giydirdi. Bedeninin felçli yerlerini de mübârek eli ile sığadı. Uyandığında,
Resûlullah efendimizin bereketiyle şifâ bulup, vücûdunda felç kalmadığını gördü. Hırka-i
Seâdet de arkasında idi. Onun için bu kasîdeye Kasîde-i Bürde denildi. Bürde, hırka palto
demektir. İmâm-ı Muhammed bin Saîd Busayrî 1295(H. 695) senesinde vefât etti. (M. Sıddîk
bin Saîd)
Çeşitli dillerde doksandan fazla şerhleri (açıklamaları) olan Kasîde-i Bürdeye, Kasîde-i
Bür'e (Şifâ kasîdesi) diyenler de olmuştur. (Kâtib Çelebi)
Kasîde-i Bürde'den bâzı beytlerin tercümesi şöyledir:
Hazret-i Muhammed'in kerem (cömertlik) yağmurlarından,
Bir damla olmak ister, bilcümle peygamberân.
Zâhirî ve bâtınî, rûhânî ve cismânî,
Varlıkların hepsinden odur Hakk'a sevgili.
Hudutsuzdur zâtının fazîlet ve kemâli,
Mümkün değil anlatma dil ile kemâlini.
KASÎDE-İ EMÂLÎ:
Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını anlatan ve altmış yedi beytten meydana gelen meşhûr
kasîde. Kasîdenin asıl adı Bed-ül-Emâlî olup, yazarı Ali Ûşî'dir.
Eskiden her din âlimi Kasîde-i Emâlî'yi ezbere bilirdi. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
Kasîde-i Emâlî'nin çeşitli dillerde yazılmış şerhleri yâni açıklamaları vardır. Bunlardan en
kıymetlisi, Muhammed bin Süleymân el-Halebî'nin yazdığı Nühbet-ül-Leâlî'dir. (Kâtib
Çelebi, Muhammed Reyhavî)
Kasîde-i Emâlî'nin beytlerinden bâzısının Türkçe tercümesi şöyledir:
Mevlâmız mahlûkların ilâhıdır biliniz.
Kemâl sıfatlarla muttasıftır (sıfatlanmıştır) Rabbimiz.
Münezzehtir Rabbimiz, hanımdan hizmetçiden,
Oğlu ve kızı yoktur, berîdir her birinden.
Cennet ile Cehennem ebedî olacaktır.
İçlerinde olanlar devamlı kalacaktır.
Îmândan sayılmazlar bütün hayırlı işler,
İbâdetler îmânın parçası değildirler.
Ehl-i sünnet üzere tevhîd hakkında yazdım,
Fevkalâde bal gibi te'sirli oldu nazmım.
Bu nazm mü'min kalblere rahatlık, neş'e verir,
Âb-ı zülâl gibidir, ruhlara hayât verir.
KASR-ISALÂT:
Seferde, yolculuk hâlinde dört rek'atli farzları iki rek'at kılmak. (Bkz. Müsâfir)
KASVET:
Katılık, sertlik, kalbden hayır (iyilik) ve yumuşaklığın çıkması.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Ne var ki bunlardan sonra yine kalblerinize kasvet geldi. İşte onlar (yâni kalbleriniz)
şimdi katılıkta taş gibi, yâhut daha da ileri. Çünkü, taşlardan öylesi var ki, içinden
ırmaklar fışkırır. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su kaynar. Taşlardan bir kısmı da,
Allah korkusuyla yukarıdan aşağı düşer. Allah, yapmakta olduklarınızdan aslâ gâfil
değildir. (Bekara sûresi: 74)
Lüzumsuz çok konuşmak kalbe kasvet verir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
...Kasvetli kalb, Allahü teâlâdan uzaktır. (Hadîs-i şerîf-Muvattâ)
Zevk ve safâ sürmek için çok yaşamayı isteyen tûl-i emel sâhibleri; ibâdetleri vaktinde
yapmazlar, tövbe etmeyi (günâhlara pişmân olmayı) terk ederler, kalbleri kasvetli olur, ölümü
hâtırlamazlar, vâz ve nasîhatten ibret almazlar. (Muhammed Hâdimî)
Kalbinde kasvet bulunan kimse; tûl-i emel sâhibi olur, Allahü teâlâyı unutur, nefsinin arzu
ve isteklerine uyar. (Senâullah Pâni Pûtî)
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma şöyle vahy etti (bildirdi): "Uyanık ol, kendine dost ara,
sevincine ortak olmayan bir dostu kendinden uzaklaştır, onunla arkadaşlık etme; çünkü böyle
bir dost, kalbine kasvet verir..." (Muhammed bin Nadr Hârisî)
Halâveti (mânevî tadı) üç şeyde arayınız: Namazda, zikirde (Allahü teâlâyı anmada),
Kur'ân-ı kerîm okumada. Eğer buralarda halâveti bulamadıysanız, biliniz ki, kalbiniz kasvet
sebebi ile kapalıdır. (Hasan-ı Basrî)
Harama bakmak, kalbe kasvet verir. (Bişr-i Hafî)
KÂTI-I TARÎK-I İLÂHÎ:
İnsanların Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymalarına ve rızâsına kavuşmasına
mâni olan, hidâyet ve saâdetlerini engelleyen, saptırıcı, yol kesici.
İnsanların îmân etmesine, İslâmiyet'i öğrenmelerine ve İslâmiyet'e uymalarına mâni
(engel) olan din düşmanları kâtı-ı tarîk-ı ilâhîdirler. (İmâm-ı Rabbânî)
Din bilgilerinde hakîkî âlimlerin bildirdiklerine tâbi olmayan ve kendi akıllarına ve
keyflerine göre hüküm veren sapık din adamları, kâtı-ı tarîk-ı ilâhîdirler. (İmâm-ı Rabbânî)
Tasavvufta yetişmemiş, kemâle ermemiş ve kendisine mürşîd (rehber) ismini ve süsünü
veren sahte tarîkatçılar kâtı-ı tarîk-ı ilâhîdirler. Onların sohbetleri öldürücü zehirdir.
(Muhammed Ma'sûm)
KAT'Î DELÎL:
Kesin delil. Âyet-i kerîmeler ve tevâtürle bildirilen mânâsı açık hadîs-i şerîfler.
Kur'ân-ı kerîmde, kat'î delîl ile ve söz birliği ile anlaşılmış emirlere farz denir. Ve yine
Kur'ân-ı kerîmde; "Yapmayınız" diye kat'î delîl ile yasaklanan şeylere haram denir. (İbn-i
Âbidîn)
KAT'-İ RAHM:
Sıla-i rahmi yâni akrabâ ile görüşmeyi, haberleşmeyi kesme.
İçlerinde kat'-i rahm edenin bulunduğu bir topluluğa (cemâate) rahmet inmez. (Hadîs-i
şerif-Edeb-ül-Müfred)
Kat'-i rahm, büyük günâhtır. Erkek olsun, kadın olsun zî rahm-i mahrem (nikâhlanmak,
evlenmek haram olan) akrabâyı ziyâret etmek vâcibdir. (Abdülganî Nablüsî)
KÂTİL:
İnsan öldüren.
Kâtilin ölmesi veya velîlerin affetmesi yâhut mal vererek anlaşmaları ile, kısâs (kâtilin
öldürülmesi) sâkıt olur (düşer). (İbn-i Âbidîn)
Kâtile kısâs yapmaya hakkı olan velî, maktûlün yâni öldürülenin vârisleri yâni
mîrasçılarıdır. (İbn-i Nüceym)
KATL:
İnsan öldürme.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
... (Kısas ve zinâ gibi şeylerden dolayı meşrû) bir hak olmadıkça, Allah'ın haram ettiği
cânı katl etmeyin... (En'âm sûresi: 151)
Ekber-i kebâir (büyük günahlar): Bir şeyi Allahü teâlâya ortak etmek, adam katl etmek,
anaya-babaya karşı gelmek, yalancı şâhidlik yapmaktır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
Yol kesiciler, döğüşürken katl edilirse, yıkanmaz ve namazları kılınmaz. (İbn-i Âbidîn,
Kâşânî)
KATOLİK:
Hıristiyanlıktaki mezheblerden biri. Roma kilisesinin kendine verdiği ad. Katolik
kilisesine mensup kimse. Merkezi Roma'da (Vatikan'da) olup, rûhânî lideri papadır.
Roma imparatoru Konstantin, 310 senesinde hıristiyanlığın yayılmasına izin verdi ve
kendi de hıristiyan oldu. İstanbul şehrini yaptı. Roma'dan İstanbul'a taşındı. Mîlâdın 395.
senesinde Roma devleti ikiye ayrıldı. Roma'daki papaya tâbi olanlara katolik, İstanbul'daki
patriğe bağlı olanlara ortodoks denildi. (Ahmed Cevdet Paşa, Harputlu İshâk Efendi)
1572 yılı Ağustos ayının yirmi dördüncü günü St. Barthalmi yortusunda katolik olan
dokuzuncu Şarl (Carl) ve kraliçe Katerina'nın emri ile Pâris civârında altmış bin Protestan
öldürüldü. Meşhûr Fransız edîbi Voltaire 1759'da yazdığı Candide adlı eserinde, katolik
papazların, yanlış telkinde bulunduklarını ve fen düşmanlığı aşıladıklarını, dînî akîdeleri
(inançları) bozduklarını ve çeşitli hîlekârlıkta bulunduklarını yazmaktadır. (M. Sıddîk Gümüş)
KAVED:
Kısas olarak, öldüreni öldürme. (Bkz. Kısas)
Bir insanı haksız olarak, amden (kasten, bile bile) öldüren kimseye kaved lâzım olur.
(İbn-i Âbidîn)
Muhârebede, iki tarafın askeri karıştığı zaman, kâfir sanarak, müslümanı amden (kasten,
bilerek) öldürene kaved lâzım gelmez. (İbn-i Âbidîn)
KAVİYY (El-Kaviyyü):
Allahü teâlânın Esma-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi tam olarak yaratmakta
kuvvet sâhibi olan, her şeyi yaratıp, varlıkta devâm ettiren; dilediğini yapmak kendisine zor
gelmeyen.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şüphesiz Allahü teâlâ Kaviyy'dir. Îmândan yüz çevirene ıkâbı (azâbı) şiddetlidir. (Enfâl
sûresi: 52)
El-Kaviyy ism-i şerîfini söyliyenin cismine, bedenine kuvvet gelir. (Yûsuf Nebhânî)
KAVL:
Müctehid (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden din bilgilerini elde edebilen) âlimlerin
bir işin hükmünü bildiren sözü yâni re'yi, ictihâdı.
Öğle namazının vakti, zevalden yâni her şeyin gölgesi en kısa olduğu zamandan, kendi
boyu kadar veya boyunun iki misli uzayıncaya kadar devâm eder. Birincisi, İmâmeyn'in
(İmâm-ı Ebû Yûsuf'la, İmâm-ı Muhammed'in) kavli, ikincisi, İmâm-ı a'zam'ın kavlidir. Şimdi
ikindi ezânları, İmâmeyn'in kavline göre okunmaktadır. (M. Sıddîk bin Saîd)
Kavl-i Kadîm:
İmâm-ı Şâfiî'nin Bağdâd'daki ilk ictihâdlarına (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden
çıkardığı hükümlere) verilen ad. Bunlara onun mezheb-i kadîmi de denir. İmâm-ı Şâfiî, kavl-i
kâdimini el-Hucce adlı eserinde topladı. Mısır'a yerleşince, muhîtin (yörenin) örf ve âdetlerini
de nazar-ı îtibâra (dikkate) alarak yaptığı yeni ictihâdlarına kavli cedîd (yeni ictihâdları)
denildi.
Keffâret-i iskât yâni meyyiti (ölüyü) namaz, oruç gibi dünyâda iken yerine getiremediği
borçlarından kurtulmak için, borcu kadar, fidye denilen belli miktârda mal veya paranın
fakirlere dağıtılması husûsunda vasiyet etmedi ise, velînin (meselâ babasının) keffâret iskatı
yapması Hanefîde lâzım olmaz. Şâfiî mezhebinde vasiyet etmedi ise de, velînin iskat yapması
lâzımdır. Şâfiî'nin kavl-i kadîmine göre, velîsi meyyitin namaz ve oruçlarını kazâ eder.
(Muhammed Mazharî)
KAVME:
Namaz kılarken rükûdan kalkıp uzuvlar hareketten kesildikten sonra en az bir kerre
sübhânallah diyecek kadar ayakta durmak.
Namâzı cemâat ile kılmak ve tümânînet (uzuvların hareket etmemesi) ile kılmak, rükûdan
sonra kavme yapmak ve iki secde arasında celse yapmak (sübhânallah diyecek kadar durmak)
sünnettir. Kavmenin ve celsenin farz olduğunu bildiren âlimler de vardır. (Abdullah-ı
Dehlevî)
Peygamber efendimiz, bir gün Eshâb-ı kirâmına; "Hırsızların büyüğü kimdir bilir
misiniz?" buyurdu. "Bilmiyoruz. Siz buyurun!" dediklerinde; "Hırsızların büyüğü,
namazından çalandır ki, namazın erkânını tamam yapmaz" buyurdu. Bu hırsızlıktan da
sakınmalıdır ve büyük hırsız olmaktan kurtulmalıdır. Niyeti doğru yapmalıdır. Niyet doğru
olmazsa, ibâdet sahîh, doğru olmaz. Kırâati doğru okumalıdır. Rükû'u, secdeleri, kavmeyi ve
celseyi, itminân ile yapmalıdır. Yâni rükû'dan kalkınca tam dikilip, bir tesbîh miktârı durmalı
ve iki secde arasında doğru oturup yine bir tesbih miktârı öyle durmalıdır. Böylece, kavmede
ve celsede, itminân (tumânînet, hareketsizlik) hâsıl olur. Böyle yapmayanlar, hırsızlardan olur
ve çok azâblara yakalanır. (İmâm-ı Rabbânî)
KAYLÛLE:
Gün ortasında bir miktâr uyuma. Kaylûle öğleden önce de sonra da yapılabilir.
Kaylûle etmek Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem âdet-i şerîfesi idi. O'na
uyan bir kimsenin bir parça kaylûle etmesi, O'na uymaksızın birçok geceleri ibâdetle
geçirmekten kat kat daha kıymetlidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Gece yemeği gündüz orucuna yardımcı olduğu gibi, kaylûle etmek de gece ibâdetine
yardımcıdır. Gece ibâdetine kalkmayacak bile olsa bu vakitlerde uyumak lüzumsuz dedikodu
yapmaktan daha makbûldür. (İmâm-ı Gazâlî)
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe her gün sabah namazını câmide kılıp öğleye kadar suâlleri
olanlara cevab verir, öğleden önce oturduğu yerde kaylûle yapardı. (Temîmî, Mekkî)
KAYYÛM (El-Kayyûm):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaratıcı ve mahlûkları
yerlerinde ve varlıkta durdurucu.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
O, kendinden başka ilâh bulunmayan Allahü teâlâdır. Hayy ve Kayyûm'dur. (Bekara
sûresi: 255)
Hergün on altı defâ tenhâ bir yerde El-Kayyûm ismi şerîfi ahmağa okunursa, Allahü
teâlânın izniyle abtallığı gider, hâfızası kuvvetlenir. (Yûsuf Nebhânî)
Kayyûm-i Âlem:
Kayyûmiyyet makâmında bulunan velî zât. İnsanların âhirete âit derece ve seâdetleri bu
mertebedeki velîlerin imdâdına verildiğinden kayyûm denilmiştir.
Kutb-ı irşâd, kayyûm-ı âlemdir. Îmân sâhibi olmak, hidâyete kavuşmak, ibâdet
yapabilmek, günâhlara tövbe edebilmek kutb-i irşâdın feyzleri ile olur. Kayyûm-ı âlem olan
ârif, bir asırda birden çok olmaz. Belki uzun asırlardan, devirlerden sonra zuhûr eder.
(Muhammed Ma'sûm)
KAZÂ:
Allahü teâlânın ezelde irâde ve taktir buyurduğu şeyleri, zamânı gelince, ilim ve irâdesine
muvâfık (uygun) olarak yaratması.
Kazâ gelmez Hak yazmayınca,
Belâ gelmez kul azmayınca.
(M. Sıddîk bin Saîd)
Kazâ Etmek:
Namaz, oruç gibi farz ve vacib bir ibâdeti vakti çıktıktan sonra yapmak.
Farzı kazâ etmek farzdır. Vâcibi kazâ etmek ve bozulan sünnet ve nâfileleri iâde (yeniden
yapmak) vâcibdir. Vaktinde kılınmayan sünneti kazâ etmek emr olunmadı. Bu sünneti kazâ
ederse, nâfile olur ve sünnet sevâbına kavuşamaz. (Alâüddîn-i Haskefî)
Kazâ-i Muallak:
Allahü teâlânın yaratılmasını şarta bağlı olarak takdîr ettiği ve şart meydana gelince
yarattığı şeyler.
Kazâ-i muallakı hiçbir şey değiştiremez. Yalnız duâ değiştirir ve ömrü yalnız, iyilik
artırır. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Kazâ, iki kısımdır. Kazâ-i muallak, kazâ-i mübrem. Birincisi şarta bağlı olarak yaratılacak
şeylerdir ki, bunların yaratılma şekli değişebilir veya hiç yaratılmaz. Kazâ-i muallak da iki
kısımdır. Birincisinin bağlı olduğu sebepler levh-i mahfûzda gösterilmiş, meleklere
bildirilmiştir. İkincisinin sebeplerini ancak Allahü teâlâ bilir. Levh-i mahfûzda kazâ-i
mübrem gibi görülen bu kazâ-i muallak da birincisi gibi değiştirilebilir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kazâ-i muallak levh-i mahfûzda yazılıdır. Eğer bir kimse iyi amel yapıp duâsı kabûl
olursa, o kazâ değişir. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Kader tedbîr yâni sakınmakla değişmez.
Fakat kabûl olan duâ o belâ gelirken korur." Duânın belâyı defetmesi de kazâ ve
kaderdendir. Kalkan oka siper, sulu yer otun yetişmesine sebeb olduğu gibi duâ da Allahü
teâlânın merhametinin gelmesine sebeptir. (İmâm-ı Gazâlî)
Kazâ-i Mübrem:
Allahü teâlânın şarta bağlı olmaksızın yaratılmasını takdîr ettiği, yaratılması muhakkak
olan şeyler.
Kazâ, yâni Allahü teâlânın yarattığı şeyler iki kısımdır: Kazâ-i muallak, kazâ-i mübrem.
Kazâ-i mübrem hiçbir zaman değişmez. Muhakkak yaratılır. Kaf sûresinin "Sözümüz
değiştirilmez" meâlindeki yirmi dokuzuncu âyet-i kerîmesi kazâ-i mübremi bildirmektedir.
(İmâm-ı Rabbânî)
Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri, 1221 (H. 618) yılında Harezm'e Cengiz askeri Tatarlar
hücum edince, talebelerine; "Memleketinize gidiniz. Şarktan (doğudan) fitne ateşi geliyor.
Her tarafı yakacaktır. İslâm târihinde bu kadar fitne görülmemiştir" buyurdu. Talebeleri; "Duâ
buyurun da bu belâ müslüman memleketlerinden uzaklaşsın" deyince; "Bu, kazâ-i
mübremdir. Duâ bunu gidermez" buyurdu. (Molla Câmi)
Kazâ Namazı:
Vakti çıktıktan sonra kılınan namaz.
Tertîb sâhibi olup bir namazı uykuda geçiren veya unutan kimse, sonraki namazı
cemâat ile kılarken hatırlasa, imâmla namazı bitirip, sonra önceki namazını kazâ etsin.
Bundan sonra imâmla kıldığını tekrar kılsın. (Hadîs-i şerîf-Dürr-ül-Muhtâr)
Farz namazı, İslâmiyet'te bildirilen bir özrü olmadan kazâya bırakmak haramdır, büyük
günâhtır. Bu günâh kazâ edince affolmuyor. Kazâ ettikten sonra ayrıca tövbe etmek de
lâzımdır. Kazâ edince sâdece namazı kılmamak günâhı affolur. Kazâ kılmadan tövbe edince
namazı terk günâhı affolmadığı gibi, te'hir (geciktirme) günâhı da affolmaz. Çünkü tövbenin
kabûl olması için günahtan sıyrılmak şarttır. (Alâüddîn-i Haskefî)
Farz ve vâcib olan namazlar vaktinde kılınmazlarsa, kazâ edilmeleri emr olundu. Sünnet
namazların yalnız vaktinde kılınmaları emr olundu. Vaktinde kılınmayan sünnet namazlar,
insanın üzerinde borç kalmaz. Bunun için vaktinden sonra kazâ edilmeleri emrolunmadı.
Sabah namazının sünneti vâcibe yakın olduğundan, o gün öğleden önce farzı ile kazâ edilir.
Sabah sünneti öğleden sonra, başka sünnetler ise hiçbir zaman kazâ edilmez. Kazâ olursa,
sünnet sevâbı hâsıl olmaz. Nafile kılınmış olur. (Kara Çelebizâde)
Farz ve vâcib olan bir namazı, bile bile kazâya bırakabilmek için iki özür vardır. Biri
düşman karşısında olmaktır. İkincisi üç günlük yol gitmeğe niyeti olmasa bile yolda bulunan
kimsenin hırsızdan, yırtıcı hayvandan, selden, fırtınadan korkmasıdır. (İbrâhim Halebî)
Üzerinde kazâ namazı borcu olanın nâfile namazı kılması câiz olmaz. Çünkü Peygamber
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Farzlar yerine getirilmedikçe, Allahü teâlâ
nâfileleri kabûl etmez" buyurdu. (Mecma'-ül-Fetâva)
Kazâ Orucu:
Oruç tutmamayı mubâh kılan (dînde bildirilen) bir özür sebebiyle vaktinde tutulamayan
veya tutarken bir özür sebebiyle yâhut kast (bilerek) olmadan bozulup, Ramazân bayramının
birinci, Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günleri dışındaki zamanlarda gününe
gün tutması gereken Ramazân-ı şerîf orucu.
Hasta hastalığının artmasından veya iyi olmasının gecikmesinden yâhut şiddetli ağrı
gelmesinden, hasta bakıcı hastalanarak onlara bakamayıp helâk olmalarından korkar ise, oruç
tutmayıp sonra orucu kazâ eder. (İbn-i Âbidîn)
Kazâ orucu arka arkaya olduğu gibi ayrı ayrı günlerde de tutulabilir. Hastalık veya
ihtiyarlık (yaşlılık) sebebiyle orucunu tutamayıp fidye veren kimse, daha sonra kuvvetlenir
veya sağlığına kavuşursa, Ramazan oruçlarını ve tutamadığı oruçlarını tutar. (İbn-i Âbidîn)
Kazâ ve Kader:
Allahü teâlânın meydana gelecek hâdiseleri ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı)
ile ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi ve bu hâdiselerin zamânı
gelince, Allahü teâlâ tarafından yaratılması ve meydana çıkması. Allahü teâlânın birşeyin
varlığını ezelde bilip, takdîr etmesine kader, kaderin yâni varlığı dilenilen şeyin zamânı
gelince yaratılmasına kazâ denir. Kazâ ve kader kelimeleri birbirinin yerine de kullanılır.
Kazâ ve kaderime râzı olmayan, beğenmeyen, gönderdiğim belâlara sabretmeyen
benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın. (Hadîs-i
kudsî-Mektûbât-ı Rabbânî)
Îmânın şartlarından biri de kazâ ve kadere hayr ve şerrin Allahü teâlâdan geldiğine
inanmaktır. Cenâb-ı Hak her kulunun başından geçecek her şeyi önceden bilir. Kaderi
değiştirmek kimsenin elinde değildir. Dilerse cenâb-ı Hak değiştirir. Kader, cenâb-ı Hakk'ın
kullarından gizlediği bir sırrıdır. (Kemâhlı Feyzullah Efendi)
KAZF:
Atmak. İffetli (temiz) erkek veya kadına zinâ isnâd etmek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
İffetli müslüman kadınlara kazf edip sonra (bunu isbât için) dört şâhit getiremeyenler
(var ya), işte bunlara seksen değnek vurun. (Hiçbir şey hakkında) bunların şâhidliklerini
ebediyyen kabûl etmeyin. Bunlar asıl fâsıklardır (günâhkârlardır). (Nûr sûresi: 4)
İnsanı tehlikeye düşüren yedi şeyden sakının. Allahü teâlâya şirk (ortak) koşmak,
sihirle (büyüyle) uğraşmak, haksız yere adam öldürmek, fâiz yemek, yetim malı yemek,
harbde düşmandan kaçmak ve muhsan (nâmuslu, temiz, evli) müslüman kadınlara kazf
etmek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
İslâmiyet'te muhsan (evli) olan erkek veya kadına kazf büyük günâhtır. (Alâeddîn-i
Haskefî)
Kazf edilen kimsenin istemesi ile, kazf edene had (seksen sopa) vurulur. (İbn-i Âbidîn)
Kazf Haddi:
Muhsan olan erkek veya kadına zînâ isnâd edenlere (iftirâda bulunanlara) verilen sopa
cezâsı. (Bkz. Had)
KEBÂİR:
Büyük günâhlar. Müfredi (tekili) kebîredir.
Kebîre sâhibi îmândan çıkmaz. Kebîre sâhibinin hâli Allahü teâlânın irâdesine kalmıştır.
Dilerse bağışlar, dilerse azâb eder. (İmâm-ı Rabbânî)
Kebîre işlemek küfr değil, fısktır, emre itâattan çıkmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Büyük günâh işleyenin îmânı gitmez. Harama helâl derse, îmânı gider. Günâhlar ikiye
ayrılır: Kebâir, büyük günâhlardır. Meselâ: 1) Bir şeyi Allahü teâlâya ortak etmek. Buna şirk
denir. Şirk, küfrün en kötüsüdür. 2) Bir insanı veya kendini öldürmek. 3) Sihir yâni büyü
yapmak. 4) Yetim malı yemek. 5) Fâiz alıp vermek. 6) Muhârebede düşman karşısından
kaçmak. 7) Temiz kadınları kazf etmek, yâni nâmuzsuz demek. Her günâhın büyük olmak
ihtimâli vardır. Hepsinden kaçınmak lâzımdır. (Teftâzânî, Reyhâvî)
KEBÎR (El-Kebîr):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Varlığından önce yokluk
geçmemiş olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O'ndan (Allah'tan) başka tapdıkları hiç şüphesiz bâtıldır, yok olucudur. Şüphesiz
Allahü teâlâ yücedir, Kebîr'dir. (Lokman sûresi: 30)
El-Kebîr ism-i şerîfini söyliyene, ilim ve mârifet kapısı açılır. (Yûsuf Nebhânî)
KEFÂLET:
Kefillik. Kefîl olmak. Bir kimsenin, borcunu ödememesi, taahhüdünü (verdiği sözü)
yerine getirmemesi hâlinde onun yerine borcu ödemeği, sözü yerine getirme mes'ûliyetini
(sorumluluğunu) alacaklıya karşı üzerine almak.
Kefâletin ihtivâ ettiği (taşıdığı) birçok güzel taraflar vardır. Bunlardan birisi, malının zâyi
(yok) olacağı, alamayacağı korkusunda bulunan alacaklı kişinin bu düşüncesini ondan atma;
ödeyemediği takdirde şahsına bir zarar geleceği korkusu taşıyan borçlunun bu korkusunu
gidermek her iki tarafın karamsar (kötü) düşüncelerini yok etmesi gibi faydaları taşır. Bu da
her iki taraf için bir nîmettir. Kefâlet, âlicenâblığın gereği bir iştir. (İbn-i Hümâm)
Ukûbâtta (cezâlarda) kefâlet sahîh değildir (olmaz). Birinin yerine, kefîli îdâm edilmez.
(Ali Haydar Efendi)
KEFEN:
Vefât eden kimsenin yıkandıktan sonra sarılarak defnedildiği beyaz bez parçaları.
Âdem aleyhisselâm vefât edince, melekler Cennet'ten hanût ve kefen getirdiler. Su ve
sedr yaprağı ile yıkadılar. Üçüncüsünde kâfûr koydular. Üç kefen ile kefenlediler.
Namazını kıldılar. Lahd yaptılar. Defn ettiler. Sonra çocuklarına dönerek; "Ey
Âdemoğulları! Ölülerinize böyle yapınız" dediler. (Hadîs-i şerîf-Fetevâ-i Fıkhıyye)
Ölülerin kefenlerini güzel yapın. Zîrâ onlar kendi aralarında birbirlerini ziyâret ederler
ve kefenlerinin güzelliği ile iftihâr ederler. (Hadîs-i şerîf-Dürrü'l-Muhtâr)
Kefen, erkek için üç, kadın için beş parçadır. Erkeğin kefeni; izâr (genişliği bir metreden
fazla baştan ayağa kadar olan bez parçası), kamîs (entâri gibi uzun gömlek) ve lifâfe (başı ve
ayakları geçecek uzunlukta, baş üstünden ve ayak altından uçları büzülüp bezle bağlanan
kısım). Kadınların kefeni ise, kamîs, îzâr, lifâfe, himâr (baş örtüsü) ve göğüs bezidir. (Zeylâî)
Kefenin, meyyitin (ölenin) kendi helâl malından olması, başkasının vermesinden daha
iyidir. Diri iken helâl kefen hazırlamak iyidir. (Halebî)
Sâlihlerin, velîlerin çamaşırından, elbisesinden kefen yapmak veya kefen içine bunlardan
yüzüne göğsüne koymak faydalıdır. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Bir kefendir âkıbet sermâye-i bây u fakîr
Varlığa mağrur olan mecnûn değil de, yâ nedir.
(Lâ Edrî)
Kefen-i Farz:
Erkek veya kadının vefât ettiğinde sarılarak örtüldüğü bezlerden bir parçası. Buna kefen-i
zarûret (lâzım olan kefen) de denir.
Kefen-i farz, erkekler ve kadınlar için bir parçadır. (Kutbüddîn-i İznikî)
Kefen-i farz olarak (zarûret hâlinde) erkeğe ve kadına yalnız lifâfe (başı ve ayağı geçen
uzunlukta, baş üstünden ve ayak altından büzülüp bezle bağlanan kısım) lâzımdır. (Halebî)
Kefen-i Kifâye:
Fakir veya çok borçlu olarak vefât etmiş erkek ve kadın için yeterli sayılan ve bedeni
örtecek kadar olan kefen.
Erkeklere kefen-i kifâye olarak îzâr (genişliği bir metreden fazla baştan ayağa kadar olan
bez parçası) ve lifâfedir. (Halebî)
Kadınların kefen-i kifâyesi; izâr, lifâfe ve himâr yâni baş örtüsüdür. Çünkü kadınlar
hayatta iken bu üçü ile örtünürler. (İbn-i Nüceym)
Kefen-i Sünnet:
Vefât eden erkek için üç, kadın için beş parça olan bez parçası.
Erkek için kefen-i sünnet üç parça, yâni izâr, kamîs (entâri gibi uzun gömlek) ve lifâfedir.
Kadın için, kamîs, izâr, lifâfe, himâr (baş örtüsü) ve göğüs bezidir. (Halebî)
KEFFÂRET:
Örtmek. Allahü teâlânın bâzı hususlarda kullarının kusur ve günahlarını affetmek ve
örtmek için vesîle yaptığı şeylerden her biri. Çoğulu keffârâttır. Keffâretler, bir bakımdan
ibâdet, bir bakımdan cezâ durumundadır. Keffâret, katl (insan öldürme), zıhar, yemîn, oruç ve
hac keffâreti olmak üzere beş kısımdır.
Büyük günahlardan kaçınmak şartıyla, beş vakit namaz ve Cumâlar, aralarındaki
küçük günâhlara keffârettirler. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
Günâhın keffâreti pişmanlıktır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
Devamlı hasta veya çok yaşlı olup, altmış gün keffâret orucunu tutamaz ise, altmış fakîri,
bir gün sabah-akşam olmak üzere iki defâ, yâhut bir fakîri sabah-akşam altmış gün doyurur.
(Tahtâvî, Mehmed Zihnî)
Keffâret-i Salât:
Kazâya kalmış namazları bulunan ve bunları îmâ ile dahi kılması mümkün iken kılmayıp
ölen kimsenin kılmadığı namazlar için verilen keffâret. (Bkz. İskât ve Devr)
Keffâret-i Savm:
Ramazân-ı şerîfte bilerek orucu bozmanın cezâsı. (Bkz. Oruç)
Keffâret-i Yemîn:
Bir işi yapmak veya yapmamak husûsunda Allahü teâlânın ismini söyleyerek yemîn eden
kimsenin yemînini bozunca cezâ olarak yapması gerekli olan şey. (Bkz. Yemin)
Keffâret-i Zıhâr:
Bir erkeğin, hanımını veya onun yüz, baş, ferc gibi bir uzvunu, kendisine nikâhı ebedî
haram olan bir kadına veya onun bakılması haram olan yerine benzetmesi yâni "Sen anam
gibisin" veya "Senin sırtın anamın sırtı gibidir" demesinin affı ve onunla tekrâr münâsebet
kurabilmesi için olan çâre. (Bkz. Zıhâr)
KEFÎL:
Başkasına âit bir işi veya borcu üzerine alan, sorumluluğunu yüklenen kimse. Kefîle,
dâmin de denir. (Bkz. Kefâlet)
İkindi namazının sünnetini kılıp terk etmeyen kimsenin Cennet'e girmesine kefîlim.
(Hadîs-i şerîf-Miftâh-ül-Cenne)
Yetîme kefîl olan ve ona bakan kişi Cennet'te bu parmağın yakın olduğu gibi bana
yakın olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Reddül Muhtâr)
Kefîle kefîl olmak sahîhtir (olur). Alacaklı borcu üçünden de isteyebilir. İkrâh ile yâni
zorla kefîl yapılan, kefîl olmaz. (İbn-i Âbidîn, Ali Haydar Efendi)
Hak teâlâ senin ve âlemin rızkına kefîldir. Rızık için düşünmeye lüzûm yoktur. Çünkü
Hak teâlâ tarafından bütün rızıklar taksim edilmiştir. Çalışarak hissene düşen rızkı arayıp
bulursun.Bir sadakanın yerine on misli ile mukâbele edildikten sonra, çalışana karşılığı
verileceğine hiç şüphe yoktur. (Ahmed binHanbel)
KEFİR:
İnek ve deve sütlerinin mayalanmasından elde edilen tadı keskin alkollü bir içki.
Kısrak, inek ve deve sütleri mayalanıp tadı keskin olunca, müselles (ısıtılarak üçte ikisi
uçurulan üzüm suyu) gibi olur. Birincisine kımız, ikincisine kefir denir. Her ikisi de bira gibi
haramdır. (M. Âtıf Efendi)
KEHÂNET:
Kâhinlik. Gaybı, gizli şeyleri bilirim iddiâsında bulunmak. Bu işi yapana kâhin, falcı
denir. (Bkz. Kâhin)
Hased, nemîme (insanlar arasında söz taşımak) ve kehânet sâhibleri, benden değildir.
(Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hakîkî mü'min, bâtıl inançlara inanmaz. Sihr, uğursuzluk, fal, efsûn, Kur'ân-ı kerîmden
başka şeyler yazılı muska, mâvi boncuk, kehânet ve benzeri şeylere, bunların muhakkak iş
yapacaklarına, mezârlara mum dikmeğe, tel ve iplik bağlamaya îtibâr etmez. (Muhammed
Ma'sûm-i Fârûkî)
Kehânette bulunanlara, büyücülere, yıldızlara bakıp, sorulan herşeye cevab verenlere
gidip, söylediklerine, yaptıklarına inanmak, bâzan doğru çıksa bile Allah'tan başkasının gâibi,
gizli şeyleri bildiğine ve her dilediğini yapacağına inanmak olup, küfr olur, îmânı giderir.
(Abdülganî Nablüsî)
KEHF SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin on sekizinci sûresi.
Kehf sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yüz on âyet-i kerîmedir. Eshâb-ı Kehf'in kıssasını
anlattığı için, Sûret-ül-Kehf denilmiştir. Sûrede, Kur'ân-ı kerîmin indiriliş sebebi, Eshâb-ı
Kehf hâdisesi, Allahü teâlânın Resûlullah efendimize bâzı dînî ve ahlâkî emir ve tavsiyeleri
ile dünyâ hayâtının geçiciliği, güzel amellerin kıymeti, Zülkarneyn aleyhisselâm ile ilgili
olaylar ve başka hususlar anlatılmaktadır. (Râzî, Taberî, Kurtubî, Ebû Hayyân)
Allahü teâlâ Kehf sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Ey Resûlüm!) Kalbi bizi zikretmekten (anmaktan) gâfil olan ve nefsinin arzuları
peşinden koşan ve hareketlerinde dînin emirlerinin dışına taşan kimseye itâat etme!(Âyet:
28)
Kim Kehf sûresinin ilk on âyetini ezberlerse, Deccâlın fitnesinden korunur. (Hadîs-i
şerîf-Tirmizî, Müslim)
KELÂM:
1. Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından. Cenâb-ı Hakk'ın, âlet, harf ve sese ihtiyaçtan
münezzeh (uzak) olarak söylemesi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
De ki: "Rabbimin kelâmını yazmak için bütün denizlerin suyu mürekkeb olsa ve bir o
kadar daha yardımcı olarak ilâve etsek, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenir.
(Kehf sûresi: 109)
2. Îmân ve îtikâd bilgilerini delîlleri ile anlatan ilim. (Bkz. İlm-i Kelâm)
Kelâm sıfatı basîttir. Hiç değişmez. Harfli, sesli değildir. Emir, yasak, haber vermek gibi
ve Arabî, Fârisî, İbrânî ve Süryânî olmak gibi başkalaşması, parçalanması yoktur. Böyle
şekiller almaz. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Kelâm-ı İlâhî:
Allahü teâlânın kelâmı. Kur'ân-ı kerîm.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmi harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûktur
(yaratılmıştır). Bu harf ve kelimelerin mânâsı kelâm-ı ilâhîyi taşımaktadır. Bu harflere
kelimelere Kur'ân-ı kerîm denir. Kelâm-ı ilâhîyi gösteren mânâlar da Kur'ân-ı kerîmdir. Bu
kelâm-ı ilâhî olan Kur'ân, mahlûk değildir. Allahü teâlânın başka sıfatları gibi ezelî
(başlangıcı olmayan) ve ebedîdir. Yâni sonu yoktur. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Kelâm-ı ilâhîden murâd-ı ilâhîyi, Allahü teâlânın kastettiği mânâyı anlayan ve anlatan
âlimlere müfessir denir. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Kelâm-ı Kadîm:
Ezelî yâni başlangıcı olmayan söz, kelâm; Kur'ân-ı kerîm. (Bkz. Kur'ân-ı Kerîm)
Kelâm-ı Lafzî:
Kelâm-ı nefsîyi anlatan ve insanın kulağına gelen ve söyleyenin ağzından çıkan harfler
topluluğu.
Kelâm-ı Nefsî:
Allahü teâlânın kelâm sıfatının harf ve ses içerisine sokulmadan yâni kelâm-ı lafzî hâlini
almadan önceki hâli.
Kelâm-ı nefsî, hakîkî sıfattır. İrâde ve kudret sıfatları gibi ezelde Allahü teâlâ ile kâimdir.
Onda ses ve harf yoktur. Allahü teâlâ kelâm-ı nefsî ile ezelde mütekellimdir (konuşucudur).
(İmâm-ı Birgivî)
KELİME-İ İHLÂS:
"Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah" sözü Kelime-i tevhîd de denir. (Bkz. Kelime-i
Tevhîd)
KELİME-İ ŞEHÂDET:
"Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" mübârek
sözü. Mânâsı şöyledir: "Görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Allahü teâlâdan başka, varlığı lâzım
olan, ibâdet ve itâat olunmağa hakkı olan, hiç ilâh, hiçbir kimse yoktur. Görmüş gibi bilir,
inanırım ki, Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem, Allahü teâlânın hem kulu, hem
peygamberidir. O'nun gönderilmesi ile, O'ndan önceki peygamberlerin dinleri tamâm olmuş,
hükümleri kalmamıştır. Ebedî seâdete, kurtuluşa kavuşmak için, ancak O'na uymak lâzımdır.
O'nun her sözü, Allahü teâlâ tarafından kendisine bildirilmiştir. Hepsi doğrudur. Yanlışlık
ihtimâli yoktur."
...Ramazan ayında dört şeyi çok yapınız! Bunun ikisini Allahü teâlâ çok sever. Bunlar;
Kelime-i şehâdet söylemek ve istiğfâr etmektir. İkisini de, zâten her zaman yapmanız
lazımdır. Bunlar da, Allahü teâlâdan Cennet'i istemek veCehennem ateşinden O'na
sığınmaktır... (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet Terhîb)
İhlâs ile (yalnız Allahü teâlânın rızâsını düşünerek) Kelime-i şehâdet getiren Cennet'e
girer. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Kelime-i şehâdet söylemenin dört şartı vardır: Dil ile söylerken, kalb hazır olmak.
Mânâsını bilmek. Hulûs-i kalb ile (ihlâsla yâni Allahü teâlânın rızâsını düşünüp, inanarak)
söylemek. Tâzîm ile (hürmetle) söylemek. (Kutbüddîn İznikî)
İnanarak Kelime-i şehâdeti söylemenin yüz otuz kadar faydası vardır. Bunlardan, ölürken
olan beşi; 1) Azrâil aleyhisselâm ona güzel sûrette gelir. 2) Yağdan kıl çeker gibi rûhunu alır.
3) Cennet kokuları gelir. 4) Müjdeci melekler gelir. 5) Merhabâ yâ mü'min! Sen Cennetliksin
denir. (Kutbüddîn İznikî)
KELİME-İ TAYYİBE:
"Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah" sözü. Kelime-i tevhîd de denir. (Bkz. Kelime-i
Tevhîd)
...Kelime-i tayyibe bir sadakadır (Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için birşey vermek,
iyilik etmek gibidir). Namaza gitmek için sâhibinin attığı her adım da bir sadakadır. Yolda
gelip geçene ezâ veren şeyleri gidermek de sadakadır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
KELİME-İ TEHLÎL:
"Lâ ilâhe illallah" sözü. (Bkz. Kelime-i Tevhîd, Kelime-i Tehlîl)
KELİME-İ TEMCÎD:
"Lâ havle velâ kuvvete illâ billah" sözü.ÊMânâsı; "Güç ve kuvvet ancak Allahü
teâlâdandır" demektir.
Îmâm-ı Rabbânî hazretleri, din ve dünyâ zararlarından kurtulmak için, her gün beş yüz
kerre Kelime-i temcîd okurdu. (Senâullah-ı Pâni Pûtî)
Korkulu zamanlarda ve cin çarpmasını def etmek için Kelime-i temcîd okuyunuz. (Ahmed
Fârûkî)
Derdlerden kurtulmak ve murâda (isteğine, dileğine) kavuşmak için; beş yüz kerre
Kelime-i temcîd ile, evvelinde ve âhirinde (sonunda) yüzer defâ salevât-ı şerîfe (Allahümme
salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed) okuyup duâ etmelidir.
(Muhammed Ma'sûm)
KELİME-İ TENZÎH:
Allahü teâlânın her türlü noksan sıfatlardan temiz ve uzak olduğunu ifâde eden
"Sübhânellah" sözü.
Beş vakit namazdan sonra, sessizce; otuz üç kerre kelime-i tenzîh ve otuz üç kerre tahmîd
(Elhamdülillah) ve otuz üç defâ tekbîr (Allahü ekber) söylemek sünnettir. (Îmâm-ı Nevevî)
KELİME-İ TEVHÎD:
"Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah" sözü. Mânâsı şöyledir: Allahü teâlâdan başka
ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O'nun resûlüdür, peygamberidir. Kelime-i tevhîde;
Kelime-i ihlâs, Kelime-i takvâ, Kelime-i tayyibe, Da'vet-ül-hak, Urvet-ül-vüskâ, Kelime-i
semeret-ül-Cennet de denir.
Yerleri ve gökleri, terâzinin bir kefesine, bu kelime-i tevhîdi diğer kefesine koysalar, bu
kelimenin bulunduğu kefe, elbette ağır gelir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Müslümanlardan bir kimseye, ilk önce Kelime-i tevhîdin mânâsını bilmek ve inanmak
farzdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Bir kâfir, kelime-i tevhîdi söyleyince ve mânâsına inanınca, o anda müslüman olur. Fakat,
bunun da, her müslüman gibi îmânın altı esâsını ezberleyip mânâsını iyice öğrenmesi
lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Hak teâlâ hazretleri, Mûsâ aleyhisselâma buyurdu ki: "Yâ Mûsâ! Kıyâmet gününde
meleklerin seni ziyâret etmesini istersen, Kelime-i tevhîdi çok söyle!" (Ka'b-ül-Ahbâr)
Rabbimizin gazâbını, intikâmını söndürmek için kelime-i tevhîdden daha faydalı bir şey
yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
Ölüm hastası İhlâs sûresini çok okumalıdır. Yatağı karşısında Kelime-i tevhîd yazılı levha
asılı olmalıdır. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
KELİMETULLAH:
1. Allahü teâlânın ism-i şerifi. Allahü teâlânın dîni.
İki ordu karşılaştıkları zaman, melekler iner ve tesbih etmeye başlarlar. Falanca dünyâ
için, falanca hamiyyetinden ve cesâretinden, falanca soyuna ve milliyetine
düşkünlüğünden dolayı savaştı diye yazarlar. Sakın falanca Allah yolunda öldürüldü
demeyin. Ancak kelimetullahı yüceltmek için savaşanlar Allah yolundadırlar. (Hadîs-i
şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
2. Îsâ aleyhisselâmın lakabı.
Îsâ aleyhisselâm kelimetullahtır. Çünkü babası yoktur. Allahü teâlânın ol emri ile
anasından dünyâya geldi. Bundan başka Allahü teâlânın emirlerini insanlara ulaştırdı.
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
KELÎMULLAH:
"Allahü teâlânın kendisiyle konuştuğu zât" mânâsına Mûsâ aleyhisselâmın lakabı.
Muhammed aleyhisselâm, Habîbullah (Allahü teâlânın sevgilisi)dır. İbrâhim aleyhisselâm,
Halîlullah (Allahü teâlânın dostu)dır. Mûsâ aleyhisselâm, Kelîmullah'tır. Îsâ aleyhisselâm
Kelimetullah'tır. (Ahmed Cevdet Paşa)
Hazret-i Mûsâ Kelîmullah, Tûr'a giderken; yolda namaz kılıp, Hakk'a ağlayıp, inleyen
gözünden akan yaşı kan ile karıştırıp duâ eden bir zâta rastladı. Mûsâ Kelîmullah Allahü
teâlâya yalvarıp bu zâtın affedilmesini dileyince, Allahü teâlâdan nidâ gelip; "Yâ Mûsâ! Ben
bu zâtın namazını ve duâsını kabûl etmem. Zîrâ üstüne giydiği elbiseyi haram karışmış para
ile aldı" buyurdu. (Süleymân bin Cezâ)
KEMÂL:
Olgunluk, mükemmellik, eksiksiz olma, fazîlet.
Kemâl, doğru konuşmak ve doğrulukla iş görmektedir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Sünnetlerin farzları tamamlayacağından maksat; farzlar yapılırken bunların kemâllerine
sebeb bir şey kaçırılırsa, sünnetler, kılınan farzın kemâl bulmasına sebeb olur. (Abdülhâk-ı
Dehlevî)
Namazın kemâl mertebesinde kabûl olmasının şartı; haramlardan sakınmak ve huşû
(Allahü teâlâdan korkmak) ve mâlâyânîyi (dünyâ ve âhiretine fâidesi olmayan şeyleri) terke
ve ezân-ı Muhammedî okunduğu vakit her işi bırakarak cemâate devâm etmeye bağlıdır.
(Muhammed binKutbüddîn İznikî)
Kemâl Sıfatları:
Allahü teâlânın zâtında ve işlerinde hiçbir kusûr, karışıklık, değişiklik ve noksanlık
olmadığını gösteren hayât (diri olmak), ilim (bilmek), sem' (işitmek), basar (görmek), kudret
(gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylemek) ve tekvîn (yaratmak) sıfatları. Bunlara
Subûtî, Hakîkî ve Kâmil sıfatlar da denilmektedir.
Her varlık, Allahü azîm-üş-şân'ın kemâl sıfatlarından bir eserdir. (Muhammed bin
Kutbüddîn İznikî)
Allahü teâlânın kemâl sıfatları, Allahü teâlânın zâtı ile kâimdirler, yâni ebedîdirler. Allahü
teâlânın bu sıfatlarının künhü (hakîkati) anlaşılamaz. Çünkü sonradan yaratılan, sınırlı,
zamanlı ve mekânlı olan; mahlûk olmayanı, sınırsız, zamansız ve mekânsız olanı anlayamaz.
(Kâdızâde Ahmed bin Muhammed Emîn Efendi)
KEMÂLÂT:
Olgunluklar, fazîletler, ahlâk ve huy güzellikleri.
Allahü teâlâ evliyâ kullarını öyle saklamıştır ki, kendileri bile kalblerindeki kemâlâttan
habersizdir. Nerede kaldı ki, başkaları onların hâlini bilsin. (İmâm-ı Rabbânî)
Kemâlât-ı Nübüvvet:
Peygamberliğe âit üstünlükler olup, evliyâlığın çok yüksek makamlarından biri.
Bir İslâm büyüğü, Allahü teâlânın ihsânı ile şerî'atin (İslâmiyet'in) hakîkatine kavuşur,
İslâm-ı hakîkî ile şereflenirse, peygamberlere tam uymakla, o büyüklere vâris olarak
Kemâlât-ı nübüvvetten pay alabilir. O yüksek derecenin nîmetlerini bol bol elde edebilir.
(Şeyh Şihâbüddîn)
Kemâlât-ı Vilâyet:
Evliyâlığa âit üstünlükler, olgunluklar.
Kemâlât-ı nübüvvet (peygamberlik kemâlâtı) kemâlât-ı vilâyetten çok üstündür. Kemâlât-ı
vilâyetteki ilerleme, nübüvvetteki ilerlemenin bir sûreti, görünüşüdür. (İmâm-ı Rabbânî)
KEMEND-İ MAHBÛB-İ İLÂHÎ:
Allahü teâlânın sevdiklerini kendisine çekmek için gönderdiği sebebler, dert, belâ ve
sıkıntılar.
Belâ, kemend-i mahbûb-ı ilâhîdir. Âşıkları mahbûba (sevgiliye) döndürüp, ondan
başkasına yönelmelerine mâni olur. (Ahmed Fârûkî)
KEN'AN DİYÂRI:
Sayda, Sûr, Beyrût, Filistin ve Sûriye'nin bir kısmını içine alan ve Fenike denilen bölge.
Nûh aleyhisselâmın torunu ve Hâm'ın oğlu Ken'an burada yaşadığı için Ken'an diyârı
denilmiştir.
Yâkûb aleyhisselâm Ken'an diyârı ahâlisine (halkına) peygamber olarak gönderildi.
Ken'an diyârına yerleşip o beldedeki insanları Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeğe dâvet
etti. Kendisi ve oğulları için evler yaptırdı. Ken'an diyârı ahâlisinden çok kimse ona îmân etti.
Ken'an diyârını idâre eden Şüceym bin Dârân adındaki kral, Yâkûb aleyhisselâma karşı
çıktıysa da başarılı olamadı. Yâkûb aleyhisselâm, oğlu Yûsuf aleyhisselâm Mısır'a mâliye
nâzırı (bakanı) olunca, diğer oğulları ve torunlarıyla birlikte Ken'an diyârından ayrılarak
Mısır'a gitti ve ömrünün sonuna kadar orada yaşadı. (Taberî, İbn-ül-Esîr, Nişâncızâde)
KERÂHET:
İğrenme, tiksinme, istememe. Harama yakın olma veya yapılmaması iyi olma. Dinde terk
edilmesi iyi olan bir şeyin terk edilmeyip yapılması. Kerâhet, tahrîmiyye ve tenzîhiyye olmak
üzere iki kısımdır. (Bkz. Mekrûh)
Kerâhet Vakitleri:
Namaz kılmak tahrîmen mekruh yâni haram olan vakitler. Güneş doğarken, batarken,
gündüz ortasında iken.
Kerâhet vakti olan üç vakitte başlanan farzlar sahih olmaz. Bu üç vakitte başlanan
nâfileleri bozmalı. Başka zamanlarda kazâ etmelidir. Bu üç vakit: Güneş doğarken, batarken
ve Nısf-ün-nehâr dâiresi üzerinde, yâni gündüz ortasında ikendir. Burada güneşin doğması,
üst kenarının ufkundan görünmeye başlayıp, bakılamayacak kadar parlamasına (İşrak vaktine)
kadar olan zamandır. Güneşin batması da, tozsuz, dumansız, berrak bir havada, ziyânın
geldiği yerlerin veya kendisinin bakacak kadar sararmağa başladığı vakitten batıncaya kadar
olan zaman demektir. Güneş batarken yalnız o günün ikindi namazı kılınır. (M. Sıddîk
Gümüş)
Kerâhet-i Tahrîmiyye:
Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfteki delilinden zan ile anlaşılan yasak. Harama yakın
mekruh. (Bkz. Tahrimen Mekrûh)
Kerâhet-i Tenzîhiyye:
Yasak olmasına kuvvetli ve açık bir delil bulunmayan ancak yapılması iyi olmayan şeyler.
Helâle yakın mekrûh. (Bkz. Tenzîhen, Tenzîhî Mekruh)
KERÂMET:
İkrâm, üstünlük.Hangi peygamberin ümmetinden olursa olsun, velîlerden âdet dışı, yâni
fizik, kimyâ ve fizyoloji kânunları dışında meydana gelen şeyler, hâdiseler.
Velîden meydana gelen kerâmet, tâbi olduğu peygamberin mûcizesidir. Kerâmet ya kâinât
içindeki maddî şeylerle yâhut rabbânî ilim ve mârifetlerle ilgili olur. İkinci kısım kerâmetler
daha yüksektir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Kerâmet, evliyâlık için şart değildir. Yâni kerâmetin velîlerde mutlaka bulunması şartı
yoktur. Hârikulâde haller, bâzan hâli dîne uygun olmayan kimsede de görülebilir ki bu
istidrac veya sihir (büyü) yoluyla olur. Buna kerâmet denmez. Çünkü kerâmet dînin
emirlerine uyup, yasaklarından sakınan kimseden meydana gelir. İstidrac, nîmet gibi görünen,
aslında sâhibi için, felâket olan hârikulâde hallerdir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Bütün hârikulâde haller ya istiyerek meydana gelir veya istemeyerek. İstemeyerek
meydana gelenlerde kerâmet sâhibi çok mahcûb olur ve kendini gizlemeye çalışır. İstiyerek
meydana gelen kerâmet eğer din için faydalı olacaksa, izhârı gösterilmesi câizdir. Din için
faydalı değilse, kerâmet sâhibi onu göstermeye aslâ teşebbüs etmez. (Muhyiddîn
İbn-ül-Arabî)
KEREM:
Cömertlik, severek verme.
Her kim ihtiyâcından fazla bir suyu, muhtaç olanlardan esirgerse, Kıyâmet gününde
Allahü teâlânın kerem ve ihsânına kavuşamaz. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Allahü teâlâ öyle bir ihsân sâhibidir ki, kerem ve ihsânlarını dost ve düşman herkese
saçmaktadır. (İmâm-ı Rabbânî)
KERÎM (El-Kerîm):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kudreti (gücü) var iken
affeden, vâd ettiğini yapan, vermesi ve ihsânı (lütfu) bol olan, ümîd edilenin üstünde olan, ne
kadar verdiğini ve kime verdiğini hesâb etmeyen, kendisine sığınanı koruyan ve isteyeni
zenginleştiren.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey (öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kâfir) insan! Kerîm olan Rabbine karşı seni
aldatan ne? ("Dilediğini yap; çünkü Rabbin kerîmdir. Kimseyi azâba uğratmaz, cezâda acele
de etmez" diyen şeytan mıdır?). (İnfitar sûresi: 6)
Ey Allah'ım! Sen affedicisin, Kerîmsin, affı seversin, beni affeyle. (Hadîs-i şerîf-Tergîb
vet-Terhîb)
Allahü teâlâdan yüksek dereceler isteyin. Zîrâ O, kerîmdir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-ül-Ulûm)
2. Muhterem, cömert, büyük zât. Herkese faydalı işleri yapmak.
Kerîmler ile yapılacak her iş kolay olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Kerîmler sofrasında ehil ile nâ-ehil aynıdır. Yâni kâbiliyetli olanlarla kâbiliyetsizler
aynıdır. (Mevlânâ Hâlid)
KERÛBİYÂN:
Azâb meleklerinin büyükleri. Kerûb kelimesinin Farsça çoğul şeklidir. Arabî çoğul şekli
ise Kerûbiyyûn'dur.
Kerûbiyân, meleklerin havâssı, yâni üstünlerindendir. Bu ve Cebrâil, İsrâfil, Mikâil,
Azrâil gibi büyük melekler, peygamberlerden başka, bütün insanlardan daha üstündür.
Müslümanların sâlihleri (iyileri) ve velîleri (sevdiği kullar), meleklerin avâmından yâni
aşağılarından daha üstündür. Meleklerin avâmı (aşağı derecede olanları), insanların
fâsıklarından yâni açıktan günâh işliyenlerinden daha üstündür. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
KESB:
1. İnsandaki seçme hareketi, istek, ihtiyâr. İsteğin uygulama safhasına sokularak ortaya
konulması.
İnsanın işinde, kendine düşen pay, kendi kesbidir. Yâni o iş kendi kudreti ve irâdesiyle
olmuştur. Fakat o işi yaratan, yapan, Allahü teâlâdır. Kesbeden kuldur. O halde İnsanların
ihtiyârî işleri, isteyerek yaptıkları şeyler insanın kesbi ile Allahü teâlânın yaratmasından
meydana gelmektedir. İnsanın yaptığı işte, kendi kesbi, ihtiyârı (yâni beğenmesi) olmasa, o iş,
titreme şeklini alır. (Mîdenin, kalbin hareketi gibi olur.) Hâlbuki, ihtiyârî hareketlerin, bunlar
gibi olmadığı meydandadır. Her ikisini de, Allahü teâlâ yarattığı hâlde, ihtiyârî hareketlerle,
titreme hareketi arasında görülen bu fark, kesbden ileri gelmektedir. Allahü teâlâ kullarına
merhâmet ederek, onların işlerinin yaratılmasını, onların kastlarına, arzularına tâbi kılmıştır.
Kul isteyince, kulun işini Allahü teâlâ dilerse yaratmaktadır. Bunun için de kul mes'ûldur. İşin
sevâbı ve cezâsı kula olur. (Bkz. İrâde) (İmâm-ı Rabbânî)
2. Kazanmak, kazanç.
Kesb, malı arttırır. Fakat rızkı arttırmaz. Rızık mukadderdir. Kendine, evlâdına ve ıyâline
ve borçlarını ödemeğe lâzım olanları kesbetmek farzdır. Kendinin ve çoluk çocuğunun
ihtiyâçlarını helâlinden kesbetmek, kimseye muhtaç olmamak cihâd etmektir. (İmâm-ı
Gazâlî)
KESEL:
Tembellik, gevşeklik, uyuşukluk.
Yâ Rabbî! Beni keselden koru. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Keselin ilâcı, çalışkanlarla konuşmak, tenbel, uyuşuk kimselerden kaçınmak, Allahü
teâlâdan hayâ etmek lâzım geldiğini ve azâbın şiddetli olduğunu düşünmektir. Dînini iyi bilen
ve her hareketi, bilgisine uygun olan sâlih kimselerle görüşmeli, günâh işleyen, Allahü
teâlânın emir ve yasaklarına uymayıp, yalnız söz ile müslümanları okşayan, avutan
yalancılardan, Ehl-i sünnet kitablarındaki bilgileri öğrenmemiş câhillerden uzak olmalıdır.
(İmâm-ı Birgivî)
KEŞF:
1. Açmak, gizli bir şeyi bulmak, ortaya çıkarmak. Bir şeyin üzerindeki kapalılığı
kaldırmak.
Bir kimse keşf ettiği âletlerle bütün insanlara faydalı olsa, Peygamber efendimiz
Muhammed aleyhisselâma inanıp, tâbi olmadıkça, uymadıkça ebedî seâdete kavuşamaz. (S.
Abdülhakîm Arvâsî)
2. Evliyânın, his ve akılla anlaşılmayan şeyleri, kalbine gelen ilhâm yoluyla bilmesi.
Evliyâya hâsıl olan keşf ve herkesin gördüğü rüyâlar, bir şeyin misâlinin benzerinin hayâl
aynasında görünmesidir. Uykuda iken olursa, rüyâ denir. Uyanık iken olunca keşf denir.
Hayâl aynası ne kadar çok saf, temiz ise, keşf ve rüyâ o kadar doğru ve güvenilir olur.
(Abdülganî Nablüsî)
Evliyânın keşfinde hatâ etmesi, yanılması, müctehidlerin ictihâdda yanılması gibidir.
Kusûr sayılmaz. Bundan dolayı, evliyâya dil uzatılmaz. Belki hatâ edene de bir sevâb verilir.
Yalnız şu kadar fark vardır ki, müctehîdlerin (dinde söz sâhibi âlimlerin) hatâlı ictihatlarına
da uyanlara, onların mezhebinde bulunanlara da hatâlı ictihadlarına da sevap verilir.
Evliyânın yanlış keşiflerine uyanlara, sevâb verilmez. Çünkü ilham ve keşf ancak sâhibi için
seneddir. Başkalarına sened olmaz. Müctehidin sözü ise mezhebinde bulunan herkes için
senettir. (İmâm-ı Rabbânî)
Keşf yolu ile edinilen bilgilerin doğruluğu, İslâmiyet'te açıkça anlaşılan bilgilere uygun
olmaları ile ölçülür. (İmâm-ı Rabbânî)
KEVSER:
Allahü teâlânın Kevser sûresinde Peygamber efendimize verdiğini bildirdiği büyük ihsân.
Âhirette Cennet'te Peygamber efendimize âit meşhûr nehir veyâ kıyâmet (hesâb) günü
Cehennem üzerindeki Sırat köprüsü geçilmeden önce Peygamber efendimizin ve ümmetinin
başına geldikleri meşhûr havuz.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Yâ Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem!) Biz sana kevseri verdik. (Kevser sûresi: 1)
İslâm âlimleri kevserden murâdın ne olduğu, ne kastedildiği hakkında şunları
bildirmektedirler: 1. İçinde bütün lezzetlerin bulunduğu ve Cennet nehirlerinin en üstünü olan
nehir. Peygamber efendimiz hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurdular: "Kevser, Cennet'te bir
nehirdir. İki kenarı altından, mecrâsı (aktığı yer) inci ve yâkuttan, toprağı miskten hoş,
suyu baldan tatlı ve kardan beyazdır. 2. Kıyâmet günü Sırat köprüsünden geçtikten sonra
Peygamber efendimizin ve ümmetinin yanına gelecekleri havz. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki:
"Benim havzım bir aylık mesâfedir. Suyu, sütten daha beyaz, kokusu miskten daha hoş,
bardakları gökteki yıldızlar kadardır. Ondan içen bir daha hiç susamaz. 3. Dünyâ ve
âhirete âit pekçok hayır, iyilik. 4. Kur'ân-ı kerîm. 5. İslâmiyet. 6. Sevgili Peygamberimizin
Eshâbının (arkadaşlarının), ümmetinin (O'na inananların), tâbi olanların, uyanların çok
olması. 7. Mübârek zürriyetinin (neslinin) yâni evlâdlarının çokluğu ve insanlara faydalı
olması.
İslâm âlimleri Kevser hakkında daha başka mânâlar da bildirmişlerdir. Bunların hepsi
Peygamber efendimizde (sallallahü aleyhi ve sellem) mevcuttur. (Sâvî)
Kevser Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin yüz sekizinci sûresi.
Kevser sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Üç âyet-i kerîmedir. Peygamber efendimize
ihsân buyrulan Kevser'i bildirdiği için sûreye, bu isim verilmiştir. Erkek çocukları
yaşamadığından Peygamber efendimize Mekke müşrikleri nesli kesik mânâsında "ebter"
demişler, bunun üzerine, Allahü teâlâ Kevser sûresiyle onlara cevap vermiştir. (Sâvî, Taberî,
Râzî)
Allahü teâlâ Kevser sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Habîbim!) hakîkat, biz sana Kevser'i verdik. O hâlde Rabbin için namaz kıl ve kurban
kes. Doğrusu sana buğzeden kimse, zürriyetten (nesilden) ve her hayırdan kesilmiştir.
(Âyet: 1-3)
Kim Kevser sûresini okursa, cenâb-ı Hak ona Cennet nehirlerinden su içirir. (Hadîs-i
şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
Bir kimse yatacağı vakit Kevser sûresini okursa ve sonra "Yâ Rabbî! Beni sabah namazına
vaktiyle uyandır" derse, Allahü teâlânın izniyle o kimse sabah namazına uyanır. (Kutbüddîn
İznikî)
KEYFİYYET:
Bir şeyin mâhiyeti, esâsı, içyüzü, nasıl olduğu.
"Allah Arş üstündedir" buyurur Rabbimiz
Lâkin keyfiyyetini, anlayamaz aklımız.
(Sirâcüddîn Ûşî)
KIBLE:
Müslümanların namaz kılarken yöneldikleri taraf; Kâbe tarafı. Mekke-i mükerreme
şehrindeki Kâbe-i muazzama.
Şimdi seni herhâlde hoşnud olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. (Namazda) yüzünü
artık Mescid-i harâm tarafına (Kâbe semtine) çevir. (Ey mü'minler) siz de nerede
bulunursanız (namazda) yüzlerinizi o yana döndürün. (Bekara sûresi: 144)
Namazda, her uzvunu, gücün yettiği kadar, kıbleye karşı bulundur! (Hadîs-i
şerif-Mektûbât-ı Rabbânî)
Sizden biriniz abdest bozarken kıbleyi karşısına veya arkasına almasın. (Hadîs-i
şerîf-Müslim)
Namazın şartlarından biri de kıble cihetine dönmektir. Kıble, Mekke şehrinde bulunan
Kâbe'dir. Namazda Kâbe'ye karşı secde edilir. Kâbe için secde edilmez. Allahü teâlâ için
secde edilir. (Muhammed İznikî)
Kıble, Kâbe'nin binâsı değildir, arsasıdır. Yâni yerden Arş'a kadar, o boşluk kıbledir.
Bunun için kuyu ve deniz dibinde, yüksek dağların tepesinde, (uçakta) bu cihete doğru
kılınabilir. Hacı olmak için de, Kâbe'nin binâsına değil, o arsaya gidilir. Başka yerlere giden
hacı olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Kıble Açısı:
Bir beldeden güney veya kuzeyden kıble istikâmetine çıkan iki doğru arasındaki açı.
Namazı kıbleye karşı kılmak farzdır. Göz sinirlerinin çapraz istikâmeti arasındaki açıklık,
Kâbe'ye rastlarsa, Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde namaz sahîh olur. Kıble açısını bulmak
istediğimiz yerin ve Mekke-i mükerremenin enlem ve boylam dereceleri bilinirse husûsî
formülü ile kıble açısı hesâp edilir. (Mekke-i mükerremenin enlemi 21.43°, boylamı 39.83°
dir). İstanbul'un kıble istikâmeti, güneyden yaklaşık otuz derecelik bir açı kadar doğudadır.
Bu açıya kıble açısı denir. (M. Sıddîk Gümüş)
Kıble Saati:
Herhangi bir yerde, güneşin kıble hizâsında bulunduğu andaki vakit. Güneşin hangi saatte
kıble hizâsında bulunduğu hesâb edilir ve takvimlere yazılır. Bu saatler hergün
değişmektedir.
Güneş, senede iki defâ 28 Mayıs (Türkiye yaz saatiyle 12.18'de) ve 16 Temmuz'da
(Türkiye yaz saatiyle 12.27'de) yâni zeval vaktinde tam Kâbe'nin üstüne gelir. Bütün dünyâda
bu günlerde ve bu vakitlerde güneşe dönen, kıbleye dönmüş olur. (M. Sıddîk Gümüş)
KIBTÎ:
Mısır'a ilk yerleşen insanlar. Mısır'ın yerli halkına verilen ad.
Mısır'da hüküm süren Fir'avn, kıbtîleri yıldızlara ve putlara taptırdı. Kıbtîler, Yâkûb
aleyhisselâmın oğullarının neslinden gelen İsrâiloğullarını hakîr ve hor gördüler, en ağır
işlerde çalıştırdılar. Kıbtîlerin bu kötü muâmelelerinden bıkan İsrâiloğulları, Mûsâ
aleyhisselâma gelerek Fir'avn'ın zulmünden ve Kıbtîlerin baskılarından kurtulmak
istediklerini bildirdiler. Mûsâ aleyhisselâm İsrâiloğullarına serbestlik verilmesini istedi.
Fir'avn kabûl etmedi. Mûsâ aleyhisselâm mûcizeler gösterdiği hâlde, Fir'avn ve Kıbtîler onun
peygamberliğini kabûl etmediler. Kıbtîlerin suları kan oldu. Kurbağa yağdı. Cilt hastalıkları
ve üç gün karanlık oldu. Fir'avn bu mûcizeleri görünce korktu ve izin verdi. Mûsâ
aleyhisselâm İsrâiloğullarıyla Mısır'dan çıkıp Kudüs'e doğru giderken Fir'avn onlara izin
vermesine pişman olup, Kıbtîlerden olan askerleri ile onların arkalarına düştü. Kızıldeniz'den
mûcize olarak on iki yol açılıp mü'minler karşıya geçti. Fir'avn ve askerleri geçerken deniz
kapandı. Fir'avn ve Kıbtîler boğuldu. (İbn-ül-Esîr, Taberî, Nişancızâde)
KIDEM:
Allahü teâlânın zâtî sıfatlarından. Allahü teâlânın ezelî olması, varlığının başlangıcı
bulunmaması.
Eğer Allahü teâlâ kıdem sâhibi, kadîm ve ezelî olmayıp hâdis (sonradan yaratılmış)
olsaydı, var olmak için kendinden başka bir yaratıcıya muhtâc olurdu. Halbuki muhtâc olmak
âciz olmayı berâberinde getirir. Âcizlik ise, Allahü teâlâ için aslâ düşünülemez. Kıdem
sıfatının zıddı hudûstur, sonradan olmaktır. Kıdem, Allahü teâlânın zâtı hakkında vâcib
oduğundan, zıddı olan hudûs aklen mümkün değildir. (Teftâzânî)
KILLET:
Azlık, fakirlik.
Mü'minlerde üç şeyden biri bulunur. Kıllet, hastalık, zillet yâni îtibârsızlık. (Hadîs-i
şerîf-İhyâ-u Ulûm)
KIRÂET:
1. Ağız ile okumak. Kendi kulakları işitecek kadar sesli okumağa hafif kırâet,
yanındakilerin işiteceği kadar sesli okumağa cehrî (sesli) kırâet denir.
Ümmetimin ibâdetinin en fazîletlisi Kur'ân-ı kerîm kırâetidir. (Hadîs-i şerîf-el-İtkân)
Evlerinizi namaz ve Kur'ân-ı kerîm kırâetiyle süsleyiniz. (Hadîs-i şerîf-Câmi-us-Sagîr)
Kur'ân'dan size kolay geleni okuyunuz" meâlindeki Müzemmil sûresinin yirminci âyet-i
kerîmesi, kırâetin namazda farz olduğunu bildirmektedir. (Kurtubî, Cessâs)
Peygamber efendimiz: "Kalbler demirin paslandığı gibi paslanır" buyurduğunda
Ashâb-ı kirâm; "Onun cilâsı nedir?" dediler. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Onun cilâsı,
Kur'ân-ı kerîm kırâeti ve ölümü hatırlamaktır..." (Hadîs-i şerîf-Kavlül Müfîd)
2. Namazın içindeki farzlardan biri.
Namazda; sünnetlerin ve vitrin her rek'atinde ve yalnız kılarken farzların ilk iki rek'atinde
ayakta Kur'ân-ı kerîmden bir âyet kırâet etmek farzdır. Kısa sûre okumak daha sevâbdır.
Kırâet olarak buralarda Fâtiha sûresini okumak ve sünnetlerin ve vitir namazının her
rek'atinde ve farzların ilk iki rek'atinde Fâtiha'dan başka bir de sûre veya üç âyet kırâeti
vâcibdir. (İbn-i Âbidîn)
Namazda, Kur'ân-ı kerîmin tercümesini kırâet câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)
Kırâet İlmi:
Kur'ân-ı kerîmin kelimelerinin okunuş şekillerini râvileriyle berâber bildiren ilim.
Kırâet ilminin faydası; Kur'ân-ı kerîmin kelimelerini hatâlı, yanlış okumaktan korumaktır.
(Taşköprüzâde)
Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve ondan sonra gelen Tebe-i tâbiîn nesli, kırâet ilmini muhâfaza
ederek, sonraki nesillere ulaştırdılar. Kur'ân-ı kerîmin kırâetinin bugüne kadar değişmeden
okunmasını sağlayan yedi veya on kırâet âlimi ve herbirinin yetiştirdiği ikişer râvisi (talebesi)
oldu. (Taşköprüzâde)
Kırâet-i Seb'a:
Yedi kırâet imâmının okuyuş şekilleri.
Yedi kırâet imâmının yâni İmâm-ı Nâfi', Abdullah bin Kesîr, Ebû Amr, İbn-i Âmir, Âsım,
Hamza, İmâm-ı Kisâî'nin okuyuşları kırâet-i seb'a adıyla meşhur oldu. Kırâet âlimleri bu yedi
imâmdan başka, üç imâm daha bildirdiler. Bunlar: İmâm-ı Ebû Ca'fer, İmâm-ı Ya'kûb,
Halef-ül-Âşir'dir. Kırâet âlimleri, bu on kırâet imâmının kırâetleri ile Kur'ân-ı kerîm okumayı
uygun görmüşler, bunlardan başkasının kırâetine izin vermemişlerdir. Böylece, on imâmın,
Kur'ân-ı kerîmi okuyuş şekilleri kırâet-i aşere adı ile şöhret buldu. (Taşköprüzâde)
Kırâet-i Şâzze:
Arabî gramer şartlarına uyan ve mânâyı değiştirmeyen, fakat bâzı kelimeleri hazret-i
Osman'ın çoğalttığı nüshaya benzemeyen Kur'ân-ı kerîm kırâeti (okunuş şekli).
Kırâet-i şâzzeyi namazda da başka yerde de okumak câiz değildir, günâhtır. Kırâet-i
şâzzeyi Eshâb-ı kirâmdan (r.anhüm) birkaçı okumuş fakat sözbirliği olmamıştır. (Muhammed
Rebhâmî)
KIRÂN HAC:
Hac ile ömreyi birlikte yapmağa niyet etmek. (Bkz. Hac)
Kırân Hacc'a niyet eden kimse, önce ömre için tavâf (Kâbe-i şerîf etrâfında dönme) ve sa'y
(Safâ ile Merve arasında gidip gelme) edip, sonra ihrâmı çıkarmadan ve traş olmadan hac
günleri için tekrar tavaf ve sa'y yapar. (M. Mevkûfâtî)
Kırân haccı ve temettü' haccı yapanların şükür kurbanı kesmeleri vâcibdir. (Tahtâvî)
KIRÂT:
Değerli metallerin ölçülmesinde kullanılan ağırlık birimi.
Eshâb-ı kirâmın zamânında, eski Arab meskûkâtı (basılmış paraları) kullanıldığı gibi,
basılmamış altın ve gümüş parçalar da, tartılarak kullanılırdı. O zaman ağırlıkları başka başka
üç çeşit dirhem vardı. Hazret-i Ömer bu üç dirhemin toplam ağırlığının üçte biri ağırlığında
ortalama bir dirhem kabûl etti. Kırâtın ağırlığını da değiştirip, dirhemin ağırlığının on dörtte
birine bir kırât dedi. Yirmi kırâta bir miskâl dedi. Hazret-i Osman, bu hesâb üzerine altın ve
gümüş para bastırdı. (Eyyûb Sabri Paşa)
"Bir miskâl 20 kırâttır" deyince, şer'î miskâl (4.8 gr'lık ağırlık) anlaşılır. Bu miskâlin kaç
gram olduğunu anlamak için, 20'yi bir şer'î kırâtın ağırlığı olan 0,24 ile çarpmak gerekir.
(Âsım Efendi)
Kırât-ı Şer'î:
Peygamber efendimiz zamânında kullanılan ve hadîs-i şerîflerde ismi geçen bir ağırlık
birimi.
Hanefî mezhebinde, bir miskâl, yirmi kırâttır. Bir kırât-ı şer'î, kabuksuz, uçları kesilmiş,
kuru beş arpadır. Böyle beş arpa, 0,24 gr. gelmektedir. Böylece, bir şer'î miskâl, yüz arpa, o
da dört gram ve seksen santigram (4.80 gr.) ağırlığında olmaktadır. (İbn-i Âbidîn)
Kırât-ı Urfî (Kırât-ı Örfî):
Kullanılması âdet olan ve hükûmetin kabûl ettiği miskâl ve dirhemden küçük bir ağırlık
birimi.
Osmanlı Devleti'nde son kabûl edilen örfî miskâl 24 kırât ve bir kırât da 20 santigram idi.
Buna göre, örfî miskâl 4.80 gram olmaktadır. Şer'î miskâl ile örfî miskâl aynı ağırlıktadır. (M.
Sıddîk Gümüş)
KISÂS:
İşlenen suçun, yapılan kötülüğün aynısını suçluya tatbîk ederek cezâlandırma, öldüreni
öldürme, yaralıyanı yaralama, bir uzvu kesenin uzvunu kesme cezâsı.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Ey îmân edenler! Kasten öldürülenler için size kısas yapmak farz kılındı. Hür ile hür,
köle ile köle, kadın ile kadın kısas olunur. Öldürülmüş olanın kardeşinden (yâni
vârislerinden, velîsinden), kâtilin lehine olarak bir şey bağışlanır da kısas düşürülürse;
ölenin velîsi hakkından ziyâde olmayarak, örfe göre (tâyin edilmiş) diyet (para cezâsı)
almalıdır. Kâtil de, ölenin velîsine îcâb eden (gereken) diyeti güzel bir şekilde ödemelidir.
İşte böyle affederek diyet almak, Rabbiniz tarafından size bir hafiflik (kolaylık) ve
merhâmettir. Kim bu bağışlama ve diyet alıştan sonra, kâtil ile veya kâtilin akrabâsı ile
düşmanlık yaparak tecâvüzde bulunursa (kan dâvâsı güderse), onun için âhirette çok acıklı
bir azâb vardır. Ey akıl sâhipleri! Bu kısasta sizin için bir hayât vardır. Ümit edilir ki, siz
(haksız yere adam öldürmekten) sakınırsınız. (Bekara sûresi: 178, 179)
Kısas cezâsının uygulanabilmesi için şu şartların bulunması gerekir:
1) Suçlu âkil (akıllı) ve bâliğ (ergenlik çağına gelmiş) olmalı. 2) Suçun hata veya zor
sonucu değil, amden (kasten, bilerek) işlenmesi. 3) Öldürülen kişinin mîrâsçılarının kısas
istemeleri ve kısas yerine getirilirken, ölen kişinin mîrâsçılarının hazır bulunması.
Öldürülen kişinin kısas isteme hakkına sâhib olan mîrâsçılarından yâni velîlerinden biri,
kâtili affederse veya velî ile kâtil, belli bir mal, para ile uyuşurlarsa yâhut yaralanan kişi
suçluyu affederse kısas yapılmaz; kısas diyete çevrilir. Yâni uyuşmak için bildirilen mal veya
para alınır. (Molla Hüsrev)
KISKANÇ:
Allahü teâlânın başkasına ihsân ettiği nîmetin ondan alınmasını, onun elinden çıkmasını
ve yalnız kendinde olmasını isteyen kimse. (Bkz. Hased)
Kıskanç insan, ömrü boyunca rahatsızdır. Böyle insanlar, kendinden aşağıdakilere
bakmaz, hep kendisinden yüksek ve varlıklı olanlara bakar ve onları kıskanır. (Muhammed
Akkermânî)
KISMET:
1. Nasîb. Allahü teâlânın ezelde (sonsuz öncelerde) herkes için dilediği şey.
Bir müslüman ancak her hangi bir işte aklını kullandığı, her çâreye baş vurduğu ve son
derece çalıştığı hâlde bir başarıya ulaşamazsa, me'yûs (ümidsiz) olmamalı ve bu sonucun
Allahü teâlânın kendisi için münâsip gördüğü bir husus olduğunu kabûllenerek, kısmetine
râzı olmalıdır. Yoksa hiçbir şey yapmadan, çalışmadan, öğrenmeden ve bilmeden yan gelip
yatmak ve ağzını havaya açarak kısmetini beklemek müslümanlıkta büyük günâhtır. (Kemahlı
Feyzullah)
Kısmet aynı zamanda büyük bir tesellî kaynağıdır. "Ben vazîfemi yaptım, fakat ne
yapayım ki kısmetim bu imiş" diyen bir müslüman bir işte başarısız olsa bile, ümitsizliğe
kapılmaz ve büyük bir iç huzûru ile çalışmaya devâm eder. (Kemahlı Feyzullah)
Kısmetindir gezdiren yer yer seni,
Gâfil olma, âkıbet (sonunda) yer, yir seni.
(Ahmed Mekkî Efendi)
2. Birkaç kimsenin bir şeydeki hisse-i şâyialarını (ayrılmamış hisselerini) kile, terâzî, arşın
gibi bir ölçü âleti ile tâyin ve tahsis etme, belli etme, ayırma.
Kassâmın yâni taksimât, bölüştürmeyi yapacak olanın adâletli, emin (güvenilir) ve kısmet
işini bilmesi lâzımdır. (Ebüssü'ûd Efendi, Abdullah Mûsulî)
KITMÎR:
Eshâb-ı Kehfin (Îsâ aleyhisselâmın dîninden olup, din düşmanları her tarafı kapladığı bir
zamanda dinlerini korumak için her şeylerini terkedip hicret eden Efsûs (Tarsus)'daki
mağarada bulunan yedi kişiden birinin köpeğinin adı. (Bkz. Eshâb-ı Kehf)
Eshâb-ı Kehfe tâbi olduğu için Kıtmîr'e Allahü teâlâ kıymet verip, Kur'ân-ı kerîmde ona
işâret etmiştir ve Kıtmîr, Eshâb-ı Kehf ile birlikte Cennet'e girecektir. (İsmâil Hakkı Bursevî)
KIYÂM:
Ayakta durmak. Namazın içindeki farzlardan birisi.
Kıyâm, üç şeyle tamam olur: 1) Ayakta durmak, 2) Secde yerine bakmak, 3) İki tarafına
sallanmamak. (Kutbüddîn-i İznikî)
Kıyâmı yapamayan hasta, oturarak, oturamayan, sırt üstü yatıp başı ile îmâ, işâret ederek
kılar. Yüzü, semâya (göğe) karşı değil kıbleye karşı olması için başı altına yastık konur.
Ayaklarını diker. Kıbleye karşı uzatmaz. (İbn-i Âbidîn)
Kıyâm bi Nefsihî:
Allahü teâlânın zâtî (zâtına âit) sıfatlarından; varlığı kendinden olan, hiçbir şeye muhtâc
olmayan.
Allahü teâlânın zâtî sıfatları altıdır: Vücûd (var olmak), Kıdem (varlığının öncesi,
başlangıcı olmamak), Bekâ (varlığı sonsuz olmak, hiç yok olmamak), Vahdâniyet (zâtında,
sıfatlarında ve işlerinde bir olmak), Muhâlefetün lil-havâdis (hiçbir mahlûka, yaratılmışa,
hiçbir bakımdan benzememek), Kıyâm bi nefsihî. Bâzı âlimler, vahdâniyet ve
muhâlefet-ün-lil-havâdis sıfatlarının aynı olduklarını, bu sebeble sıfât-ı zâtiyyenin beş
olduğunu söylemişlerdir. (Teftâzânî)
KIYÂME SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yetmiş beşinci sûresi.
Kıyâme sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Kırk âyet-i kerîmedir. Kıyâmet hâllerinden
bahsedildiği için Sûret-ül-Kıyâme denilmiştir. Sûrede öldükten sonra dirilme ve kıyâmetin
mutlaka kopacağı, insanın kıyâmet günündeki aczi, telâşı, o gün başıboş bırakılmayacağı, onu
basit bir meniden yaratan Allahü teâlânın tekrar diriltmeye de kâdir olduğu bildirilmektedir.
(Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ, Kıyâme sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Gerçek şu ki; siz, çarçabuk geçen (dünyâ hayâtını ve nîmetlerin)i seviyor, âhireti
bırakıyorsunuz. (Âyet: 20, 21)
Kim Kıyâme sûresini okursa, ben ve Cebrâil (aleyhisselâm), kıyâmet günü kıyâmete
inandığına dâir ona şâhidlik yaparız. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
KIYÂMET:
1. Allahü teâlânın emri ile İsrâfil aleyhisselâmın sûr denilen ve nasıl olduğunu
bilmediğimiz bir âlete üfürmesi, (nefha-i ûlâ: Birinci üfürme) ile bütün canlıların ölüp, her
şeyin yok olması, kâinâttaki (varlık âlemindeki) nizâmın, düzenin bozulması, kıyâmetin
kopması. (Bkz. Sâat)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Kıyâmet muhakkak gelecektir. Bunda hiç şüphe yoktur. (Hac sûresi: 7)
Ey insanlar! Rabbinizin azâbından korkun. Muhakkak kıyâmetin zelzelesi (sarsıntısı)
pek büyük bir şeydir. Onu gördüğünüz gün, analar, emzirdikleri çocuklarını bırakıp
unutur, hâmile kadınlar çocuklarını düşürür. O günün dehşetinden sen insanları sarhoş
bir hâlde görürsün, hâlbuki onlar sarhoş değillerdir. Fakat Allahü teâlânın azâbı çok
şiddetlidir. (Hac sûresi: 1,2)
Kıyâmet kötü insanlar üzerine kopar (iyi insanlar bulundukça, Allahü teâlâ kıyâmeti
koparmaz). (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Yeryüzünde Allah diyen bir kimse kalıncaya kadar kıyâmet kopmaz. (Hadîs-i
şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Allahü teâlâ, sûr üfürüldükten sonra, kıyâmetin kopmasını murâd buyurduğu vakit, dağlar
uçar, bulutlar gibi yürümeye başlar. Denizlerin bâzısı bâzısına taşar. Güneşin nûru giderek
simsiyâh olur. Dağlar toz hâline gelir. Âlemler birbirine girer. Yıldızlar, dizili incinin kopup
dağıldığı gibi olur. Gökler gülyağı gibi erir ve değirmen döner gibi döner ki, şiddetli bir
şekilde hareket eder. Bâzan toplanır, bâzan da dümdüz olur. Allahü teâlâ, göklerin parça
parça olmasını emr eder. Yedi kat yerde ve yedi kat gökte ve kürsîde diri olarak kimse
kalmaz. Her canlı vefât etmiş olur ve eğer rûhânî ise, rûhu gitmiş olur. Yerde taş üstünde taş
kalmaz. Göklerde hiç canlı kalmaz. (İmâm-ı Gazâlî, Kurtubî, Kâb-ül-Ahbâr)
2. Her canlının ölüp, âlemin nizâmının düzeninin bozulmasından bir müddet sonra, yine
Allahü teâlânın emri ile İsrâfil aleyhisselâmın ikinci defâ sûra üfürmesi ile bütün ölülerin
yeniden dirilip, hayat bulmasından, yeni bir hayâtın başlamasından sonra herkesin
bulundukları yerden, kabirlerinden kalkıp, mahşer (Arasât meydanı) denilen yerde toplanıp,
dünyâda yaptıklarından hesâba çekilecekleri ve herkesin Cennet'e veya Cehennem'e gidinceye
kadar devâm edecek olan zaman. Bu zamâna kıyâmet günü de denir.
...O (Allahü teâlâ) elbette sizi kıyâmet günü mahşerde (Arasât meydanında)
kabirlerinizden toplayacaktır. Bunda aslâ şüphe yoktur... (Nisâ sûresi: 87)
Kıyâmet günü, herkes dört suâle cevâb vermedikçe hesâbdan kurtulamayacaktır.
Ömrünü nasıl geçirdi? İlmi ile nasıl amel etti? Malını nereden kazandı ve nerelere
harcadı? Cismini bedenini nerede yordu, hırpaladı? (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Kıyâmet Alâmetleri:
Kıyâmetin kopmasının yaklaştığına dâir Resûlullah efendimizin haber verdiği büyük ve
küçük alâmetler, işâretler.
On büyük alâmet görülmeyince kıyâmet kopmaz. Bunlar: Duhan (duman), Deccâl,
Dâbbet-ül-erd, güneşin batıdan doğması, Îsâ aleyhisselâmın gökten inmesi, Ye'cüc ve
me'cüc'ün çıkması, doğuda, batıda ve Arabistan'da yer batması, bunlardan sonra
Yemen'den bir ateş çıkıp, insanları bir araya getirmesidir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Kıyâmet alâmetleri, büyük ve küçük olmak üzere iki kısımdır. Küçük alâmetlerin sayıları
pekçok olup, bir kısmı ortaya çıkmış ve çıkmaya devâm etmektedir. Bâzıları şunlardır:
İnsanlardan ilim, emânet kalkar, câhillik artar. Emîn kimse bulunmaz. Oyun ve çalgı âletleri
çok kullanılır. Adam öldürmek ve fitne çok olur. İnsanlarda, birbirine karşı sevgi kalmaz.
İslâmiyet'e uygun işler ayıp sayılıp, terk olunur. (İbn-i Hacer-i Mekkî, İmâm-ı Süyûtî)
Kıyâmet-i Kübrâ:
Büyük kıyâmet. Canlıların öldükten sonra tekrâr diriltildikleri gün, zaman. Kıyâmet günü.
Kıyâmet-i Suğrâ:
Küçük kıyâmet, herkesin kendi ölümü.
KIYÂS:
Bir şeyi diğer bir şeyle ölçme, bir şeyi başka şeye benzetme; hakkında nass (âyet-i kerîme
ve hadîs-i şerîf) bulunmayan bir mes'elenin hükmünü, buna benzeyen ve hakkında nass
bulunan başka bir mes'elenin hükmüne benzeterek anlama.
Haşr sûresi ikinci âyet-i kerîmesinde meâlen; "Ey ilim sâhipleri! Îtibâr ediniz (yâni
bilmediklerinizi bildiklerinize kıyâs ediniz)" buyurulmuştur. Îtibâr etmek, benzetmek
demektir. Bu âyet-i kerîme, kıyâs ve ictihâdı emr etmektedir. (Beydâvî)
Kıyâsı, müctehîd (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden mânâ çıkarabilen) âlimler
yapar. Böyle olmayanlar kıyâs yapamaz. Hicrî dördüncü asırdan sonra kıyâs yapacak derin
âlim kalmadı. (İbn-i Âbidîn, İmâm-ı Gazâlî, Yûsuf Nebhânî)
Kur'ân-ı kerîmden her ince bilgi elde edilir. Abdullah ibni Mes'ûd radıyallahü anh; "Onda,
öncekilerin ve sonrakilerin bütün ilimleri vardır" buyurdu. Kur'ân-ı kerîmdeki bilgiler,
hükümler sonsuzdur. Ancak bu bilgilerin bir kısmı kapalı ve örtülüdür. Ehli olanlar bunları
ilim ve ihlâsı kadar anlayabilir. İşte, sünnet, icmâ' (müctehid denilen âlimlerin bir hususta
sözbirliği etmeleri) ve kıyâs ile; Kur'ân-ı kerîmdeki kapalı bilgiler meydana çıkarılıyor.
Kıyâmete kadar, bütün insanlara lâzım olacak hükümleri, dört mezheb imâmı anlamış ve
kitaplarına yazmışlardır. (Seyyid Alizâde)
Kıyâs, bid'at (dinde sonradan ortaya çıkan bir yenilik) değildir. Çünkü kıyâs, nüsûsun yâni
âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin mânâlarını meydana çıkarmaktadır. Yoksa bu mânâlara
başka şey eklememektedir. (Ahmed Fârûkî)
Dînî hükümlerin isbâtında; Kitâb(Kur'ân-ı kerîm), sünnet (Peygamber efendimizin sözleri,
işleri ve görüp de mâni olmadıkları şeyler), icmâ-ı ümmet (müctehid denilen, derin âlimlerin
bir mes'elenin hükmünde sözbirliği etmeleri) ve kıyâs mûteberdir (geçerlidir, kıymetlidir).
(Ahmed Fârûkî)
Zarûrî olarak bilinen îtikâdî mes'elelerde yâni inanılacak şeylerde kıyâs yoktur (olmaz).
(Serahsî)
Nass (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf) bulunan yerde kıyâs yapılmaz. Biz, zarûret olmadıkça
kıyâs yapmayız. Bir suâl (soru) sorulunca, onun cevâbını, önce Kur'ân-ı kerîmde ararız.
Bulamazsak, hadîs-i şerîflerde ararız. Yine bulamazsak, Resûlullah efendimizin sohbetinde
yetişmiş Eshâb-ı kirâmın herhangi birinin sözlerini ararız. Bu suâlin cevâbını bunlarda da
bulamazsak, kıyâs yaparak cevâbını buluruz. (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, Hamevî, Hâdimî)
Bir kişinin haber verdiği hadîs-i şerîfleri veya kıyâs ile anlaşılan bilgileri kabûl etmeyen,
beğenmeyen kâfir olmaz ise de, bid'ât ehli yâni doğru yoldan sapmış olur. (İbn-i Âbidîn)
KIYEMÎ:
Çarşıda benzeri bulunmayan, bulunsa da fiyatları farklı olan mal.
Uzunluk ile ölçülenlerden tarla, elde dokunan kumaş, halı ve elbise, ev, dükkân, el
yazması kitab, irili ufaklı olan karpuz kıyemîdirler. (İbn-i Âbidîn)
KIYMET:
Değer, îtibâr, üstünlük.
İnsanın kıymeti ilim ve edeb iledir. Mal ve neseb (soy) ile değildir. (İmâm-ı Şâfiî)
İnsanın kıymeti, îmân ve mârifetle (Allahü teâlâyı tanımak, bilmekle)dir. Mal ve mevki ile
değildir. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
KİBR (Kibir):
Kendini başkasından üstün görme.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruluyor ki:
Onu hatırla ki, meleklere; "Âdem'e (hürmet olarak) secde edin" demiştik de bütün
melekler secde etmişlerdi. Ancak iblis secde etmekten yüz çevirip kibirlendi ve kâfirlerden
oldu. (Bekara sûresi: 34)
Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri, âyetlerimi anlamaktan (Kur'ân-ı kerîmi
kabûlden) çevireceğim. Onlar her mûcizeyi görseler de onu kendilerine yol edinemezler.
Fakat sapıklık yolunu görürlerse, onu yol edinirler... İşte böyle hareket etmeleri,
âyetlerimizi yalan saymalarından ve onlardan gâfil bulunmalarından dolayıdır. (A'râf
sûresi: 146)
Kalbinde zerre kadar kibir olan Cennet'e girmeyecektir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Kibir, gurur ve övünme gibi duygular insanın içine çuvaldız gibi saplıdırlar. İnsanın
kibirlenmesi, kendinde gördüğü fazîletlerden ileri gelir. Ancak, insan evliyâdan bir mübârek
zâtı tanıdığı zaman, bütün bu fazîletlerin, kesinlikle ve gerçek olarak Allahü teâlâda
bulunduğunu anlar. Kendisinde bulunan her şeyin, Allah tarafından emânet olarak verildiğini
görür (Ali Havvâs).
Kendisinden daha fazla ilmi olan bir kimseyi görüp de ondan kibir ve gururundan dolayı
istifâdeye çalışmayan kimse, en büyük câhildir. (Ahmed Rifâî)
KİBRİYÂ:
Allahü teâlâya mahsûs azamet, büyüklük, üstünlük, yücelik.
Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde meâlen buyuruyor ki: "Kibriyâ, üstünlük ve azamet bana
mahsustur. Bu ikisinde bana ortak olanı Cehennem'e atarım, hiç acımam. (Berîka)
Kibriyâ sıfatı Allahü teâlâya mahsûstur. İnsan, nefsini ne kadar aşağılarsa, Allahü teâlânın
yanında kıymeti o kadar yükselir. Kendine kıymet verenin, Allahü teâlâ katında kıymeti
olmaz. (Muhammed Hâdimî)
KİLÂBİYYE:
Ebû Abdullah Kilâb'ın kurduğu bozuk fırka.
Yetmiş iki bid'at (sapıklık) yolunun esâsı dokuz fırkadır. Bunlar hâricî, şiî, mu'tezile,
mürcie, müşebbihe, cehmiyye, dırâriyye, neccâriyye ve kilâbiyyedir. Peygamber efendimizin
sallallahü aleyhi ve sellem ve dört halîfesinin (aleyhimürrıdvân) zamânında bunların hiçbiri
yoktu. (Abdülkâdir Geylânî)
KİLE:
Ölçek. Tahıllar için kullanılan bir ölçü.
Birkaç kimse arasında müşterek, ortak olup, kile veya vezn (tartı) ile ölçülen bir malı,
ölçmeden paylaşmak fâiz olur.
Kile ile satılan şeylerden, aynı cinsten olmayanlar, birbiri ile (meselâ arpa buğdaya
karşılık) satılırken, hacimleri aynı olsa da, veresiye satmak fâizdir. (Ömer Nesefî)
KİLİSE:
Kenîse; hıristiyanlara mahsûs ibâdet yeri. Hıristiyanlıktaki mezheblere de kilise
denilmektedir.
Hıristiyanlar, Romalılar zamânında ibâdetlerini gizli olarak mağaralarda, mahzenlerde
yaparlardı. Açık ibâdet yerleri yoktu. Çünkü Roma imparatorları, hıristiyanlığı yasakladıkları
gibi inananları da yakalayıp öldürüyorlardı. Bizans imparatoru Konstantin'in, resmî din olarak
hıristiyanlığı kabûl etmesinden sonra, kiliseler yapılmaya başlandı. Konstantin'den sonra
birçok kilise yapıldı ve kilise mîmârîsi ortaya çıktı. (Harputlu İshâk Efendi)
Hıristiyanlığın çeşitli siyâsî sebeplerle mezheplere ayrılmasından sonra, kiliseler de
ayrıldı. Merkezi Roma'da bulunan ve rûhânî lideri papa olan katolik kilisesi, merkezi
İstanbul'da bulunan ve rûhânî lideri patrik olan ortodoks kilisesi ve İngiltere'de gelişen
Anglikan kilisesi bunlardandır. (Harputlu İshâk Efendi)
Necs (pis) olmak ihtimâli bulunan yerlerde, meselâ kabristânda, hamam içinde ve kilisede
namaz kılmak mekrûhtur. Soğuk ve başka sebeble açık yerde namaz kılınamaz ve başka yer
bulunamazsa, kilisede hem yalnız, hem cemâat ile kılmak câiz olur. Namazdan sonra hemen
çıkmalıdır. Çünkü kilisede şeytanlar toplanır. Kilisede bulunan küfür alâmetleri boşaltılırsa
namaz kılmak mekrûh olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Bugün hıristiyanların kiliselerinde ve yahûdîlerin havralarında kalblerin ve ruhların değil
de, nefislerin ve düşüncelerin birleştirilmesine çalışılmaktadır. Bunun için kiliseler, havralar
bir mâbed (ibâdethâne) değil, bir politika ve konferans yeri olup, insanları uyuşturarak,
liderlerin, şeflerin arzû ve düşünceleri istikâmetinde sürüklenmektedirler. (M. Sıddîk bin
Saîd)
KÎL-U-KÂL:
Dedi-kodu. Gîbet. (Bkz. Gîbet)
Geçirme ömrünü mü'min, sakın ki, kîl-ü-kâl üzre!
Sözün mânâsını anla, ne yürürsün hayâl üzre.
(M. Sıddîk bin Saîd)
KİN:
Gizli düşmanlık. (Bkz. Hıkd)
Hiddet ve kin, hakîkatleri gören gözleri kör eder. Öfke iyi düşünmeyi daraltır, insanı
yanıltır. (Hacı Bayram-ı Velî)
KİNÂYE LAFIZLAR:
Birkaç mânâda kullanılan kelimeler. Hem boşamada hem de başka yerde kullanılan
sözler.
Erkek kinâye söyleyince, boşamağa niyet etti ise veya öfkeli ise karısını boşamış olur.
"Var yıkıl git. Artık seni istemem, babanın evine git. Seni boşamak istiyorum" gibi sözler,
boşamak niyyet edilmedikçe talâk, boşama olmaz. Bırakmak, terketmek lafızları (kelimeleri)
kinâye iseler de boşamak için kullanılmaları âdet olduğundan boşamada kinâye değil, sarîh
(açık) sözlerden sayılır. Bunlarla derhâl boşama meydana gelir. (İbn-i Âbidîn)
KİRÂ:
Bir malın, menfaatine yâni kullanılmasına karşılık olarak verilen ücret. Bir evin, bir iş
yerinin veya herhangi bir mülkün, taşıt veya binek hayvanının, sâhibi tarafından
faydalanılmak ve kullanılmak üzere belli bir ücret karşılığında bir müddet için başkasına
verilmesi. (Bkz. İcâre)
Kirâ müddeti bitince, mal sâhibi uzatmaz ise, kirâcı çıkar. Malı olduğu gibi teslim etmesi
lâzımdır. Teslim etmezse, gasb etmiş olur. Fakat kullanma sebebi ile herkes için meydana
gelmesi âdet olan harâblık, yıkılmalar ve bozulmalar kabahat sayılmaz. (Ali Haydar Efendi)
Mal sâhibi, kirâyı peşin alıp, malı teslim etmezse, geçen zamânın ücretleri mülkünden
çıkar; kirâcıya geri vermesi lâzım olur. (Fetâvâ-i Hindiyye)
KİRÂMEN KÂTİBÎN:
İnsanların iki omuzunda bulunup, onların sevâb ve günâhlarını yazan iki melek. Hafaza
melekleridir diyen âlimler de olmuştur.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Hâlbuki üzerinizde gözetleyici, amellerinizi yazan (Allah indinde) Kirâmen kâtibîn
melekleri vardır. (Ki onlar, hayır ve şerden) işlediklerinizi (yaptıklarınızı) bilirler. (İnfitâr
sûresi: 10-12)
Kirlenince çabuk gusl (boy) abdesti alın! Çünkü, Kirâmen kâtibîn melekleri cünüp
gezen kimseden incinir. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Kirâmen kâtibîn denilen meleklerden sağ taraftaki melek, soldakinin âmiridir ve iyi işleri,
ibâdetleri yazar. Soldaki melek, kötülükleri yazar. (Kemahlı Feyzullah)
Kirâmen kâtibîn, insandan yalnız cimâda ve helâda ayrılırlar. Helâda iken yapılanları,
Allahü teâlâ meleklere bildirir. Helâdan çıkınca yazarlar. (Kutbüddîn-i İznikî)
Bir kimseye selâm verirken, çok kimseye verir gibi vermelidir. Çünkü mü'min yalnız
değildir. Kirâmen kâtibîn adındaki iki melek, onunla berâberdir. (M. Muhammed Rebhâmî)
KÎSÂNİYYE (Keysâniyye):
Şiânın kollarından. Muhtâr bin Ebî Ubeyd es-Sekâfî'nin kurduğu bozuk fırka. Muhtâr bin
Ebî Ubeyd es-Sekafî'nin bir adı da Keysân olması sebebiyle Keysâniyye denilmiştir. Bu
fırkaya Muhtâriyye veya Bedâiyye de denir.
Hazret-i Ali'nin oğlu Muhammed bin el-Hanefiyye'nin babasından sonra imâmetini
(halîfeliğini) kabûl eden Keysâniyye fırkası, Allahü teâlânın bedâ (önceki hükmünü
değiştirme) sıfatı olduğunu söylerler. Muhammed bin el-Hanefiyye'nin Radvâ dağlarında
yaşadığına, sağında ve solunda birer arslanın ve bir parsın onu koruduğuna ve onun gelecek
Mehdî olduğuna inanırlar. (Abdülazîz Dehlevî)
Keysâniyye mensupları, dine, namaz, oruç, zekât v.s. gibi hükümlerin te'vilini (yorumunu)
öğreninceye kadar uyar. Farzların bir kısmını terk ederler. (Abdülkâhir Bağdâdî)
KİSVE:
Giyecek. Nafaka vermekle vazîfeli kimsenin bakmakla mükellef bulunduğu kimselere
te'min etmekle yükümlü olduğu giyecek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
...Onların (annelerin) âdet olduğu şekli ile yiyeceği ve kisvesi; çocuk kendisinin olana
(babaya) âittir. Kimse gücü yettiğinden fazlasıyla sorumlu tutulmaz. (Bekara sûresi: 233)
Dînimizce nafaka; yiyecek, kisve ve oturacak yer demektir. Kitapların çoğunda, yalnız
yiyecek mânâsına kullanılmak âdet olmuştur. Fakir olan zevcin, zengin olan zevcesine, orta
hâllilere âdet olan nafaka vermesi lâzımdır. Fakir nafakası verip, aradaki farkı, zengin olunca
öder. (İbn-i Âbidîn)
Kisve, senede iki gömlek ve iki himâr (baş örtüsü) ve iki milhâfedir. Milhâfe (ferâce veya
manto), kadının sokağa çıkarken giydiği bir şeydir. Bunların biri yazlık, biri kışlıktır. Şimdi
kisveye, iç donu, cübbe (kalın manto), yatak, yorgan da ilâve etmek lâzımdır. Kış
mevsiminde, gömlek yünden, manto ve himâr ipekten olur. Ayakkabı, mest sokağa çıkmak
için olduklarından, nafakaya dâhil edilmemiştir. Fakat zaman ve memleketin âdetine göre
dâhil edilirler. Memleketin âdetine göre, kadına lâzım olan gıdâ, elbise ve ev eşyâsının hepsi
nafakaya dâhil olur. Zevcin bunları getirmesi lâzımdır. (İbn-i Nüceym)
Kisve-i Şerîfe:
Resûlullah efendimizin medfûn bulundukları hücre-i seâdet üstündeki kubbe üzerine
serilen örtü.
Hücre-i seâdetin beş köşeli duvarları yapılırken üzerlerine bir de küçük kubbe yapılmıştı.
Bu kubbeye, Kubbet-ün-nûr denir. Osmanlı pâdişâhlarının gönderdikleri kisve-i şerîfe bu
kubbe üzerine örtülürdü. Kubbet-ün-nûr üzerine gelen, mescid-i seâdetin büyük yeşil
kubbesine Kubbet-ül-hadrâ denir. (Eyyûb Sabri Paşa)
KİTÂB:
1. Edille-i şer'iyyenin (İslâm dînindeki hükümlerin, din bilgilerinin) birinci kaynağı olan
Kur'ân-ı kerîm.
Kitâb; Allahü teâlânın, Resûlü Muhammed aleyhisselâma indirdiği, mushaflarda yazılı,
bize kadar tevâtür yoluyla, yalan üzere birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluk
tarafından Arabca olarak nakledilen kelâm-ı kadîmdir (Allahü teâlânın sözüdür). Bütün
insanların dünyâ ve âhiret hayâtının her yönüne âit hükümleri bilgileri içerisinde bulundurur.
İçine aldığı hükümler, bilgiler üç kısımdır: Îmân esaslarına dâir hükümler, mükelleflerin söz
ve işlerine dâir bilgiler, rûh ve mâneviyâtın düzeltilip, nefsin ve ahlâkın terbiyesine âit
hükümlerdir. (Abdülhakîm Arvâsî)
2. Amel defteri.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Biz azîmüşşân, insan için sahîfesi açılmış olarak, kendisine vâsıl olan kitab göndeririz.
(İsrâ sûresi: 13)
Kitâb ve Sünnet:
Kur'ân-ı kerîm ve Peygamber efendimizin hadîs-i şerîfleri (söz, iş ve görüp de bir şey
demedikleri hususlar) mânâsına olan bir terim.
Sünnet kelimesinin dînimizde üç mânâsı vardır: "Kitâb ve sünnet" birlikte söylenince;
Kitâb, Kur'ân-ı kerîm, sünnet de, hadîs-i şerîfler demektir. (Farz ve Sünnet) denilince; farz,
Allahü teâlânın emirleri, sünnet ise Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem sünneti yâni
emirleri demektir. Sünnet kelimesi yalnız olarak söylenince, şerî'at yâni bütün ahkâm-ı
İslâmiyye (İslâmiyet'teki emirler ve yasaklar) demektir. (M. Sıddîk Gümüş)
Ezan, Kitâb ve Sünnet ile bildirilmiştir. (İbn-i Âbidîn)
Bir velî, İslâmiyet'e uydukça ilerler. İlhâmları artar fakat, velîlere gelen ilhâmlar kitab ve
sünnetin üstüne çıkamaz. (Muhyiddîn ibni Arabî)
İnsanları, Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak yol, yalnız Muhammed aleyhisselâmın
yoludur. Bundan başka olan dinler, mezhebler, tarîkatler, rüyâlar çıkmaz sokaktır. İnsanı
seâdete kavuşturmazlar.Kur'ân-ı kerîmin ahkâmını, hükümlerini öğrenmeyen, hadîs-i şerîflere
uymayan kimse, câhil ve gâfildir. Buna uymamalıdır. Bizim ilmimiz, mezhebimiz kitâb ile
sünnettir. (Cüneyd-i Bağdâdî)
Çok vakit kalbime düşünceler geliyor.Kitâba ve sünnete uygun bulursam kabûl ediyorum.
(Ebû Süleymân Dârânî)
Kitâb-ı Mukaddes:
Hıristiyanların mukaddes bilip inandıkları Ahd-i atîk (Eski ahd) ve Ahd-i cedîd (Yeni
ahd) kısımlarından meydana gelen kitab. İncîl.
Îsâ aleyhisselâma İncîl isminde bir kitâb nâzil oldu. Fakat yahûdîler bu kitabı seksen sene
içinde yok ettiler. Sonradan ortaya çıkan ve hıristiyanların, Allahü teâlâ tarafından
gönderildiğine inandıkları Kitâb-ı Mukaddes iki kısımdır. Birincisi, Ahd-i atîk (Eski ahd), o
zamâna kadar gelen peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ve bilhassa Mûsâ aleyhisselâmın
bildirdiklerini ihtivâ eder. İkincisi Ahd-i Cedîddir (Yeni ahd). Esas olarak Îsâ aleyhisselâma
inananlardan Matta, Markos, Luka ve Yuhannâ'nın yazdıkları kitablar olup, Îsâ
aleyhisselâmın hayâtı, yaptığı işler ve verdiği nasîhatları ihtivâ eder. Fakat Kitâb-ı mukaddes
içinde bulunan hakîki bilgilere birçok yanlış düşünceler, efsâneler ve hurâfeler eklenmiştir.
(Manastırlı Müderris Hâcı Abdullah Abdi Bey)
Hıristiyanların, Allahü teâlâ tarafından gönderildiğine inandıkları Kitâb-ı mukaddeste
zulmü, vahşeti emr eden pekçok yerler vardır. Ahd-i atik'in Huruç (çıkış) kitâbının 23.
bâbının 23. ve 24. âyetlerinden sonra Mûsâ aleyhisselâmın kadınları sağ bıraktığı için
subaylarına kızdığı ve bütün kadınların ve erkek çocuklarının öldürülmesini emr ettiği
yazılıdır. (Harputlu İshâk Efendi)
Bugün elde bulunan Kitâb-ı mukaddeste mevcut olan ilim, akıl ve ahlâk dışı yazılar
meydandadır. Buna karşılık İslâm âlimlerinin akla, ilme, fenne ve medeniyete ışık tutan
yazıları da dünyâ kütübhânelerini doldurmaktadır. (Harputlu İshâk Efendi)
KİTÂBET:
Kâtiblik, yazıcılık, yazı yazma ilmi.
1. Güzel yazı ve güzel ifâde için lâzım olan yazı yazma usûl ve kâideleri.
Din bilgileri, dünyâda ve âhirette huzûru, saâdeti kazandıran bilgilerdir. Bunlar da iki
kısma ayrılır: Ulûm-i âliyye (yüksek din bilgileri) ve ulûm-i ibtidâiyye (âlet ilimleri). Yüksek
din bilgileri sekizdir. Bu sekiz yüksek din bilgisini öğrenebilmek için lâzım olan âlet ilimleri
on ikidir. Bunlar; sarf, iştikâk, nahv, kitâbet, iştikâk-ı kebîr, lügat, metn-i lügat, beyân,
me'ânî, bedî, belâgât ve inşâ ilimleridir. Din âlimi olmak için sekiz yüksek din bilgisini bütün
incelikleri ile fen bilgilerini de lüzûmu kadar öğrenmek lâzımdır. (Abdülgânî Nablüsî)
2. Kölenin belirli bir ücreti ödemek veya bildirilen şartları yerine getirmek karşılığında
âzâd edileceğine (serbest bırakılacağına) dâir sâhibi ile yaptığı akid, sözleşme. (Bkz. Mükâteb)
KİTABLI KÂFİRLER:
İncîl ve Tevrât'tan birine inanan kâfirler. Hıristiyanlar ve Yahûdîler. (Bkz. Ehl-i Kitab)
Müslüman erkeğin kitablı kâfir kadını nikâh etmesi câizdir. Başka kâfir kadınla ve mürted
olmuş, dinden çıkmış kadınla evlenmesi câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)
KİTABSIZ KÂFİRLER:
Ehl-i kitâbın dışındaki kâfirler, dinsizler.
Müslümanlar, âhirete inanıyor. Kitabsız kâfirler inkâr ediyor. Tekrar dirilmek olmasaydı,
inanmayanlar bir şey kazanmaz, müslümanlar da zarar etmezdi. Fakat kâfirlerin dediği
olmayınca, sonsuz azâb çekeceklerdir. (Hazret-i Ali)
Kitabsız kâfirlerin kestikleri yenmez, kızları alınmaz ve kız verilmez. (Muhammed
Hâdimî)
Her müslüman iyi bilsin ki, bütün san'atlar, farz-ı kifâyedir. Bunu düşünerek, bir san'ata
yapışmak, ibâdet etmek olur. İster kitablı kâfirler keşf etsin, bulsun, ister kitabsız kâfirler, her
san'atı öğrenmek ve hele harb vâsıtalarını en modern, en ileri şekilde yapmağa çalışmak
farzdır. (İmâm-ı Gazâlî)
KOMŞU:
Bitişik evlerde veya yakın çevrede oturan kimse veya kimseler.
Ev satın almadan evvel, komşuların nasıl olduklarını araştırınız! Yola çıkmadan evvel,
yol arkadaşınızı seçiniz! (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Komşuya hürmet etmek ana-babaya hürmet etmek gibi lâzımdır. (Hadîs-i
şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Zımmî (gayr-i müslim vatandaş) komşunun bir hakkı, müslüman komşunun iki hakkı,
akrabâ olan komşunun üç hakkı vardır. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Allahü teâlâ, bir sâlih müslüman hürmetine, komşularından binlerce belâyı, felâketi
uzaklaştırır. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Komşusunun aç yattığını bildiği hâlde, kendisi tok yatan, kâmil (îmânı olgun, tam) bir
mü'min değildir. (Hadîs-i şerîf-Nisâb-ül-Ahbâr)
Hukûk-i ibâd, kul hakkını gözetmektir. Kul hakkının en önemlisi, ana-baba hakkıdır. Tatlı
dil ile, güler yüzle, yardımlarına koşmakla, onların gönüllerini kazanmaya çalışmalıdır. Sonra
komşu hakkı, hoca hakkı, karı-koca hakkı, arkadaş hakkı, sonra hükûmetin hakkı gelir.
(Abdülhakîm bin Mustafâ)
Dünyâda en kıymetli şey; müslüman, sâlih, Allahü teâlânın ve mahlûkların haklarını bilen
ve gözeten komşudur. Herhangi bir kimseye yapılması haram olan bir fenalık, komşuya
yapılırsa, günâhı katkat daha fazla olur. Herhangi bir kimseye yapılması sevâb olan bir iyilik,
komşuya yapılırsa, sevâbı katkat daha fazla olur. (Seyyid Alizâde)
Kâfir olan komşuyu da incitmemek, ona da iyilik yapmak, ihsân etmek lâzımdır. (İbn-i
Hacer-i Mekkî)
KONAK:
Tasavvufta ilerlerken her iki derece arası.
Allahü teâlâya yakın olmak, ulaşmak husûsunda tasavvuf büyükleri; "İnsanı kavuşturan
konaklar sonsuzdur, bitmez tükenmez" demişlerdir. (İmâm-ı Rabbânî)
KÖLE:
Allah yolunda harb ederken, kâfirlerden alınan esir.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Allah'a ibâdet edin, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Bir de ana-babaya iyilik edin.
Akrabâya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya
ve ellerinizdeki kölelere de iyilik edin. Çünkü Allah büyüklenen ve övünen kimseyi sevmez.
(Nisâ sûresi: 36)
Şu iki güçsüz, yâni köle ve kadın hakkında Allah'tan korkunuz. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i
Ahmed bin Hanbel)
Kim kölesinin yüzüne bir tokat atsa, veyâhut onu döğse, onun keffâreti (cezâsı) köleyi
âzâd etmesidir. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Tirmizî)
İslâmiyet, bütün kölelere ve hizmetçilere iyi muâmele edilmesini, onlara şefkat ve
merhametle davranılmasını emretmiştir. (Van Denberg)
KÖTÜ ARKADAŞ:
İnsanın dînini, îmânını, edebini, hayâsını ahlâkını bozan, dünyâ ve âhiret seâdetini
kaybettiren arkadaş.
İşin temeli iyi insanlarla konuşmak, kötü arkadaştan sakınmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Îmânın düşmanı dörttür: Sağda kötü arkadaş, solda nefsin hevâsı (arzu ve istekleri), önde
dünyâya düşkün olmak ve arkada şeytan. Bunların hepsi insanın îmânını almak isterler. Kötü
arkadaş, yalnız insanın malını, parasını çalmak, dünyâsını almak için aldatanlar değildir.
Arkadaşların en kötüsü, en zararlısı, insanın dînini, îmânını, edebini, hayâsını, ahlâkını
bozmağa uğraşanlar, böylece dünyâ ve âhiretine, ebedî seâdetine saldıranlardır. Îmânımızı, bu
düşmanların şerrinden ve İslâm düşmanlarının aldatmalarından Allahü teâlâ emîn eyleye.
(Muhammed İznikî)
Bir kalb, iyi arkadaşların nasîhatlarına ve akla tâbi' olup, İslâmiyet'e uyarsa, nûrlanır,
temiz olur. Dünyâ ve âhirette seâdete, huzûra kavuşur. Kötü kimselerin iğfâl edici, aldatıcı
sözlerine, yazılarına ve nefse, şeytana uyup, İslâmiyet'e uymayan kalb kararır, bozulur. Nurlu,
temiz kalb, İslâmiyet'e uymayı sever. Kararmış kalb, kötü arkadaşa, nefse, şeytâna uymayı
sever. Allahü teâlâ çok merhametli olduğu için, dünyânın her yerinde yeni doğan çocukların
kalblerini temiz olarak yaratmaktadır. Bunları, sonraları anaları, babaları ve kötü arkadaşları
karartmakta, kendileri gibi yapmaktadır. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
Kötü arkadaş kötü yılandan daha kötüdür. Zîrâ kötü yılan can alır. Kötü arkadaş ise can ve
îmân alır. (Ali Râmitenî)
KÖTÜ DİN ADAMI:
İlmini dünyâ kazancına, mala, mevkîye kavuşmaya vâsıta eden, ilmi ile amel etmeyen,
insanları ibâdete ve âhirete yönelmeye teşvik etmeyen din adamı.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Kâbe'yi tavâf ediyorken; "Hangi insan daha
kötüdür?" diye soruldu; "Kötü olanı sorma, iyi olanı sor! Âlimlerin kötüsü insanların en
kötüsüdür" buyurdu. Çünkü âlimler bilerek günâh işlemektedir. Îsâ aleyhisselâm; "Kötü din
adamları, su yolunu kapayan kaya gibidir. Su kayadan sızıp geçemez. Akmasına da mâni
olur" dedi. Hadîs-i şerîfte; "Kıyâmet günü azâbların en şiddetlisi, ilmi kendisine faydalı
olmayan din adamınadır" buyruldu. (Muhammed Hâdimî)
Kalbe gelen hâtıranın (düşüncenin) cinsini anlamak için, İsâmiyet'e uygun olup
olmadığına bakılır. Böyle anlaşılamazsa, sâlih (iyi, dindar) olan bir âlime sorulur. Sâlih
olmayan, dîni dünyâ kazançlarına âlet eden kötü din adamına sorulmaz. Yâhut, Resûlullah
sallallahü aleyhi ve selleme kadar üstadlarının hepsi bilinen hakîkî bir rehbere, yetişmiş ve
başkalarını yetiştirmeye ehil bir İslâm âlimine sorulur. (Muhammed Hâdimî)
İnsanların saâdeti, âlimlerin elinde olduğu gibi, insanları felâkete, Cehennem'e
sürükleyenler de, din adamı şeklinde görünen, din düşmanlarıdır. Din adamlarının iyisi,
insanların en iyisidir. Dîni dünyâ isteklerine âlet eden, herkesin îmânını bozan, din adamı da,
dünyânın en kötüsüdür. İnsanların saâdeti ve felâketi, doğru yola gelmesi ve yoldan çıkmaları
din adamlarının elindedir. Büyüklerden biri, şeytanı boş oturuyor görüp, sebebini sormuş,
Şeytan demiş ki: "Bu zamânın kötü din adamları, bizim işimizi görüyor. İnsanları yoldan
çıkarmak için bize iş bırakmıyorlar." (İmâm-ı Rabbânî)
KÖTÜ HUY:
Dînin ve aklın beğenmediği huy.
İnsanların hiç çekinmeden, sıkılmadan yaptıkları günah, kötü huylu olmaktır. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huy da, hatâları eritir.Sirke balı bozduğu gibi, kötü huy;
hayrâtı, hasenâtı (iyilikleri) mahveder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Bir kulun ibâdetleri çok olsa da, kötü huyu, onu Cehennem'in dibine götürür. Bâzan
küfre götürür. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Kötü huylar, kalbi, rûhu hasta eder. Hastalığın artması, kalbin, rûhun ölümüne sebeb olur.
Kötü huyların en kötüsü olan şirk, küfür (Allahü teâlâya ortak koşmak) ise, kalbin, rûhun en
büyük zehiridir, hemen öldürür. Îmânı olmayanın kalbi temiz olmaz. Ölmüş, kokmuş olan
kalbin temiz olması düşünülemez. (Muhammed Hâdimî)
Her müslüman, kalbinden kötü huyları çıkarıp, iyi huyları yerleştirmelidir. Bir kaçını
çıkarıp, birkaçını yerleştirmekle, insan güzel huylu olmaz. Tasavvuf, insanı olgunlaştıran
yoldur. Böyle olmayan yola tasavvuf denmez. (Muhammed Hâdimî)
KUBÂ MESCİDİ:
İslâm târihinde Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hicreti sırasında
Medîne-i münevvere yakınında bulunan Kubâ'da ilk defâ inşâ edilen mescid.
Bir kimse evinde güzel bir gusl abdesti alarak Kubâ mescidine gelir de bu mübârek
mescidde namaz kılmaktan başka bir niyeti olmazsa bir umre etmiş gibi kendisine sevâb
verilir. (Hadîs-i şerîf-Meşârık)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Mekke'den Medîne'ye hicret buyururken,
Medîne-i münevvereye yakın olan Kubâ köyünde birkaç gün misâfir kaldı. İlk iş olarak
müslümanlarla birlikte Kubâ mescidini yaptı. Cumâ günü Medîne'ye doğru yola çıktı. Raûna
vâdisinden geçerken öğle vakti olmuştu. Burada ilk Cumâ namazını kıldı ve ilk hutbeyi
okudu. (Abdülhâk-ı Dehlevî)
KUBBE-İ HADRÂ:
Medîne-i münevverede bulunan Peygamber efendimizin kabr-i şerîfinin üzerindeki yeşil
kubbe.
Kubbe-i hadrâ, müslümanların göz bebeğidir. Müslümanlar, kubbe-i hadrânın altında
bulunan mübârek hücre-i seâdeti ziyâret etmeyi, kurtuluşlarına sebeb bilirler. Çünkü
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Kabrimi ziyâret edene şefâatim vâcib
olmuştur" buyurmuştur. (Abdullah-ı Mûsulî, Tâcüddîn Sübkî)
Mısır Türkmen sultânı Seyfeddîn Sâlih Klâvûn rahmetullahi aleyh, 1279 (H. 678)
senesinde Hücre-i seâdet üzerine bugünkü Kubbe-i hadrâyı ilk olarak yaptırıp kurşun ile
kapattı. (Abdülhak-ı Dehlevî)
KUBÛR:
Kabirler, mezârlar.
İnsanların ölünce defnedilmeleri, gömülmeleri için dîne uygun kazılan yerler. (Bkz. Kabir)
KUDDİSE SİRRUH:
Daha çok Allahü teâlânın sevdiği kullar olan evliyâdan birinin ismi anılınca veya
yazılınca, onun sırrı (içi) temiz ve mübârek olsun mânâsına söylenen veya yazılan duâ,
hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için "Kuddise Sirruhümâ" ikiden çok için "Kuddise sirruhüm"
denir.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin babası Abdülehad hazretlerinin üstâdı (hocası) ve Hindistan
evliyâsının büyüklerinden Abdülkuddûs kuddise sirruh, oğluna yazdığı bir mektubunda
buyuruyor ki: "Oğlum! Vaktin kıymetini bil. Gece-gündüz ilim öğrenmeye çalış. Her zaman
abdestli bulun. Beş vakit namazı sünnetleri ile ve ta'dîl-i erkân (rükûda, kavmede yâni
rükû'dan kalkıp ayakta iken, iki secdeyi yaparken ve celsede yâni iki secde arasında oturmada
bütün âzâlar, organlar hareketsiz kaldıktan sonra, Sübhânallah diyecek kadar durmak) ile,
huzur (kalben Allahü teâlâ ile berâber olmak) ve huşû (Allahü teâlâdan korkmak ve tevâzu
hâli) ile ve şerîatin sâhibinin (Peygamber efendimizin) bildirdiği gibi kılmaya çalış. Bunları
yapınca, dünyâda ve âhirette sayısız nîmetlere kavuşursun." (M. Hâşim-i Keşmî)
KUDDÛS (El-Kuddûs):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Azamet ve celâline,
büyüklüğüne lâyık olmayan, noksanlık ve eksiklik getiren şeylerden, his organlarının
anladığı, hayâl gücünün hayâl ettiği, hâtıra gelen ve düşünülebilen her türlü vasıftan ve
özellikten münezzeh, pâk ve temiz olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allah'tan başka ilâh yoktur. O, mülkü hiç yok olmayan bir Mâlik (sâhib)tir.
Kuddûs'tur..." (Haşr sûresi: 23)
Her gün bin defâ el-Kuddûs ism-i şerîfini söyliyen kimsenin gönlü dağınıklıktan kurtulur.
(Yûsuf Nebhânî)
KUDRET:
Güç, güçlü olma.
1. Allahü teâlânın sıfat-ı sübûtiyyesinden biri. Allahü teâlânın her şeye gücünün yetmesi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Gerçekten, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde,
akıl sâhipleri için, Allah'ın varlığını, kudret ve azametini gösterir, kesin delîller vardır.
(Âl-i İmrân sûresi: 190)
Ebû Mes'ûd el-Bedrî anlattı: Hizmetçimi kamçı ile dövüyordum. Arkamdan; "Ey Ebû
Mes'ûd! Sen bil ki..." diye bir ses işittim. Öfkemden, bu sesin mânâsını anlayamadım. Bana
yaklaşınca, bir de ne göreyim Resûlullah efendimiz bana hitâben; "Ey Ebû Mes'ûd! Allahü
teâlânın senin üzerindeki kudreti, senin bu hizmetçiye karşı kudretinden daha büyüktür"
buyurdu. Bunun üzerine ben; "Bundan sonra hizmetçimi bir daha dövmeyeceğim" dedim.
(İmâm-ı Müslim)
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmin birçok yerinde; "Sizden evvel gelip geçenlerin hayatlarını,
gittikleri yolları ve başlarına gelenleri, gözden geçirip, onlardan ders alınız. Yerleri, gökleri
canlıları, cansızları ve kendinizi inceleyiniz! Gördüklerinizin içini, özünü araştırınız. Bütün
bunlarda, yerleştirmiş olduğum kuvvetimi, kudretimi, büyüklüğümü ve hâkimiyetimi
bulunuz, görünüz, anlayınız" meâlinde emirler buyurmaktadır. (İmâm-ı Gazâlî)
Kıyâmet günü bütün canlılar, mahşer yerinde toplanacak. Her insanın amel defterleri
uçarak sâhibine gelecektir. Bunları; yerleri, gökleri, zerreleri, yıldızları yaratan, sonsuz kudret
sâhibi olan Allahü teâlâ yapacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Dil, şükretmek içindir. Rabbini bilen, dilini gıybet için kullanmaz. Kulak; Kur'ân-ı kerîm
ve nasîhat dinlemek içindir. Bâtıl ve boş sözler için değildir. Göz; Allahü teâlânın kudret ve
san'atını görmek içindir. Eşin dostun ayıbını görmek için değildir. (Sa'dî Şîrâzî)
İnsanın esas özelliği; âcizlik ve muhtâç olmasıdır. Hak teâlânın sıfat-ı zâtiyyesi ise; kudret
ve gınâ (kimseye muhtâc olmamak) dır. (Bursalı İsmâil Hakkı)
2. Kullara âit sınırlı olan güç, kuvvet.
Kul her işinde, yapıp yapmamakta serbest olup, ikisinden birini elbette seçecek; iş, iyi
veya fenâ olacak, günâh veya sevâb kazanacaktır. Allahü teâlâ kullarına, emirlerini ve
yasaklarını yerine getirecek kadar kudret ve ihtiyâr (beğenmek, seçmek gücü) vermiştir. Daha
çok vermesine, lüzûm yoktur. Lüzûmu kadar vermiştir. Buna inanmayan, Kolay şeyleri
anlamayan kimsedir. Kalbi hasta olduğundan, İslâmiyet'e uymamaya bahâne aramaktadır.
(İmâm-ı Rabbânî)
Bugün elinde var iken fırsat,
Âhiret hazırlığı yap hemen
Çünkü sende bulunan bu kudret
Elden ele geçer gider dâim.
(Sa'dî Şîrâzî)
KUDÜS:
Filistin'de, Süleymân aleyhisselâm tarafından inşâ ettirilen Mescid-i Aksâ'nın bulunduğu
şehir. Bu şehir târih kitaplarında İlyâ adıyla da zikredilir.
Târihi çok eskilere dayanan Kudüs şehri, târih boyunca pekçok işgâl ve yağmaya uğradı.
Âsurlu hükümdârı Buhtunnasar (Nabukatnazar) Kudüs'ü zabt ettiği zaman şehri yakıp yıktı.
Mescîd-i Aksâ'da bulunan altın, gümüş ve diğer mücevherleri Babil'e götürdü. M.S. 70
senesinde Romalılar tarafından tekrar işgâl edilerek yakılıp yıkılan Kudüs şehri, 120 yılında
tâmir, hazret-i Ömer'in halîfeliği sırasında da müslümanlarca fethedildi. 1099 (H.492)'de
haçlılar (hıristiyanlar) Kudüs'ü istilâ edince yakıp yıktılar. Pek çok müslümanı kadın ve çocuk
demeden kılıçtan geçirdiler. Bu arada Mescid-i Aksâ'yı da yağmalayıp üstüne haç diktiler.
İçerisine heykeller koyarak kiliseye çevirdiler. Sultan Salâhaddîn-i Eyyûbî 1187 (H. 583)'de
Kudüs'ü haçlılardan kurtarıp, Mescid-i Aksâ'dan haçları ve putları kaldırttı. Yavuz Sultan
Selîm Han zamanında Osmanlı idâresine giren Kudüs, Birinci Dünyâ savaşından sonra,
müslüman Türklerin elinden çıktı. 1967 (H. 1387)'deki Arap-İsrâil savaşında Kudüs,
yahûdîler tarafından işgâl edildi. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
Müslümanlar hicretten on altı ay sonraya kadar Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya yönelerek
namaz kıldılar. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem mîrâca buradan yükseldi.
(Abdullah-ı Dehlevî)
Hazret-i Ömer Kudüs'ü feth edince, Kudüs'teki kiliselere dokunulmaması için emir verdi
ve hıristiyanlarla anlaşma yaptı. Kudüs ahâlisine bir de emannâme (emniyet belgesi) verdi.
Emannâmede buyurdu ki: "İş bu mektûb, müslümanların emîri Ömer bin Hattâb'ın, İlyâ
(Kudüs) ahâlisine verdiği emân mektubudur ki, onların; varlıkları, hayatları, kiliseleri,
çocukları, hastaları sağlam olanları ile öteki milletler için yazılmıştır..." (Taberî)
KUL:
1. İbâdet eden, itâat eden, hizmet eden, canlı mahlûk (insan, melek ve cin).
Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Ey kulum!Emrettiğim farzları yap, insanların en âbidi
olursun. Yasak ettiğim haramlardan sakın, verâ' sâhibi olursun. Verdiğim rızka kanâat
eyle, insanların en ganîsi olursun, kimseye muhtâc kalmazsın. (Hadîs-i
kudsî-Riyâz-üs-Sâlihîn)
Ben kulum. Kullar gibi yere oturur yerim. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Cenâb-ı Hakk'ın kulları üzerindeki hakkı; onların kendisine ibâdet etmeleri ve başka
hiçbir varlığı O'na şirk (ortak) koşmamalarıdır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Bir kimsenin Allahü teâlâya kul olması için, O'ndan başka şeylere kul olmaktan ve
bağlanmaktan tam kurtulması lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kulun hakîkî îmâna kavuşması için, dört şey lâzımdır; bütün farzları edeble yapmak, helâl
yimek, görünen ve görünmeyen bütün haramlardan, yasaklardan sakınmak ve bu üçüne
ölünceye kadar devâm etmeye sabretmek. (Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî)
2. Köle. (Bkz. Abd ve Köle)
Kul Hakkı:
Bir kimsenin, başkası üzerindeki hakkı, alacağı.
Üzerinde kul hakkı olan, mahlûkların malına, ırzına dokunan, ölmeden önce
helâllaşsın, ödesin! Zîrâ o gün altının, malın değeri olmaz. O gün hak ödeninceye kadar,
kendi sevâblarından alınacak, sevâbları olmazsa, hak sâhibinin günâhları buna
yüklenecektir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Kul hakkının en mühimi ana-baba hakkıdır. Tatlı dil ile güler yüzle yardımlarına
koşmakla, onların gönüllerini kazanmağa çalışmalıdır. Sonra komşu hakkı, hoca hakkı,
karı-koca hakkı, arkadaşlık hakkı gelir. (Muhammed Rebhâmî)
Allah yolunda şehîd olanın, kul haklarından başka bütün günâhları affolur. Kul haklarını
da Allahü teâlâ, kıyâmette helâllaştıracaktır. (Ahmed Zühdü)
İşlenen günahlarda kul hakkı varsa, buna tövbe için; kul hakkını hemen ödemek, hak
sâhibi ile helâllaşmak, ona iyilik ve duâ etmek de lâzımdır. Mal sâhibi, hakkı olan ölmüş ise,
ona duâ, istiğfâr edip, çocuklarına, vârislerine verip ödemeli, bunlara iyilik yapmalıdır.
(İmâm-ı Rabbânî)
KULLETEYN:
Eni boyu ve derinliği altmışar santimetre veya çapı 48, derinliği 96 santimetre olan bir
küp veya silindir şeklindeki havuz veya 500 rıtl yâni 220 kg su.
Hanefî mezhebinde akar suya ve büyük havuza, Şâfiî mezhebinde kulleteyn miktârı olan
suya, Mâlikî mezhebinde herhangi miktardaki bir suya pislik düşerse, pisliğin üç eserinden
biri, yâni rengi, kokusu veya tadı belli olmayan her tarafından abdest ve gusl (boy abdesti)
câiz olur (alınır). (İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebinde küçük havuza, Şâfiî'de ise kulleteynden az olan suya, az necâset
(pislik) düşerse üç sıfatı (özelliği) yâni rengi, tadı, kokusu değişmese de necs (pis) olur. İnsan
içmez ve temizlikte kullanılmaz. (Alâüddîn-i Haskefî)
KUMAR:
Para veya başka bir menfaat karşılığı oynanan oyun; birkaç kimsenin aralarında para veya
mal toplayarak piyango çekip, isâbet etmeyenlerin isâbet edenlere mal veya para vermek için
sözleşme veya para ile kazanmak için tahminde bulunma, toto. Karşılıklı para veya mal
koyarak bahse tutuşma.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ey îmân edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi,
pisliktir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz. (Mâide sûresi: 90)
Kumar ile ele geçen mülk olmadığı için, satılması ve satın alınması ve yenilmesi câiz
değildir, haramdır. (Kâdızâde Muhammed Ârif)
KUNÛT DUÂSI:
İtâat etme, ibâdet. Hanefî mezhebinde, vitir namazının üçüncü rek'atinde zamm-ı sûre
okunduktan sonra; Şafiî mezhebinde, sabah namazının farzının ikinci rek'atinde rükûdan
kalktıktan sonra ve Ramazân-ı şerîf ayının yarısından sonra vitir namazının üçüncü rek'atinde
rükûdan kalktıktan sonra okunan duâ.
Resûlullah efendimiz zamânında Bi'r-i Mâûne vak'asında, Sahâbe-i kirâmdan
(Peygamberimizin sohbetinde yetişen mübârek arkadaşlarından) yetmiş kurrâ (hafız),
Âmiroğullarının reîsi Ebû Berâ Âmir bin Mâlik'in yeğeni Âmir bin Tufeyl ve adamları
tarafından şehîd edilmişlerdi. Peygamber efendimiz bu hâdiseye çok üzüldüler. Bu elîm
hâdiseyi yapan kabîlelere, belâ için bir ay sabah namazında o müşrikler aleyhine duâ buyurdu.
İşte kunût duâsının başlangıcı budur. Ondan evvel kunût okunmazdı. (İmâm-ı Buhârî)
KUR'A ÇEKMEK:
Müşterek malın ortaklar arasında çekim yoluyla taksîm edilmesine verilen isim.
Hâkimin bir malı, buna müşterek mâlik olan ortaklar arasında kur'a ile taksim ettikten
sonra, ortaklardan bâzısı, çekilen kur'adan vazgeçemez. (İbn-i Âbidîn)
Mülk sâhiplerinin haklarının miktârlarını değiştirmek veya ortaklardan birinin hakkını yok
etmek, yâhut hakkı olmayana pay vermek için yapılan kur'a harâm olur. (İbn-i Âbidîn)
KUR'ÂN-I KERÎM:
Allahü teâlânın Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla Muhammed aleyhisselâma yirmi üç
senede Arabça olarak indirdiği, bize kadar ilk nâzil olduğu şekilde tevâtürle, yalan
söylemeleri mümkün olmayan üstün vasıflı insanların bildirmeleri ile gelen ve mushaflarda
yazılı olup, okunması ile ibâdet edilen, hiçbir kimsenin bir benzerini getiremediği ve
getiremeyeceği son ilâhî kitap.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
De ki, insanlar ve cinler birbirlerine yardımcı olarak, (belâgat, güzel nazm ve kâmil
mânâda) bu Kur'ân-ı kerîmin bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, yemîn
olsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar. (İsrâ sûresi: 88)
Kur'ân-ı kerîm için, bu sihirdir, bu ancak bir insan sözüdür, dedi. İşte bunu söyleyeni,
şiddetli bir ateş içinde, Cehennem'e atacağım. Şiddetli ateşin ne olduğunu sen ne bilirsin?
O, (içine girenleri) ne çıkartır, ne azâbdan vaz geçer. İnsanın derisini karartır, yakar.
Orada on dokuz (azâb yapan melek) vardır. (Müddessir sûresi: 24-30)
Her kim beş vakit farz namazda Kur'ân-ı kerîm okursa, Hak teâlâ her harfine yüz
sevâb verir. Her kim namazdan başka vakitlerde Kur'ân-ı kerîm okursa, her harfine on
sevâb verir. Her kim, (tegannîsiz ve hürmetle okunan) Kur'ân-ı kerîmi ayakta veya oturarak
hürmet ile dinlerse, her harfine bir sevâb verir. Her kim Kur'ân-ı kerîmi hatm eylese
(baştan sona okusa), o kulun duâsı Allah indinde kabûl edilir. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul
İlmihâli)
Kur'ân-ı kerîm okuyanın ana-babası kâfir olsalar bile, azâbları hafifler. (Hadîs-i
şerîf-Tenbîh-ül-Gâfilîn)
Kur'ân-ı kerîme, ehliyeti olmadan mânâ veren, Cehennem'de azâb görecektir. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
Kur'an-ı kerîm, Muhammed aleyhisselâmın sözü değildir. Allah kelâmıdır. Hiçbir insan
öyle düzgün söyleyemez. Kur'ân-ı kerîmde bildirilenlerin hepsine İslâmiyet denir. Hepsine
inanan insana mü'min ve müslüman denir. Birini bile beğenmemeye îmânsızlık, yâni küfür
denir. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
Kur'ân-ı kerîmin her bir harfinde bin bir derde bin bir türlü devâ (şifâ) vardır. (Ebü'l-Leys
Semerkandî)
Modern ilmin on dört asır geriden tâkib ettiğiKur'ân, ben şehadet ederim ki, Allah
kelâmıdır. (Kaptan Dr. Coustea)
Kur'ân'ın içinde pekçok tekrarlar vardır. Onu okuduğumuz zaman, bu tekrarlar bizi
usandıracak sanılıyor, fakat biraz sonra bu kitap bizi kendisine çekiyor. Bizi hayranlığa ve
sonunda büyük saygıya götürüyor. (Goethe)
İslâm dîninin kaynağı olan Kur'ân'da cihân medeniyetinin dayandığı bütün temeller
bulunmaktadır. O kadar ki, bugün bizim uygarlığımızın, Kur'ân'ın bildirdiği temel kâideler
üzerine kurulduğunu kabûl etmemiz gerekir. (Gaston Karl)
KURB:
Yakınlık. Tasavvufta, Allahü teâlâya yakın olmak.
Sâlikin, tasavvuf yoluna girmiş olanın kurbu, ihsân ile gerçekleşir. Peygamber efendimiz
buyuruyor ki: "İhsân sanki Allahü teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar
sen O'nu görmüyorsan da, şüphesiz O seni görüyor." (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Mukarrebînin yâni Allahü teâlâya yakınlığa ermiş olanların kurba en büyük vesîleleri,
farzları (Allahü teâlânın emirlerini) yerine getirmektir. Nâfile ibâdetler ise, Allahü teâlânın
kulunu sevmesi için vesîledirler. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Allahü teâlâya farzlarla hâsıl olan kurb, nafilelerle hâsıl olandan elbette kat kat daha
çoktur. Fakat kurbu, takvâ sahiblerinin (Allahü teâlâdan korkup, haram işlemekten
kaçınanların) ihlâs ile yaptığı farzlar hâsıl eder. (Abdülganî Nablüsî)
Kurb ve visâl (kavuşma) lezzeti, Cennet nîmetlerinin lezzetinden daha çok olduğu gibi,
bu'd ve hırmân (uzaklık ve mahrûmluk) azâbı da Cehennem azâbından daha kötüdür. (İmâm-ı
Rabbânî)
Kurb-i Ebdân:
Bedenlerin birbirine yakın olması.
Kurb-i ebdânın, kalblerin birleşmesinde büyük te'siri vardır. Bunun içindir ki, hiçbir velî,
Peygamber efendimizin sohbetinde bulunmadığı için bir sahâbînin derecesine yükselemez.
Veysel Karânî, o kadar şânı yüksek olduğu hâlde, Resûlullah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem)
hiç görmediği için, Eshâb-ı kirâmdan en aşağı olanın derecesine yetişemedi. Abdullah bin
Mübârek hazretlerinden soruldu ki: "Hazret-i Muâviye ile Ömer bin Abdülazîz'den hangisi
daha yüksektir?" Cevâb olarak: "Muâviye (r.anh), Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem
yanında giderken, atının burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîz'den kat kat daha yüksektir"
buyurdu. (İmâm-ı Rabbânî)
Büyüklerden istifâde edebilmek için kurb-i ebdân istemeli, bunun için çalışmalıdır.
Nîmetin tamam olması, bedenlerin yakın olması iledir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kurb-i ebdân ele geçmezse, yakınlık sebeblerini elden bırakmamalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kurb-i İlâhî:
Allahü teâlâya yakın olmak.
Allahü teâlâ kurb-i ilâhîyi, fenâdan (Allahü teâlâdan başka her şeyi unuttuktan) sonra
evliyâsına ihsân eder. (Abdullah-ı Ensârî)
Kurb-i Nübüvvet:
Nübüvvet (peygamberlik) yoluna âit yakınlık.
Kurb-i nübüvvet, insanı aslın aslına ulaştırır. Peygamberler aleyhimüssalevâtü vetteslîmât
ve bunların sahâbîleri (arkadaşları) Allahü teâlâya bu yoldan kavuşmuşlardır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Kurb-i Velâyet:
Velâyet, evliyâlık yoluna âit yakınlık. Allahü teâlâdan gelen feyz ve bereketlere, arada
vâsıta bulunmak sûretiyle kavuşma.
Bir velînin kurb-i velâyet yolundan ilerleyerek, Kurb-i nübüvvet yoluna kavuşması,
böylece her iki yoldan da feyz alması câizdir, olabilir. (İmâm-ı Rabbânî)
KURBAN:
Allahü teâlâya yakınlık. Mükîm (yolcu olmayan), âkıl (akıllı), bâliğ (ergen, evlenecek
çağa gelmiş), hür ve dînen zengin sayılan, müslüman erkek ve kadın tarafından, Allah rızâsı
için kurban niyetiyle kurban bayramının ilk üç gününde (Zilhicce ayının on, on bir ve on
ikinci günlerinin her hangi birinde) kesilmesi vâcib olan koyun, keçi, sığır ve deve gibi
hayvanlardan her biri. Kurban kesilen günlere Eyyâm-ı Nahr denir.
Peygamber efendimize Kevser sûresi nâzil olup (inip); "O hâlde Rabbin için namaz kıl
ve kurban kes" (Âyet: 2) buyrularak kurban kesmesi emrolundu. Peygamber efendimiz biri
kendisi, biri de ümmeti için iki kurban keserler, kurban kesmeyi ve kurban kesenleri
överlerdi. (İbn-i Âbidîn)
Hasîslerin (cimrilerin) en kötüsü (kesmesi vâcib olduğu hâlde) kurban kesmeyendir.
(Hadîs-i şerîf-İbn-i Âbidîn)
Kurban edilen hayvanın üzerindeki kıllar sayısınca, sâhibine sevâb yazılır. (Hadîs-i
şerîf-Riyâdünnâsihîn)
Ey Fâtıma! Kalk, kurbanının yanına git ve kesilirken şu duâyı oku: "İnne salâtî ve
nüsükî ve mahyâye ve memâtî lillâhi Rabbil âlemîne lâ şerîkeleh." (mânâsı: Şüphesiz
benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O'nun
ortağı yoktur.) Muhakkak ki kurbanından yere damlayan ilk kan damlası ile, ömründe
işlemiş olduğun her günah bağışlanır, affolunur. Muhakkak yarın kıyâmet günü, kestiğin
bu kurbanın kanını ve etini yetmiş kat fazlasıyla getirip terâzinin sevâblar kefesine
koyarlar (Bu müjdelere kurban kesen bütün müslümanlar ortaktır). (Hadîs-i
şerîf-Riyâdünnâsihîn)
Kurban kesen kendini Cehennem'den âzâd etmiş, kurtarmış olur. (İbn-i Âbidîn)
Kurbana verilen paranın sevâbı, yüz misli yâni pekçok parayı sadaka vermek sevâbından
daha fazladır. (Ebû Bekr Ali)
Kurban keserken üç kere bayram tekbiri okunur. Sonra "Bismillahi Allahü ekber" diyerek
deveden başka hayvanın boğazının her hangi bir yerinden kesilir. Bismillahi derken (H)'yi
belli etmek lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Kurban Geceleri:
Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günlerinin geceleri.
Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan duâ, tövbe red olmaz. Fıtr
(Ramazan) bayramının ve kurban bayramının birinci geceleri, Şâban'ın on beşinci (Berât)
gecesi ve Arefe gecesi. (Hadîs-i şerîf-Riyâdünnâsihîn)
Kurban gecelerinin günlerine eyyâm-ı nahr denir. (M.Zihni Efendi)
KURBET:
Yakınlık. Tâatı, Allahü teâlâ için yapmak.
Sevâbı ölüye olmak üzere kurban kesmek kurbettir. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Sevâb kazanmak niyyeti ile yapılan mübahlar kurbet olur. (İbn-i Abidîn)
Niyetsiz alınan abdest ibâdet olmaz, kurbet olur. Bununla hadesten tahâret hâsıl olup
namaz kılınır. Görülüyor ki, her ibâdet kurbettir ve tâattır. Kur'ân-ı kerîm okumak, vakıf, köle
azâd etmek ve sadaka, Hanefî mezhebinde abdest almak ve benzerleri yapılırken, sevâb hâsıl
olması için niyet lâzım olmadığından kurbettirler ve tâattirler. Fakat ibâdet değildirler. Tâat
veya kurbet olan bir iş yapılırken, Allah için niyet edilirse, ibâdet yapılmış olur. Fakat bunlar
ibâdet olarak emr olunmadı. (Abdülhakîm Efendi)
KUREYŞ:
Peygamber efendimizin mensub olduğu kabîlenin adı. Peygamber efendimizin on birinci
babası olan Kureyş'in (Fihr ibni Mâlik'in) çocukları ve torunları.
Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâmın oğullarından İsmâil'i seçti. İsmâiloğullarından
Kinâneoğullarını seçti. Kinâneoğullarından Kureyş'i seçti. Kureyş'ten Hâşimoğullarını
seçti. Hâşimoğullarından Abdülmuttaliboğullarını seçti. Abdülmuttaliboğullarından da
beni seçti. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
İsmâil aleyhisselâmın torunlarından olan Adnân'ın oğulları arasında Mudar ve Rebîa
meşhûr oldu. Mudar oğullarından; Kinâne, Kureyş, Hevâzin, Sakîf, Temim, Müzeyne
kabîleleri meydana geldi. Bunlardan Kureyş, Mekke'de yerleşmekle ayrıca şeref kazandı.
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Peygamber efendimizin babası Abdullah, Kureyş kabîlesinin Hâşimoğulları kolundan,
annesi Âmine Hâtun ise, Kureyş kabîlesinin Zühreoğulları kolundandır. Yâni baba ve anne
tarafından Kureyşîdir. (Zerkânî, Abdülhak-ı Dehlevî)
Arablar arasında cömertlik üstün bir vasıf olarak kabûl edilirdi. Hac mevsiminde
Mekke'ye gelen misafirlerin ağırlanması ile Kâbe hizmetlerine önem verilirdi. Özellikle
Kureyş kabîlesi bu hizmetlerin kendisine âit olduğunu kabûl eder ve bunu şeref sayardı.
Kureyş kabîlesi bu hizmetleri şerefle ve severek yürütürdü. (Nişâncızâde)
Kureyş Lehçesi:
Arab dilinin Kureyş kabîlesince konuşulan lehçesi. Kur'an-ı kerîm bu lehçe üzerine inmiş
ve bu lehçe üzerine yazılmıştır.
Kur'ân-ı kerîm hazret-i Ebû Bekr'in halîfeliği sırasında toplanarak mushaf yâni kitab
haline getirildi. Hazret-i Osman; Zeyd bin Sâbit, Abdullah bin Zübeyr, Saîd bin As,
Abdurrahmân bin Hâris bin Hişâm'dan (r.anhüm) ibâret bir hey'eti (komisyonu)
vazîfelendirerek Kur'ân-ı kerîmi çoğaltmalarını emr etti. Onlara "Zeyd bin Sâbit'ten başka
Kureyş'e mensûb üç kişiye Zeyd ile Kur'ân-ı kerîm hakkında bir şey üzerinde ihtilâf ettiğiniz
zaman Kureyş lehçesiyle yazınız. Çünkü o, Kureyş lehçesiyle nâzil olmuştur (indirilmiştir)"
buyurdu. (Zehebî, İbn-i Hacer Askalânî, Süyûtî)
Kur'ân-ı kerîmin kelimeleri, Allahü teâlâ tarafından dizilmiş olarak âyetler hâlinde
gelmiştir. Cebrâil aleyhisselâm bu âyetleri bu kelimelerle ve bu harflerle okumuş,
Muhammed aleyhisselâm da mübârek kulaklarıyla işiterek ezberlemiş ve hemen Eshâbına
(mübârek arkadaşlarına) okumuştur. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmi, Kureyş kabîlesinin dili,
lehçesi ile gönderdi. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Kur'ân-ı kerîmi anlamak için şimdiki Arabçayı değil, Kureyş dilini (lehçesini) bilmek
lâzımdır. (Taşköprüzâde)
Bir mâni, bir sıkıntı olmadıkça âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere açıkça anlaşılan
mânâları vermelidir. Bunlara benzeyen başka mânâ vermek câiz değildir. Kur'ân-ı kerîm ve
hadîs-i şerîfler, Kureyş lügatı ve lehçesi iledir. Kelimelere Peygamber efendimiz zamânında
Hicâz'da kullanılan mânâları vermek lâzımdır. Zamanla değişip bugün kullanılan mânâları
vererek tercüme yapmak doğru değildir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Kureyş Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin yüz altıncı sûresi.
Kureyş sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Dört âyet-i kerîmedir. Kureyş kavmine câhiliyet
devrinde verilen bâzı imtiyâzlardan (haklardan) bahsettiği için sûreye, Kureyş sûresi
denilmiştir. (İbn-i Abbâs, Taberî, Râzî)
Allahü teâlâ Kureyş sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Kureyş'i emniyet ve selâmete, kış ve yaz onları (Kureyşlileri) gidiş ve gelişlerde
râhatlığa kavuşturduğundan dolayı (hiç olmazsa) şu Beyt'in (Kâbe'nin) Rabbine ibâdet
etsinler. O, (Allah ki) onları açlıktan (kurtarıp) doyuran, kendilerine korkudan eminlik
verendir. (Âyet: 1-4)
Kim, Kureyş sûresini okursa, Allahü teâlâ ona, Kâbe'yi tavâf edenlerin ve orada
îtikâfta bulunanların adedinin on katı hasene (iyilik) verir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî
Tefsîri)
Korkulu yerlerde ve düşman karşısında, emin ve rahat olmak için Kureyş (Liîlâfi) sûresini
okumalıdır. Tecrübe edilmiştir. Her gün ve her gece hiç olmazsa on birer defâ okumalıdır.
(İmâm-ı Rabbânî)
KURRÂ:
Kârîler, kırâat âlimleri, Kur'ân-ı kerîm okuyucuları. (Bkz. Kârî)
Kurrâ-i Seb'a:
Allahü teâlânın kelâmı olan Kur'ân-ı kerîmin kırâatini (okunuşunu) Peygamberimizin
okuduğu gibi bildiren yedi büyük kırâat âlimi.
Kurrâ olan büyük hâfızlar, yedi tânedir. Birincisi, Nâfi bin Abdurrahmân bin Ebû Nuaym,
ikincisi, Abdullah bin Kesir bin Muttalib, üçüncüsü, Ebû Amr bin Alâ, dördüncüsü, İbn-i
Âmir, beşincisi, Âsım bin Behdele Ebû Bekr-i Esed, altıncısı, Hamzâ bin Habib bin Ammâret
ibni İsmâil, yedincisi, Kisâî'dir. (Taşköprüzâde)
KUSVÂ:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem devesinin adı.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Mekke-i mükerremeden Medîne-i
münevvereye hicret etmek istediği sırada Kusvâ adlı devesine bindi. Allahü teâlânın
medhettiği beldelerin en kıymetlisi olan Mekke-i mükerremeden ayrılırken, Kusvâ'yı, harem-i
şerîfe (Kâbe-i muazzamanın etrafındaki mescid) doğru döndürüp, mahzûn bir hâlde;
"Vallâhi! Sen Allahü teâlânın yarattığı yerlerin en hayırlısı, Rabbim katında en sevgili
olanısın. Senden çıkarılmamış olsaydım, çıkmazdım. Bana senden daha güzel daha sevgili
yurt yoktur. Kavmim beni senden çıkarmamış olsalardı, çıkmaz, senden başka bir yerde
yurt yuva tutmazdım" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Halebî)
Peygamber efendimiz Medîne-i münevvereye hicret edip gelince, Medîne'nin ileri
gelenleri Kusvâ'nın yularını tutup, Peygamber efendimizin kendi evlerine misâfir olmasını
istediler. Onlara; "Devemin (Kusvânın) yularını bırakınız. O me'mûrdur. Kimin evinin
önünde çökerse, orada misâfir olurum" buyurdular. Kusvâ Medîne sokaklarından geçerek
ilerledi ve bugünkü Mescid-i Nebî'nin (Peygamber efendimizin mescidi) kapısının bulunduğu
yere çöktü. Resûlullah efendimiz Kusvâ'nın üzerinden inmedi. Hayvan tekrar ayağa kalktı ve
yürümeye başladı. Eski yere dönüp çöktü ve bir daha kalkmadı. Bunun üzerine Efendimiz,
Kusvâ'nın üzerinden inip; "İnşâallah menzilimiz (ineceğimiz yer) burasıdır?" buyurdu.
(Hadîs-i şerîf-Abdülhak-ı Dehlevî)
KUŞLUK VAKTİ:
Orucun başlaması (imsak) ile güneşin batması arasındaki zamânın ilk dörtte biri geçince
başlayan ve güneşin zeval (tepe) noktasına ulaşmasından, bir müddet öncesine kadar devâm
eden vakit, duhâ vakti. (Bkz. Duhâ Vakti)
KUŞLUK NAMAZI:
Kuşluk vaktinde kılınan namaz. (Bkz. Duhâ Namazı)
KUTB:
İşlerin görülmesine veya insanların doğru yolu bulmasına vâsıta kılınan büyük zât. Dünyâ
işleri ve madde âlemindeki olaylarla alâkalı olana medâr kutbu (kutb-ül-aktâb), din ve irşâd
işi ile vazîfeli kılınana irşâd kutbu denir. (Bkz. Kutb-i Medâr ve Kutb-i İrşâd)
Kutb-ı Ârifîn:
Ârif denilen evliyânın başı, en büyüğü, yüksek ilimler sâhibi.
Kutb-ı ârifin Zünnûn-i Mısrî rahmetullahi aleyh şöyle buyurdu: "Her âzânın bir tövbesi
vardır: Kalbin tövbesi, mâsiyeti (günâhı) terk etme husûsunda uyanık olmasıdır. Gözün
tövbesi, haramlara bakmamasıdır; elin tövbesi, kendisinin olmayan şeyi almaması; kulağın
tövbesi, bâtıl (boş, yanlış ve bozuk, kötü) şeyleri dinlememesi; karnın tövbesi, helal yemesi;
avret mahallinin tövbesi, kötü işlerden, zinâdan uzak durmadır.
Kutb-i Ebdâl:
Kutb-i aktâb, Kutb-i medâr.
Kutb-i İrşâd:
İnsanların irşâdına (doğru yolu bulmasına) ve hidâyetine (saâdete ve kurtuluşa ermesine)
vesîle kılınan zâtların reisi.
Kutb-i irşâd, âlemin irşâdı ve hidâyeti için feyzlerin gelmesine vâsıta olur. Kutb-i irşâdın
her zaman bulunması lâzım değildir. Öyle zamanlar olur ki, âlem îmândan ve hidâyetten
büsbütün mahrum kalır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, zamânının kutb-i irşâdı idi.
(İmâm-ı Rabbânî)
Kutb-i irşâd ile bütün insanlara îmân ve hidâyet gelmektedir. Kalbi bozuk olanlara gelen
feyzler, dalâlet (sapıklık), kötülük hâline dönerler. Bu, şeker hastasına verilen kıymetli
gıdâların, onun kanında zehir hâline dönmesine benzer. Yâhut safrası bozuk olana tatlının acı
gelmesi gibidir. Kutb-i irşâd, kâmil ve mükemmil (yetişmiş ve yetiştirebilen) olup, ender
yetişir. Asırlardan, uzun yıllardan sonra, bir tâne bulunursa yine büyük nîmettir. Her şey
onunla nurlanır. Onun bir bakışı kalb hastalıklarını giderir. Bir teveccühü, beğenilmeyen kötü
huyları silip süpürür. (İmâm-ı Rabbânî)
Kemâlât-ı ferdiyyeye de sâhib olan kutb-i irşâd çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun
zaman sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesi ile
aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küresinin
ortasından Arşa kadar, herkese rüşd, hidâyet, îmân ve ma'rifet onun yolu ile gelir. Herkes
ondan feyz alır. Arada o olmadan kimse bu nîmete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları, bir
okyanus gibi (çok kuvvetli radyo dalgaları gibi) bütün dünyâyı sarmıştır. O deryâ sanki buz
tutmuştur. Hiç dalgalanmaz. O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse yâhut o,
bir kimseyi sever onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu
yoldan, sevgisi ve ihlâsına göre, o deryâdan, kalbi feyz alır. Bunun gibi, bir kimse, Allahü
teâlâyı zikr ederse ve bu zâtı hiç düşünmezse meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır.
Fakat birinci feyz daha büyük olur. Onu inkâr eder, beğenmezse, yâhut o büyük zât bu
kimseye kırılmışsa, Allahü teâlâyı zikretse bile rüşd ve hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması
veya onu incitmiş olması feyz yolunu kapatır. O zât bunun istifâdesini istememiş olmasa bile,
onun zarârını istemese bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de yoktur.
Faydası çok azdır. O zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler de ve Allahü teâlâyı
zikretmeseler de yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar. (İmâm-ı Rabbânî)
Kutb-i Medâr:
Âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk-kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık, yağmur ve
benzeri olaylarla vazîfeli kılınan büyük zât. Kutb-ül-aktâb, Kutb-ül-ebdâl da denir.
Kutb-i medâr, her zaman bulunur. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamânında da
vardı. Fakat bunlara inzivâ (insanlar arasına karışmamak) lâzımdır. Bunları herkes tanımaz.
Hattâ bâzıları kendilerini bile bilmezler. (İmâm-ı Rabbânî)
Kutb-i medâr, âlemde, dünyâda herşeyin var olması ve varlıkta durabilmesi için feyz
(mânevî ilimlerin ve fâidelerin) gelmesine vâsıta olur. Herşeyin yaratılması rızıkların
gönderilmesi, dertlerin belâların giderilmesi, hastaların iyi olması bedenlerin âfiyette olması,
kutb-i medârın feyzleri ile olur. Îmân sâhibi olmak, hidâyete kavuşmak, ibâdet yapabilmek,
günahlara tövbe etmek ise kutb-i irşâd'ın feyzleri ile olur. Kutb-i ebdâl'in (medarın) her
zamanda, her asırda bulunması lâzımdır. Âlemin ondan boş kalması mümkün değildir. Çünkü
âlemin nizâmı ona bağlı kılınmıştır. Eğer bu kutublardan biri giderse (ölürse), yerine başkası
tâyin edilir. İrşâd kutbu böyle değildir. Çünkü âlemin rüşd, hidâyet ve îmândan boş olduğu
zamanlar olur. Peygamber efendimiz, zamânının irşâd kutbu idi. O zamanda kutb-i ebdâl ise,
hazret-i Ömer ve Üveys-i Karnî idiler. (İmâm-ı Rabbânî)
Kutb-ül-Aktâb:
Âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk, kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık, yağmur ve
benzeri olaylarla vazîfeli kılınan ricâl-i gayb yâni herkesin tanımadığı zâtların reisi. Emrinde
üçler, yediler, kırklar... denilen yine bu işlerle vazîfeli seçilmiş kimseler bulunur. (Bkz. Kutb-i
Medâr)
KUTBİYYET:
Kutubluk denilen yüksek evliyâlık mertebesi. (Bkz. Kutb)
KUVVE-İ ÂLİME:
Bilici kuvvet. İnsan rûhuna âit iki kuvvetten birisi, akıl. Buna müdrike de denir.
İnsan rûhu yalnız insanlarda bulunur. İnsan bu iki kuvvet ile hayvanlardan ayrılmaktadır.
Bu iki kuvvetten birisi, kuvve-i âlimedir. İnsan kuvve-i âlimesi ile tecrübî ilimleri yâni
deneye dayanan fen bilgilerini elde ederek, maddenin hakîkatini, ne olduğunu anlar. Yine
kuvve-i âlimesi ile ahlâk bilgilerini öğrenip, iyi huyları ve yararlı işleri kötü huylardan ve
çirkin işlerden ayırır. İkincisi, kuvve-i âmile yâni yapıcı kuvvettir. (Bkz. Kuvve-i Âmile)
(Abdülhakîm Arvâsî)
KUVVE-İ ÂMİLE:
İş yapan kuvvet. İnsan rûhuna âit iki kuvvetten birisi olan, fâideli ve başarılı işlerin
yapılmasını sağlayan bilici kuvvetlerle edinilen bilgilere göre iş yapan kuvvet.
İnsan rûhunun iki kuvveti vardır. İnsan bu iki kuvvet ile hayvanlardan ayrılmaktadır. Bu
iki kuvvetten birisi, idrâk edici olan kuvve-i âlime ve müdrike denilen bilici kuvvettir.
İkincisi kuvve-i âmiledir. İnsan rûhunun kuvve-i âmilesi, akla dayanır. Bir işte, iyilik, fâide
olduğunu akıl ile anlarsa, onu yapar. Sonu noksan ve zarar olacağını anlarsa, o işi yapmaz.
Şehvet ve gadab (kızma) kuvvetlerini idâre eder. (Ali bin Emrullah)
Rûhun gerek kuvve-i âlimesi ve gerekse kuvve-i âmilesi meleklerdir. Allahü teâlâ, lutf ve
merhamet ederek, melekleri rûhun emrine vermiştir. Küçük kıyâmet kopuncaya kadar, yâni
rûh bedenden ayrılıncaya, ölünceye kadar, rûhun emrinde kalırlar. Hadîs-i şerîflerde de buna
işâretler vardır. Bâzı kimselerden, durup dururken, tecrübeli kimselere parmak ısırtan
hünerlerin meydana gelmesi de bunu göstermektedir. (İmâm-ı Gazâlî)
KUVVE-İ DERRÂKE:
Anlayıcı kuvvet, akıl.
Akıl, bir kuvve-i derrâkedir. İyiyi kötüden, fâideliyi zararlıdan ayırmak için yaratılmıştır.
(Bkz. Kuvve-i Âlime) (Abdülhakîm Arvâsî)
KÜBREVİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Yaptığı
bütün münâzaralarda gâlib geldiği için kübrâ (büyük) lakabıyla meşhur olmasından dolayı, bu
yola Kübreviyye denmiştir.
Ebû Necîb-i Sühreverdî hazretlerinden tasavvuf ilmini öğrenen Necmeddîn-i Kübrâ'nın
kurduğu Kübreviyye yoluna pekçok kimse girdi. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin babası
Sultan-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled ile Ferîdüddîn-i Attâr'ın hocaları Mecdüddîn Bağdâdî,
Baba Kemâl Cündî, Semnan pâdişâhının oğlu Rükneddîn Ahmed Alâüddevle, Kübreviyye
yolunda ilerleyerek yükselmişlerdir. (Molla Câmi)
Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri, tasavvufa dâir yazmış olduğu "Usûl-i aşere" adlı kitâbında
Kübreviyye yolunun esaslarını şu şekilde açıklamıştır: Allahü teâlâya kavuşmak arzûsunda
bulunan ve bu yolda ilerlemek isteyenlerin yollarının temeli on esâsa bağlıdır. Bunlar; tövbe
(günahlara pişman olmak), zühd (dünyâya gönül bağlamamak), tevekkül (her işinde Allahü
teâlâya güvenmek), kanâat (yemek-içmek husûsunda elde bulunan ile yetinmek), uzlet
(insanlardan uzak olmak), devamlı zikir (Allahü teâlâyı anmak), teveccüh (tamâmen Allahü
teâlâya yönelmek), sabır, murâkabe (nefsini kontrol etmek ve nefsin hîle ve tuzaklarına karşı
uyanık bulunmak), rızâ (nefsin arzularını terk ederek, Allahü teâlânın hiçbir hükmüne îtirâz
etmemek) dır. (Necmeddîn-i Kübrâ)
KÜÇÜK GÜNAH:
Fitne çıkarmak, adam öldürmek, zinâ etmek gibi büyük günahlara göre daha küçük
sayılan günahlar, yasaklar, mekrûhlar. (Bkz. Sağîre)
Tahrîmen (harama yakın) mekrûh işlemek küçük günahtır. Küçük günâha devâm etmek,
büyük günah olur. (İbn-i Nüceym)
Küçük günâhı işlemekte ısrar etmek büyük günâhtır. (Muhammed İznikî)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Bir zerrecik (çok az) bir günâhtan
kaçınmak, bütün cin ve insanların ibâdetleri toplamından daha iyidir." Günâhların hepsi,
Allahü teâlânın emrini yapmamak olduğundan büyüktür. Fakat bâzısı, bâzısına göre küçük
görünür. Günâhlardan kaçınmak ise herkese farzdır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Haramları, büyük günâh ve küçük günâh diye ikiye ayırmışlar ise de, küçük günâhlardan
da, büyük günâh gibi kaçınmak, hiçbir günâhı küçümsememek gerekir. Çünkü Allahü teâlâ
intikam alıcıdır. İstediğini yapmakta hiç kimseden çekinmez. Gazâbını, düşmanlığını
günâhlar içinde gizlemiştir. Küçük sanılan bir günâh, intikâmına, gadabına sebeb olabilir.
(Muhammed Rebhâmî)
KÜÇÜK HAVUZ:
Hanefî mezhebine göre alanı yirmi beş metrekâreyi bulmayan havuz. (Bkz. Havz)
KÜFR (Küfür):
Örtmek; hakkı örtmek, kapamak, Hakk'ı inkâr etmek. Dinde bilinmesi ve inanılması
zarûrî olan şeyleri ve ahkâm-ı şer'iyyeden (dînî hükümlerden) tevâtüren (kesin olarak)
bildirilenleri inkâr etmek ve dinden olduğu herkesçe bilinen bir şeyi kabûl etmemek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Muhakkak ki, küfre varanları, azâb ile korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir.
Onlar îmân etmezler. (Bekara sûresi: 6)
(Fir'avn ve kavmi) küfür üzere ısrâr edip, âyetlerimizi yalanladıkları ve onlara kulak
asmayıp gâfil bulundukları için biz de kendilerinden intikam almak diledik ve hepsini
denizde boğduk. (A'râf sûresi: 136)
Küfürden başka hiçbir günâh, hasenâtın sevâblarının hepsini yok etmez. Günâh olduğuna
inanmayıp İslâmiyet'e ehemmiyet vermeyerek haram işlemek ve küfre, dinden çıkmağa sebeb
olan işleri yapmak, sevâbların hepsini yok eder. (Muhammed Hâdimî)
Küfr, nefs-i emmârenin hevâ ve heveslerinden (arzu ve isteklerinden) doğar. Küfürden
teberrî (uzak durmak) İslâm'ın şartıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Bir müslümanın bir sözünden veya bir işinden yüz şey anlaşılsa, bunlardan doksan dokuzu
küfre sebeb olsa ve biri müslüman olduğunu gösterse, bu bir şeyi anlamak, onu küfürden
kurtarmak lâzımdır. (İmâm-ı Birgivî)
Küfr Alâmetleri:
Kâfirlerin ibâdet olarak yaptıkları ve kâfirlik alâmeti olan şeyler.
Küfr alâmetlerinden bâzıları; zünnâr, haç ve mecûsî serpuşudur. Küfr alâmetleri âdet olup,
müslümanlar arasında yayılırsa, İslâm âdeti olmaz. Küfür alâmeti olmaktan çıkmaz. Zünnâr
takan, kâfir olur, dinden çıkar. (Şehzâde Muhammed)
Müslüman olmayanların, ibâdet diye yaptıkları şeyler ile küfür alâmeti olan ve İslâmiyet'i
inkâr etmek ve inanmamak alâmeti olan ve tahkîr edilmesi vâcib (lâzım) şeyleri yapan kâfir
olur. (Ahi Çelebi, Dâmâd)
Küfr-i Cehlî:
İşitmediği, düşünmediği için, Allahü teâlâya ve inanılması lâzım olan şeylere inanmamak.
Küfr-i Cehlîye düşen kimsenin îmânı ve nikâhı bozulmaz. Yalnız tövbe ve istiğfâr yâni
tecdîd-i îmân etmesi, îmânını tâzelemesi ihtiyâtlı olur. (Hâdimî)
Küfr-i Cühûdî:
Allahü teâlâya, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş, inanılması lâzım
olan şeylere inanmamakta bilerek inâd etmek.
Küfr-i cühûdî, kibirden, mevkı sâhibi olmayı sevmekten veya ayıplanmaktan korkmaktan
hâsıl olur. Fir'avn'ın ve ona tâbi olanların küfrü böyle idi. (Muhammed Hâdimî)
Küfr-i Hükmî:
İslâmiyet'in îmânsızlık alâmeti dediği sözleri söylemek ve işleri yapmak.
Akıllı, bilgili, edebiyatçı olduğunu göstermek için veya yanındakileri güldürmek, hayrete
düşürmek, sevindirmek veya alay etmek için söylenen sözlerde küfr-i hükmîden korkulur.
Gadab, kızgınlık ve hırs ile söylenen sözler de böyledir. Bunun için insan, sözünün ve
işlerinin nereye varacağını düşünmelidir. Her şeyde dînini kayırmalıdır. (Muhammed Hâdimî)
Küfr-i İnâdî:
Bilerek, inâd ederek kâfir olmak, küfr-i cühûdî.
Küfr-i inâdî ile mürted (dinden çıkan) olanların, tövbe etmeleri için yalnız Kelime-i
şehâdet söylemeleri kâfi değildir. Küfre sebeb olan şeyden de tövbe etmeleri lâzımdır.
Erkek veyâ kadın bir müslüman, âlimlerin söz birliği ile bildirdikleri bir sözün veya işin
küfre sebeb olduğunu bilerek, ciddî olarak veyâ hezl, yâni güldürmek için söylerse veya
yaparsa, mânâsını düşünmese dahi küfr-i inâdî olduğu için îmânı gider. (Hâdimî)
Küfr-i Nifâkî:
Diliyle îmân ettiğini söyleyip, kalbiyle inkâr etmek. İnanmamak
Küfr-i nifâkî üzere ölen kimse bağışlanmaz. (Vâhidî)
Küfr-i nifâkî üzere olanın, inkârı gizli olduğundan, namazların sûretini yerine getirir.
Böyle olanın sûretâ (görünüşte) olan îmânı mûteber değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
KÜFRÂN-I NÎMET:
Nîmete nankörlük etmek. Nîmeti kullanırken, nîmetin sâhibini unutmak. Allahü teâlâya
verdiği nîmet ile âsî olmak yâni nîmeti yerinde kullanmamak.
İslâm dîninin emir ve yasaklarına uymak şükür, uymamak küfrân-ı nîmettir. (İmâm-ı
Rabbânî)
İnsanın düşünmesi ve Allahü teâlâdan aralıksız olarak kendisine gelen nîmetleri görmesi,
bilmesi ve bunun netîcesi olarak da, şükrü kendine vâcib bilmesi lâzımdır. Nîmetler bu yolla
artar. Ancak insanların çoğu kendini nîmet içinde gördükleri hâlde küfrân-ı nîmette
bulunurlar. Nitekim Allahü teâlâ bundan haber veriyor ve Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Biz
insana (sağlık ve genişlik gibi) nîmet verdiğimiz zaman, Allahü teâlâyı anmaktan yüz
çevirip, uzaklaşır. Ona fenâlık dokununca da pek ümidsiz olur (Allahü teâlânın ihsânından
ümîdini keser)" buyuruyor. (İsrâ sûresi: 83) (Muhammed Rebhâmî)
KÜFV (Küfüv):
Eş, denk. Evlenecek kız ile erkeğin din bilgileri, takvâ (haramlardan kaçmak), neseb
(soy), mevki ve servet bakımından denk olması.
Yâ Ali! Üç şeyi geciktirme! Namazı evvel vaktinde (girince) kıl! Hazırlanmış cenâzenin
namazını hemen kıl! Dul veya kızı küfvü isteyince hemen ver. (Hadîs-i
şerîf-Eşi'ât-ül-Lemeât)
Namaz kılmanın birinci vazîfe olduğuna inandığı hâlde, tembellik ederek kılmayan kişi
fâsık (büyük günâh işliyen) olup, sâlihâ (dînine bağlı) kızın küfvü değildir. (Ömer Nesefî)
Kadını, kızı küfvüne vermek lâzımdır. Küfüv zengin olmak, maaşı çok olmak demek
değildir. Küfüv olmak, erkeğin sâlih (dînine bağlı) müslüman olması, Ehl-i sünnet îtikâdında
(doğru îmân sâhibi olması), namaz kılması, içki içmemesi, yâni İslâmiyet'e uyması ve nafaka
kazanacak kadar iş sâhibi olması demektir. Erkeğin böyle küfv olmasını düşünmeyip de,
zengin ve apartman sâhibi olmasını isteyenler, kızlarını felâkete sürüklemiş, Cehennem'e
atmış olurlar. Kızın da namaz kılması, tesettüre (örtünmeye) dikkat etmesi lâzımdır. (Seyyid
Abdülhakîm-i Arvâsî)
KÜLLÎ İRÂDE:
Allahü teâlânın başlangıcı ve sonu olmayan irâde (dileme) sıfatı. (Bkz. İrâde)
KÜN EMRİ:
Allahü teâlânın yaratmayı dilediği şeylere "Ol!" emri. (Bkz. Emr)
KÜRSÎ:
Allahü teâlânın azameti, kudreti ve büyüklüğünü gösteren ve Arşın altında olduğu
bildirilen Allahü teâlânın yarattığı en büyük varlıklardan biri.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
O'nun (Allahü teâlânın) Kürsîsi, göklerden ve yerden geniştir. (Bekara sûresi: 255)
Kürsî, âlem-i halktan (madde âleminden) olup, göklerden ayrı olarak yaratıldığı için, bu
altı günün dışında yaratılması lâzım gelir. Nitekim, âlem-i halktan olan su, altı günün dışında
ve daha önce yaratıldı. (Ahmed Fârûkî)
Yedi kat gök, yedi kat yer, Arş ve Kürsî, var olan ne varsa hepsi, Allahü teâlânın
kudretindedir; O'nun emrine boyun eğmiştir. O'ndan başka kimsenin elinde bir kuvvet yoktur.
Allahü teâlânın, yaratılmışlardan hiçbir yardımcı ve ortağı yoktur. (Sâvî, Kurtubî)
KÜRSÜF:
Evlenmemiş (bâkire) kızların yalnız hayz zamânında, evli veya dul kadınların ise her
zaman, edep yerine koydukları ve koku sürdükleri bez veya saf nebâtî pamuk.
Kadınların kürsüf kullanmaları ve buna koku sürmeleri müstehâbtır (iyidir). (Halebî)
KÜSÛF NAMAZI:
Güneş tutulduğunda en az iki rek'at olarak cemâatle kılınan namaz.
Peygamber efendimiz, husûf (ay tutulması), küsûf zelzele, şiddetli rüzgârlar, devamlı
yağmur, yakıcı yıldırımlar, korkunç karanlık, korkunç sel, salgın hastalıklar ve korkulu,
üzüntülü zamanlar için buyurdular ki: "Bu gibi felâketleri gördüğünüz zaman namaza
sarılın." (M. Zihni Efendi)
Hicretin onuncu yılında Peygamber efendimizin bir buçuk yaşındaki oğlu İbrâhim'in vefâtı
sırasında güneş tutulmuştu. Bunun İbrâhim'in vefâtı için olduğunu söyliyenlere karşı cevâben
cemâatle iki rek'at küsûf namazı kıldıktan sonra; "Güneş ve ay, cenâb-ı Hakk'ın
âyetlerindendir. Hiç kimsenin vefâtı yâhut hayâtı için tutulmazlar" buyurdu. (M.Zihni
Efendi)
Küsûf namazı ezânsız, kâmetsiz ve hutbesiz olarak kılınır. Kırâet (okuma) uzun olur.
(Dört rek'atte müsebbihatten dört sûre okunur. Müsebbihat yedi sûredir. Benî İsrâil, Hadîd,
Haşr, Saf, Cum'â, Tegâbün ve A'lâ sûreleridir). Rükû ve secdelerle edâ edilir. Namazdan
sonra güneş açılıncaya kadar duâ edilir. Cemâat âmin der. (Senâullah Dehlevî)
KÜTÜB-İ SÂLİFE:
Allahü teâlâ tarafından, Peygamber efendimizden önce gelmiş olan peygamberlere
gönderilen fakat sonradan tahrif edilmiş, değiştirilmiş olan ilâhî kitablar. Bunlara semâvî
kitablar da denir.
Kütüb-i sâlifeden bildirilenler, Kur'ân-ı kerîm ile yüz dörttür. Bunlardan on suhuf (forma)
Âdem aleyhisselâma, elli suhuf Şis (Şit) aleyhisselâma, otuz suhuf İdrîs aleyhisselâma, on
suhuf İbrâhim aleyhisselâma indirildiği meşhûrdur. Tevrat, Mûsâ aleyhisselâma, Zebûr kitâbı
Dâvûd aleyhisselâma, İncîl kitâbı Îsâ aleyhisselâma ve Kur'ân-ı kerîm Muhammed
aleyhisselâma nâzil olmuş, indirilmiştir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Kur'ân-ı azîm-üş-şânın mûcize taraflarından en kuvvetlisi fenlere, ilimlere âit olan
âyetlerdir. Kütüb-i sâlife baştan başa okununca, görülecek ki, Kur'ân-ı kerîmdeki tıb,
astronomi, hikmet (fizik-biyoloji), teşrih, kimyâ, nebâtat (botanik), yerin tabakalarına âit
âyetlerin hiçbirisi onlarda bulunmamaktadır. Asırlar sonra keşf edilen bir şeyin, Kur'ân-ı
kerîme uygunluğundan büyük mûcize tasavvur olunabilir mi? (Erzurumlu Hoca Muhammed
Nusret)
KÜTÜB-İ SİTTE:
Altı kitab. Kur'ân-ı kerîmden sonra, İslâm dîninin ikinci kaynağı olan hadîs-i şerîfleri
ihtivâ eden ve doğruluğu İslâm âlimleri tarafından tasdîk edilen altı hadîs kitâbının hepsine
birden verilen ad. Bunlar; İmâm-ı Buhârî'nin Sahîh-i Buhârî'si, İmâm-ı Müslim'in
Câmi'us-Sahîh'i, İmâm-ı Mâlik'in Muvattâ'ı (veya İbn-i Mâce'nin Sünen'i), İmâm-ı Tirmizî'nin
Sünen'i, Ebû Davûd Süleymân'ın Sünen'i, İmâm-ı Nesâî'nin Sünen'idir.
Müctehid (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden mânâ çıkarabilen derin âlim)
olabilmek için, bilinmesi gereken ilimlerden birisi de; Kütüb-i sitte'deki ve diğer hadîs
kitablarındaki yüz binlerce hadîsi ezberden bilmek ve her hadîsin ne zaman ve ne için
buyrulduğunu ve mânâsının ne kadar genişlediğini ve hangi hadîsin diğerinden önce veya
sonra olduğunu ve bağlı bulunduğu hâdiseleri ve hangi vak'a ve hâdiseler üzerine
buyrulduğunu ve kimler tarafından nakl olunduğunu ve nakleden kimselerin ne hâlde ve
ahlâkta olduklarını bilmek lâzımdır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Hazret-i Ebû Bekr zamânında, beyt-ül-mâl emîni olan hazret-i Ömer, İbn-i Âbidin'de
yazılı âyet-i kerimeyi ve Kütüb-i Sitte'nin hepsinde bulunan Mu'âz hadîsini okuyarak,
müellefe-i kulûb olanlara zekât verilmesini Resûlullah nesh etmiştir dedi. Halîfe ve Eshâb-ı
kirâmın hepsi bunu kabûl ederek nesh edilmiş olduğuna ve artık bunlara zekât verilmemesi
için icmâ hâsıl oldu. (M. Sıddık Gümüş)
Buhârî, Müslim ve Kütüb-i Sitte'den olan diğer dört kitabda yazılı binlerce hadîs-i şerîfin
sahîh oldukları, bunlardan sonraki âlimlerin sözbirliği ile bildirilmiştir. (M.Sıddîk bin Saîd)
Bâzı âlimler Kütüb-i Sitte'yi sayarken İmâm-ı Mâlik'in Muvattâ'ı yerine İbn-i Mâce'nin
Sünen'ini sayarlar. (Taşköprüzâde)
İbâdet ve ahkâm bilgileri hadîs kitaplarından kolay anlaşılmaz. Ahkâm, helâl, harâm olan
şeyler demektir. Hadîs kitaplarının en sağlamı Buhârî, Müslim ve Kütüb-i Sitte'nin diğer dört
kitabıdır. (Hâdîmî)
Muhammed aleyhisselâmın, peygamberlerin sonuncusu olduğunu bildiren yüzelli hadîs-i
şerîf vardır. Bunlardan otuz kadarı Kütüb-i Sitte'de yazılıdır. Îsâ aleyhisselâmın gökten
ineceği de zarûrî bilinmektedir. Bunlara inanmayan kâfir olur. (Enverşah Keşmirî)
Mezhebsizler, bâzı hadîs-i şerîflere karşı gelir. Bunları haber verenler arasında, nasıl
oldukları iyi bilinmeyen kimseler var derler. Onlara deriz ki, sonra gelenlerin bilmemeleri,
önce gelenlere kusur olmaz. Bu hadîs-i şerîfler Kütüb-i Sitte'de yoktur derlerse, hadîs-i
şerîflerin sayısı, Kütüb-i Sitte'de bildirilmiş olanlar kadar değildir. Başka hadîs kitaplarında
da sahîh hadîslerin bulunduğu sözbirliği ile bildirilmiştir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.