Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Aradan yıllar geçti.
Alnında parlayan Kâinatın Efendisine âit nur, onu Ku­reyş’in reisliği maka­mına getirip oturttu.
Sıcak bir yaz günü idi.
Kâbe’nin yanındaki Hicr mevkiinde serin bir gölgede uyuyordu. Bir rüya gördü. Rüyasında bir zât, kendisine şöyle seslendi:
“Kalk, Tayyibe’yi kaz!”
Sordu: “Tayyibe nedir?”
Fakat o zât, sorusuna hiçbir cevap vermeden uzaklaşıp gitti:
Uyanan Ab­dül­mut­ta­lib, heyecanlı idi. “Tayyibe” ne demekti? Tayyibe’yi kazmak nasıl olurdu? Rüyaya bir mana veremeden merak içinde o gün ve ge­ceyi geçirdi.
Ertesi gün, aynı yerde yine uykuya dalmıştı. Aynı adam tekrar göründü ve seslendi: “Kalk, Berre’yi kaz!”
Rüyasında şaşkına dönen Ab­dül­mut­ta­lib, yine sordu: “Ber­re nedir?”
Adam yine hiçbir cevap vermeden oradan uzaklaşıp gitti.
Ab­dül­mut­ta­lib, derin uykudan daha büyük bir merak ve heyecan içinde uyandı. Ne var ki gördüklerine bir türlü mana veremiyordu. O gün ve geceyi yine gördüğü rüyanın tesirinde geçirdi.
Ertesi gün idi. Yine aynı yerde yatıyordu. Aynı adam gelerek kendisine, “Kalk” dedi. “Mednune’yi kaz!”
Derin uykuda Ab­dül­mut­ta­lib, adama, “Mednûne nedir?” diye sor­du, ama adam yine cevap vermeden uzaklaşıp gitti.
Ab­dül­mut­ta­lib’in merak ve heyecanı son haddine ulaşmıştı. Üç gün üst üste gördüğü rüyanın boş olmadığını elbette biliyordu; ama manasını anlayacak en ufak bir ipucuna da sahip değildi.
Dördüncü gün yine aynı yerde uykuya yatan Ab­dül­mut­ta­lib, aynı adamın geldiğini gördü. Adam bu sefer şöyle seslendi:
“Zemzemi kaz!”
Ab­dül­mut­ta­lib, “Zemzem nedir, nerededir?” diye sorunca da adamın ce­vabı şu oldu:
“Zemzem bir sudur ki hiç kesilmez, dibine erilmez. Hacıların su ihtiyacını onunla karşılarsın. O, Kâbe’de kesilen kurbanların kanlarının döküldüğü yer ile terslerinin gömüldüğü yer ara­sın­da­dır. Alaca kanatlı bir karga gelip orayı gagalar. Orada karınca yuvası da var­dır!”[1]
Uyanan Ab­dül­mut­ta­lib’in heyecanına bu sefer sevinç de katılmıştı. Çünkü rüyayı manalandırmak için ipucunu elde etmişti. Zem­zem kuyusundan defa­larca bahsedildiğini duymuştu. Fakat onun yerini kimse bilmiyordu. Çünkü Cürhümlüler, Mekke’den düşman istilâsı önünden kaçarken Kâbe’nin bütün kıymetli mallarını zemzem kuyusuna atmış, kuyunun üstünü de toprakla bir edip belirsiz bir hale getirmişlerdi. O zamandan beri zemzemin ismi var, ken­disi yoktu.[2]
Ab­dül­mut­ta­lib, artık zemzemin yerini bulup kazmakla vazifelendirildiğini anlamıştı. Derhal araştırmaya koyuldu. Rüyasında kendisine öğretilen yere git­ti. Bu sırada alaca kanatlı bir karganın süzüldüğünü ve yere konarak gaga­sıyla bir yeri karıştırdıktan sonra havalanarak göğe doğru yükseldiğini gördü.
Ab­dül­mut­ta­lib’in sevincine diyecek yoktu. Senelerden beri gizli kalmış, ha­yat bahşeden bir kuyuyu bulma ve ortaya çıkarma şerefine erecekti. Zemze­min yerini tespit etmişti ve sıra, kazmaya gelmişti. Bu şerefi başkasına kaptır­mak ve bu sırrı başkalarına açmak istemiyordu. Bunun için ertesi gün yanına bir tek oğlu olan Hâris’i alarak tespit edilen yere gitti ve kazmaya başladılar. Bir müd­det devam eden kazı sonucu zemzem kuyusunun örülmüş duvar taş­larıyla bir daire şeklindeki ağzı meydana çıktı. Ab­dül­mut­ta­lib sevinçliydi, he­yecanlıydı. Adeta gözlerine ina­namıyordu. Ama gözlerine inansa da inanma­sa da görü­nen, bir kuyu ağzı idi. Tekbir getirmeye başladı: “Allahü Ekber! Al­lahü Ekber!”

Ab­dül­mut­ta­lib ve Ku­reyş İleri Gelenleri

Ab­dül­mut­ta­lib’in bu faaliyetini başından beri gözleyen Ku­reyş­li­ler, işin ar­tık ortaya çıkmak üzere olduğunu fark edince, büyüklerine haber verdiler. Bir müddet sonra Ku­reyş büyükleri, kazılan yere gel­diler ve Ab­dül­mut­ta­lib’e, “Ey Ab­dül­mut­ta­lib! Bu, babamız İsmail’­in kuyusudur. Onda bizim de hakkımız var. Bizi de bu işe ortak et” dediler.
Ab­dül­mut­ta­lib, “Hayır, yapamam” dedi. “Bu iş sadece ba­na tahsis edilmiş ve aramızdan ancak bana verilmiştir!”
Ab­dül­mut­ta­lib’in bu kesin cevabı, Ku­reyş ileri gelenlerinin hoşuna gitmedi. İçlerinden Adiyy b. Nevfel şöyle konuştu:
“Sen, yalnız bir adamsın. Tek oğlundan başka dayanacağın bir kim­sen de yok. Nasıl olur da bize karşı gelir, bize boyun eğ­mez­sin?”
Bu söz, Ab­dül­mut­ta­lib’in adeta içini yaktı. Çünkü Ku­reyş­liler, onu kimse­sizlikle küçümsüyorlardı. Bu anlayıştan fazlasıyla rahatsız olduğunu haliyle de belli etti. Bir müddet üzüntü içinde sustu. Sonra içini şöyle döktü:
“Ya, demek sen beni yalnızlık ve kimsesizlikle ayıplıyor­sun, öyle mi?”
Muhatabından hiçbir cevap gelmeyince, bir müddet düşündükten sonra, el­lerini açarak yüzünü semâya doğru çevirdi ve “Yemin ederim ki” dedi. “Al­lah bana on erkek çocuk verirse, bunlardan bi­ri­sini Kâbe’nin yanında kurban ede­ceğim!”[3]
Ab­dül­mut­ta­lib’in bu sözleri, hem bir dua, hem bir yemin, hem de bir adak idi.

Şam’a Gidiş

Hadisenin burada sona ermeyeceği belli idi. Durum da bir hayli nâzikti. Böyle hadiseler yüzünden aralarında çok defa çarpışmalar patlak vermişti. Bu­nu bilen Ab­dül­mut­ta­lib, kazı işinden o anlık vaz­geçti ve işin bir hakem tara­fın­dan halledilmesini teklif etti. Teklifi kabul gördü.
Hakemi tespit ettiler: Şam’da oturan Sa’d b. Hüzeym...
Amcalarından birkaçını yanına alan Ab­dül­mut­ta­lib, Ku­reyş kabilelerinin ileri gelenlerinden bir grupla Şam’a doğru yolu çıktı.
Ne var ki henüz Şam’a varmadan İlâhî kader onları dur­durdu. Ab­dül­mut­ta­lib ve yanındakilerin suları, alev sa­çan çölün ortasında bitti. Bu, kendileri için en büyük, en şid­detli düşmandan daha da tehlikeliydi. Ab­dül­mut­ta­lib’­in mü­racaatına, Ku­reyş ileri gelenleri, “Suyumuz ancak bi­ze yeter!” diyerek red ce­vabı verdiler.
Ab­dül­mut­ta­lib ile yakınlarının hayatı büyük bir tehlikeyle karşı karşıya bu­lunuyordu. Ellerinde yapacakları hiçbir şey de yoktu. Çöl ortasında su ara­mak, serabın peşinde koşmaktan fark­sızdı.

Ab­dül­mut­ta­lib’in Su Aramaya Çıkması

Fakat her şeye rağmen Ab­dül­mut­ta­lib, devesine atladı ve etrafta su ara­ma­ya koyuldu. Diğerleri ise, kendi ve yakın akrabalarının susuzluktan ölüp gide­cekleri ânı bekliyorlardı.
Ama, ümitleri kursaklarında kaldı. Kâinatın Efendisinin mukaddes nurunu alnında taşıyan Ab­dül­mut­ta­lib, bir vadiden geçerken devesinin ayağı bir ara kuru otlar arasına gömülmüş irice bir taşa takıldı. Deve tökezledi, taş ise ye­rin­den yuvarlandı. Yere düşmemek için devesine sımsıkı yapışan Ab­dül­mut­ta­lib, dönüp arkasına bakınca gözlerine inanamadı: Alev saçan çöl­de, yuvarla­nan ta­şın çukurunda pırıl pırıl parlayan bir avuç su gördü!
Devesinden indi. Kılıcıyla taş kovuğunu genişletince su daha da gür ak­ma­ya başladı. Az zamanda önündeki çukurda fazlasıyla su birikmişti. Geri dönen Ab­dül­mut­ta­lib, sevinç çığlığı bastı: “Gelin! Hem size, hem hayvanları­nıza ye­te­cek kadar su buldum!”
Hepsi, yeniden hayata kavuşmuş gibi sevindiler. Su başına giderek hem kana kana içtiler, hem de hayvanlarına içirdiler.
Bir ara Ab­dül­mut­ta­lib, kendisine su vermeyen Ku­reyşlilere döndü ve ses­lendi: “Suya gelin, suya! Allah bize su verdi. Hem ken­diniz için, hem de hay­vanlarınızı sulayın! Haydi, durmayın gelin!”
Ku­reyşliler, mahcup mahcup kaynağa yanaştılar. Kana kana sudan içtiler. Hayvanlarını suladılar. Kırbalarındaki bayat suyu dökerek temiz suyla dol­durdular.
Ku­reyşliler, zemzem kuyusunu kazan ellerin kendilerine sundu­ğu bu serin ve temiz suyu içer içmez, âlemleri birden değişti. Mahcup ve suçlu bir eda için­de Ab­dül­mut­ta­lib’e dönerek, “Ey Ab­dül­mut­ta­lib!” dediler. “Artık sana di­yecek bir sö­zümüz yok! Anladık ki zemzemi kazmak senin hakkın. Bu işe an­cak sen lâyıksın. Vallahi, zemzem hususunda seninle bir daha münakaşa et­meyeceğiz! Artık hakeme gitmeye de gerek görmüyoruz!”
Ve hakeme gitmeden, yarı yoldan tekrar Mekke’ye hep bera­ber döndüler.[4]
Mekke’ye dönen Ab­dül­mut­ta­lib, oğlu Hâris’le birlikte kazı işine devam etti ve kısa zamanda zemzemi ortaya çıkardı.
Kıymetli Mallar İçin Kur’a Çektiler
Zemzem kuyusundan bazı kıymetli mallar da çıktı. Bunlar arasında altın­dan iki geyik heykeli ile kılıçlar ve zırhlar da vardı.
Zemzemi ortaya çıkarma hakkını daha önce Ab­dül­mut­ta­lib’e bırakan Ku­reyş ileri gelenlerinin, bu kıymetli malları görünce, hırs damarları tekrar ka­bar­dı. Yine Ab­dül­mut­ta­lib’in başına dikildiler. “Ey Ab­dül­mut­ta­lib!” dediler. “Bu mallara seninle beraber ortağız. Bunlarda bizim de hakkımız var!”
Cömert ve sabırlı Ab­dül­mut­ta­lib, önce, “Hayır. Sizin bu mallar üzerinde hiçbir hakkınız yok” diyerek isteklerini reddetti. Sonra yine cömertlik ve mert­li­ğini ortaya koydu: “Ben yine de size yumuşak davranayım! Aramızda kur’a çe­kelim!”
Bundan memnun olan Ku­reyş ileri gelenleri, “Peki, bu kur’­ayı nasıl ve ne şekilde yapacaksın?” diye sordular.
Ab­dül­mut­ta­lib, kur’ada takip edilecek usûlü anlattı: “İlk kur’a Kâbe için, iki kur’a benim için, iki kur’a da sizin için çekeriz. Kur’ada kime ne çıkarsa onu alır, çıkmayan da mahrum kalır!”
Bu usûl, tarafsız bir hal çaresi idi. Bu sebeple Ku­reyş­liler sevindiler ve Ab­dül­mut­ta­lib’in bu davranışını takdir ettiler. “Doğrusu” dediler. “Pek insaflı davrandın!”
Kâbe’nin içindeki Hübel putunun yanına vardılar ve kur’a çektiler. Kur’a so­nucu, Ku­reyş ileri gelenlerinin bu mallarda hakları olmadığını bir kere daha ortaya koydu: Altından geyik heykeller Kâbe’ye, kılıç ve zırhlar Ab­dül­mut­ta­lib’e düştü.[5]Onların payı ise mahrumiyet oldu. Ama artık itiraz edecek du­rum­ları kalmadı ve mesele böylece kapandı.
Ab­dül­mut­ta­lib, kılıç ve zırhları dövdürüp sac haline getirdikten sonra bu­nunla Kâbe’nin kapısını kapattı. Böylece, Kâbe’yi altınla süsleyenlerden oldu.
Zemzem kuyusunu ortaya çıkardığı zaman Ab­dül­mut­ta­lib’­in yaşı kemâl yaş olan kırka ayak basmıştı.
Otuz yıl sonra, Cenab-ı Hakk’ın ihsanıyla erkek çocuklarının sayısı onu buldu. Bu sırada seneler önce yaptığı vaadini hatırladı: Erkek çocuklarından birini Kâbe’de kurban etme vaadi. Ama hangisini? Hepsi de birbirinden güzel ve sevimli idi; fakat Abdullah çok daha başka idi.

_______________________________________

[1] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 150-151.
[2] Geniş bilgi için bkz. M. Dikmen-B. Ateş, Peygamberler Tarihi, c. 1, s. 229-232.
[3] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 160; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 88; Taberî, Tarih, c. 1, s. 128.
[4] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 152-153; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 84.
[5] İbn Hişam, Sîre, c. 1. s. 145-146; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 85.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Şüphesiz, Kâinâtın Efendisinin nurunu alnında İlâhî bir emanet olarak taşı­yan atalarının tamamı hakkında fazla bir bilgimiz yoktur. Atalarından en çok bilgi sahibi olduklarımız ise, ona zaman bakımından en yakın olanlarıdır. Bu­rada onların hayat ve şahsiyetlerine kısa bir göz atmak yerinde olacaktır.

Kusayy

Peygamber Efendimizin, asıl ismi Zeyd olan dördüncü kuşaktaki dedesi Kusayy, mühim bir şahsiyetti. Kendisinin sadece Zühre adında erkek kardeşi vardı.
Hz. Âdem’den beri devam edip gelen Nur-u Ahmedî’yi alnında taşıma şe­refi, bu iki kardeşten Kusayy’a ihsan edilmişti. Büyük oğul olduğu için, ailenin re­isliği vazifesi de kendisine verilmişti. Küçüklüğünden beri kabiliyetiyle dik­katleri üzerinde toplayan Kusayy, büyüyünce Mekke’nin ileri gelen şahsiyetle­rinden biri oldu. Teşkilâtçılığı, idareciliği, adaletli kararları ile kısa zamanda Mekke halkı arasında büyük bir itimat kazandı. Bu sebeple Mekke’nin idaresi ona verildi. Mekke’yi ilk defa ma­hal­lelere o böldü; her kabileyi, kendilerine ayırdığı ma­hallelere o yerleştirdi. Mekke’nin en mühim işleri onun evinde gö­rüşülüp karara bağlanırdı. Kâbe’nin perdedarlığı, hacıların su ihtiya­cının kar­şılanması, onların ağırlanması, savaşa giderken bayrak dikme ve Mekke mecli­sini idare etmek gibi mühim işler, ona emanet edilmişti. Kâbe’nin karşısında ve kapısı Kâbe’ye bakan ilk ev, onun için inşa edilmişti. Bu ev, Mekke’nin bir ne­vi hükûmet binası veya içinde Mekke şehir devletinin her türlü iş ve meseleleri­nin görüşüldüğü bir parlamento idi. Ku­sayy’ın bu konağı, tarihte “Dâru’n-Ned­ve” ismiyle şöhret bul­muş ve Hicret’ten yarım asır sonrasına kadar da mu­ha­faza edil­miştir.
Kusayy, Mekke’de istisnasız herkes tarafından sevilir, sayılırdı. Al­nında taşı­dığı Fahr-i Kâinat Efendimize âit nuru, onu bütün Mekke halkının sevgilisi ve can dostu haline getirmişti.
Yaşlanınca, âdetleri üzere aile reisliği vazifesini en büyük oğlu Abdu’d-Dâr’a, “Sevgili oğlum! Seni bu kavme reis tayin ediyorum” diyerek teslim etti.
Ne var ki Abdu’d-Dâr, bu büyük vazifeyi yürütecek kabiliyete sahip de­ğil­di. Hayatı boyunca da babasının yerini dolduramadı. Çünkü Fahr-i Kâinat Efendimizin kutsî nuru onun değil, küçük kar­deşi Abdi Menaf’ın alnında par­lı­yordu. Onun da dört oğlu vardı: Hâşim, Abdü’ş-Şems, Muttalib ve Nev­fel.[1]

Hâşim

Hâşim, Resûl-i Ekrem Efendimizin ikinci kuşaktan dedesidir.
Mekke’nin ileri gelen eşrafından olan Hâşim, ticaretle uğraşırdı. Hedefine oldukça yaklaştığı için Nur-u Muhammedî onun alnında daha haşmetli bir su­rette parlıyordu. Bu parlaklığı nisbetinde birçok üstün fazileti de üzerinde ta­şırdı.
Son derece cömertti. Bir kıtlık yılında Mekke’de ekmek bulunmaz olmuştu. O, Şam’dan getirdiği has buğday unun­dan bembeyaz ekmekler yaptırmış, bir­çok deve ve koyun kestirmiş, ekmek, et ve et suyu [tirit] ile bütün Mekke hal­kına büyük bir ziyafet çekmişti.
Hâşim, üstün seciyeli, kabiliyetli, dirayetli, cömert, faziletli ve herkes tara­fından sevilen, sayılan yüksek bir şahsiyetin sahibi olduğu için, ismi, ailesine ve soyuna ad olmuştur. Bu sebeple, Fahr-i Kâinat Efendimizin de arasında bu­lundukları bu yüce soya, kendilerinden sonra “Hâşimîler” denilmiştir.
Hâşim’in dört erkek çocuğu olmuştu: Şeybe [Ab­dül­mut­ta­lib], Esed, Ebû Sayfî ve Nadle.[2]
Hâşim’in sadece erkek çocuklarından Şeybe ile Esed zürriyet vermiş, diğer­leri çoğalmamışlardır. Şeybe, Resûl-i Ekrem Efendimizin birinci kuşaktaki de­desidir. Esed ise, Hz. Ali ve annesi Fâ­tı­ma’­nın dayısıdır.
Ne var ki Esed sulbünden dünyaya gelen Hüneyn de zürriyet bırakma­yın­ca, bütün Hâşimîler sadece Ab­dül­mut­ta­liboğulları kolundan gelerek ço­ğalmış ve yeryüzüne dağılmışlardır.[3]

Şeybe [Ab­dül­mut­ta­lib]

Peygamber Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Doğuştan ak saçlı ol­duğundan kendisine “Şeybe” ismini vermişlerdi. Ab­dül­mut­ta­lib, onun lakabı­dır; ancak daha çok bu lakapla şöh­ret bulmuş ve anılmıştır.
Bu lakabı alışının hikâyesi şöyle anlatılır:
Şeybe, küçüklüğünde Medine’de dayılarının yanında kalıyordu. Bir gün ma­halle arkadaşları, diğer çocuklarla, Medine’­de bir meydanda ok atışı yapı­yorlardı. Bütün çocuklar arasında, alnında parlayan Kâinatın Efendisine âit nur sebebiyle rahatlıkla fark ediliyordu. Çocukların bu yarışmasını seyretmek için büyüklerden bir kalabalık da orada toplanmış bulunuyordu.
Ok atma sırası Şeybe’ye gelmişti. Okunu yayına yerleştirdi. Ken­din­den emin bir tavırla yayını gerdi. Bir an nefesini kesip yayını salıverdi. Yaydan fır­layan ok, hedefe tam isabet etmişti! Herkes hayranlık dolu bakışlarla kendisine bakarken, o ise bu başarıdan duyduğu sevinç ve heyecanı şu sözlerle dile geti­riyordu:
“Ben, Hâşim’in oğluyum! Ben, (Betha) Beyinin oğluyum! Okum elbette he­defini bulur!”
Seyre gelen büyükler, Şeybe’nin bu övücü sözlerini duydular. Hâris bin Abdi Menafoğullarından biri yanına yaklaştı ve sorup su­al ederek onun Hâ­şim’in oğlu olduğunu öğrendi. Mek­ke’ye dönüşünde bu adam, durumu am­cası Muttalib’e anlattı ve böylesine kabiliyetli ve zeki bir çocuğun yabancı ilde bırakılmasının doğru olmayacağını belirtti.
Muttalib, bu haber üzerine derhal Medine’ye vardı. Şey­be’yi alarak Mek­ke’ye getirdi. Muttalib, terkisinde yeğeni Şeybe’yle Mekke sokaklarına gi­rer­ken sordular: “Bu çocuk kim?”
Göz değmesinden korkan Muttalib’in ağzından, “Kölemdir” sözü çıktı.
Evine gelince, karısı Hatice de kendisine aynı soruyu yöneltti. Yine cevabı, “Kölemdir” oldu.
Ertesi gün amcasının kendisine aldığı güzel elbiselerle Mekke sokaklarında dolaşmaya başlayınca, herkes onun kim olduğunu me­rak etmeye ve sormaya başladı. Bilenler, “Ab­dül­mut­ta­lib [Muttalib’in Kölesi]” diye cevap veriyorlardı.
İşte, böylece o günden sonra, her ne kadar kim olduğu bilâhare ortaya çık­tıysa da, Şeybe’nin adı “Abdü’l-Muttalib [Muttalib’in Köle­si]” olarak kaldı.[4]

____________________________________________

[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 66, 70, 74; Taberî, Tarih, c. 2, s. 181-185.
[2] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 75, 80.
[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 79-80.
[4] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 82-83.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Cenab-ı Hak, insanlığın babası Hz. Âdem’i yaratmıştı.
Başını kaldırıp bakan Âdem (a.s.), Arş-ı Âlâ’da muazzam bir nurla bir isim yazılı gördü: “Ahmed”
Merak edip sordu: “Yâ Rabbi! Bu nur nedir?”
Allah Teâlâ buyurdu: “Bu, senin zürriyetinden bir peygamberin nurudur ki onun ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed’dir. Eğer o olmasaydı, se­ni yaratmazdım!”[1]
İmanımızla kabul ettiğimiz bu muazzam gerçeği, milyarlarca sene sonra gelen o nurun sahibi de, bütün açıklığıyla ifade buyurmuşlardır.
Bir gün ashaptan Abdullah b. Câbir (r.a.), “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Ba­na, Al­lah’ın her şeyden evvel yarattığı şey ne­dir, söyler misin?”
Şu cevabı verdiler:
“Her şeyden evvel senin Peygamberinin nurunu, Kendi nurundan yarattı. Nur, Allah’ın kudretiyle dilediği gibi gezerdi. O zaman ne Levh, ne kalem, ne cennet, ne cehennem, ne melek, ne semâ, ne arz, ne güneş, ne ay, ne insan ve ne de cin vardı.”[2]
Semâyı bütün haşmetiyle aydınlatan nur, sonra ilk olarak Hz. Âdem’in al­nında parladı. Sonra peygamberden peygambere geçerek Hz. İbrahim’e (a.s.) ka­dar geldi. Ondan da oğlu Hz. İsmail’e intikal etti.
“Peygamberlerin Babası” olarak anılan Hz. İbrahim’in iki oğlu vardı: İshak ve İsmail (a.s.). O, oğlu İshak’ın neslinden birçok peygamberin geleceğini Ce­nab-ı Hakk’ın ilhamıyla bilmişti. Ancak çok sevdiği Hacer’den dünyaya gelen oğlu İsmail’in (a.s.) neslinden peygamber gelip gelmeyeceği meçhul idi.
Bununla birlikte, ahir zamanda büyük bir peygamberin gönderileceğini de biliyordu. Bu sebeple de, Son Peygamberin, çok sevdiği oğlu İsmail’in neslin­den gelmesini şiddetle arzu ediyordu.
İlk bânisi Hz. Âdem olan yeryüzünün ilk mâbedi Kâbe, uzun zamanın geç­me­siyle yıkılmış, adeta yerle bir olmuştu. Hz. İb­rahim, bu mukaddes bina­nın tek­rar inşası için Cenab-ı Hak’tan emir aldı ve oğlu İsmail’le birlikte derhal ça­lışmaya koyuldu.
Kâbe’nin inşası tamamlanınca, baba oğul ellerini dergâh-ı İlâhî’ye açarak şöyle yalvardılar:
“Ey Rabbimiz! Neslimizden gelen Müslüman ümmet içinden bir peygam­ber gönder; ki o, onlara ayetlerini okusun, kitabı ve hükümlerini öğretsin, on­ları günahlardan te­mizlesin!”[3]
İşte, Cenab-ı Hak, yapılan bu samimi duayı cevapsız bırakmadı ve Hz. İs­mail’in neslinden, Peygamberlerin Reisi Hz. Muhammed’i (a.s.m.) göndererek kabul etti. Bu gerçeği bizzat Kâinatın Efendisi, “Ben, babam İbrahim’in duası­yım”[4]diyerek ifade buyurmuşlardır.
Hz. İsmail’in evlat ve torunları gittikçe çoğaldı ve Arap Yarımadası’nın her tarafına dağıldı. İçlerinden Adnanoğulları, onlar içinden Mudaroğulları ve on­lar içinden de Ku­reyş kabilesi diğerlerinden üstün ve farklı oldu. Ku­reyş ka­bilesi içinde ise, Hâşimîler kolu, hepsinden daha çok fazilet ve şeref buldu.
Bu gerçeği de bizzat kendileri şu şekilde ifade buyurmuşlardır:
“Allah, İbrahimoğullarından İsmail’i, İsmailoğullarından Ki­nâ­neoğullarını, Kinâneoğullarından da Ku­reyş’­i, Ku­reyş’­ten de Benî Hâşim’i, Benî Hâşim’den de beni seçmiştir.”[5]
Bütün kaynakların ittifakla belirttikleri, Kâinatın Efendi­sinin yirmi dedesine kadar uzanan neseb silsilesi şöyledir:
“Muhammed (a.s.m.), Abdullah, Ab­dül­mut­ta­lib (asıl is­mi Şey­be), Hâşim, Abdi Menaf [Muğîre], Kusayy, Kilab, Mür­re, Kâb, Lü­eyy, Galib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne, Hu­zey­me, Müd­rike [Amir], İlyas, Mudar, Nizar, Maad, Ad­nan.”[6]
İşte, Fahr-i Kâinat Efendimizin büyük dedeleri, bu zâtlardı. Her bi­rinin zür­riyeti çoğalmış ve her biri pek çok cemaatin reisi, birçok kabile ve aşiretin de­desi ve babası olmuşlardır.
Ancak ne vakit birinin iki oğlu olsa veya bir kabile iki kola ayrılsa, Sevgili Peygamberimizin soyu en şerefli ve en hayırlı olan tarafta bulunur ve her asır­da onun büyük dedesi kim ise yüzünde parlayan müstesna nurdan bili­nirdi.
Yirminci Dededen Sonraki Neseb Çizgisi
Neseb âlimlerince, Peygamber Efendimizin yirminci dedesi olan Adnan’ın, Hz. İbrahim’in neslinden olduğu ittifakla kabul edilmektedir. Adnan ile İbra­him (a.s.) arasında uzun bir zaman mesafesi vardır. Bir kısım neseb âlimleri arada kırk batın [göbek] bulunduğunu belirtirler.[7]
Buna binaen, aradaki zaman biriminin ne kadar uzun olduğunu az çok ta­savvur etmek mümkündür.
Bu sebeple, Resûl-i Ekrem Efendimizin yirminci dedesi Adnan’­dan Hz. İb­rahim’e kadar olan ikinci kademe neseb silsilesi, ba­samak basamak tespit edile­memiştir. Bazı neseb âlimleri yedi, bazısı da dokuz göbekte Hz. İsmail’e Pey­gam­ber Efendimizin nesebini vardırmışlardır. Haliyle bu, arada birçok basa­mağın atlandığını ortaya koyar.
Adnan’dan Hz. İbrahim’e kadar
Bazı âlimler, Peygamber Efendimizin, Adnan’dan Hz. İbrahim’e vardır­dık­ları ikinci kademe neseb silsilesini şöy­le sıralarlar:
Adnan
Udd (veya Udad)
Mukavvim
Nahur (veya Sârih)
Teyrah
Ya’ruh
Yeşcub
Nabit
İsmail (a.s.)
İbrahim (a.s.)[8]
Ayrıca İbni İshak, bundan sonra da Resûl-i Ekrem Efendimizin neseb silsi­lesini ta Âdem’e (a.s.) kadar götürür.[9]Ancak belirtelim ki diğer kaynaklar bu sil­sile üzerinde ittifak etmiş değillerdir.

_________________________________________

[1] Kastalani, Mevahibü’l-Ledünniye, c. 1, s. 6.
[2] Kastalani, a.g.e., c. 1, s. 7.
[3] Bakara, 129.
[4] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 175; Taberî, Tarih, c. 2, s. 128.
[5] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 20; Müslim, Sahih, c. 7, s. 58.
[6] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 1-3; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 55-56; Belâzurî, Ensabü’l-Eşraf, c. 1, s. 12 v.d.; Taberî, Tarih, c. 2, s. 172-180.
[7] Mevlânâ Şiblî, Asr-ı Saadet, c. 1, s. 119.
[8] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 2; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 56.
[9] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 2-4.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget