Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

İlk Müslümanların maruz kaldıkları bu işkence, eziyet ve hakaretler, karşı karşıya bulundukları güçlükler ve maniler, Allah tarafından aynı zamanda bi­rer imtihandı. Mesele sadece “İman ettim” demekle bitmiyordu; imandaki sa­dâkat, samimiyet ve sabırlarının da ölçülmesi gerekiyordu!
Öylesine güçlükler, işkence ve eziyetler olacak ki gerçekten iman etme ar­zusunu ruhunda taşıyanlar, bütün bunlara aldırmadan iman edecekler; bu ar­zuyu ciddi olarak gönüllerinde taşımayanlar ise, halis mü’minlerden ayrıla­caklardı.
Nitekim şu ayet-i kerime de bu hususa işaret eder:
“Doğrusu Biz, onlardan evvelkileri de (çeşitli musibetlerle) denedik. Allah (imtihan suretiyle imanında) sâdık olanları da muhakkak bilecek, yalancı olan­ları da elbette bilecek.”[1]
Demek ki imanında samimiyetin en mühim bir ölçüsü, karşılaştığı güçlük­ler, işkence, eziyet ve ızdıraplar karşısında boyun eğmemektir.
Dayanılmaz işkenceler, hakaretler, eziyet ve zulümler, Allah’a imanın ve Resûlüne tâbi olmanın gerçek şuuruna eren hakikî Müslümanların cesaretini kıramıyordu. Onların hidayet dairesinde sebat etmelerine ve başkalarının da o daireye koşmasına mani olamıyordu. İşkenceler, eziyet ve hakaretler, adeta İs­lam ateşinin daha gür yanması, daha kuvvetli parlaması için birer odun me­sabesine geçiyordu. Onlar eziyet ve işkencelerine devam ettikçe, İslam davası da bir başka hızla gelişiyor, yayılıyor, ruh ve gönüller üzerindeki nurdan sal­tanatını devam ettiriyordu.
Şurası muhakkaktır ki zor ve tahakküm hiçbir zaman, hiçbir devirde de­vamlı olarak hak ve hakikati yenememiş, boğamamış ve kendine esir edeme­miştir; aksine, hak ve hakikat, çoğu kere zoru da, tahakkümü de, zulüm ve zul­meti de yenmiş, yok olmaya mahkûm etmiştir.
Asr-ı Saadet Müslümanlarının dayanılmaz işkence ve zulümler karşısında gösterdikleri eşsiz cesaret, engin sabır ve harika metanet, cidden insaf ve basî­ret sahiplerinin göz­lerini yaşartacak bir ulvîyete sahiptir ve günümüz Müs­lü­manları için de birçok ibreti hâvîdir.
Öyle ki İtalyan Muharrir-Tarihçi Leone Caetani gibi azılı bir İslam düşmanı bile, şu itirafı yapmaktan kendini alamamıştır:
“Hayret, hayrettir ki aralarında bir tane bile dönek yoktur!”
Asıl hayret edilecek husus ise, böyle bir itirafta bulunan muharririn, İslam’a gönlünü ve kalemini teslim edeceği yerde, düşmanlıkta devam etmesi, adeta gündüzün ortasında güneşi görmemek için gözünü kapamasıdır!

___________________________________

[1] Ankebut, 3.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Efendimizin peygamberliğinin 5. senesi...
Milâdî 615...
Ku­reyş müşriklerinin Müslümanlar üzerindeki baskı, eziyet ve işkenceleri gün geçtikçe artıyordu. Müslümanlar dinî vazifelerini ve ibadetlerini rahat ve serbest bir şekilde ifa edemez bir durumla karşı karşıya gelmişlerdi.
İslam ve imanın tâlimi, Allah’a ibadet ve taatin serbestçe yapılabilmesi için emin bir yer gerekliydi. Allah Resûlü, bizzat bu emin yeri aradı ve tespit etti: Safâ tepesinin doğusunda dar bir sokak için­de bulunan ilk Müslüman Er­kâm b. Ebî’l-Erkâm b. Esed’in evi... Bu ev, giriş çıkışlar için elverişli, etraftan gelen gidenlerin kolay­ca kontrol edilebileceği emin bir yerdi.
Artık Kâinatın Efendisi Pey­gam­be­ri­miz burada muallim, ilk Müslümanlar da talebe idiler. Burada öğrendiklerini imkân ve fırsat dâhilinde başkalarına da duyuruyor ve aktarıyorlardı. Böylelikle Dârü’l-Erkam’ı, Nebiyy-i Ekrem Efen­dimizin hocalığını yaptığı ilk medrese, ilk İslam üniversitesi saymak müm­kün­dür!
Hz. Ömer’in İslam’la şereflenmesine kadar, Resûl-i Ekrem, İslam’ı öğretme ve anlatma vazifesini burada yürüttü. Başta Hz. Ömer olmak üzere birçok kim­se bu evde Müslüman olma şerefine er­diler.
Dârü’l-Erkam’ı Erkâm b. Ebî’l-Erkâm Hazretleri, hiç satılma­mak ve tevârüs olunmamak şartıyla vekil olarak oğluna bırakmıştır.
İslam tarihinde büyük ehemmiyeti hâiz bulunan bu ev, bugün Kâbe karşı­sında, “Dârü’l-Hayzuran” adıyla anılmakta ve dinî bir okula tahsis edilmiş bu­lunmaktadır.[1]

YÂSİR AİLESİNİN BAŞINA GELENLER

Yâsir, Mekke’ye Yemen’den gelmişti.
Burada, Mahzumoğullarından Ebû Huzeyfe b. Muğî­re’nin himâyesine gir­mişti. Sonradan Ebû Huzeyfe onu, cariyesi Sü­mey­ye’y­le evlendirmişti. Bu evli­likten iki erkek çocuğu dünyaya geldi: Ammar ve Abdullah...
Bütün fertleriyle saadet dairesine giren bu aileye, başta Mahzumoğulları ol­mak üzere bütün müşrikler, çekilmez işkenceler, dayanılmaz eziyetlerle göz açtırmıyorlardı. Mahzumoğulları, iman ve İslam’dan vazgeçsinler diye, gü­ne­şin her tarafı sıcaklığıyla kavurduğu bir sırada, adeta cehennem ateşi kesilen taşlıkta onlara işkence ediyorlardı.

Pey­gam­be­ri­miz, Sabır Tavsiye Ediyor!

Yine bir gün Yâsir ailesi, işkence altında zâlim müşrikler tarafından inletilir­ken, Resûl-i Ekrem Efendimiz üzerlerine çıkageldi. Yürekler parçalayıcı bu du­rum karşısında, “Sabredin ey Yâsir ailesi! Sabredin ey Yâsir ailesi! Sabredin ey Yâsir ailesi! Sizin mükâfatınız cennettir. Sab­redin ey Yâsir ailesi!” diyerek sabır tavsiyesinde bulun­du.
İşkence altında kıvranan Yâsir, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Bu iş daha ne za­mana kadar böyle sürüp gidecek?”
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu suale, “Allahım, Yâsir ailesinden rahmet ve mağfiretini esirgeme” duasıyla karşılık verdi.
Bu hadiseden bir müddet sonra Hz. Yâsir, dayanılmaz işkenceler altında iz­zetiyle ruhunu Rabbine teslim etti. Böylece, “Müslüman erkeklerden ilk şehit” şerefi kendisinin oldu.
Oldukça yaşlanmış, zayıf ve nahif bir kadın olan, Yâsir’in hanımı Sümeyye de, işkence etsin diye Ebû Cehil’e havâle edilmişti.
Ebû Cehil, işkenceden işkenceye uğrattığı bu yaşlı, zayıf ve kimsesiz kadına küstahça ve âdice, “Sen, güzelliğine âşık olduğun için Muhammed’e iman et­tin!” diyordu.
Bu âdice ithama, iman âbidesi kesilmiş Hz. Sümeyye, bir müşriğe söylenebi­le­cek en ağır lâflarla mukabele edince, Ebû Cehil hiddete geldi ve elin­deki mız­rağı saplayarak şehit etti. Hz. Sümeyye de böylece, “kadınlardan ilk şehit” ol­du.

Ammar’ın Başına Gelenler

Ammar’ın çektikleri de yürekler parçalayıcı idi: Demir bir gömlek giydirili­yor, güneşin yeryüzünü bütün sıcaklığıyla kavurduğu sırada dışarı çıkartılıyor ve demir gömlek içinde ilikleri eritiliyordu.
Bu işkencelerden bir an olsun kurtulan Ammar, soluğu Nebiyy-i Ekrem’in yanında alıyor ve kendisinden bir teselli bekliyordu. “Azabın her türlüsünü tattık yâ Re­sû­lal­lah!” diyerek halini arz ediyordu. Resûl-i Ekrem, yine sabır tavsiye ediyor ve şöyle dua ediyordu:
“Allahım, Ammar ailesinden hiç kimseye cehennem azabını tattırma!”
Hz. Ammar’a revâ görülen işkence çeşitlerinden biri de ateşle dağlanması idi. Yine bir gün böyle bir işkence altında kıvranırken Peygamber Efendimiz rastgeldi. Mübarek elleriyle Am­mar’ın başını sığayarak ateşe, “Ey ateş! İbra­him’e (a.s.) serin ve selamet olduğun gibi Ammar’a da öyle ol!” diye dua etti. Sonra da Ammar’a, şu haberi verdi:
“Ey Ammar! Sen (bu işkencelerle) ölmeyecek, uzun bir müd­det yaşayacak­sın. Senin ölümün, azgın bir topluluğun[2]eliyle olacaktır.”[3]

“Kalbimde İman Ferahlığı Var!”

Yine bir gün Ammar, uğradığı işkenceden dolayı ağlıyordu. Bu haliyle onu gören şefkat timsâli Peygamber Efendimiz, mübarek elleriyle gözyaşlarını sil­di; sonra da, “Seni kâfirler tuttu da suya mı bastı? Onlar, seni bir daha tu­tar da sana şöyle şöyle derler ve işken­ce­lerine devam ederlerse, sen de onlara iste­dik­lerini söyle ve kurtul” dedi.
Bu, hayatını zâlim müşriklerin elinden kurtarmak için Ammar’a bir müsa­ade idi!
Bu müsaadenin verilişinden bir müddet sonra, Ammar yine müşrikler tara­fından yakalandı ve işkenceden işkenceye uğratıldı. İşkence edilirken de ken­disine şu teklif yapılıyordu:
“Muhammed’e küfretmedikçe, Lât ve Uzzâ’ya tapmanın da onun dininden hayırlı olduğunu söylemedikçe, sana işkence etmekten asla vazgeçmeyeceğiz!”
Zavallı Ammar’ın dilinden, çaresiz olarak müşriklerin söyledikleri döküldü. Muradlarına eren gaddarlar, Am­mar’ı serbest bıraktılar.
İşkence ve azap yükü altında ezilmekten kurtulan Am­mar, doğruca Resûl-i Ekrem’in huzuruna vardı. Efendimiz kendisine, “Kurtulduğun, yüzünden bel­li!” deyince, ce­vabı şu oldu:
“Hayır, vallahi kurtulmadım!”
Peygamber Efendimiz, “Niçin?” diye sorunca da Am­mar, “Ben, senden vaz­geçirildim. Lât ve Uzzâ’nın da senin dininden hayırlı olduğunu bana söylet­tirdiler!” karşılığını verdi.
Ammar üzgündü, Ammar şaşkındı. Dünya başına yıkılacakmış gibi, heye­can ve korku içinde Resûl-i Kibriya’nın huzurunda dikilmiş, duruyordu. Müş­riklerin işkence ve eziyetlerinden kurtulmuştu, ama şimdi başka bir tehlikeyle karşı karşıya gelmişti!
Resûl-i Ekrem, “Müşriklerin dediklerini söylerken kalbini nasıl buldun?” diye sordu.
Ammar’ın kalbinden kopup gelen cevabı şu oldu:
“Kalbimi iman ferahlığı ve rahatlığında, dinime bağlılığımı da de­mirden daha sağlam buldum!”
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Sana vebâl yok ey Ammar! Eğer, onlar seni yine yakalar, bunu sana tekrarlatmak ister­lerse, sen de söylediklerini tekrarlayıp kurtul!”[4]diyerek Am­mar’ın hem gönlünü, hem yüzünü ferah ve sü­rura garketti.
Bu hadise üzerine Yüce Allah, şu meâldeki ayetini inzal buyurdu:
“Kalbi imanla karar bulmuş olduğu halde (küfür kelimesini söylemeye) zor­lananlar (ve böylece yalnız dilleriyle söyleyenler) müstesna, kim Allah’a küfre­derse onlara şiddetli bir azap var; fakat küfre bağrını açanlar üzerine, Al­lah’tan bir gazab ve kendilerine çok büyük bir azap vardır.”[5]
Şu halde, kalbi imanla karar bulmuş bir mü’mine burada bir ruhsat tanın­maktadır: O da, düşman tarafından canının veya herhangi bir âzâsının yok edilme tehlikesi bahis mevzu olduğu zaman, yalnız diliyle küfür kelimesini söylemesi câizdir. Ancak bunun, kalbin imanla mutmain olması şartıyla bir ruhsat olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Bunun yanında, hakkı söylemek ve di­nin izzetini korumak için helâk olmayı göze alıp küfür kelimesinin lisanla da­hi olsa söylenmemesi azimettir. Bu hususta ruhsatla değil de, azimetle amel et­mek ise, daha faziletli bir hareket sayılmıştır.[6]

HZ. EBÛ BEKİR’İN İŞKENCEYE MARUZ KALIŞI

Re­sû­lul­lah Efendimiz, bir gün Dârü’l-Erkam’da ilk Müs­lümanlardan birço­ğuyla oturuyordu. Başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere hepsinin gönlünde, “tev­hid davasını müşriklere karşı açıklamak” ar­zusu, bir iştiyak halini almıştı. Bu­nu gerçekleştirmesi için Resûl-i Kibriya Efendimizden ricada bulundular. Fa­kat Hz. Re­sû­lul­lah, tedbiri elden bırakmak istemiyordu. Henüz böyle bir ha­re­ket için zamana ihtiyaç vardı. “Biz henüz azız, bu işe yetmeyiz!” diye ko­nuştu.
Fakat imanın taptaze heyecan ve şevkini tertemiz gönüllerinde taşıyan bu yeni Müslümanlar, yerlerinde adeta duramaz hale gelmişlerdi. Bunu hisseden Fahr-i Âlem Efendimiz, sonunda kendileriyle birlikte Mescid-i Haram’a gitti. Bir tarafa oturdular. Müşriklerden bir topluluk da oradaydı.
Allah ve Resûlüne iman aşkıyla yanıp tutuşan Hz. Ebû Bekir, kal­binin derin­liklerinden kopup gelen gerçekleri insanlara duyurmak arzusunun önüne geçemedi ve orada müşriklere dönerek, Allah’a imanın ulvîyet ve kutsîyetini, buna karşılık puta tapmanın pespâyeliğini ve onlara hürmet etmenin sefâletini haykırdı.
Müslümanlara karşı kin ve düşmanlık ile dolu olan müş­rikler, Hz. Sıddık’a saldırdılar, her tarafını kan revan içinde bıraktılar. Ellerinden, ancak kabilesi Teymoğullarından birkaçının araya girmesiyle kurtulabildi.
Demirli ayakkabıların darbelerine maruz kalan Hz. Ebû Bekir, kendinden geçmişti. Baygın bir halde evine götürdüler. Gün boyu baygın kaldı ve ancak akşamüzeri ken­di­ne gelebildi.
Sanki, onca darbelere maruz kalan kendisi değilmiş, sanki yüzü gö­zü kan revan içinde bırakılan bir başkasıymış gibi, dudaklarından dökülen ilk cümle­ler şunlar oldu:
“Re­sû­lul­lah ne yapıyor, ne haldedir? Ona dil uzatmışlardı, hakaret etmiş­ler­di!”
Hz. Ebû Bekir, bu sözleriyle Hz. Re­sû­lul­lah’a olan sadâ­katinin şâheser bir ör­neğini veriyordu. Kan revan içindeki haline bakmadan, yara berelerinin acı­sına sızısına aldırmadan, Nebiy­y-i Zîşan’ın du­rumunu öğrenmek istiyordu; hem de o Nebiyy-i Muh­terem’e şiddetle muhalefet edenler arasında...
Kendisine yemek teklifinde bulundular; “Aç kaldın, susuz kaldın! Bir şeyler yiyip içmez misin?” dediler.
O ise hep, “Re­sû­lul­lah ne haldedir, ne yapıyor?” diye so­ruyordu.
Annesinin, Resûl-i Ekrem’in davasından haberi yoktu. Henüz iman etme­yenler arasında bulunuyordu. Nasıl olursa olsun, Allah Resûlünün durumunu öğrenmeliydi. Annesine, “Git” dedi. “Hat­tab’­ın kızı Ümmü Cemil’e sor. Re­sû­lul­lah hakkında bana haber getir!”
Ümmü Cemil, iman etmiş bahtiyar bir kadındı. Fakat Resûl-i Ekrem’den al­dığı dersle tedbirli ve ihtiyatlı davranıyordu.
Ebû Bekir’in annesi Ümmü Hayr ona, “Ebû Bekir, sen­den, Abdullah’ın oğlu Muhammed’i soruyor” deyince; “Ben, onun hakkında bir şey bilmiyorum. Ama istersen, bera­ber oğlunun yanına gidelim” diye cevap verdi.
Aslında, Ümmü Cemil’in Re­sû­lul­lah’tan haberi vardı. Ancak bir tertip ve tu­zakla karşı karşıya bulunma ihtimalini göz önünde bulundurarak böyle ce­vap vermişti.
Hz. Ebû Bekir’i yüzü gözü yarılmış bir vaziyette gören Ümmü Cemil’in içi burkuldu ve kendisini zabtede­me­ye­rek, “Sana bunları re­vâ gören bir kavim, şüphesiz azgın ve sap­kındır! Allah’tan dileğim, onlardan intikamını alması­dır!” diye haykırdı.
Ümmü Cemil’den Resûl-i Ekrem’in selamette olduğunu öğrenmesine rağ­men Hz. Ebû Bekir’in içi, yine de rahat etmi­yor­du. Annesine, “Vallahi, gidip Re­sû­lul­lah’ı görmedikçe ne yer, ne de içerim!” dedi.
Onu, Resûl-i Ekrem’e götürmekten başka çare yoktu. Fakat bu haliyle nasıl gidebilirdi? Dârü’l-Erkam’a kadar nasıl yürüyebilirdi?
Etraf tenhalaşınca, annesi ve Ümmü Cemil’e yaslanarak sendeleye sende­leye Re­sû­lul­lah’ın huzuruna vardı. Senelerden beri birbirlerini görmemiş can­dan dostlar gibi kucaklaştılar. Resûl-i Ekrem’in durumunu gözleriyle gördük­ten sonra, “Annem babam sana feda olsun Yâ Re­sû­lal­lah! O azgın, sapkın ada­mın (Utbe b. Rabia) yüzümü yer­lere sürtüp bilinmez hale getirmesinden başka herhangi bir üzüntüm yok!”[7]diye konuştu.
O anda bile Hz. Ebû Bekir’in gönlü iman ve İslam’a hiz­met aşkıy­la alev alev yanıyordu.
Peygamber Efendimize annesini göstererek, “Bu, annem Selma’dır” dedi. “Onun hakkında Allah’a duada bulunmanızı arzu edi­yorum. Umulur ki Allah, onu cehennem ateşinden ha­tırın için kur­tarır!”[8]
Bu samimi arzu, samimi duayla birleşti ve o anda orada Ümmü Hayr Selma Hâtun, “bahtiyar mü’mineler” safına ka­tıldı.

____________________________________________________________________________

[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 267; Ebu’l-Velid el-Ezrakî, Kâbe ve Mekke Tarihi, Terc., s. 426; Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, c. 1, s. 80.
[2] “Hz. Ammar, daha sonra Sıffîn Harbi’nde katledildi. Hz. Ali, onu, Mu­a­vi­ye’nin taraftarlarının bâğî (azgın) olduklarına hüccet gösterdi. Fakat Mu­a­vi­ye te’vil etti. Amr b. Âs dedi: ‘Bâğî, yalnız onun katilleridir; umumumuz değiliz.’” (bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 110).
[3] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 248.
[4] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 249.
[5] Nahl, 106.
[6] Hazin, Tefsir, c. 3, s. 136; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 4, s. 3132.
[7] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 1. s. 275.
[8] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 1. s. 276.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Tebliğ dairesi tedricen genişliyordu. Açıktan iman ve İslam’a davet, inan­mış ruhları sevinciyle okşarken, şirkin kirinden kendini kurtaramamış gönül­leri ise telâşa sevk ediyordu!
“Emrolunduğun şeyi, onları çatlatırcasına bildir”[1]İlâhî fer­manı gelince, Fahr-i Kâinat, adeta yerinde duramaz hale gelmişti. Hemşehrilerine maddî mâ­nevî saadetin yo­lunu bir an ev­vel göstermek istiyordu.
Bu sırada, tebliğ dairesini biraz daha genişletip, Safâ tepesinde Mekkelilere açıkça peygamberliğini ve İslam dinini ilan etti.[2]
Safâ tepesinde yüksekçe bir taş üstüne çıkan Allah Resûlü, Mekkelilere yük­sek ve gür bir sadâ ile “Yâ Sabâhâh! (Ey Ku­reyş top­luluğu! Buraya geliniz, top­lanınız; size mühim bir haberim var!)” diye seslendi.
Mekkeliler birden şaşkına döndüler. Kimdi bu haykıran? Bir tehlikeyle karşı karşıya mı bulunuyorlardı? Düşmanın baskınına mı uğramışlardı? Yoksa ken­dilerine iletilecek çok mühim bir haber mi vardı?
Bu seslenişe cevap vermede gecikmediler ve bir anda Safâ tepesinin önüne toplandılar. Fakat o da ne? Seslenen, “Mu­hammedü’l-Emin” dedikleri zâttı. Acaba ne istiyor­du? Nelerden haber verecekti? Neler söyleyecekti?
Merakla, “Ey Muhammed! Bizi niçin topladın buraya, ne­yi haber verecek­sin?” diye sordular.
Resûl-i Ekrem, haberini vermekte gecikmedi. Zihinlerin ken­disine bütün dikkatiyle yöneldiği, gözlerin hayretli bakışlarıyla üzerine toplandığı, bütün kulakların pür dikkat kesildiği ve herkesin merakla beklediği bir anda, mantıkî delillerle dolu şu beliğ hitabeyi irad etti:
“Ey Ku­reyş topluluğu! Benimle sizin benzeriniz, düşmanı görünce ailesine haber vermek için koşan ve düşmanın kendisinden önce varıp ailesine zarar vermesinden korkarak ‘Yâ Sabâhâh!’ diye haykıran bir adamın benzeri gibidir.
“Ey Ku­reyş topluluğu! Size, ‘Bu dağın ardında veya şu vadide düşman at­lıları var; sabaha veya akşama üzerinize hücum edecekler!’ desem, bana inanır mısınız?”
O âna kadar “Muhammedü’l-Emin”  dedikleri, kendisinden yalan nâmına bir tek şey işitmedikleri, hakikatin dışında hiçbir şey duymadıkları Resûl-i Ek­rem’e hep bir ağızdan, “Evet” d­ediler. “Biz senin doğruluğunu tasdik ede­riz. Çünkü şimdiye kadar sende doğruluktan başka bir şey görmedik. Sen yanı­mızda yalanla itham edilmiş bir insan değilsin.”
Bu umumî hitabından sonra Resûl-i Ekrem, Ku­reyş kabilelerinin her birini kendi adlarıyla çağırdı ve konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Öyle ise, ben size önünüzde gelecek büyük bir azabın bildiricisiyim! Yüce Allah bana, ‘En yakın akrabalarını ahiret azabıyla korkut’ emrini verdi. Sizi ‘Allah bir, O’n­dan başka İlâh yok’ demeye davet ediyorum. Ben de O’nun kulu ve resûlüyüm. Eğer dediklerimi kabul ederseniz, cennete gideceğinizi taahhüd ve tekeffül edebilirim. Şu­nu da bilin ki siz, ‘Allah bir, O’ndan başka ilâh yok’ deme­dikçe size ben ne dünyada, ne de ahirette bir faide temin edemem.”[3]

Yine Ebû Leheb...

Resûl-i Kibriya Efendimizin akıl, kalp ve ruhlara hitap eden konuş­ması kar­şısında Ebû Leheb şaşkına döndü. Eline bir taş aldı ve Kâinatın Efendisine doğru fırlatarak, “Helâk olasıca! Bizi bunun için mi çağırdın?” diye âdice ba­ğırdı.
Bundan başka, o anda dinleyenlerden hiçbir muhalefet gelmedi. Sadece fı­sıltı halindeki konuşmalarıyla dağıldılar.

Cehennemlik Ebû Leheb...

Bu hareketleriyle Ebû Leheb, artık İlâhî nefret ve azabı hak­etmiş oluyordu. Re­sû­lul­lah’a olan şiddetli düşmanlığı, bitmez kin ve nefreti kendisine pahalıya mâl oldu. Çünkü Cenab-ı Hak, inzal buyurduğu Tebbet Suresi’yle korkunç âkı­betini şöyle haber veriyordu:
“Elleri kurusun Ebû Leheb’in! Zaten kurudu, mahvoldu. Ne malı fayda ver­di ona, ne kazandığı! O, alevli bir ate­şe girecek. (Peygambere eziyet ve ha­ka­ret­te bulunan) karısı da (cehennemde) odun hamalı olarak (oraya girecek); boy­nun­da bükülmüş bir ip (zincir) olduğu halde...”
Muhalefet eden kim olursa olsun, Allah, nurunu tamam­layacaktı. Bu se­bep­le de, Resûl-i Kibriya Efendimiz, kendisine karşı yapılan çirkin hareketler­den asla sarsılmıyor, yılmıyor ve yoluna son derece temkinli ve vakarlı bir şe­kilde devam ediyordu.

PEYGAMBER EFENDİMİZE REVÂ GÖRÜLEN EZİYET VE HAKARETLER

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Safâ tepesinde açıktan açığa peygamberliğini ilan ettikten ve halkı İslam’a davette bulunduktan sonra Ku­reyşli müşrikler eziyet ve hakaretlerini su yüzüne çıkardılar ve kat kat artırdılar.
Peygamber Efendimiz onları “tevhid”e çağırıyordu; onlar ise “atalarımızın dini” dedikleri putperestlikte ve şirkte di­reniyorlardı.
Efendimiz, onları faziletle dünya ve ahiret saadetine davet ediyordu; onlar ise, yarasanın ışıktan kaçması gibi, faziletten ve saadetten uzak durmaya çalı­şı­yorlardı.
Kâinatın Efendisi, onları insanca yaşamaya, insan haysiyet ve kutsîyetine yakışır davranışlarda bulunmaya çağırıyordu; onlar ise, insan şeref ve haysi­ye­tini rencide edip ayaklar altına alıcı çirkin ve rezil hareketler içinde günlerini gün etmeye uğraşıyorlardı.
Resûl-i Ekrem, onlar için ebedî saadet, bekâ, likâ, cennet is­tiyor ve onları bu eşsiz nimetleri kazanacak amellerde bulunmaya davet ediyordu; onlar ise, ken­dilerini ebedî şekavete, cehenneme götürecek davranışların içinde yuvarla­nıp gidiyorlardı.
Hz. Re­sû­lul­lah, davetiyle, onları esfel-i safilîne düşmekten, kıymetsizlikten ve faidesizlikten kurtarıp âlâ-yı illiyyîne, kıymete, bekâya, ulvî vazifeleri yapa­bil­me maka­mına çıkarmak istiyordu; onlar ise tam tersine, kıymetsizlikler için­de yuvarlanmaya, esfel-i safilini netice verecek hareketlerde bulunmaya devam edip duruyorlardı.
Elbette, bu istek ve yaşayışta olan müşrikler, Fahr-i Âlem Efendimizin da­vetine karşı çıkacak ve onunla amansız mücadelede bulunacak, ellerindeki bü­tün imkânlarla onu tesirsiz hale getirmeye, sebat ve metanetini, cesaret ve gay­retini kırmaya çalışacaklardı! Bunun için de, türlü türlü işkencelere, ezi­yetlere, hakaret ve sui­kast­lere teşeb­büs edeceklerdi!
Şüphesiz, bu durum sadece Peygamber Efendimize mah­sus değildi. Her pey­gamber, kendi zamanında gönderildiği kavmi ve üm­meti tarafından nâhoş kar­şılanmış, hakir görülmüş, eziyet ve işken­celere tâbi tutulmuştur. Bu ortak özel­likleri yanında, bütün peygamberlerin diğer bir müşterek vasıfları da, bü­tün bu eziyet, hakaret, işkence ve suikastlere rağmen, davalarını anlatmaktan geri dur­ma­ma­ları, inançlarından asla tâviz vermemeleri, aksine eziyet ve iş­kencelerin artması nisbetinde memur bulundukları hakikatleri duyurmaya da­ha fazla bir aşk, şevk ve ciddiyet ile çalışmış olmalarıdır.

Ebû Leheb Başta

Fahr-i Âlem Efendimize hakaret ve eziyet edenlerin başında, Ebû Leheb ve ka­rısı Ümmü Cemil geliyordu.
Ebû Leheb, Efendimizi devamlı takip ediyor ve halkı onu dinlemekten vaz­ge­çirmeye, zihinlerde şüphe ve vesvese meydana getirmeye çalışıyordu!
Bir gün, Hz. Re­sû­lul­lah, Ukâz panayırında halkı Allah’ın birliğine imana ve peygamberliğini tasdike davet edip, “Ey ahali! ‘La ilahe illallah’ deyin, kendi­nizi kurtarın” diyordu.
Peşisıra gelen Ebû Leheb ise, halka, “Ey ahali! Bu, yeğenimdir; yalan söylü­yor. Ondan uzak durun!”[4]diye sesleniyordu.
Bu, ibret dolu bir tablodur:
Yeğen, Allah’a imana ve saadete davet ediyor; öz amca ise, ona muhalefet edip, halkı onu dinlememeye çağırıyor!
Ebû Leheb, yalnız bununla da kalmıyordu.
Bir gün, komşusu Peygamber Efendimizin kapısına pis­lik ve kokmuş şeyler artmıştı. O sırada Hz. Hamza, henüz iman etmemiş olmasına rağmen yetişmiş ve o pisliklerin ve kokmuş maddelerin hepsini Ebû Leheb’in başına dökmüştü.
Komşularının yaptığı bu gibi çirkin hareketlere karşı Efendimiz, sadece, “Ey Abdi Menafoğulları! Bu nasıl komşuluk?” diyerek sitem ediyor ve pislikleri evi­nin önün­den süpürüp atıyordu.
Kur’an’ın, cehennemde cayır cayır yanacağını haber verdiği bu adam, Ba­zen de, Kâinatın Efendisinin evini, sırf onu rahatsız ve hu­zur­suz etmek için ta­şa tutuyordu.

Ebû Leheb’in, Oğlunu, Peygamber Efendimize İşkence Etsin Diye Göndermesi!

Ebû Leheb, Resûl-i Kibriya’ya eziyet ve hakaret etmekte yalnız kalmak istemi­yordu.
Bir gün, oğlu Uteybe’ye, ona işkence etsin diye emir verdi. Utey­be, Pey­gam­be­ri­mizin yanına vardı. O sırada Efen­dimiz, Necm Suresi’ni okuyordu. Bunu duyan Uteybe, “Necmin Rabbine and­ol­sun ki ben senin peygam­ber­liğini inkâr ediyorum!” dedi ve küstah­ça Kâinatın Efen­disine doğru tükürdü.
Resûl-i Ekrem, bu çirkin harekete sadece şu bedduayla cevap verdi:
“Yâ Rab! Ona bir itini musallat et!”
Resûl-i Ekrem Efendimizin ne duası ne de bedduası Allah tarafından karşı­lıksız bırakılmıyordu. Uteybe’ye yaptığı bu bed­dua da bir müddet sonra ger­çek­leşti: Yemen tarafında Havran denilen yer­de babası ve arkadaşları ara­sında uyurken, bir arslan gelip kendi­si­ni parçaladı!
Dualarının makbuliyeti de, Peygamber Efendimizin mucizelerinin bir bö­lümünü teşkil eder.

Cehennem Oduncusu

Ümmü Cemil, İslam davasının en şiddetli muhalifi ve düşmanı Ebû Le­heb’in karısı idi. Kur’an tâbiriyle “cehennem oduncusu” bu kadın, İslam da­veti karşısında öylesine azmış, öylesine çılgına dönmüştü ki Nebiyy-i Muhte­rem Efendimizin gidip geldiği yola, her gün bıkmadan usanmadan sert dikenli çalılar döküp saçıyor ve adeta bu davranışından zevk alıyordu!
Ümmü Cemil’le ilgili bir hadise ise şöyledir:
Resûl-i Ekrem (a.s.m.), Safâ tepesinde ilk olarak, Ku­reyş’e açıktan İlâhî da­vette bulunurken, kocası Ebû Leheb, Pey­gam­be­ri­mize çıkışmış, hatta hakaret et­miş, “Helâk ola­sıca! Bizi bunun için mi buraya çağırdın?” demek küstahlı­ğında bulunmuş ve Efendimize doğ­ru, yerden kaldırdığı bir taşı savurmuştu. Bunun üzerine Ce­nab-ı Hak, Teb­bet Suresi’ni inzal buyurmuştu. Sure, Ebû Leheb ve karısının çirkin davranışlarını ve âkıbetlerini mevzu ediyordu.
Bunu duyan Ümmü Cemil, artık yerinde duramaz oldu. Eline bir taş alarak Mescid-i Haram’a geldi. Peygamber Efendimiz, sâdık dostu Hz. Ebû Bekir’le orada oturuyorlardı. Ümmü Cemil, Hz. Ebû Bekir’i gördü, fakat yanında otu­ran Kâinatın Efendisini fark edemedi ve “Ey Ebû Bekir! Arkadaşın nerede? Ben işittim ki beni hicvetmiş. Ben görsem, bu taşı onun ağzına vuracağım!” dedi.
Ebû Bekir’i gören göz, Kâinatın Efendisini göremiyor ve neticesiz geri dö­nüyordu.[5]
Elbette göremezdi! Allah’ın hıfz ve inayeti altında bulunan Sultan-ı Levlak’ı görmek, bir cehennem oduncusunun haddine mi düş­müştü?

Ebû Cehil’in Elleri Yukarıda Kaldı

Buna benzer bir hadise de Ebû Cehil’in başına gelir.
Bir gün, kabilesine şöyle söz verdi:
“Vallahi, secdede Muhammed’i görürsem, başını bu taş­la ezeceğim!”
Ertesi gün, zor kaldırabileceği büyük bir taş alarak gitti. Resûl-i Ekrem sec­dedeydi. Taşı kaldırıp tam vuracakken, elleri yukarıda kaskatı kesildi; ta Kâi­natın Efendisi namazını bitirip kalkıncaya kadar... Namaz bitince Ebû Cehil’in de eli çözüldü;[6]çünkü artık ih­tiyaç kalmamıştı!

Ebû Cehil’in Bir Teşebbüsü Daha...

Her şeye rağmen Peygamber Efendimizi rahatsız etmekten vazgeçmeyen Ebû Cehil, yine bir gün, “Vallahi, Muhammed’i secdede görürsem, boynuna ba­sacak ve boy­nu­nu yerlere sürteceğim!” diye yemin etti.
Tam o sırada Resûl-i Kibriya Efendimiz çıkageldi. İbni Abbas, durumu ken­dilerine arz edince, birden hiddetlendi ve kapıdan girmeyi dahi bekleme­den, aceleyle duvardan aşıp Mes­cid-i Haram’ın içine girdi. Alak Suresi’ni so­nuna kadar okudu ve secdeye vardı.
Etrafta bulunanlar Ebû Cehil’e, “Ey Ebû Cehil! İşte, Muhammed!” diye ses­lendiler.
Ebû Cehil’in Resûl-i Ekrem’e doğru ilerlemesiyle dönmesi bir oldu. Seyre­denler şaşkınlık içinde, “Ne oldu? Neden döndün?” diye sordular.
Ebû Cehil, onlardan daha şaşkın bir eda içinde, “Benim gördüğümü siz gör­müyor musunuz?” diye cevap verdi ve arkasından ilave etti: “Vallahi, onunla benim arama ateşten bir uçurum açıldı!”[7]
Müşrik ileri gelenlerinin en ağır işkence ve suikast teşebbüsleri karşısında, Cenab-ı Hak da, Sevgili Resûlünü işte böylesine koruyor ve himâye ediyordu!

Pey­gam­be­ri­miz, Ku­reyş’i Cenab-ı Hakk’a Havâle Ediyor!

Ku­reyş müşriklerinin Peygamber Efendimize eziyet, hakaret ve suikastleri çeşitli suretlerde oluyordu.
Resûl-i Ekrem, bir gün Kâbe’de huşû içinde namazını eda etmekte idi. Müş­riklerden bir grub da Kâbe civarında toplanmış, konuşuyorlardı. İçlerinde, Ebû Cehil de vardı. Ortaya fır­layarak topluluğa, “Hanginiz gidip filancalarda bu­gün boğazlanan devenin işkembesini ve döl eşini olduğu gibi kanlı kanlı geti­rip, secdede iken onun üzerine koyar?” diye seslendi.
Gözü dönmüşlerden biri olan Ukbe bin Ebû Muayt, ortaya atıldı. “Ben ya­parım!” dedi ve oradan ayrıldı. Az sonra, ruhu kararmış bu adam, elinde deve işkembesiyle Peygamber Efendimizin yanında göründü.
Resûl-i Ekrem, her şeyden habersiz, Cenab-ı Hakk’ın huzurunda secdeye varmıştı.
Gözü dönmüş Ukbe, getirdiği deve işkembesini iki küreği arasına koydu.
Ruh ve vicdanları şirkin karanlıklarına gömülü müşrikler, manzarayı kah­kahalarla seyrediyorlardı.
Muhterem babasının, müşriklerin bu âdice hareketine maruz kaldığını du­yan Hz. Fâtıma, koşa koşa geldi. İşkembeyi tuttuğu gibi, suratlarına çarparca­sına müşrik gürûhuna doğru fırlattı.
Namazını bitiren Hz. Re­sû­lul­lah’ın mübarek dudaklarından, “Allahım, Ku­reyş’i Sana havâle ediyorum!” cümlesi döküldü.
Bu cümlesini üç kere tekrarladı. Sonra da müşrik elebaş­larının isimlerini te­ker teker zikrederek, onları da Sonsuz Kudret Sahibi Cenab-ı Hakk’a havâle et­ti.[8]

Abdullah b. Amr Anlatıyor

Resûl-i Ekrem Efendimize müşriklerin yaptığı bir başka eziyet ve hakaret hadisesini, Abdullah b. Amr Hazretleri şöyle anlatır:
“Bir gün, Ku­reyş’in ileri gelenleri, Hıcır denilen yerde toplanmışlardı. Ben de orada bulunuyordum. Ku­reyşliler, Allah Resûlü hak­kında konuşarak şöyle diyorlardı:
“‘Biz, bu adamın işinde sabrettiğimiz kadar hiçbir şeye karşı sabır göster­medik. Bu adam, bizi akılsızlıkla itham etti. Babalarımıza, dedelerimize haka­ret etti. Dinimizi ayıpladı, birliğimizi bozdu, putlarımıza dil uzattı. Onun yap­tığı bunca şeylere biz sabrettik.’
“Ku­reyş, bunu konuşup dururken, birdenbire Allah Resûlü görünüverdi. Yürüyerek geldi. Hacerü’l-Esved’i öptü. Sonra Kâbe’yi tavaf etmek üzere yan­larından yürüyüp geçti. Bu sırada Ku­reyşliler, kendilerine lâf attılar. Allah Re­sûlü, son derece üzüldü. Üzüntüsünü, birdenbire değişen yüzünün renginden fark ettim.
“Allah Resûlü, tavafına devam etti. İkinci defa Ku­reyş topluluğunun yanın­dan geçerken, yine onların sözlü sataşmalarına maruz kaldı. Yine fazlasıyla üzüldü. Üzüldüğünü, yine yüzünden fark et­tim.
“Allah Resûlü, üçüncü defa Ku­reyşlilerin yanından geçerken yine aynı şe­kilde kendisine lâfla sataştılar.
“Bunun üzerine Allah Resûlü, durdu ve onlara dönüp şöyle konuştu:
“‘Ey Ku­reyşliler! Sözlerimi duyuyor musunuz? Varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki başınıza felâket gelecektir!”
Nebiyy-i Ekrem’in bu hitabı, topluluk üzerinde derin bir tesir meydana ge­tirdi. Hiçbiri yerinden kımıldamadı. So­nunda, daha önce onun hakkında en çok aleyhte konuşup arkadaşlarını kışkırtanlar (başta Ebû Cehil) bile, en iyi söz­lerle gönlünü almaya çalışarak şöyle dediler:
“‘Yâ Ebe’l-Kàsım, haydi selametle git. Vallahi, sen câhillerden, kendini bil­mezlerden değilsin!’
“Allah Resûlü de yanlarından uzaklaşıp gitti.
“Ertesi gün, Ku­reyşliler, yine Hıcır denilen yerde toplandılar. Ben yine ara­larında idim. Aynı şekilde Allah Resûlü hakkında ileri geri konuşuyorlar ve şöyle diyorlardı:
“‘Muhammed’in size yaptıklarını ve onun hakkında size verilen haberleri söyleyip duruyorsunuz. Fakat gelip karşınıza dikilerek, yüzünüze karşı kötü (!) şeyler söylediği zaman ona dokunmuyor ve serbest bırakıyorsunuz!’
“Onlar böyle konuşup dururlarken yine Re­sû­lul­lah çıkageldi.
“Ku­reyşliler hemen oturdukları yerden fırlayarak etrafını sardılar. Onun kendi taptıkları ve dinleri hakkında söyledikleri sözleri zikrederek, ‘Hakkı­mızda şu şu sözleri söy­leyen, sen misin?’ dediler.
“Nebiyy-i Ekrem, cevaben, ‘Evet, bunları söyleyen benim!’ dedi.
“Bunun üzerine hep birden Re­sû­lul­lah’ın üzerine atıldılar. Biri onun yaka­sına yapıştı. Bu sırada biri koşarak Hz. Ebû Be­kir’e durumu haber verdi. Hz. Ebû Bekir, hemen Mescid-i Haram’a girdi. Gözyaşları arasında müşriklere, ‘Al­lah belânızı versin! ‘Rabbim Allah’tır’ diyen bir zâtı öldürmek mi istiyor­su­nuz?’ diye seslendi.
“Bunu duyan Nebiyy-i Ekrem, ‘Bırak onları ya Ebû Bekir! Varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki ben onların hepsinin hakkından gelece­ğim!’ dedi.
“Bu sözü işiten Ku­reyşliler korktular ve Re­sû­lul­lah’ı bırakarak dağıldılar”[9]
“Rabbim Allah’tır” dediği ve halkı bu ulvî hakikate çağırdığı için Resûl-i Kibriya Efendimize revâ görülen çirkin hareketler bunlarla da kalmıyordu.
Yine bir gün, Kâbe yanında namaz kılıyordu. Alnını yü­ce yaratıcısının hu­zurunda yere koyar koymaz, serseri Uk­be b. Ebî Muayt, ridâsını topladı ve boy­nuna doladı; olanca gücüyle sıktı. Maksadı, onu boğmaktı.
O arada Hz. Ebû Bekir yetişip Peygamber Efendimizi bu serserinin elinden kurtardı. Sonra da adeta kâinata işittirmek istiyormuş­çasına, “Siz, bir adamı, ‘Rabbim Allah’tır’ diyor di­ye öldürür müsünüz? Hâlbuki o size Rab­bi­nizden apaçık mucizelerle gelmiştir. Buna rağmen o, zannettiğiniz gibi bir yalancı ise (!) yalanının gü­nahı kendisine âittir; fakat davasında doğru ise elbette sizi kor­kuttuğu azapların bir kısmı olsun gelir, dokunur. Muhakkak Allah, haddi aşan davasında yalancı olan bir kimseyi hidayete erdirmez”[10]meâlindeki ayet-i ke­ri­meyi okudu.

Öldürmeye Teşebbüs

İçlerinde Ebû Cehil ve Velid b. Muğîre’nin de bulunduğu Mah­zumoğul­la­rından bir topluluk, uzun uzun konuştuktan sonra Peygamber Efen­dimizin vücudunu ortadan kaldırmaya karar verdiler. Vazifeyi, Velid b. Muğîre yerine getirecekti.
Resûl-i Ekrem, namazda Kur’an okumaya başladığı bir sırada, Velid yanına kadar sokuldu. Fakat o da ne? Öldürmeye gittiği zâtın sesi var, okuduğu Kur’an şirk kiriyle pas­lanmış kulağına geliyor, fa­kat gözü onu bir türlü göre­miyordu.
Velid şaşkınlaştı. Telâşla arkadaşlarının yanına döndü ve durumu anlattı. Bu sefer hep beraber gittiler. Fakat yine Efendimizi görmeye muvaffak olama­dılar. Çünkü ileri gittiklerinde ses arkadan, arkaya doğru gittiklerinde ise ses ön taraftan geliyordu. Nihayet hayretler içinde kalıp dağıldılar.

Pey­gam­be­ri­mize En Ağır Gelen Gün

Kâinatın Efendisi bir gün evinden çıkmış, gidiyordu. Ku­reyş’­ten köle olsun, hür olsun kime uğradıysa adeta birbirleriyle söz birliği etmişçesine onu yalan­ladılar, sözle eziyet ve hakarette bulun­dular. O gün, eziyetli ve sıkıntılı günle­rinin en ağırlarından biriydi.
Kâinata bir rahmet güneşi olarak doğan Peygamber Efendimiz, müşriklerin bu küstahça hareketleri karşısında evine döndü. Birazcık olsun üzüntüsünü yok etmek, sıkıntısına gidermek için örtüsüne büründü ve yattı.

_________________________________________________________________________

[1] Hicr, 94.
[2] Allah Resûlü, Mekkelilere toptan İslamiyeti ve peygamberliğini nasıl duyuraca­ğını düşünmüş, dur­muştu. Sonunda Safâ tepesine çıkmayı uygun buldu. Buradan hal­ka seslenecek, duyan ya­nı­na koşacaktı. Zira birinin, bir tehlike hissettiğinde yahut ani­den hücuma geçip gafil bulu­nan in­sanları ele geçirecek bir düşman sezdiği veya kim­senin haberi olmadan pusu kuran bir has­mı­nı fark ettiğinde, bir dağın tepesine veya yük­sekçe bir yere çıkarak en üst perdeden, “Yâ Sa­bâhâh!” diye haykırması, o zamanlar Araplar arasında yaygın bir âdet idi. Bu sesleniş üzeri­ne korkuya kapılan halk, sürat­l­e hazırlıklarda bulunur ve en kısa zamanda düşmanı karşıla­maya çıkardı (bkz. Ebu’l-Hasen en-Nedvî, es-Sîretü’n-Nebevîyye, s. 87; Tecrid Tercemesi, c. 9, s. 246).
[3] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 199-200; Buharî, Sahih, c. 3, s. 171: Müslim, Sahih, c. 1, s. 133-135; Taberî, Tarih, c. 2, s. 216.
[4] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 287.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 381-382; Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 684.
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 319-320; Kadı İyaz, a.g.e., c. 1, s. 688; Bediüz­za­man Said Nursî, Mektûbat, s. 164.
[7] Kadı İyaz, a.g.e., c. 1, s. 690-691.
[8] Müslim, Sahih, c. 5, s. 180.
[9] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 309-310; Taberî, Tarih, c. 2, s. 223.
[10] Mü’min, 28.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget