Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Bütün insanlığa hitap edecek ve bütün dünyayı kucaklayacak bir din, el­bet­te gizli kalamazdı. Madem insanlığı maddî mâ­nevî huzura kavuşturmak için bu din gönderiliyordu; öyle ise, açıktan açığa insanlara bildirilmesi ve teb­liğ edilmesi zarurî idi.
Cenab-ı Hak, kâinatta her şeyi tedric kanununa bağlamış­tır. Bu kanuna ria­yet ve itaat etmeyenlerin zamandan ala­cakları cevap hiç şüphesiz, muvaffaki­yetsizlik olacaktır.
Re­sû­lul­lah Efendimiz de, Allah’tan aldığı tâlimat üzerine bu kanuna riayet etti. Üç sene müddetle peygamberliğini ve İslamiyeti açıktan açığa kimseye bildirmedi ve anlatmadı. Tebliğinde son derece tedbirli ve ihtiyatlı davranıyor, ancak emniyet ettiği kimselere durumunu arz edi­yor­du.
Bu hareketiyle onun İslam’a muvaffakiyet yolunu açtığını da görüyoruz. Üç senelik gizli davet devresinde birçok kimse İslam safında yer almış ve dava­sına güç vermişti.
Üç senelik devreden sonra davetin daha fazla gizli olarak de­va­mında bir maslahat da kalmış değildi. Zira, Ku­reyşli müşrikler tarafından her şey az çok duyulmuştu ve üstelik İslam davası birçok kimseyle bir derece güç kazanmıştı. Buna binaen mukaddes İslam davasını açıklamanın ve tevhid hakikatlerini bü­tün âleme duyurmanın za­manı artık gelmişti.

İlk İş: Yakın Akrabaları Davet

Halkı, İslam’a açıktan davete nereden başlayacağı, Re­sûl-i Ekrem’e bizzat Cenab-ı Hak tarafından vahiyle bildirildi:
 “(Ey Resûlüm!) Sen, önce en yakın akraba ve hı­sımlarını (Allah’ın dinine davet ederek) ahiret aza­bıyla korkut!”[1]
Resûl-i Ekrem, bu işe girişmenin kolay olmayacağını biliyordu. Bu sebeple bir müddet evinden çıkmadı. Bu esnada bir gün Hz. Ali’yi yanına çağırarak, “Yâ Ali! Cenab-ı Hakk’ın, yakın akrabamı azapla korkutmamı emir buyurması, bana çok güçlük verdi. Ben iyi biliyorum ki ne zaman onlara bu işi açmaya kalksam, onların beni hoşlanmadığım bir şeyle ithama kalkışacaklarını görece­ğim!” de­di.
Görülüyor ki Re­sû­lul­lah Efendimiz, davasını açıktan açığa akrabalarına an­latmaya kalkıştığı takdirde onların ithamlarına maruz kalacağı endişesini ta­şı­yor­du. Bunun için de bir müddet evine kapanıp düşünmeyi uygun görü­yor­du. Hatta onun uzun müddet evinden çıkmadığını gören, başta Hz. Safiyye ile di­ğer halaları, durumunu öğrenmek için ziyaretine geldiler. Efendimiz on­lara, “Be­nim hiçbir şeyden şikayetim yok, rahatsız falan değilim. Fakat Allah, bana ya­kın akrabamı, azapla korkutmamı emretti. Ab­dül­mut­ta­liboğullarını toplayıp onları Allah’a imana davet etmek istiyorum!” dedi.
Halaları, “Davet et! Ama sakın, onlardan Ebû Leheb’i davet edeyim deme! Çünkü o, senin davetine asla icabet etmez” diye konuştular. Sonra da, “Biz ni­hayet kadınız” diyerek Re­sû­lul­lah’ın yanından ayrıldılar.

Ziyafet Tertibi!

Davasını açıklama emrini alan Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ali’ye, “Bize sa­dece bir kişilik et yemeği yap ve bir kap da süt doldur; sonra da Ab­dül­mut­ta­liboğullarını topla. Onlarla konuşacağım, emrolunduğum şeyi onlara bildire­ceğim” emrini verdi.
Hz. Ali, emri derhal yerine getirdi.
Sabah olunca, Ebû Tâlib’in evinde —davet edilmemişken Ebû Leheb de dâ­hil— bütün amcalarıyla birlikte ikisi kadın kırk beş ki­şi toplandı.

Bir Mucize

Kapta bulunan et, bir kişilikti. Sadece bir insanı doyuracak kadardı. Kaptaki süt de o kadardı.
Resûl-i Ekrem eti parçaladı ve ziyafette bulunanlara, “Bismillah, buyurun!” dedi.
İstisnasız davette bulunanların hepsi o bir parça etten doyasıya yediler. Bir de ne görsünler? Çok az eksilmiş haliyle et, yine yerinde duruyor! Hayrette kaldılar.
Kaptaki sütü içmeye başladılar. Kanasıya içtiler ve sütün eksilmediğini gör­düler. Şaşırdılar!
Yemek yendikten sonra Peygamber Efendimiz, söze başlamak üzere iken, Ebû Leheb müdâhale etti ve topluluğa hitaben, “Şimdiye kadar böyle bir sihir görmedik! Arkadaşınız, sizi büyük bir büyüyle büyüledi!” dedi.
Sonra da Kâinatın Efendisine hakarette bulunacak kadar ileri gitti ve top­luluğu dağıtmak için ileri geri konuştu.
Peygamber Efendimiz, konuşmaya fırsat bulamadan davette­kiler dağıldılar.

İkinci Ziyafet ve Re­sû­lul­lah’ın Akrabalarına Hitabı

Resûl-i Ekrem, neticesiz kalan birinci ziyafetten sonra ikinci bir ziyafet daha tertipleyerek, yine Hz. Ali vasıtasıyla yakın akrabalarını bir araya topladı.
Yemek yendikten sonra, ayağa kalktı ve “Hamd yalnız Allah’a mahsustur. Ben de O’na hamdederim. Yardımı ancak O’n­dan isterim. O’na inanır, O’na dayanırım. Şeksiz şüphesiz bil­mekle beraber size de bildiririm ki Allah’tan baş­ka ilâh yoktur; O birdir, eşi ve ortağı yoktur” dedikten sonra maksadını şöyle açıkladı:
“Herhalde otlak aramaya gönderilen bir kimse, gelip ailesine yalan söyle­mez. Vallahi, ben bütün insanlara yalan söylemiş olsam (!), yine size karşı ya­lan söylemem! Bütün insanları kandırmış olsam, yine sizi aldatmam! Sizi, O’ndan başka ilâh olmayan Allah’a imana davet ediyorum. Ben de O’nun, hu­su­san size ve umumî olarak da bütün insanlığa gönderdiği peygamberi­yim.”
Maksadını böylece hülâsa eden Resûl-i Ekrem Efendimiz, sözlerine şöyle devam etti:
“Vallahi, siz uykuya daldığınız gibi öleceksiniz, uykudan uyandığınız gibi de diriltilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında iyilik, kötülüklerinizin karşılığında da ceza göreceksiniz. Bu da, ya devamlı cennette veya temelli cehennemde kalmaktır. İnsanlardan ahiret aza­bıyla korkuttuğum ilk kimseler sizlersiniz.”[2]
Peygamber Efendimiz konuşmasını bitirince Ebû Tâlib ayağa kalktı ve “Sa­na severek ve candan yardım edeceğiz! Öğütlerini benimsedik ve kabul­lendik; sözlerini de tasdik ettik. Bu toplananlar, senin atanın oğullarıdır. Ben de haliyle onlardan biriyim. Senin istediğin şeye, onlardan koşacak olanların —andolsun ki— en çabuğu da benden başkası değildir. Sen, emrolunduğun şeye devam et. Vallahi, etrafını kuşatıp seni ko­rumaktan bir an dahi geri dur­mayacağım! Nef­simi, Ab­dül­mut­ta­lib’in dinini bırakmak hususunda bana itaat eder bulmadım. Ar­tık ben, onun öldüğü dinde öleceğim” dedi.
Diğer amcaları da bu sözleri tasdik ettiler ve Efendimizin hoşlanmayacağı hiçbir şey söylemediler. Sadece biri müstesna: İslam davasının başından beri muhalifi bulunan Ebû Leheb, ortaya atıldı ve “Ey Ab­dül­mut­ta­liboğulları!” de­di. “Bu, val­lahi bir kötülüktür! Başkaları onun elini tutup bundan alıkoyma­dan önce, siz onun ellerini tutup bundan vazgeçirin! Eğer, siz bugün ona itaat ede­cek olursanız, zillet ve hakarete uğrarsınız ve onu muhafaza etmeye kalkı­şırsanız, öldürülürsünüz!”
İslam’ın bu azılı düşmanına cevap, Peygamber Efendimizin kahraman ha­lası Hz. Safiyye’den geldi. “Ey kardeşim!” dedi. “Kardeşinin oğlunu ve onun dinini yardımsız, hor ve hakir bı­rakmak sana yaraşır mı? Vallahi, bugün yaşa­yan âlimler, Ab­dül­mut­ta­lib’in neslinden bir peygamberin çıkacağını haber ve­riyorlar. İşte, o peygamber budur!”
Ebû Leheb, kız kardeşinin bu ulvî konuşmasına küstahça, “An­dolsun ki bu boşuna bir umuttur. Zaten, kadınların sözleri, erkeklere ayak bağı ve köstek mesabesindedir. Ku­reyş aileleri ve onlarla birlikte bütün Araplar ayaklandığı zaman, onlara karşı koyacak bizim ne kuvvetimiz var? Vallahi, biz onların ya­nında yutulacak bir lokma gibiyiz!” diye cevap verdi.
Ebû Leheb’in bu konuşmasından Ebû Tâlib fazlasıyla rahatsız oldu. “Ey kor­kak!” dedi. “Vallahi, biz sağ oldukça ona yardım edeceğiz ve onu koruya­cağız.” Sonra da Resûl-i Ekrem Efendimize dönerek, “Ey kardeşim oğlu! Davet etmek istediğin zamanı bilelim; silahlanıp seninle birlikte ortaya çıkarız!”[3]

“Kim Bana Yardımcı Olur?”

O âna kadar sadece konuşulanları dinleyen Peygamber Efendimiz, ayağa kalkarak, “Ey Ab­dül­mut­ta­liboğulları! Vallahi, Araplar içinde benim size getir­diğim, dünya ve ahiretiniz için hayırlı olan şeyden daha üstün ve hayırlısını kavmine getirmiş başka bir kimse bilemiyorum! Ben, sizi dile kolay gelen, mi­zanda ağır basan iki kelimeye davet ediyorum ki o da ‘Eşhedü en lâ İlâhe İl­lallah ve eşhe­dü enne Muhammeden Re­sû­lul­lah [Allah’tan başka ilâh ol­madı­ğına ve Muhammed’in O’nun resûlü olduğuna şe­hâ­det ederim]’ demenizdir” diye konuştu; sonra da, “O hal­de, hanginiz bu yolda bana icabet ederek vezi­rim ve yardımcım olur?”[4]diye sordu.
Kimseden ses çıkmadı. Bütün başlar öne eğildi. Gözler. Pey­gam­be­ri­mize bakacak takati kendilerinde bulamıyordu. Sadece biri vardı, Re­sû­lul­lah’ın mü­barek gözlerine dikkatle bakan... Bu, henüz 12-13 yaşlarında bulunan Hz. Ali idi. Ayağa kalktı. Fakat Pey­gam­be­ri­miz ona, “Sen otur” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, sualini üç sefer tekrarladı. Üç seferinde de cevap sadece Hz. Ali’den geldi: “Yâ Re­sû­lal­lah! Sana, ben yar­dımcı olurum! Her ne ka­dar bunların yaşça en küçüğü isem de!”[5]
Bu söze kimisi dudak büktü, kimisi hayret etti, kimisi de alaylı alaylı gü­lümsedi: Sonra da hadiseyi ciddiye almadan toplantıyı terk ettiler!
Hz. Ali’nin küçük yaşındaki bu kahramanlık ve cesareti Nebiyy-i Muhte­rem Efendimizi fazlasıyla sevindirdi. Toplantıdan istediği neticeyi alamamak­tan do­layı ise ne üzüldü ve ne de ye’se kapıldı. Zira, vazifesinin sadece hak ve hakikati tebliğ etmek olduğunu biliyordu. Hidayeti ise ancak Cenab

_________________________________________________

[1] Şuarâ, 214.
[2] Taberî, Tarih, c. 2, s. 217; İbn Kesir, Sîre, c. 1, s. 457-459.
[3] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 1, s. 285.
[4] Taberî, a.g.e., c. 2, s. 217; İbn Kesir, Sîre, c. 1. s. 459.
[5] Taberî, a.g.e., c. 2, s. 217; İbn Kesir, a.g.e., c. 1, s. 459.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Habbâb b. Eret, Ümmü Anmar adında İslam düşmanı bir kadının azatlı kö­le­siydi. Demirci idi, kılıç yapardı. Peygamber Efendimizle öteden beri görü­şür ve konuşurdu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz henüz Dârü’l-Erkam’a yerleşmediği bir sırada ge­lip Müslüman oldu.
O günlerde Müslüman olmak ve hele Müslümanlığını ilan etmek demek, malından ve canından olmayı göze almak demekti. Buna rağmen, Hz. Habbab, zerre kadar korku eseri göstermeden İslam’la şereflendiğini kahramanca ilan ve izhar etti.

İşkence

Ku­reyşli müşrikler, Müslüman olduğunu duyunca, onu da eziyet ve işken­ce­lere tâbi tuttular. Ümmü Anmar, hiddetinden çıldıracak gibiydi. Onu bağ­lat­tı, ateşte kızdırttığı demirle başını dağlattı. Hz. Habbâb, geçim vasıtası olan mes­leğiyle şimdi işkenceye uğruyordu! Ama nâfileydi! Onun gönlü iman ate­şiyle çoktan tutuşmuştu.
Bir gün çıkıp Re­sû­lul­lah’ın huzuruna geldi. Ümmü An­mar’­dan ve başının ızdırabından şikayet etti. Peygamber Efendimiz, “Yâ Rab! Habbab’a yardım et!” diye dua etti.
Bu duanın hemen akabinde Ümmü Anmar, şiddetli bir baş ağrısına mübtelâ oldu. Ağrının ızdırabından inler, dururdu. Sonunda kendisine, başını ateşle dağlaması tavsiye edildi. Hz. Habbab da bir müddet onun başını dağladı.

Hz. Habbâb, Ateş Alevi İçinde

Merhametten mahrum müşrikler, bir gün Hz. Hab­bâb’­ın gözleri önünde ko­caman bir ateş yaktılar. Onu ateşin üzerine yatırıp, ayaklarıyla göğsüne bastı­lar. Bir müddet öyle bıraktılar.[1]
Seneler sonraydı. Hz. Ömer, İslam’ın halifesi idi. Yanında Hz. Habbâb bulun­duğu bir sırada, İslam uğruna çektikleri eza ve cefayı kastederek, “Yer­yüzünde şu meclise bundan daha lâyık ve müstahak olan, sadece bir tek adam vardır” diye konuştu. Hz. Habbâb merak edip, “Yâ Emî­re’l-Mü’minîn! Kimdir o?” diye sordu.
Hz. Ömer, “Bilâl’dir” diye cevap verdi.
Hz. Habbâb, “Yâ Emîre’l-Mü’minîn! O benim kadar işkence çekmemişti! Çünkü müşriklerin eziyetlerinden Bilâl’i koruyan vardı. Benim ise, koruyucu hiçbir kimsem yoktu ve olmadı da...” dedikten sonra müşrikler tarafından ateş içine yatırılması­nı da şöyle anlatmıştı:
“Bir gün müşrikler beni tuttular. Ateş yaktılar. Ateşin içine beni sırtüstü ya­tırdılar. Sonra adamın biri göğsümün üzerine bastı. Yer soğuyuncaya kadar da beni bırakmadı!” Bu sözlerinden sonra da Hz. Habbâb, sırtını açtı. Ateş yanık­la­rından, sırtı alaca olmuştu!

Pey­gam­be­ri­mize Başvurması

Her türlü eziyet ve işkenceye rağmen Hz. Habbâb, iman ve İslami­yetinden zerre kadar tâviz vermiyor, Allah’­a ve Resûlüne sonsuz muhabbetini izhar et­mekten çekinmiyordu. O, bir köle idi. Müşriklerle başa çıkacak durumda de­ğildi. Maruz kaldığı eza ve cefalardan dolayı Re­sû­lul­lah’a başvurmaktan baş­ka elinden hiçbir şey gelmiyordu. Bir gün öyle yaptı. Efendimizin huzuruna çıka­rak, “Yâ Re­sû­lal­lah! Çektiğimiz şu işkencelerden kurtulmamız için Allah’a dua etmez misin?” dedi. Resûl-i Kibriya Efendimiz hem ibret, hem de müjde dolu şu cevabı verdi:
“Sizden önceki ümmetler içinde öyle kimseler vardı ki demir tarakla bütün derileri, etleri soyulup kazınırdı da bu işkence yine onu dininden döndüre­mezdi. Testereyle tepesinden ikiye bölünürlerdi de, yine bu işkenceler onları dinlerinden geri çeviremezdi. Allah, elbette bu işi (İslami­ye­ti) tamamlayacaktır ve bütün dinlerden üstün kılacaktır. Öyle ki hayvanına binip San’a’dan Hadramut’a kadar tek başına giden bir kimse, Allah’tan başkasından korkma­yacak, koyunları hakkında da kurt saldırmasından baş­ka hiçbir endişe duyma­yacaktır. Fakat siz acele ediyorsunuz.”[2]

Âs b. Vâil’e Verdiği Cevap

Hz. Habbâb’ın, azılı müşriklerden Âs b. Vâil’den mühim­ce bir alacağı vardı. Bir gün gidip alacağını istedi. Bu azılı müşrik, “Muhammed’i inkâr etmedikçe, sana olan borcumu ödemeyeceğim!” de­di. Hz. Habbâb, “Ben her şeyimden vaz­geçerim, yine de ölünceye kadar ve öldükten son­ra dirilinceye kadar onu red ve inkâr etmem!” diye cevap verdi. Bunun üzerine Âs b. Vâil, “Ben, öl­dükten sonra diri­lecek miyim? Eğer böyle bir şey olacaksa, sabret! Diriltilip malıma ve evladıma tekrar kavuştuğum o gün, sana olan borcumu öderim!”[3]diye küstahça konuştu. Âs b. Vâ­il’in bu sözleri üzerine Cenab-ı Hak, indirdiği ayet-i kerimelerde şöyle buyurdu:
“Şimdi şu ayetlerimizi ve ‘Elbette bana mal ve evlat verilecektir!’ diyen adamı gördün mü? O, gayba muttali mi olmuş? Yoksa Rahmân’ın huzurunda bir söz mü almış? Hayır, öyle değil. Biz, onun dediğini yazacağız ve azabını da çoğalttıkça çoğaltacağız! Ve o söy­lediği şeyleri hep elinden alacağız da, o bize tek başına gelecektir!”[4]
Hz. Habbâb, her türlü tehlikeyi göze alarak Müslümanlığını ilan ettiği gibi, çekinmeden yeni Müslümanlara Kur’an-ı Kerim’i okutmak ve öğretmekle de meşgul olurdu. Hz. Ömer, elinde yalın kılıç, eniştesi ve kız kardeşinin evine hı­şımla girdiği zaman da, yine bu fedakâr sahabe, onlara yeni inen ayetleri oku­yor ve öğretiyordu.

_____________________________________
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 165.
[2] Buharî, Sahih, c. 4, s. 238-239.
[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 164-165.
[4] Meryem, 77-80.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İslam’ın ebedî nuru, gizliden gizliye ruhları sarmaya ve gönülleri fethet­meye devam ediyordu. İlk Müslümanlar bütün samimi­yet­le­riyle Hz. Re­sû­lul­lah’ın muallimliğinde İlâhî davayı öğrenmeye ve yaşamaya çalışıyorlardı.
Peygamber Efendimiz, henüz davasını âşikâre ilan etmemişti; ama buna rağ­men, Mekke’nin dışında da birçok yerden, bek­lenen Son Peygamberin zu­hur ettiğine dair haber duyanlar vardı. Bunlar­dan biri de, Gıfar kabilesine men­sup Ebû Zerr idi.
Ebû Zerr, Câhiliyye devrinde de putlara tapmaktan nef­ret eden ve seneler­den beri hak ve hakikati arayan, Araplar­ın güzide şâirlerinden biriydi. Duy­duğu haber üzerine önce, aradığı rehber zâtın Mek­ke ufuklarında parlayan zât olup olmadığını anlamak maksadıyla kendisinden de üstün bir şâir olan kar­deşi Üneys’e, “Haydi, Mek­ke’ye, zuhur ettiği söylenen zâta git, kendisiyle bir gö­rüş ve onun hakkında bana haber getir” diyerek onu Mekke’ye gönderdi.
Üneys, kardeşinin bu tâlimatı üzerine Mekke’ye geldi ve Peygamber Efen­di­mizle görüşüp konuştuktan sonra geri döndü.
Ebû Zerr, “Ne haber getirdin? Halk onun hakkında ne söy­lü­yor?” diye sor­du.
Üneys, “Gördüğüm zât, halka iyilikte bulunmayı, kötülükten sakınmayı tav­siye ediyor ve güzel ahlâkı duyuruyor” dedikten sonra, sözlerine şöyle de­vam etti:
“Halk, ‘Şâirdir, kâhindir, sâhirdir’ diyor! Ama ben kâhinlerin sözlerini işit­tim. Onun söyledikleri kat’iyyen kâhinlerin sözlerinden değildir. Söyledikle­rini, şâirlerin de her türlü şiirleriyle kıyas ettim; aralarında hiçbir benzerlik görmedim. Onun söyledikleri şiirden başka, apayrı bir şey! Bundan sonra ona şâir demek kimsenin ağzına ya­kışmaz. Hülâsa, yeminle derim ki Muhammed (a.s.m.) sâdıktır; ona çeşitli ithamlara yeltenenler ise kâziptir, yalancıların ta ken­dileridir.”[1]
Ebû Zerr kardeşine, “Sen” dedi. “Beni rahatlatıcı fazla bir malumat getir­me­din. Ama yine de gidip onu bizzat görmeliyim!”
Üneys, onu ikaz etti: “Gitmesine git, ama kendini Mekke halkından kolla! Çünkü onlar Muhammed’e karşı düşman cephesi kurmuşlardır!”
Bundan sonra Ebû Zerr, eline asâsını, sırtına bir su kırbası ile bir azık da­ğar­cığı alarak yola düştü. Çölleri aşa aşa gelip Mekke’ye kavuştu ve doğruca Kâ­be’ye gitti. Resûl-i Ekrem’i aradı, fakat tanımadığı için bulamadı. Kimseye sor­­maya da cesaret edemedi; hem de uygun bulmadı. Çünkü kardeşinin de söy­­le­diği gibi, Mekke’de Müslümanlarla müşrikler arasında şiddetli bir müca­dele vardı ve Müslümanlar çok nâzik bir devreyi yaşıyorlardı.
Mescid-i Haram’da kalmaktan başka bir çaresi yoktu. Öyle yaptı. Açlığını ise zemzem suyu içerek gideriyordu.
Bir aralık Hz. Ali, onu Mescid-i Haram’ın bir köşesinde büzülmüş halde gördü. Yanından geçerken, kendi kendine, “Zannımca bu adam uzak bir yol­dan gelmiştir” diye konuşunca Ebû Zerr, “Evet” dedi. “Uzak bir yoldan gelmi­şim!”
Hz. Ali, “Gel, evimize gidelim” dedi ve onu alıp evinde misafir etti. İkisi de ihtiyatlı ve tedbirli davrandıklarından o geceyi birbirlerine açılmadan geçirdi­ler.
Sabah olunca Ebû Zerr, yine Re­sû­lul­lah Efendimizi sorup bulmak için Mescid-i Haram’a gitti; fakat aynı şekilde hiç kimseden Efendimiz hakkında bir malumat alamadı.
Yine aynı köşede ümitsiz bir vaziyette beklerken yanına Hz. Ali uğradı; tek­rar kendi kendine, “Bu adamcağızın hâlâ yerini öğrenmek zamanı gelmedi mi?” diye konuştu. Bunun duyan Ebû Zerr, “Hayır...” dedi.
Bunun üzerine Hz. Ali aynı şekilde, “Haydi, öyle ise bize gidelim” dedi ve alıp evine misafir götürdü.
Bu sefer birbirlerine açıldılar. Önce Hz. Ali, “Nereden ve niçin geliyorsun?” diye sordu.
Ebû Zerr, “Eğer, gizli tutacağına söz verirsen, sana anla­tırım!” de­di.
Hz. Ali, “Emin olabilirsin” karşılığını verince, Ebû Zerr asıl maksadını açık­ladı. “Ben” dedi. “Gıfar kabilesindenim. Buradan pey­gamberlik iddiasında bu­lunan bir zâtın zuhur ettiği haberini duy­dum. Bizzat onu görüp konuşayım, diye geldim!”
Samimi maksadını anlayan Hz. Ali, “Sen, bu hareketinle akıllılık ettin, doğ­ruyu buldun!” diye konuştuktan sonra, “Ben” dedi. “Şimdi Re­sû­lul­lah’ın ya­nı­na gidiyorum. Sen de peşimden gel! Benim girdiğim yere sen de gir! Eğer ben yolda sana zarar vereceğinden korktuğum birisini görürsem, pabucumu dü­zel­tir gibi bir duvara yönelir dururum. O zaman sen beni beklemezsin, yü­rür gi­dersin!”
Evden çıktılar. Hz. Ali önde, Ebû Zerr ise onu arkadan takip ediyordu. Hiç­bir anormal durumla karşılaşmadan Hz. Re­sû­lul­lah’­ın huzuruna vardılar.
Ebû Zerr,“Selam, sana olsun ey Allah’ın Re­sûlü!” dedi.[2]
Resûl-i Ekrem, “Allah’ın rahmeti, senin üzerine de olsun” dedikten sonra, “Sen kimsin?” diye sordu.
Ebû Zerr, “Ben, Gıfar kabilesindenim” diye cevap verdi.
“Ne zamandan beri buradasın!”
“Üç gün üç geceden beri buradayım!”
“Seni kim doyuruyor?”
“Tek yiyeceğim zemzem suyu idi. Şişmanladım bile! Hiç açlık ve susuzluk duymadım!”
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Zemzem, mübarek, doyurucu bir yiyecektir” buyurdu.
Sonra Ebû Zerr, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bana İslam’ı anlat” dedi.
Re­sû­lul­lah Efendimiz, İslamiyeti kendilerine anlatınca, derhal şehâdet geti­rerek Müslüman oldu.[3]

Müslümanlığını İlân Etti!

Şehâdet getirerek İslam’la şerefyab olan Hz. Ebû Zerr’e, ihtiyat ve tedbiri asla elden bırakmayan Re­sû­lul­lah’­ın tavsiyesi şu oldu:
“Yâ Ebû Zerr! Sen, şimdilik bu işi gizli tut! Ve memleke­tine dön, git! İşi açı­ğa vurduğumuzu haber aldığın zaman gel!”
Vecd ve heyecan mâdeni haline gelen Hz. Ebû Zerr, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Seni hak peygamber olarak gönderen Al­lah Teâlâ’ya yemin olsun ki ben bunu müşriklerin arasında açıkça ilan edeceğim!” Sonra da kalkıp doğruca Kâbe’ye koştu ve müşriklere karşı per­vasızca, “Ey Ku­reyş top­luluğu! Ben şehâ­det ede­rim ki Allah’tan başka ilâh yok ve Muhammed, O’nun Resûlüdür!” diye hay­kırdı.
Bu kahramanca haykırış, müşrikleri hiddetlendirdi. Hep birden üzerine çul­landılar ve onun bayıltıncaya kadar dövdüler. Eğer, henüz o sırada İslamiyete girmemiş olan Hz. Abbas, ye­tişip, Gıfar kabilesine mensup oldu­ğunu ve bu ka­bilenin de Şam ticaret yoluna hâkim bulunduğunu söyleme­seydi, onu öldüre­ceklerdi!
Fakat imanın verdiği cesaret ve heyecana sahip Hz. Ebû Zerr’i, bu darbeler de yıldırmadı. İkinci gün aynı şekilde ve ay­nı yerde, yine müşriklere karşı Al­lah’ın varlık ve birliğini, Hz. Re­sû­lul­lah’ın da O’nun hak peygamberi oldu­ğunu pervasızca haykırdı. Tekrar müşriklerin ağır darbelerine maruz kaldı. Yine araya Hz. Abbas girdi ve “Yazıklar olsun size! Siz, Gıfar kabilesinden bi­rini mi öldürmek istiyorsunuz? Onların sizin ticaret yeriniz ve yolunuz üze­rinde bulunduğunu bilmiyor musunuz?” diyerek onu müşriklerin merhamet­sizce savurdukları darbelerden kurtardı.[4]
Bu hadiseden sonra Hz. Ebû Zerr, kavim ve kabilesini hak dine davet etmek üzere yurdunun yolunu tuttu. Hicret’in altıncı yılına kadar da orada kaldı. Bu sebeple Bedir, Uhud ve Hendek Gazâlarında bulunamadı. Fakat bunlardan sonraki gazâlarda Resûl-i Ekrem Efendimizin yanından ayrılmadı.

_______________________________________________________
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 4, s. 224; Müslim, Sahih, c. 7, s. 153-154.
[2] İslam’da bu türlü ilk selam veren zât, Ebû Zerr Hazretleridir.
[3] İbn Sa’d, Tabakat, c. 4, s. 224-225; Müslim, Sahih, c. 7, s. 153-154.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4. s. 255.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget