(Hicret’in 6. senesi Zilkade ayı / Milâdî 13 Mart 628)
Peygamberimizin Rüyası
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir gece rüyasında, hiçbir korku ve endişe duymadan ashabıyla birlikte gidip Kâbe-i Muazzama’yı tavaf ettiklerini, kimin başını kazıttığını, kiminin de saçını kısalttığını görmüştü.[1]
Efendimiz, bu rüyasını anlatınca, ashab-ı kiram, görülmedik bir sevinç ve heyecan izhar etmişlerdi. Zira, muhacir Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicretlerinin üzerinden kocaman bir altı yıl geçmişti. Bu altı yıl zarfında büyüklü küçüklü birçok hadise cereyan etmişti, ama vatanlarının hasreti yine de gözlerinde tütüyordu. Doğup büyüdükleri vatanlarına bir gün tekrar kavuşacaklarını her an hayallerinde yaşatıyorlardı. Hasret duydukları belde alelâde bir yer de değildi; her gün beş vakit namazlarında yöneldikleri Kâbe-i Muazzama’nın bulunduğu mübarek bir belde idi.
Resûl-i Ekrem Efendimizin, “Siz muhakkak Mescid-i Haram’a gireceksiniz!” müjdesi, bu bakımdan Müslümanlar arasında büyük bir sevinçle karşılanmıştı. Hatta hemen o yıl gidip Kâbe-i Muazzama’yı tavaf edeceklerini zannettiler ve bunu umdular.
Resûl-i Kibriya Efendimizin bu rüyasını Kur’an-ı Kerim de bize haber verir.[2]
Medine’den Hareket
Peygamber Efendimiz, yerine Medine’de Abdullah b. Ümmü Mektum’u bıraktı. Yemen işi giydiği iki elbisesiyle Pazartesi günü yola çıktı. Kendisiyle birlikte hazırlanan Müslümanların sayısı bin dört yüz idi. Kafilede dört de kadın sahabe vardı. Bunlardan biri, Efendimizin muhtereme hanımları Ümmü Seleme (r.anha) idi. Müslümanlardan sadece iki yüzü atlı idi. Yanlarında yolcu silahı olan kılıçtan başka bir silah da bulunmuyordu; onlar da kınlarında idi. Umre kafilesiyle birlikte ayrıca kurbanlık yetmiş de deve vardı.[3]
Hz. Ömer’le Sa’d b. Ubâde’nin, Endişelerini İzhar Etmeleri
Peygamber Efendimiz, ashabıyla Zülhuleyfe mevkiine gelmişti.
Bu sırada Hz. Ömer huzura çıkıp, “Yâ Resûlallah! Seninle harp halinde bulunan bir kavmin üzerine silahsız ve atsız mı gireceksin? Gerektiğinde, onlarla çarpışmak için, yanımıza silahlarımızı almayalım mı?” diyerek endişesini izhar etti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ben, umreye niyetlenmişim; silah taşımak istemem” diyerek, mübarek niyetlerinin muharebe olmayıp, Mücerred Umre, yani Kâbe-i Muazzama’yı ziyaretten ibaret olduğunu ifade buyurdu.
Aynı endişeyi bu sefer ensarın ileri gelenlerinden Sa’d b. Ubâde Hazretleri izhar etti.
“Yâ Resûlallah!” dedi. “Keşke yanımızda silah taşısaydık! Onların şüpheli bir hareketini gördüğümüz takdirde üzerlerine yürürdük!”
Peygamber Efendimizin, bu sahabeye de cevabı aynı oldu: “Ben silah taşımam; ben sadece umreye niyetlenerek yola çıkmışımdır!”[4]
Zülhuleyfe, Medinelilerin mikatı, yani ihrama girme yeridir. Peygamber Efendimiz de burada öğle namazını kıldıktan sonra ihrama girdi. Yetmiş kadar olan kurbanlık develere de işaret vurdurdu.
Müslümanlardan bir kısmı da burada ihrama girdi.
Peygamber Efendimiz, öğle namazını kıldıktan sonra, kıbleye döndü ve “Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk! Lebbeyke lâ şerîke Leke Lebbeyk! İnnel hamde ven’nimete leke ve’l-Mülke lâ şerîke leke” diyerek telbiye etti.
Bu ulvî sedâ, her tarafı nurani bir havaya büründürdü. Sahabelerin heyecanları zirvedeydi.
Henüz Zülhuleyfe’den ayrılmamışlarken, Resûl-i Ekrem Efendimiz müşriklerin durumunu öğrenmek ve kendi geliş gayesini de bildirmek üzere Büsr b. Süfyân’ı Mekke’ye gözcü olarak gönderdi. Büsr daha önce, Medine’ye Peygamber Efendimizi ziyarete gelmişti. Efendimizin arzusu üzerine kendisiyle birlikte Mekke’ye dönüyordu.
Kureyş Müşriklerinin Kararı
Müşrikler, Peygamber Efendimizin kalabalık bir sahabe topluluğuyla gelmekte olduğunu öğrenmiş ve kat’î karar almışlardı: “Muhammed ve beraberindekiler Mekke içine sokulmayacaktır.” Bunun için, Hâlid b. Velid emrinde iki yüz kişilik bir süvari birliğini süratle Kürâü’l-Gamim denilen mevkiye göndermişlerdi. Diğer taraftan da Ahabiş kabilelerine ziyafetler vererek, herhangi bir çarpışma ihtimaline karşılık onları yanlarına almak için bir gayretin içine girmişlerdi.
Müşriklerin bu kat’î karar ve gayretlerini, tecessüs için gönderilen Büsr b. Süfyân gelip Usfan mevkiinde Resûl-i Ekrem Efendimize haber verdi.
Fahr-i Kâinat Efendimiz, bu haberi alınca, “Yazıklar olsun! Kureyş helâk oldu. Zaten harp, onları yiyip bitirmiştir. Ne olurdu, benimle diğer Arap kabileleri arasına girmeselerdi, beni onlarla başbaşa bıraksalardı. Onlar beni mağlup edecek olurlarsa; zaten kendilerinin de istediği budur. Eğer Allah beni onlara galip getirecek olursa ve kendileri de isterlerse toptan İslamiyete girerlerdi. Eğer böyle yapmazlarsa çarpışmayı göze almışlardır demektir. Heyhat! Kureyş müşrikleri kuvvetlerinin çok olduğunu mu zannediyor? Vallahi, Allah’ın, tebliği için beni göndermiş olduğu dini hâkim ve üstün kılıncaya kadar, şu başım şu gövdemden ayrılıncaya kadar onlarla savaşmaktan asla çekinmeyeceğim!” diye konuştu.[5]
Kureyş müşriklerinin karşı koymak için hazırlanmaları, Peygamber Efendimizi fazlasıyla müteessir etti. Birbirleriyle kanlı bıçaklı olanlar bile haram aylarda iki kardeş gibi yan yana gelip Kâbe’yi tavaf edebiliyorlardı. Müşrikler buna mani olmuyorlardı. Sadece Peygamberimizin ve Müslümanların Kâbe’yi ziyaret etmek gibi masum, ulvî, kutsî ve haklı arzusu karşısında, böylesine menfi bir tavır takınıyorlardı!
Peygamberimizin Yol Güzergâhını Değiştirmesi
Resûl-i Ekrem Efendimizin mübarek niyetleri sadece Kâbe-i Muazzama’yı ziyaret etmekti. Bunun için herhangi bir çatışmanın çıkmasını istemiyordu. Bu sebepledir ki Hâlid b. Velid kumandasında bir Kureyş süvari birliğinin Gamim mevkiine gelmiş olduğunu duyunca, ashabına, “Hâlid b. Velid birtakım süvarilerle birlikte gözcü olarak Gamim mevkiinde bulunuyor! Bu bakımdan siz, yolun sağ tarafını tutup gidiniz” buyurdu ve yol güzergâhını değiştirerek, Müslümanları bir başka yoldan götürdü. Hâlid b. Velid, İslam ordusunu uzaktan görünce, derhal dönüp Kureyşlilere durumu haber verdi.
Ashab-ı Kiramla İstişâre
Bu şartlar çerçevesinde Resûl-i Ekrem bir durum değerlendirmesi yapmak istedi. Sahabeleri toplayarak görüşlerini sordu.
Onlar, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir! Biz, ancak umre niyetiyle buraya gelmiş bulunuyoruz. Kimseyle çarpışmaya gelmedik; ama bu niyetimizin gerçekleşmesine mani olmak isteyen çıkarsa, elbette onlarla çarpışırız!” diyerek fikirlerini beyan ettiler.
Sahabelerin bu kararlılığından Peygamber Efendimiz memnun oldu ve “Haydi, öyle ise, Allah’ın ismiyle yürüyünüz!” buyurdu.
Sadece Kâbe’yi ziyaret etmek gibi masum ve kutsî bir maksatla yola çıkmış olan Müslümanlar, tekbir ve telbiyelerle Mekke’ye, Kâbe-i Muazzama’ya doğru adım adım yol alıyorlardı.
Kasvâ’nın Aniden Çöküvermesi
Fahr-i Âlem Efendimiz, Kasvâ adındaki devesinin üzerindeydi. Kasvâ, Mekke haremi sınırına girince çökmek istedi. Sahabeler buna mani olmaya çalıştılar; fakat sonunda Kasvâ galip geldi ve bir adım ileri atmadan Allah’ın hikmetiyle yere çöktü. Kaldırmaya uğraştılar, fakat bir türlü muvaffak olamadılar.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Onun böyle bir çökme âdeti yoktur. Fakat bir zamanlar, filin Mekke’ye girmesine mani olan, şimdi de Kasvâ’ya mani oluyor. Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki Kureyş, Allah’ın Harem dâhilinde yapılmasını haram kıldığı şeylere hürmeti kastederek benden ne kadar zor istekte bulunursa bulunsun, ben onu muhakkak onlara vereceğim” diye buyurdu.[6]
Gerçekten, Kasvâ çökmemiş olsaydı, Müslümanlar doğruca Kureyş müşriklerinin üzerine varacaklardı. Bu hal ise bir çarpışmayı kaçınılmaz duruma getirebilirdi.
Hâlbuki, Müslümanlar beraberlerinde sadece kılıç getirmişlerdi. Sâir harp silahlarından tamamıyla mahrum bulunuyorlardı. Sayıları da azdı. Buna karşılık Kureyşliler daha tedbirli ve etraftaki kabileleri de yanlarına aldıklarından dolayı sayıca daha fazla idiler.
Bütün bunlara rağmen, elbette Müslümanlar çarpışmaktan geri durmayacaklardı. Tek bir kalp halinde çarpan bir avuç Müslüman, azlığı ve teçhizatlığına rağmen cesareti ve kahramanlığı ile ve Allah’ın da yardımıyla muzaffer de olabilirlerdi. Fakat bu durum, Harem-i Şerif’e karşı bir hürmetsizlik manasını taşıyacaktı. Peygamberimiz ve Müslümanlar ise, böyle bir şeyi asla arzu etmezlerdi.
Ayrıca Mekke’de imanlarını gizlemekte devam eden, Müslümanların tanımadıkları erkek kadın birçok kimse vardı. Çarpışma vuku bulduğu takdirde bunlar da arada telef olabilirlerdi.
Kaldı ki henüz iman etmemiş olan Kureyş ileri gelenlerinden birçok zâtın, yakın bir gelecekte imana gelip İslam dinine büyük hizmet etmeleri ve nice hayırlı evlat yetiştirmeleri mukadderdi.
İşte, Kasvâ’nın âdeti olmadığı halde, Allah tarafından çöküvermesi, bu gibi hikmet ve inceliklere bir işaretti.
Sahabelerin bütün gayretlerine rağmen yürümek için yerinden kımıldamayan Kasvâ, Peygamber Efendimizin sevkiyle kalkıp yürüyüverdi. Fakat Kureyşlilere doğru gitmeyip başka tarafa saparak Hudeybiye denilen mevkiin nihayetindeki suyu çekilmiş bir kuyunun başına indi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Müslümanların da gelip oraya konmasını emir buyurdu.[7]
On Musluklu Çeşme Gibi…
Hudeybiye’de Müslümanların yerleştiği saha susuz bir yerdi. Bu yüzden o gün susuz kalmışlardı.
Bir ara Peygamber Efendimizin abdest ibriğinden abdest almak istediğini görünce koşuştular. Resûl-i Ekrem, “Ne oluyor, size?” diye sordu.
“Mahvolduk yâ Resûlallah!” dediler. “Yanımızda senin ibriğindeki sudan başka ne içecek, ne de abdest alacak su var!”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, elini ibriğin üzerine koydu, “Alınız, Bismillah!” buyurdu. O anda çeşmelerden su akarcasına, mübarek parmaklarının arasından sular fışkırmaya başladı. Müslümanlar, o sudan doya doya içtiler, abdest aldılar ve su kırbalarını ağızlarına kadar doldurdular.
Resûl-i Kibriya Efendimizin bu mucizesini anlatan Cabir b. AbdullahHazretlerine sonradan, “Siz, kaç kişiydiniz?” diye sorulunca, şu cevabı vermişti:
“Eğer, yüz bin kişi olsaydık, yine kâfi gelecekti! Fakat biz, bin beş yüz kadar idik.”[8]
İkinci Haber
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashabıyla Hudeybiye’de bulunurken Huzaa kabilesi Reisi Büdeyl İbni Verka, kabilesinden birkaç kişiyle çıkıp huzura geldi. Tihame kabilelerinden olan Huzaalılar, Câhiliyye devrinde bir husustan dolayı Peygamberimizin mensup olduğu Benî Hâşim’le ittifak etmişlerdi. İslamiyetin zuhurundan sonra da bu anlaşmaya sadâkat göstererek, Peygamber Efendimize taraftarlık göstermekten geri durmuyorlardı. Müslüman olsun, müşrik olsun hepsi, Kureyş’in hal ve hareketlerine dair Mekke’de olup bitenleri Peygamber Efendimize gizlice haber verirlerdi.
Peygamberimizin huzuruna çıkan Büdeyl, “Kureyşliler, seninle çarpışmaya ant içmişlerdir. Beytullah’ı ziyaret etmene asla müsaade etmeyeceklerdir.” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, geliş maksadını tekrarladı: “Biz, buraya herhangi bir kimseyle çarpışmak için gelmedik! Maksadımız, umre yapmak, Beytullah’ı tavaf ve ziyaret etmektir! Harpler, Kureyş’i fazlasıyla yıpratmış, güçsüz hale getirmiş ve birçok zarara uğratmıştır. Şayet arzu ederlerse, yine kendilerine bir mütâreke müddeti tayin edeyim. Bu müddet zarfında, benden taraf emniyet içinde bulunsunlar. Kendileri, benimle sâir halklar arasına girmesinler; beni onlarla başbaşa bıraksınlar! Eğer ben o topluluklara galip gelir ve onlar İslam dinine girerlerse ve eğer Kureyş müşrikleri de o toplulukların girdikleri dine girmeyi isterlerse girebilirler. Şayet ben, zannettikleri gibi, diğer topluluklara galip gelemezsem, o zaman kendileri de rahata kavuşmuş ve kuvvet kazanmış olurlar. Eğer, Kureyş müşrikleri bunları kabul etmez ve benimle çarpışmaya kalkışırsa, varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki şu tebliğ ettiğim dinin uğrunda başım gövdemden ayrılıncaya kadar onlarla çarpışacağım! O zaman Allah da, bana yardım edeceği hakkındaki vaadini muhakkak yerine getirecektir!”[9]
Büdeyl, “Ben, senin söylediklerini Kureyşlilere ulaştırırım” diyerek Peygamberimizin yanından ayrıldı.
Büdeyl, adamlarıyla Mekke’ye dönüp durumu Kureyşlilere bildirmek istediyse de, onlar önce, “Bizim, ondan gelecek bir habere ihtiyacımız yoktur! Onun bilmesini istediğimiz tek şey vardır: Bizden tek kişi sağ kalıncaya kadar o Mekke’ye giremeyecektir!” dediler.
Sonra büyükleri olan Urve b. Mes’ud araya girdi, “Siz ne diye Büdeyl ve arkadaşlarını dinlemek istemiyorsunuz? Dinleyiniz! Söyleyeceği şey hoşunuza giderse kabul edersiniz, hoşunuza gitmezse reddedersiniz!” dedi.
Bunun üzerine Büdeyl’i dinlediler. Büdeyl, Peygamber Efendimizin geliş maksadını ve yaptığı mütâreke teklifini anlattı.[10]
Kureyş Elçisi, Peygamberimizin Huzurunda
Kureyş’in ileri gelenlerinden biri olan Urve b. Mes’ud, Büdeyl’in sözlerini yerinde buldu.
“Doğrusu, Büdeyl size doğruluk ve sulh yolunu göstermek üzere gelmiştir. Siz, onun tekliflerini kabul ediniz; benim de, gidip onunla konuşmama, görüşmeme izin veriniz” dedi.
Kureyş müşrikleri bu sözlerden hoşlanmadılar. “Muhammed’e git! Fakat kendi görüşünü gelip bize haber verme” diyerek Urve’yi bir nevi azarladılar.
Buna rağmen Urve çıkıp Peygamberimizin yanına geldi. Müşriklerin hazırlıklarını, Hudeybiye Suyu başında beklediklerini ve hiçbir kimseyi Mekke’ye sokmamaya kararlı olduklarını tekrarladı.
Peygamber Efendimiz, “Ey Urve! Allah için söyle: Şu kurbanlık develerin kurban edilmelerine, şu Beytullah’ı ziyaret ve tavafa engel olunur mu?” dedikten sonra şöyle konuştu:
“Biz çarpışmak için gelmedik. Niyet ettiğimiz umremizi ifa etmek ve kurbanlık develerimizi kurban etmek arzusundayız.
“Sen, benim ailem, halkım olan kavmime şunu haber ver: Harp onları yiyip bitirmiştir. Kendileri, aramızda mütâreke ve savaşmaya ara vermek için bir müddet tayin etsinler! Bir de, benimle Beytullah arasından çekilsinler! Bıraksınlar, umremizi yapalım, kurbanlarımızı keselim! Aksi takdirde, yemin ederim ki Allah Teâlâ şu İslam dinini yeryüzünde yayacağı hakkındaki vaadini yerine getirinceye ve benim de başım gövdemden ayrılıncaya kadar, onlarla çarpışmaktan asla vazgeçmeyeceğim!”[11]
Urve b. Mes’ud, bir taraftan Peygamberimizle konuşuyor, diğer taraftan sahabelerin Resûl-i Ekrem’e karşı davranış ve hareket tarzlarını göz ucuyla süzüyordu. Ashabın Peygamberimize karşı son derece hürmetkâr ve kendisine teslimiyet içinde hareket edişlerine hayran kalmıştı.
Kureyş müşriklerinin yanına dönünce, Peygamber Efendimizin maksadını bildirdikten sonra, hayranlık duyduğu müşâhedelerini anlatmaktan da kendisini alamadı.
“Ey kavmim!” dedi. “Ben birçok hükümdarın huzuruna elçi olarak çıkmış bir kimseyim. Vallahi, ben bunlardan hiçbir hükümdarın adamlarının onları, ashabının Muhammed’e hürmet ettikleri, sayıp sevdikleri gibi görmedim! Ashabından herhangi biri, ondan izin almadan konuşmuyordu. Muhammed, onlara bir şey emrettiği zaman yerine getirmek için adeta birbirleriyle yarışıyorlardı! Sahabeleri onun yanında konuşurlarken seslerini alçaltıyorlardı, kendisine olan hürmetlerinden dolayı yüzüne bile dikkatle bakamıyorlar, gözlerini yere indiriyorlardı. Ben öyle anladım ki bu kavim hiçbir zaman onu yalnız bırakmayacak, onun bir tek kılını bile kimseye teslim etmeyecek, hiçbir kimseyi onun tenine dokundurmayacaktır! Gerisini siz düşünün!”[12]
Sonra da, “O, size bir sulh teklifinde bulunmuştur; gelin, bu teklifi kabul edelim” dedi.
Urve’nin bu teklifi, Kureyş ileri gelenleri tarafından hoş karşılanmadı; hatta kendisini böyle konuştuğundan dolayı azarladılar. Bu azardan rahatsız olan Urve kendilerini terk edip Taif yolunu tuttu.
Peygamberimizin Elçisi
Artık her iki taraf karargâh kurdukları yerde müzakereler yapıyor, birbirlerine gönderdikleri karşılıklı elçilerle tekliflerde bulunuyorlardı. Peygamber Efendimiz, geliş maksadını Kureyşlilere bildirmek üzere Huzaalı Hırâş b. Ümeyye’yi elçi olarak gönderdi. Böylece Hıraş, Resûl-i Ekrem’in Kureyş müşriklerine gönderdiği ilk elçi oluyordu.[13]
Hırâş b. Ümeyye gidip Hz. Resûlullah’ın geliş maksadını anlattıysa da, müşrikler anlamak istemediler. Kendisine kaba davrandılar, devesini boğazladılar, hatta kendisini öldürmeye bile kalkıştılar. Ancak araya Ahabişliler girince bu hareketlerinden vazgeçtiler. Hırâş b. Ümeyye canını zor kurtararak Peygamberimizin yanına döndü ve başından geçenleri haber verdi.
Elçisini öldürmeye kalkıştıkları halde Resûl-i Ekrem Efendimiz üzerlerine yürümedi. Teennîyle hareket etti. Onlardan yeni teklifler bekledi. Çünkü onun maksadı kan akıtmak değildi.
Kureyş’in Bir Elçisi Daha…
Peygamber Efendimizin bütün bu söylenenlere rağmen geri dönmediğini gören Kureyşliler, bu sefer Ahabişlerin reisi Huleys b. Alkame’yi elçi olarak gönderdiler. Efendimiz uzaktan Huleys’i tanıdı. Ashabına, “Bu gelen, kurbanlık inanç ve saygısı olan bir kavimdendir. Kurbanlık develerin hepsini ona karşı salıveriniz de görsün!”[14]diye buyurdu.
Müslümanlar, kurbanlık develerini Huleys’e karşı sürüverdiler ve “Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk!” diyerek telbiye getirdiler.
Bu ulvî ve masum manzara karşısında Huleys’in gözleri dolu dolu oldu.
“Sübhanallah! Bu muazzam cemaatin, Beytullah’ı tavaf ve ziyaretten menedilmesi ne kadar çirkin bir harekettir! Kâbe’nin Rabbine andolsun ki Kureyşliler, bu yanlış tutum ve davranışlarıyla helâk olacaklardır! Hâlbuki bunlar, umre yapmaktan başka bir maksatla gelmemişlerdir!” diye bağırmaktan kendini alamadı.
Peygamber Efendimiz, Huleys’in bu sözlerini uzaktan işitti. “Evet, öyledir ey Benî Kinâne’den olan kardeş...” diye buyurdu.
Huleys’in bu masum ve kutsî manzara karşısında söyleyecek başka bir şeyi yoktu. Resûl-i Ekrem Efendimize olan hürmetinden dolayı, yanına gelip konuşmak bile istemedi; doğruca Kureyşlilerin yanına döndü.
Huleys ve Kureyş Müşrikleri
Huleys’in ruh ve kalbini o ulvî manzara öylesine sarmış, kucaklamış ve yumuşatmıştı ki müşriklere açıkça şöyle demekten çekinmedi:
“Ben onu (Hz. Peygamberi) Kâbe’yi tavaftan menetmemizin doğru olmayacağı fikrindeyim!”[15]
Ne var ki Kureyş ileri gelenleri, kendilerinden başka doğru düşünen kimsenin bulunmadığı fikrinde idiler. Huleys’in bu sözleri karşısında şaşırdılar, hatta hiddete geldiler.
“Sen nihayet bir çöl Arabısın! Câhilliğin ortada! Sus, bu işlere aklın ermez!” diyerek hakarette bulundular.
Bu sözler Huleys’i fena halde kızdırdı. Resûl-i Ekrem Efendimizi müdafaa sadedinde çekinmeden, “Beytullah’a hürmet maksadıyla çıkıp gelen kimseyi ondan nasıl alıkoyabiliriz? Vallahi, biz sizinle bu hususta bir anlaşma yapmış değiliz! Yemin ederim ki ya Muhammed’in yapmak istediğine mani olunmayacak veya ben bütün Ahabiş’i tek kişi bile bırakmadan alıp gideceğim!”[16]diye konuştu.
Fakat bu tehdit bile Kureyş müşriklerini inatlarından vazgeçiremedi. Bin bir yalan ve dolanla tekrar Huleys’i kandırdılar ve ittifaklarının bozulmasına mani oldular!
İkinci Elçi: Hz. Osman
Elçiler vasıtasıyla görüşmeler devam ediyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz ise, bir an evvel kat’î netice elde etmek istiyordu. Geliş maksadını tekrar Kureyşlilere güzelce anlatmak için bu sefer Hz. Ömer’i göndermek istedi.
Hz. Ömer, “Yâ Resûlallah! Kureyş reisleri, benim onlara ne derece şiddetli düşman olduğumu bilirler. Korkarım, bana suikastte bulunurlar! Mekke’de de kabilemden hiç kimsem yoktur ki beni himâyesine alsın! Buna rağmen, muhakkak benim gitmemi istiyorsanız, giderim” diye konuştu.
Peygamber Efendimiz, hiçbir şey söylemeden sustu.
Bunun üzerine Hz. Ömer, “Bu iş için Osman b. Affan gitse daha münasip olur. Zira, onun Mekke’de aşiret ve akrabası çoktur!” diye teklifte bulundu.
Gerçekten de, Mekke’nin eşrafından olan Benî Ümeyye, hep Hz. Osman’ın amcazâdeleri idiler.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ömer’in bu teklifini kabul etti. Hz. Osman’ı yanına çağırdı.
“Kureyşlilere git! ‘Biz buraya hiç kimseyle çarpışmak için gelmedik; sadece şu Beytullah’ı ziyaret için gelmiş bulunuyoruz. Yanımızdaki kurbanlık develeri kesip döneceğiz’ diye söyle. Sonra da onları İslamiyete davet et” diye tâlimat verdi.
Peygamber Efendimiz ayrıca Mekke’de Müslümanlıklarını gizleyen Müslümanlarla da görüşüp onlara teselli vermesini ve Mekke’nin yakında fetholunup imanlarını gizlemeye ihtiyaç kalmayacağını da onlara haber vermesini, Hz. Osman’a emretti.
Hz. Osman, Kureyş müşriklerinin yanına vardı. Peygamberimizin geliş maksadını tek tek anlattı. Onları İslam’a davet etti.
Fakat bu görüşmeden de bir netice alınamadı. Müşriklerin, Hz. Osman’a da cevapları menfi oldu. “Git, seni gönderene söyle: O, hiçbir zaman Mekke’ye girip, Kâbe’yi tavaf edemeyecektir.”
Hz. Osman’la birlikte ayrıca on kadar muhacir, Resûl-i Ekrem’in müsaadesiyle, akrabalarını ziyaret maksadıyla gitmişlerdi. Hz. Osman’la birlikte onlar da görüştükleri Müslüman akrabalarına Mekke’nin yakında fethedileceği müjdesini vererek, onları sevindirdiler.
Hz. Osman’ın, Müsaade Edilmesine Rağmen Kâbe’yi Tavaf Etmeyişi
Bu arada Kureyş ileri gelenleri, Hz. Osman’a, “Kâbe’yi tavaf etmek istersen, et” dediler.
Hz. Osman, “Hayır!” dedi. “Resûlullah (a.s.m.) onu tavaf etmedikçe, ben de etmem!”
Kureyşliler bundan rahatsız oldular; hatta hiddete gelerek, Hz. Osman’ı bir müddet yanlarında tutup göz hapsine aldılar.
Fakat bu durum, Peygamber Efendimize, Hz. Osman ve beraberindeki muhacir Müslümanların müşrikler tarafından öldürüldükleri tarzında ulaştı.[17]
__________________________________________________________________________________
[1]İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 336.
[2]Fetih, 27.
[3]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 322; İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 95; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 690.
[4]Taberî, Tarih, c. 3, s. 72; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 689.
[5]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 321.,
[6]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 324; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 96.
[7]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 324.
[8]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 98.
[9]Taberî, Tarih, c. 3, s. 74.
[10]Taberî, a.g.e., c. 3, s. 74.
[11]Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 324; Ebû Dâvûd, Sünen, c. 3, s. 85.
[12]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 328; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 324.
[13]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 328; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 96.
[14]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 324; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 324.
[15]Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 324; Taberî, Tarih, c. 3, s. 75.
[16]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 326; Taberî, Tarih, c. 3, s. 75-76.
[17]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 329.
[2]Fetih, 27.
[3]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 322; İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 95; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 690.
[4]Taberî, Tarih, c. 3, s. 72; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 689.
[5]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 321.,
[6]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 324; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 96.
[7]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 324.
[8]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 98.
[9]Taberî, Tarih, c. 3, s. 74.
[10]Taberî, a.g.e., c. 3, s. 74.
[11]Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 324; Ebû Dâvûd, Sünen, c. 3, s. 85.
[12]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 328; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 324.
[13]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 328; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 96.
[14]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 324; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 324.
[15]Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 324; Taberî, Tarih, c. 3, s. 75.
[16]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 326; Taberî, Tarih, c. 3, s. 75-76.
[17]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 329.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.