Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Sevgili Peygamberimiz, sekiz yaşında...
Dedesi tarafından kendisine koruyucu olarak tayin edilen amcası Ebû Tâ­lib’in himâyesinde.
Ebû Tâlib, son derece merhametli bir insandı. Fakat oldukça fakirdi. Mekke et­rafında yayılan ve şehre getirilince sütünden faydalanılan birkaç devesinden başka herhangi bir mal ve mülke de sahip değildi. Aile efradı kalabalık olan Ebû Tâlib, haliyle maişet cihetiyle büyük sıkıntı içinde bulunuyordu.
Bütün bunlara rağmen o, dürüstlüğü ve doğru yaşayışı ile Ku­reyşliler tara­fından sevilir, sayılır ve hürmet görür idi. Hz. Ali, ba­basının bu durumunu şu ifadelerle dile getirir:
“Babam, Ku­reyş’in fakir, fakat ileri gelenlerinden şerefli biri idi. Hâlbuki, kendisinden evvel, böyle yoksul olduğu halde kavminin ulu kişisi olmuş bir kimse gelmemiştir.”
Ebû Tâlib, yaşayışı bakımından da, Câhilliyye devrinin kötülük ve çir­kin­lik­le­rinden uzaktı. Ku­reyşli müşriklerin su gibi içtikleri içkiyi o, babası Ab­dül­mut­ta­lib gibi, asla kullanmazdı. Görüldüğü gibi Ebû Tâlib, her haliyle Kâinatın Efendisini himâye edecek evsafta bulunuyordu.
Ebû Tâlib, aynı zamanda kardeşi Zübeyr’den kendisine geçen Kâbe per­de­dar­lığı demek olan “rifade” ve hacılara su içirme hizmeti demek olan “sikâye” vazifelerini de yürütüyordu. Ne var ki fazla masraf gerektiren bu va­zifelerin altından dar bütçesiyle kalkamayacağını anlayınca, üç hac mevsimin­den sonra bu görevleri kardeşi Hz. Abbas’a devretmek zorunda kaldı. Sikâye ve rifade hiz­metleri, Mek­ke’nin fethine kadar Hz. Abbas’ın elinde devam etti. Re­sû­lul­lah, Mekke’yi fethettikten sonra bu görevleri yine aynı elde bıraktı.
Ebû Tâlib de, babası gibi, Sevgili Peygamberimize candan bağlıydı. Öz baba gibi, yetişmesine son derece dikkat ediyordu. Yeğenini asla yanından ayırmak istemezdi. Gittiği her yere onu da götürür, yanıbaşına oturtur ve bir arkadaş gibi kendisiyle sohbet eder ve konuşurdu.
Ebû Tâlib’in evinde onsuz sofraya oturulmazdı. Sofra hazırlandığında Pey­gamber Efendimiz görülmeyince amca, “Muhammed’im nerede? Çağırın, gel­sin” derdi. Çünkü onun bulunduğu sofrada herkes doyarak kalkar ve yemek yine de artardı. Bulunmadığı sofralarda ise, çok kere sofradakiler doymadan yemek bitiverirdi.[1]
Zaten, Sevgili Peygamberimiz, ta o zamandan beri az yiyordu. Sofrada son derece ciddi ve nimetlere hürmetkâr bir tavır içinde bulunurdu. Diğer çocuklar kurulur kurulmaz sofraya saldırırken, o büyükleri başlamadan lokmayı ağzına koy­mazdı. Hatta bazı kere am­cası, çocuklardan rahatsız olmasın diye onun için ayrı sofra kurdururdu.[2]
Henüz bu yaşında Sevgili Efendimiz, —büyüklüğünde ol­duğu gibi— aç­lık­tan, susuzluktan da şikayet etmiyordu. Dadısı Ümmü Ey­men, bu hususu şu ifadelerle dile getirir:
“Re­sû­lul­lah’ın, çocukluğunda ne açlıktan, ne de susuzluktan şikayet ettiğini görmedim. Sabahleyin bir yudum zemzem içerdi. Kendisine yemek yedirmek istediğimizde, ‘İstemem, karnım tok’ derdi.”[3]
Yine Peygamber Efendimiz, sabahları pırıl pırıl parlayan temiz bir yüz, ta­ranmış tertemiz saçlarıyla gündüz âle­mi­ne sev­gi, neşe ve hayat dolu nur gözle­rini açardı.[4]

Peygamberimiz, Amcasıyla Yağmur Duasında!

Mekke ve havalisi, şiddetli bir kuraklık ve kıtlık yılı yaşıyordu. Yağmurun damlası yoktu. Yerler kupkuru ve toprak susuzluktan şerha şerha idi.
Ku­reyşliler Ebû Tâlib’e başvurarak, “Ey Ebû Tâlib!” dediler. “Kuraklık ve kıt­lıktan çoluk çocuğumuz ölmeye, hay­vanlarımız kırılmaya başladı! Ne olur, bizim için yağmur duasına çıksan?”
Ebû Tâlib teklifi reddetmedi. Ancak yalnız gidemezdi, gitmek de istemezdi. Yanına yeğeni Nur Muhammed’i de almalıydı. Çünkü onun bereket ve ihsan­lara vesile olduğu­nu birçok hadisede görmüş ve anlamıştı.
Ebû Tâlib, yeğeni Saadet Güneşiyle birlikte Kâbe’ye vardı. Sırtını bu kutsî mâ­bede dayadı, ellerini Kâinat Sultanına açtı ve yalvarmaya başladı. Nur Mu­hammed (a.s.m.) ise, Kâbe’nin örtüsüne yapışmış, bir parmağını da gö­ğe doğru kaldırmıştı.
...Ve az sonra Rahmân-ı Rahîm’in rahmet deryası coştu ve yağmur, bar­dak­tan boşalırcasına Mekke ve halkının üzerine döküldü. Öyle ki kendilerini zor­lukla evlerine atabildiler. Bir anda vadiler dolup taştı. Yüzler ve gözler se­vinçle doldu.
Evet, Hz. Muhammed (a.s.m.), insanlığa maddî mânevî rahmet ve bereket getirmek, insanlığı ve dünyayı mesut ve mamur etmek üzere vazifelendiril­mişti. Daha çocukluğundan iti­baren de bu ulvî ve büyük vazifenin sahibi bu­lunduğunun izlerini üzerinde taşıyordu!

Fâtıma Hâtun’un Peygamberimize Sevgisi

Ebû Tâlib’in hanımı Fâtıma Hâtun’un da Peygamber Efendimize olan sev­gisi ve şefkati sonsuzdu. Onu öz evladı gibi seviyor, bakımına son derece dik­kat ediyordu. Hatta onu yedirip doyurmadan, çocuklarına bakmıyor ve onlarla ilgilenmi­yordu. Böylece, Dür­r-i Yetim’e, annesiz kalmış olmanın ız­dırap ve hasretini his­se­tir­memeye çalışıyordu!
Sevgili Peygamberimiz de, Fâtıma Hâtun’a sevgi ve say­gısında hiçbir za­man kusur etmiyordu. Ömrünün sonuna kadar da kendisine yapılan iyiliği unutmadı Öyle ki Fâtıma Hâtun, vefat ettiğinde “Bugün annem öldü!” diyerek ona karşı olan sevgisini ifade etmişti. Sonra da gömleğini çıkararak ona kefen yapmış ve beraberinde kab­re inerek bir müddet mezarında uzanmıştı.
Resûl-i Ekrem’in bu hareketi, ashabının gözünden kaç­ma­dı. Sebebini sor­duklarında, şu cevabı verdi:
“Ebû Tâlib’ten sonra, bu kadıncağız kadar bana iyilik eden hiçbir kadın yok­tur. Ahirette, cennet elbiselerinden elbise giy­mesi için ona gömleğimi kefen yaptım. Kabre ısın­ması için de oraya kendisiyle birlikte uzandım.”[5]
Kendisine yapılan iyilikleri, kim tarafından olursa olsun asla unutmayan ve o iyiliklerin altında kalmayıp birkaç misliyle mukabele eden büyük Peygamber (a.s.m.)...
Resûl-i Ekrem’in bu yüksek hasletinin, bu müstesna sıfatının, insanların hi­dayete ermesinde büyük tesiri olduğu, hayat safhaları içinde görülecektir.

PEYGAMBER EFENDİMİZİN KOYUN GÜTMESİ

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ömr-ü saadetlerinin onuncu yılı içinde bulunu­yorlardı.
Bu sırada, himâyesinde bulunduğu amcası Ebû Tâlib’in koyun ve keçilerini gütmek istediğini söyledi. Onu canı gibi seven amcası, önce buna râzı olmadı. Ancak Efendimizin şiddetli arzu ve ısrarı karşısında kabul etti. Fakat bu sefer zevcesi Fâtıma Hâtun, bu isteğe şiddetle karşı koydu. Gözbebeklerinden daha çok kıymet verdikleri Kâinatın Efendisini yakıcı güneş altında bırakmaya gö­nülleri nasıl rıza gösterebilirdi?
Fakat Fahr-i Âlem Efendimiz, bu arzusunda kararlı idi. Bunun için Fâtıma Hâtun’u ikna ve râzı etti.
Efendimiz, sabahları koyun ve keçileri alarak vadilerde ve tepelerde dolaş­tırıp otlatmaya başladı.
Böylece, hem geçim sıkıntısı içinde bulunan amcasına, hiç olmazsa çoban tutma masrafından kurtarmak suretiyle yardımda bulunmuş, hem de yalnız ba­şına yerleri ve gökleri derin derin tefekkür edebilme imkânını elde etmiş olu­yordu. Kırda Cenab-ı Hakk’ın, her an tazelendirdiği yer ve gök sahifele­rin­deki ulvî manzaraları seyrediyor ve adeta ruhu onlardan eşsiz bir zevk ve de­rin bir feyiz alıyordu. Üzerine aldığı bu va­zife, onu aynı zamanda tefessüh et­miş cemiyetin yalan ve hile ile dolandırıcılık ve riyâ ile bulaşmış hayatlarından uzak kalma imkânına da kavuşturuyordu.
Ömr-ü saadetlerinin bir senesini koyun gütmekle geçiren Efendimize nü­büvvet vazifesi verildikten sonra, sahabeleriyle bir gün kıra çıkmışlardı. Mer­ruzzahran mevkiinde beraberce misvak ağacının yemişini topluyorlardı. Gö­nülleri kucaklayan tebessümleri arasında sahabelerine şöy­le buyurdu:
“Siz bu yabanî yemişlerin karalarını tercih ediniz. Çünkü onun siyahı en lezzetlisidir!”
Sahabeler, merak ve hayret içinde, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dediler. “Bu yemişin iyisini kötüsünü çobanlar bilir. Siz de ko­yun güttünüz mü?”
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, yine ruhlar okşayan tebessümleri ara­sında, “Hiç­bir peygamber yoktur ki koyun gütmemiş olsun!”[6]ce­vabını verdiler.
Ömür defterine tatlı bir hatıra olarak kaydedilen bu ko­yun gütme hadise­sini, yine Resûl-i Zîşan Efendimiz bir gün şöyle yad e­de­cek­tir:
“Mûsa (a.s.)  peygamber gönderildi, koyun güderdi. Dâ­vud (a.s.)  peygam­ber gönderildi, koyun güderdi. Ben de peygamber gönderildim. Ben de kendi ailemin koyunlarını Ciyad’da (Mekke’nin alt tarafında bir yer) güderdim.”[7]
Görülüyor ki Kur’an’da “en yüksek ahlâkın sahibi” olarak tavsif edilen Re­sû­lul­lah Efendimizin, henüz on yaşlarındaki gayret ve himmeti dahi boş otur­mayı hoş görmemiş ve başkasına yük olmayı uygun bulmamıştır.
Tafsili ciltler teşkil edecek şu mübarek sözlerinde de bu bir senelik koyun gütme tecrübesinin eserini bulmak müm­kündür:
“Hepiniz çobansınız. İdareniz altında bulunanlardan mes’­ûl­sünüz. Devlet reisi, idaresi altındakilerden mes’­ûl­dür. Kişi, ehil ve iyâlini gözetip korumakla mükellef ve bundan mes’ûl­dür. Kadın, kocasının evinden mes’­ûldür. Hiz­metçi, efendisinin malının muhâfızıdır ve bun­dan mes’ûldür. Kişi, babasının malının muhâfızıdır ve bun­dan mes’­ûldür. Hepiniz, idareniz altında olanlardan mes’­ûl­sünüz.”[8]

Eğlencelere Katılmaktan Alıkonması

Cenab-ı Hakk’ın hususî terbiyesi ve muhafazası altında ömür geçiren Kâi­natın Efendisi Peygamberimiz, amcasının koyunlarını güttüğü sıralarda başın­dan geçen bir hadiseyi şöyle anlatmıştır:
“Ben, Câhiliyye devri insanlarının işledikleri bir şeyi iki defa yapmaya te­şebbüs ettimse de Allah, beni o işten alıkoydu. Bundan sonra Allah, beni pey­gamberlik vazifesiyle şereflendirinceye kadar hiçbir kötülüğe teşebbüs etme­dim. Teşebbüs ettiğim şeye gelince... Bir gece, Ku­reyş’ten bir gençle, Mekke’nin yukarı taraflarında kendi koyunlarımızı (veya develerini) otlatıyorduk. Ben ar­kadaşıma, ‘Ko­yunlarıma bakarsan, ben de diğer arkadaşlarım gibi Mek­ke’ye giderek, gece eğlencelerine, gece masalları toplantılarına katılmak isti­yo­rum’ teklifinde bulundum. Arkadaşım, ‘Olur, bakarım’ de­di. Bu maksatla Mekke’ye gel­dim.
“Şehrin ilk evinin yanına yaklaştığımda, defler, düdük ve ıslıkların çalındı­ğını duydum. ‘Nedir bu?’ diye sordum. ‘Filanın oğlu, filanın kızıyla evlenmiş; on­ların düğünleri yapılıyor’ dediler. Hemen oturup onları seyre başladım. Der­ken, Allah, kulak­larımı tıkadı. Uyu­yakaldım ve ancak sabah güneşinin ışık­larıyla uyanabildim. Dö­nüp arkadaşı­mın yanına geldiğimde benden, ne yap­tı­ğımı sordu. ‘Hiçbir şey yapmadım’ dedim ve sonra da başımdan geçeni ol­du­ğu gibi anlattım.
“Bir başka gece, yine arkadaşıma aynı şekilde rica ettim. Ricamı kabul etti. Yola çıkıp Mekke’ye geldiğimde, geçen sefer işittiklerimin aynısı­nı yine işittim. Hemen ora­da çöküp yine seyre daldım. Derken, Allah, yine kulakları­mı tıkadı. Vallahi, beni uykudan ancak güneşin sıcaklığı uyan­dırabildi! Uyanır uyanmaz arkadaşımın yanına vardım ve başımdan geçeni olduğu gibi anlattım.
“Bundan sonra Allah, beni peygamberlik vazifesiyle şereflendirinceye ka­dar, hiçbir kötülüğe teşebbüs etmedim.”[9]

______________________________________

[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 120.
[2] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 119.,
[3] Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 729-730.
[4] Kadı İyaz, a.g.e., c. 1, s. 730.,
[5] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 112; İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 1, s. 369-370.
[6] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 125-126; Buharî, Sahih. c. 2, s. 247-248; Müslim, Sahih, c. 6, s. 125; İbn Mâce, Sünen, c. I2, s. 727.
[7] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 126.
[8] Müslim, Sahih, c. 6, s. 8.
[9] Taberî, Tarih, c. 1, s. 196.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Altı yaşında iken annesini kaybeden Peygamber Efendimizi, yaşlı dedesi Ab­dül­mut­ta­lib himâyesine aldı.
Ku­reyş’in reisi Ab­dül­mut­ta­lib de nur-u Ahmedî’den na­sibini al­mıştı. O nur kendisine çok üstün meziyet ve sıfatlar kazandırmıştı: Uzun boyu, büyükçe başı ve heybetli görünüşüne, par­lak yüzü, tatlı sözü, utangaçlığı, nezaket ve üstün ahlâkı bir başka güzellik katmıştı. Sabırlı, akıllı, anlayışlı, mert ve cömert idi. Yoksul insanların karınlarını doyurmaktan büyük zevk alırdı. Hatta bu cömertliğini, bu yardımseverliğini hayvanlardan bile esirgemezdi. Dağ başla­rında aç susuz kalan kur­du kuşu da düşünürdü.
Câhiliyye karanlıkları arasında aydınlık yoldan ayrılmayan bahtiyarlardan biri idi. Allah’a bağlıydı ve ahirete inanırdı. Ver­diği sözü ne pahasına olursa olsun mutlaka yerine getirirdi. Nitekim Cenab-ı Hakk’a verdiği sözü yerine ge­tirmek için, en çok sevdiği oğ­lu Abdullah’ı bıçağın altına yatırmaktan bile çe­kin­memişti. Ku­reyşliler müdahale etmeselerdi, onu kurban edecekti.
Câhiliyye devrinin çirkin âdetlerinden uzak durduğu gibi, başkalarını da bunları yapmaktan menederdi. O zamanın zâlim bir âdeti olan kız çocuklarını diri diri gömmekten halkı sakındırırdı. Şaraptan, zinadan her zaman kaçınırdı. Mekke’de zulme, haksızlığa bütün gücüyle meydan vermemeye çalışırdı.
Misafir ağırlamaktan da büyük haz duyardı. Akrabalarıyla yakından ilgile­nir, onlara şefkat ve merhamet gösterirdi. Bu büyük vasfı sebebiyle Ku­reyşliler ona “İkinci İbrahim” derlerdi.
Ramazan ayı girince Hira mağarasında inzivaya çekilip ibadetle meşgul olurdu. Bunu ilk defa âdet eden de kendisi idi.
Yaşlı dede, aynı zamanda çocuk sevgisi, torun sevgisi nedir, biliyordu. He­le, torunu, Kâinatın Efendisi gibi pırıl pırıl bir çocuk olunca, artık sevgisinin sö­zü mü olurdu?
Gerçekten, Ab­dül­mut­ta­lib, etrafa nur saçan torununu canı gibi seviyor, şef­katli kanatları arasında onu nazlı bir yavru gibi barındırıyordu. Onsuz hiçbir yere gitmek istemiyordu. Bu yaşında bile Peygamber Efendimizin davranışları, kâmil bir insanın hareket ve davranışlarından farksızdı. Gittiği her yerde bu fevkalâde durumu herkes tarafından derhal fark ediliyordu. Hatta zaman za­man toplantılarda ve sohbetlerde sorulan sorulara Ab­dül­mut­ta­lib, onunla isti­şare ettikten sonra cevap veriyordu.
Artık Peygamberimiz, o yaşında yaşlı dedesinin adeta samimi bir arkadaşı, içten dert ortağı ve emin bir müsteşarı idi. Bütün bunlara rağmen o, dedesine karşı hürmetinde asla kusur etmiyordu.

Dedesinin Minderine Sadece O Otururdu!

Kâbe duvarının gölgesinde hemen hemen her zaman Ku­reyş’in reisi Ab­dül­mut­ta­lib için bir minder serili bulunurdu. Çocuklarının hiçbiri bu minderin üs­tüne çıkmaz, babaları gelinceye kadar etrafında oturup beklerlerdi.
Ab­dül­mut­ta­lib, çocuklarından hiçbirini almazken, Peygamber Efendimizi kucaklayarak yan tarafına minderin üstüne oturturdu. Amcaları tutup onu minderin üstünden indirmek isterlerdi; fakat babaları buna mani olur ve şöyle derdi:
“Oğlumu serbest bırakın! Vallahi, ileride onun nâmı ve şânı büyük olacak­tır!”
Sonra da, muhterem torununu minderin üstüne yan tarafına oturtur, eliyle sırtını okşayarak ona olan sonsuz sevgisini belirtildi.[1]
Yine Ab­dül­mut­ta­lib uyurken Sevgili Peygamberimizden başkası onu uyan­dırma cesaretini gösteremezdi. Hususî odasına ondan başkası müsaadesiz gi­remezdi.
Yaşlı dede, nur yüzlü torununu sofrada yanıbaşına, ba­zen de dizi­ne oturtur yemeğin en iyisini ona yedirir ve o gelmeden yemeye başlamaya müsaade et­mezdi.

Sevgili Peygamberimiz Biraz Gecikince!

Kâinatın Efendisini, dedesi, bir gün, kaybolan devesini aramaya gönderdi. Biraz gecikince kayboldu endişesiyle Ab­dül­mut­ta­lib büyük bir telâşa kapıldı. Üzüntüsü yüzünden okunuyordu. Derhal Kâbe’ye vararak ellerini Yüce Mev­lâ’ya açtı ve “Allahım, Muham­med­imi bana geri lût­fet!” diye dua etti.
Az sonra Peygamber Efendimiz, deveyle birlikte çıkageldi. Dedesi, kendi­si­ni sevinçle kucakladı ve “Biricik yavrum!” dedi. “Senin için o kadar üzül­düm, o kadar feryat ettim ki artık bun­dan sonra seni yanımdan asla ayır­maya­cağım ve yalnız başına bir yere göndermeyeceğim.”[2]
Hakikaten de Ab­dül­mut­ta­lib, vefatına kadar nur torununu bir gölge gibi takip etmekten geri durmadı.

Seyf b. Zî Yezen, Ab­dül­mut­ta­lib’e Neler Söyledi?

Peygamber Efendimizi candan seven Ab­dül­mut­ta­lib, hayatında sadece bir defa kısa bir süre için ondan uzak kal­dı.
Yemen Hükümdarı Seyf b. Zî Yezen, babasının ülkesini Habeşlilerden geri almış ve San’a’nın Gumdan şehrinde tahta oturmuştu. Arabistan’ın dört bir ta­ra­fından aşiret ve kabile reisleri onu tebrike geliyorlardı.
Mekke’yi temsilen de Ab­dül­mut­ta­lib’in başkanlığında bir heyetin Gum­dan’a gitmesi gerekiyordu. Böylece, Mekke’den ayrılmakla, Ab­dül­mut­ta­lib, ilk defa nur torunundan uzak kalıyor­du.
Uzun bir yolculuktan sonra Gumdan’a varan Ku­reyş heyetini Seyf b. Zî Ye­zen kabul etti. Ab­dül­mut­ta­lib, hüküm­dardan izin alarak, kendisinin üstün me­­ziyetlerinden, babasının hayırlı bir hükümdar olduğundan bahsetti. Han­gi he­yet olduklarını belirtmek için de sözlerini şöyle bağladı:
“Biz, Allah’ın dokunulmaz kıldığı memleketin halkı, Bey­tullah’ın hizmetkâ­rıyız!”
Bu konuşması, hükümdarın dikkatini çekti. Sordu: “Ey tatlı dilli kişi! Sen kimsin?”
Ab­dül­mut­ta­lib, “Ben, Hâşim’in oğlu Ab­dül­mut­ta­lib’­im!” dedi.
Seyf, biraz daha dikkat kesildi. Sevinç ve heyecan karışımı bir sesle, “De­mek, sen kız kardeşimizin oğlusun!”
Ab­dül­mut­ta­lib, “Evet...” diye karşılık verdi.
Bunun üzerine Seyf, Ab­dül­mut­ta­lib’e daha yakın alâka gösterdi. Yanına yaklaşmasını istedi. Sonra da, “Akraba olduğumuzu öğrendim. Ziyaretinizden de çok memnun oldum. Siz gece gündüz sohbet edilmeye, oturulup konuşul­maya lâyık, şerefli insanlarsınız!” diye konuştu.
Seyf, bu iltifatkâr sözlerle de yetinmedi; söylediklerinde samimi olduğunu, Ab­dül­mut­ta­lib’i bir ay boyunca sarayında ağırlamakla da ispat etti.
Sarayda günleri hep sohbetle geçiyordu. Mukaddes kitaplardan gelecek peygamberin sıfatlarını öğrenmiş bulunan Seyf, bu sohbetlerde bazı ipuçları yakalıyordu. Nitekim bir gün hiç kimsenin farkına varamayacağı bir sırada Ab­dül­mut­ta­lib’i gizlice yanına çağırdı ve “Ey Ab­dül­mut­ta­lib!” dedi. “Sana bir sır emanet edeceğim. Bu sırrın senin­le alâkalı olduğu kanaatini taşıyorum! Bu, başkalarından gizlediğimiz, bir kitapta bulduğum çok büyük ve mühim bir haberdir!”
Ab­dül­mut­ta­lib meraklandı, “Nedir o?” diye sordu.
Seyf, sırrını açıkladı: “O, bu sıralarda dünyaya gelmiş olması muhtemel bir çocuğa âittir. O, sizin taraflarda, Tihame bölgesinde doğacaktır. İki küreği ara­sında bir ‘ben’ vardır. Babası ve annesi ölünce, onu dedesi ve amcası sırasıyla himâyeleri altına alacaktır. O, dostlarını ve yar­dım­cılarını ağırlayacak, düş­manlarını zillete uğratacaktır. En şerefli yerleri fethedecek, kıyamet gününe ka­dar insanlara rehber ve önder olacaktır. Bâtıl dinleri ortadan kaldıracak, put­pe­restliği yok edecek, Rahmân olan Allah’a ibadet edecektir. Onun sözü müş­kîl­leri halledecek, işi ise basîret ve adalet üzere olacaktır. Daima iyiliği bu­yura­cak, iyilik yapacak ve insanları kötülükten sakındıracaktır.”
Merak ve heyecana kapılan Ab­dül­mut­ta­lib, hükümdarın biraz daha açık­lama yapmasını ve sırrını biraz daha açmasını istiyordu. Bunun için de, “Ey Hükümdar! Ömrün uzun, sal­tanatın dâim ve şânın yüce olsun! O çocuk hak­kında biraz daha açıklama yapar mısın?” dedi.
Hükümdar, diğer alâmet ve işaretleri saydıktan sonra, “Ey Ab­dül­mut­ta­lib!” dedi. “Bütün bu işaretlere bakılırsa, bu çocuğun dedesi sen olmalısın!”
Bu sözleri duyan Ab­dül­mut­ta­lib, sevincinden derhal sec­deye ka­pandı.
Bu sefer merak ve şaşkınlık sırası hükümdara gelmişti. “Ey Ab­dül­mut­ta­lib! Yoksa, sen, anlattıklarımdan bir şey mi sezdin?” diye sordu.
Gönlüyle birlikte gözlerinin içi de gülen Ab­dül­mut­ta­lib, anlattı. “Ey Hü­kümdar!” dedi. “Benim, Abdullah adında, üzerinde titrediğim, çok sevdiğim bir oğlum vardı. Onu kavmimizin eşrafından Vehb b. Abdi Menaf’ın kızı Âmi­ne’yle evlendirmiştim. Bir çocuk dünyaya geldi. Onun iki küreği arasında bir ‘ben’ vardır. Saydığın alâmetlerin hepsini de üzerinde taşıyor. Babası ve an­nesi de vefat etmişlerdir. Kendisi şimdi benim himâyemdedir.”
Seyf, kanaatinde yanılmış olmamanın sevinci içinde, Ab­dül­mut­ta­lib’e, “Ço­cuğunu çok iyi koru! Yahudiler ona düş­mandırlar. Onların kendisine zarar vermesinden sakın! Fakat Allah, onun düşmanlarına imkân ve fırsat tanımaya­caktır! Benim eski kitaplarda bulup öğrendiğime göre, Yesrib [Medine] de onun hicret yeri olacak ve orada çok yardım görecektir” dedi.
Artık hem hükümdar, hem de Ab­dül­mut­ta­lib, büyük bir müşkîli halletmiş olmanın rahatlığı içindeydiler.
Seyf b. Zî Yezen, adeta kerametvârî, peygamberliğinden evvel Efendimizin nübüvvetini böylece haber veriyordu.
Bir müddet sonra hükümdar, Ku­reyş heyetini büyük ikram ve ihsanlarla Mekke’ye uğurladı. Ab­dül­mut­ta­lib’e verdikleri, diğerlerinkinden çok daha faz­laydı. Uğurlarken de ona, “O çocuğun halinde olan değişiklikleri her yıl bana bildirmeni rica ederim” dedi.
Ne var ki Seyf b. Zî Yezen, Peygamberimiz hakkında dedesinden daha baş­ka bir bilgi alamadan, henüz bu konuş­malarının üzerinden bir sene bile geç­meden hayata göz­lerini yumdu.[3]
Heyetteki arkadaşları, yolda Ab­dül­mut­ta­lib’e, neden ken­disine daha fazla ikram ve ihsan edildiğini sordular. O sadece, “Onu kıskanmayınız. Bunun el­bette bir sebebi var­dır” demekle iktifa etti.
Bir aylık ayrılıktan sonra Mekke’ye varan Ab­dül­mut­ta­lib, nur torununu hasretle kucaklayarak, firak acısını visalin lezzetiyle gidermeye çalıştı.

Peygamber Efendimiz, “Rahmet” Vesilesi!

Sevgili Peygamberimiz, henüz dedesi Ab­dül­mut­ta­lib’in himâyesinde bulu­nuyordu.
Kuraklık yüzünden Mekke ve etrafı dehşetli bir sıkıntı ve kıtlık içinde kıv­ranıp duruyordu.
Ab­dül­mut­ta­lib, büyüklüğünü anladığı torunu Efendimizi yanına alarak, oğ­lu Ebû Tâlib’le birlikte Ebû Kubeys dağına çıktı. Onların peşi sıra da Ku­reyşliler geliyordu.
Ab­dül­mut­ta­lib, yüzünü Kâbe’ye çevirdi ve Peygamber Efendimizi üç sefer gökyüzüne doğru kaldırarak, “Allahım! Bu çocuk hakkı için, bizi bereketli bir yağmurla sevindir” diye yalvardı.
Kâinatın Efendisinin yüzü suyu hürmetine yapılan dua kabul oldu. Ânında yağmur damlalarıyla halkın ve Ku­reyş eşrafının sevinç gözyaşları birbirine ka­rıştı.
Bütün bu olup bitenler, dedenin torununa karşı içten sevgisini ve bağlılığını kat kat artırıyor, istikbâlde büyük bir insan olacağı kanaatini kuvvetlendiri­yordu. Bunun için de nur torununa büyük bir ihtimam gösteriyordu.

ABDÜLMUTTALİB’İN VEFATI

Yaşı epeyce ilerlemiş bulunan Ab­dül­mut­ta­lib, bir gün aniden rahatsızlandı. Rahatsızlığı gittikçe şiddetini artırıyordu.
O, artık bir başka âleme göçün yakında başlayacağını anlamıştı. Yalnız, gör­mesi gereken bir vazife vardı: Sevgili Peygamberimizi teslim edecek emin bir kişi seçmek...
Bunun için bütün oğullarını çağırttı. Aklına Ebû Leheb geldi. Fakat o katı kalpli merhametsizin biri idi. “Olmaz” deyiverdi içinden...
Ya Abbas? Hayır, o da olamazdı. Çünkü çoluk çocuğu çoktu. Ancak onlarla meşgul olabilirdi.
Hamza var. Ona da râzı olmadı. Zira, Hamza genç ve ava meraklı idi. Toru­nuyla gereği gibi ilgilenemezdi.
Ebû Tâlib! İşte, nur torununun hâmîsini bulmuştu. Gerçi, Ebû Tâlib’in ser­veti azdı, ama merhameti ve şefkati boldu. Muhammed’i (a.s.m.), himâyeye ancak o lâyık olabilirdi!
Bununla beraber Ab­dül­mut­ta­lib, onun da görüşünü almayı ihmâl etmedi. “Amcalarından hangisinin himâyesine girmek istersin?” diye sordu.
Sevgili Peygamberimiz, dedesinin sorusuna haliyle cevap verdi. Yerinden kalkarak amcası Ebû Tâlib’in boynuna sarıldı. O, babasıyla anne baba bir kar­deş olan amcasının himâyesini kabul ettiğini, böylece ifade etmiş oluyordu.
Ab­dül­mut­ta­lib de, tercihinde isabet ettiğine sevindi. Sonra Ebû Tâlib’e dö­ne­rek, “Onu sana emanet ediyorum! O, İlâhî bir emanettir. Onu her şeye rağ­men, can, baş pahasına da olsa koruyacağına dair bana açıkça söz ver ki gözle­rim arkada kalmadan gönlüm rahat etsin” dedi.
Efendimizin kendisine karşı teveccühünden oldukça mütehassis olan Ebû Tâlib, gözleri dolu dolu, babasına şu cevabı verdi:
“Sen hiç merak etme babacığım! Onu öz çocuklarıma, hatta ken­di canıma bile tercih edeceğime emin olabilirsin! Hayatta bulunduğum müddetçe ona hiç kimsenin zarar vermesine müsaade etmeyeceğime söz veriyorum!”
Bu asil konuşmadan, Ab­dül­mut­ta­lib fazlasıyla memnun oldu ve gözleri se­vinç gözyaşlarıyla doldu.
...Ve Ab­dül­mut­ta­lib tarafından, Nur Muhammed (a.s.m.), amcası Ebû Tâ­lib’e teslim edildi.
Yakalandığı rahatsızlıktan kurtulamayan Ab­dül­mut­ta­lib, torununun neşe­sine, sevgisine, tebessümüne do­ya­ma­dan dünyaya gözlerini seksen yaşını aş­kın bir ihtiyar olarak kapadı.[4]
Tarih: Milâdî, 578. Fil yılından sekiz sene sonra.
Mekke çarşısı, Ab­dül­mut­ta­lib’in vefatı dolayısıyla günlerce kapalı tutuldu. Ku­reyşliler, sevdikleri ve hürmet ettikleri bu zâtın ölü­mü dolayısıyla günlerce yâs tuttular, cenazesini el üs­tünde dolaş­tırdılar. Sonra Hacun Kabristanı’na, dedesi Kusayy’ın yanına göm­düler.[5]

Peygamberimizin Gözyaşları

Sevgili Peygamberimiz, dedesini kaybetmekten derin üzüntü duydu. Çün­kü bu kaybediş, baba ve annesinin de ebedî âleme göçünü hatırlatıyordu.
Dedesinin cenazesi ve defni sırasında Peygamberimiz, gözyaşlarını tuta­madı; bazen hıçkırarak, bazen de sessiz sedâsız ağladı.
Seneler sonra bir gün kendilerine, dedesinin ölümünü hatırlayıp hatırlama­dığı sorulduğunda, “Evet, hatırlıyorum! Ben, o sırada sekiz yaşında bulunu­yordum” cevabını verdi.
Peygamber Efendimizin saadetli ömrünün ilk sekiz senelik bölümü, İşte böyle acılarla, üzüntü ve kederlerle dolu geçmişti. Adeta büyük ruhu ve rik­katli kalbi, ta o yaşlardan itibaren istikbâlde çeke­ceği meşakkat ve mihnetlere dayanmak için ız­dırap ve sıkıntı teknesinde yoğruluyordu.

________________________________________________

[1] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 178; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 118; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 81.
[2] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 112-113.
[3] İbn Hacer, el-İsabe, c. 2, s. 134-135.
[4] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 110; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 57.
[5] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 119.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Hz. Âmine, Kâinatın Efendisi oğluyla Medine’de bir ay kaldıktan sonra, Mekke’ye dönmeye karar verdi. Akrabalarıyla vedalaşarak şehirden ayrıldılar.
Çöl seccadesinde üç yolcu: Hz. Âmine, şanlı evladı ve Üm­mü Eymen... Hep­si­nin de mana âleminde bir başkalık vardı. Aziz anne ve şerefli evladının ruh­larını, ayrılık ve hasret rüzgârı dalga dalga dövüyordu.
Henüz genç yaşta ve evliliklerinin ilk aylarında ebedî âleme yolcu ettiği ko­casını hatırlayan Hz. Âmine’nin gözleri oluk oluk su akıtan bir pınarı andırı­yordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz de, aziz annesinin bu gözyaşlarına dayana­mıyor, o da ışıl ışıl ağlıyordu. Damla damla akan gözyaşları, rahmet yağmuru gibi elbisesini ıslatıyordu.
Henüz yolu yarılamışlardı ki Hz. Âmine aniden rahatsızlandı. Peygamberi­miz ve Ümmü Eymen’i bir telâş kapladı. Gittikçe şiddetini artıran hastalık kar­şı­sında ne yapabilirlerdi?
Ebva köyü yakınlarında bir ağacın gölgesinde konakla­maktan başka elle­rinde çare yoktu. Hz. Âmine’nin dizlerinden güç kuvvet çekilmişti ve kendisini tutamayarak aniden yere yıkılıverdi. Üstünü örttüler. Hz. Âmine, hastalığın şiddeti içinde ter döküyor, Sevgili Peygamberimiz ise, onu kaybedeceği ve an­nesiz kalacağı endişesi içinde gözyaşı akıtıyordu. Sanki her şey kendileriyle birlikte lâl kesilmişti. Yerde ses yok, gökte sükût hâkimdi.
Hz. Âmine, yerde halsiz bir şekilde yatıyordu.
Bir ara Peygamberimiz kendini toparlayarak, “Nasılsın anneciğim?” diye sor­du.
Gönlü şefkat hazinesi anne, biricik yavrusunun üzülmesini istemiyordu. Şiddetiyle kıvranıp durduğu hastalığının ağır ol­duğu hissini uyandırmamak için, “İyiyim canım oğlum, bir şeyim yok” diye cevap verdi.
Bu birkaç kelimelik konuşmadan sonra da kendinden geçti. Artık hastalık, konuşacak takati dudaklarından çekip almıştı. Bir ara “Su” dediği işitildi. Yay­dan fırlayan ok hızıyla Peygamber Efendimiz, aziz annesine suyu yetiştirdi.
Hz. Âmine suyu içti. Su kabıyla birlikte ciğerpâresinin yumuşacık ellerini de tuttu. Gözlerini açtı. Efendimizin nur saçan simasına doya doya baktı ve el­lerini bir anne şef­katiyle okşadı!
Kâinatın Efendisi bir ara, annesini biraz doğrultup, başını kucağına aldı. Gözlerinden akan mübarek yaşlar, annesinin omuzlarına Nisan yağmuru gibi düşüyordu.
Hz. Âmine’nin ruh ve kalbinde feryatlar kopuyor, fırtınalar esiyordu. Koca­sını kaybediş ızdırabına, şimdi de oğluyla vedalaşma hasretini mi ekleyecekti? Bu dayanılmaz bir ızdırap, çekilmez bir dert idi. Kendisini yakalayan hasta­lık­tan daha çok, bu ayrılık onu ya­kıp kavuruyordu! Ama ne yapabilirdi? Bu, İlâhî Kader’in değişmez hükmüydü!
Hz. Âmine, kendisini yakalayan hastalıktan kurtulama­ya­cağını artık anla­mıştı. Son olarak, güneş gibi parlayan nur yavrusunun yüzüne, ayrılık ve has­retin verdiği duygu içinde baktı; ellerini doya doya kokladı ve dilinden şu cümleler döküldü:
“Ey, dehşetli ölüm okundan, Allah’ın yardım ve ihsanıyla yüz deve karşılı­ğında kurtulan zâtın oğlu! Allah, seni aziz ve devamlı kılsın. Eğer rüyada gör­düklerim doğru ise, sen Celâl ve bol ikram sahibi olan Allah tarafından Âde­moğullarına helâl ve haramı bildirmek üzere peygamber gönderileceksin. Sen, ceddin İbrahim’in teslimiyet ve dinini tamamlamak için gönderileceksin. Al­lah, seni milletlerle birlikte devam edip gelen putlardan, putperestlikten koru­yacak ve alıkoyacaktır. Her yaşayan ölür, her yeni eskir; yaşlanan herkes zevâl bulur. Her şey fanidir, gider. Evet, ben de öleceğim. Fakat ismim ebedî yad edilecektir. Çünkü tertemiz bir evlat doğurmuş, arkamda hayırlı bir yad edici bırakmış bulunuyorum.”[1]
Acıklı ve adeta istikbâlden haber veren bu sözlerinden sonra, Hz. Âmi­ne’nin gözleri kaydı ve ruhunu orada Yüce Allah’a teslim etti.
Yer, Mekke ile Medine arasında bulunan Ebva köyü.
Tarih, Milâdî 576...

Hz. Âmine’nin Defni

Sevgili Peygamberimiz ile Ümmü Eymen donakalmışlardı. Adeta dilleri tu­tulmuştu. Konuşan, sadece Kâinatın Efendisinin gözyaşlarıydı.
Ümmü Eymen, bir ara kendisini toparladı ve aziz yavru­nun gözyaşlarını sildi. Sonra da bağrına basarak teselliye çalıştı. “Üzülme, ağlama, canım Mu­hammedim!” dedi. “İlâhî Kader’e karşı boynumuz kıldan incedir. Can da O’nun, mal da; hepsi bize emanet. Emaneti nasıl vermişse öyle de alır.”
Sevgili Peygamberimiz, derin bir iç çektikten sonra, “Ben de biliyorum. Onun hükmüne her zaman boyun eğerim. Fakat anne yüzü, unutulmayacak bir yüzdür. O yüzü tekrar göremem diye üzülüyorum” dedi; sonra da derhal ken­dini toparladı ve gözyaşlarını silerek Ümmü Eymen’e, “Haydi, o, emaneti Sa­hibine teslim etti. Biz de onun na’­şı­nı toprağa teslim edelim, ra­hat etsin” de­di.
Dünyanın en bahtiyar annesi Hz. Âmine’nin cesedini orada toprağın bağ­rı­na tevdi ettiler. Ruhu ise, Kâinatın Efendisini bağrından çıkardığı için kim bi­lir ne kadar yükseklerde meleklerle bayram ediyordu!

Definden Sonra

Annesiz kalan Dürr-i Yetim’i Mekke’ye götürmek vazifesi, dadısı Ümmü Eymen’e düştü.
Ümmü Eymen, yol boyunca ona annesiz kaldığını hissettirme­mek için elin­den gelen gayreti esirgemedi. Onu öz evladıymış gibi bağrına bastı ve teselliye çalıştı. Efendimiz de, adeta onu bir anne kabul ederek, “Anne, anne!” diye ça­ğırırdı. Daha sonraları da her gördüğünde ise, “Annemden sonra annem!” di­yerek iltifatta bulunuyordu.[2]

Hem Anneden, Hem Babadan Yetim!

Nur yüzlü Kâinatın Efendisi, artık hem babadan yetim, hem de anneden öksüz idi. Fakat onun hakikî muhâfızı ve hâmîsi vardı. O Hafîz, onu ömrü bo­yunca kusursuz muhafazası ve eksiksiz murakabesi altında bulunduracak, her türlü tehlike ve sıkıntıdan kurtaracaktır!
“Rabbin, seni yetim bulup da barındırmadı mı?”[3]meâlindeki ayet-i kerime, Peygamber Efendimizin bu halini ha­tırlatır!
Kâinatın Efendisi, yıllar sonra, Hudeybiye Umresi sırasında, yine Ebva’dan geçecektir. Allah’ın izniyle annesinin kabrini ziyaret edip elleriyle düzeltecek­tir. Sonra da teessüründen ağlayacaktır.
Onun mübarek gözlerinden tahassür gözyaşları akıttığını gören sahabeler de ağlayacaklar ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Niçin ağ­la­dı­nız?” diye soracaklardır.
Resûl-i Ekrem, “Annemin benim hakkımdaki şefkat ve merhame­tini dü­şündüm de ağladım” diye cevap verecektir.[4]

Erken Vefatlarının Hikmeti

Burada hatıra şu sual gelebilir:
“Muhterem peder ve valideleri, Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberli­ğine neden yetişemediler ve neden ona iman, kendilerine nasip olmadı?”
Bu suale, Mektûbat isimli eserinde, Bediüzzaman Said Nur­sî Hazretleri şu cevabı verir:
“Cenab-ı Hak, Habib-i Ekreminin peder ve validesini, Kendi keremiyle, Re­sûl-i Ekrem’in (a.s.m.) ferzendane his­sini memnun etmek için, valideynini min­net altında bulundurmu­yor. Valideynlik mertebesinden mânevî evlat mertebe­si­ne ge­tirmemek için, halis ken­di minnet-i Ru­bu­bi­yeti altına alıp, on­ları mesut etmek ve Habib-i Ek­re­mi­ni de memnun etmek­liği rahmeti iktiza et­miş ki vali­dey­nini ve ceddini, ona zâhirî ümmet etmemiş. Fakat ümmetin me­ziyetini, fa­ziletini, saadetini onlara ihsan etmiştir. Evet, âlî bir müşirin [mare­şalin], yüz­ba­şı rütbesinde olan pederi, huzuruna gir­me­si; birbirine zıd iki his­sin taht-ı tesi­rinde bulunur. Padişah, o mü­şir olan yâver-i ek­re­mi­ne merhame­ten, pederini onun maiyetine ver­mi­yor!”[5]

PEYGAMBER EFENDİMİZİN ANNE VE BABASININ İMANLARI MESELESİ

İslam âlimleri, ittifakla şu hususu belirtmişlerdir:
“Hz. İbrahim’den (a.s.) gelen ve Resûl-i Ekrem’i (a.s.m.) netice veren nurani silsilenin fertlerinin hiçbiri, hak dinin nuruna lakayd kalmamışlar ve küfrün karanlıkla­rına mağlup olmamışlardır. Hiçbirinin temiz gönlü, şirk ve küfürle kirlenmemiştir.”[6]
Bu hususu kaydettikten sonra, Sevgili Peygamberimizin baba ve annesinin imanları meselesi üzerinde duralım: Birbirine yakın izahlarla birçok İslam âli­mi, Peygamber Efendimizin muhterem pe­der ve validelerinin ahirette necat ehli olacaklarını açık ve kesin bir şekilde delilleriyle ortaya koymuşlardır. Bu izah tarzlarını şöylece sıralayabiliriz:
1) Hz. Abdullah ile Hz. Âmine, Efendimize peygamberlik vazifesi verilme­den çok evvel vefat etmişlerdir. Dolayısıyla fetret devrinde vefat edenlere ise azap yoktur.[7]
Bir gün, birisi, büyük âlimlerden Şerefüddin Münâ­vî’­ye, “Pey­gamberimizin baba ve annesi cehennemde midir?” diye sorar.
Münâvi Hazretleri, hiddetle, “Resûl-i Ekrem’in peder ve validesi fetret za­manında vefat etmişlerdir. Peygamber gönderilmeden evvel ise azap yoktur” cevabını verir.[8]
Kendisine bir peygamberin daveti ulaşmayan kimsenin ahirette azap gör­meyeceği, ayet ve hadislerle sâbittir.[9]Peygamber Efendimizin peder ve vali­de­le­rine de, geçmiş peygamberlerden hiçbirinin davetinin ulaşmadığı tarihen sâ­bittir. Şu halde, tereddütsüz söyleyebiliriz ki onlar da necat ehlidirler ve ahi­rette azap görmeyeceklerdir.
2) Resûl-i Ekrem’in muhterem peder ve validelerinin şirk ehli oldukları sâ­bit değildir. Belki, onlar, Zeyd b. Amr b. Nü­feyl, Varaka b. Nevfel ve benzerleri gibi, büyük babaları İbrahim’­den (a.s.) gelen inanç ve âdetlerle amel eden “Hanif”­ler­den­dir­ler.
3) Sevgili Peygamberimizin baba ve annelerinin şirk ehli olmadıklarının bir delili de, “Ben, mütemadiyen temiz babaların sulbünden, temiz anaların rah­minden nakloluna geldim”[10]hadis-i şerifidir.
Kur’an-ı Kerim’de müşrikler “necis kimseler” olarak va­sıf­landırılmışlardır.[11]Temizlik ile pislik, iman ile şirk, mü’min ile müşrik arasında tezat bulundu­ğu­na göre, yukarıda kaydettiğimiz hadis ölçüsü ışığında, Resûl-i Ekrem’in ec­da­dından hiçbirinin küfür ve şirk gibi mânevî kirlere bulaşmadığını kabul et­mek vacip olur.[12]
Bütün bunlardan sonra meseleyi şöylece özetleyebiliriz:
“Resûl-i Ekrem’e (a.s.m.) Allah tarafından rahmet olduğu hitap edilirken parlak nübüvvet ve risâlet güneşi henüz doğmadan o apaçık nuru sîne-i ihti­ra­mında taşıyan bir ana babayı, evladının feyz ve nurundan mahrum farz et­mek, hem edebe, hem mantığa muvafık de­ğildir. Hususîyle, Resûl-i Ekrem’in muh­terem anne ve babasının hayatları Câhiliyye devrinde geç­miştir; Risâlet-i Ah­mediy­ye zamanını idrak etmemişlerdir.”[13]
Öyle ise, bu hususta mü’minin bilmesi ve kabul etmesi gereken husus şu­dur:
“Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) peder ve valideleri ehl-i necattır ve ehl-i cennettir ve ehl-i imandır. Cenab-ı Hak, Ha­bib-i Ek­reminin mübarek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendane şefkatini elbette ren­cide etmez.”[14]
Şu dörtlük de bu hakikati pek güzel dile getirmektedir:

İki cihan güneşi, bürc-i saadette iken
Vâlideynine Mevlâ nice vermeye şerefi,
Çeşm-i insaf ile ey dil, nazar et gavvasa
Alıcak dürrini yabana atar mı sadefi?

Manası:
İki Dünyanın Güneşi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) saadet bur­cunda iken, Cenab-ı Hak, anne babasına nasıl şeref ver­mez ki?
Ey gönül! İnsaf gözüyle dalgıca dikkatle bak. İnciyi alır da sa­de­fi­ni hiç ya­bana atar mı?

_______________________________________

[1] İsfahanî, Delâilü’n-Nübüvve, s. 119.
[2] Resûl-i Ekrem Efendimiz, hakkında “Cennetlik bir kadınla evlenmek isteyen, Ümmü Eymen’le evlensin!” buyurduğu Ümmü Eymen’i, daha sonra azat ederek hürriyetine kavuşturmuştur. Bi­rinci kocasının ölümünden sonra da onu Zeyd b. Hârise’yle evlendirdi. Üsame Hazretleri, işte bu evlilikten dünyaya geldi.
[3] Duhâ, 6.
[4] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 116-117.
[5] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 398.
[6] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 397; Tecrid Tercemesi, c. 4, s. 537.
[7] bkz. M. Dikmen - B. Ateş, Peygamberler Tarihi, c. 1, s. 41-43.
[8] Tecrid Terc., c. 4, s. 539.
[9] İsrâ, 15.
[10] Kadı İyaz, c. 1, s. 183.
[11] Tevbe, 28.
[12] Tecrid Tercemesi, c. 4, s. 546.
[13] a.g.e., c. 4, s. 551.
[14] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 398


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget