Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Ebû Tâlib, bütün bu olup bitenlerden sonra nur yüzlü yeğeni Peygamberi­miz­den adeta ayrılmaz bir parça haline gelmişti. Kendisinde git­tikçe kuvvet peydâ eden kanaat şuydu:
“Bu yeğenim, ileride büyük ve mühim bir şahsiyet olacaktır!”
Bu sebeple, Peygamberimiz üzerinde himâyesini son derece dikkatli ve şu­urlu bir şekilde sürdürüyor, adeta bir dediğini iki etmi­yordu.
Artık Peygamberimiz de ruhu ve dış görünüşü ile eşsiz bir genç olmuştu. Kalp ve ruhundaki eşsiz fazilet ve güzellikler, suretini de fevkalâde güzel şe­killendirmişti: Ortadan uzun boylu, siyah dalgalı saçlıydı. Açık ve yüksek alın­lı, kalın siyah kaşlıydı. Kaşları birbirine çok yakın, fakat bitişik değildi. Göz­be­bekleri, çok tatlı bir siyahtı. Uzun ve siyah kirpikleri, bakışlarına apayrı bir tat­lılık verirdi.
Kader-i İlâhî, onu ezelden “İnsanlığın Peygamberi” olarak tak­dir ve tayin et­mişti. Bu sebeple o, Âlemlerin Rabbi’nin ter­biyesi altında hayat seyrine de­vam ediyordu. On­dan­dır ki bütün Arabistan’la birlikte Mekke’de de hüküm sü­ren fısk, fücur, sefahet ve dalâletten, kötülük ve ahlâksızlıklardan en ufak bir eser, en küçük bir iz hayatında görülmez.
Putlardan şiddetle nefret ederdi. Ömründe bir defa bile onlara hürmette bulunmadı.
Ku­reyş müşriklerinin bir âdeti vardı. Her senenin belli bir gününde Buvane adlı putun etrafında toplanırlar, geceye kadar orada bulunurlar, yanında traş olurlar, kurban keserek büyük merasim tertiplerlerdi.
Yine böyle bir merasim için bütün Ku­reyş hazırlanmıştı. Ebû Tâlib de onlar gibi aile efradını toplayarak merasime iştirak etmek istedi. Peygamber Efendi­mize de hazırlanmasını söyledi. Ancak o, buna yanaşmadı ve mâzur görülme­sini istedi. Efendimizin bu davranışını, Ebû Tâlib ve halaları, taaccüple karşıla­dılar; hatta kızar gibi oldular. Bir iki sefer daha tekliflerini tekrarladıkları halde Resûl-i Ekrem Efendimiz yine red cevabı verdi. Bunun üzerine kızarak, “İlâh­larımızdan yüz çevirmek demek olan bu hareketinden dolayı bir felâkete uğ­rayacağından korkuyoruz!” dediler.
Bunu demekle de iktifa etmediler; üzerine öylesine var­dı­lar ki Sevgili Pey­gamberimiz daha fazla ısrar edemedi ve istemeye istemeye, sadece amcası Ebû Tâlib’in ve halalarının hatırını kırmamak için kendilerini takibe râzı oldu. Fa­kat putun yanına varır varmaz, nur yüzlü Efendimizin bir ara ortadan kaybol­duğunu fark ettiler. Bir müddet sonra yanlarına gelince onu müthiş bir hal içinde gördüler: Benzi sararmış, her halinden korktuğu belli idi.
Amcası ve halaları, kendisine sordular: “Ne oldu sana? Neye uğradın?”
Sevgili Efendimiz, şu cevabı verdi:
“Bana bir fenalık gelmesinden korktum!”
Onlar, “Allah sana kötülük eriştirmez. Sende çok iyi haslet ve meziyetler var. Söyle bakalım, sen ne gördün?” dediler.
Bu sefer Peygamberimiz, şunları anlattı:
“Ben, bu putun yanına yaklaştığım zaman, uzun boylu ve beyazlar giyinmiş biri orada peydâ oldu. Bana ‘Yâ Muhammed! Geri çekil, sakın o puta el sürme!’ diye haykırdı.”[1]
Bu vak’adan sonra, Re­sû­lul­lah Efendimiz, herhangi bir sebep ve saikle put­ların yanına uğramadı ve onların bu bay­ram ve merasimlerine hiçbir zaman katılmadı.
Evet, risâlet vazifesiyle memur edilir edilmez eline tev­hid bayrağını alıp dalgalandıracak bir zât, elbette çocukluğunda ve gençliğinde de tevhid inancı­nın zıddı olan şirkten ve putperestlikten uzak, tertemiz bir hayata sahip bulu­nacaktır.
Cenab-ı Hak, Sevgili Resûlünü, henüz ne teklif, ne memuriyet, hiçbir şeyle alâkalı bulunmadığı zamanlarda bile her türlü çirkinlikten koruyor ve onu hu­susî bir murakabe altında terbiye ediyordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz de, “Beni Rabbim terbiye etti; ne güzel terbiye etti!”[2]sözleriyle bu gerçeğe işaret buyurmuşlardır.
İnsaflı müsteşrikler de, her şeye rağmen bu hususu inkâr edememişlerdir. Sir W. Muir, Muhammed’in Hayatı isimli eserinde, şu itirafta bulunmaktan ken­dini alamaz:
“Hz. Muhammed hakkındaki bütün neşriyatımız bir nokta üzerinde ittifak eder. O da, onun ahlâkının temizliği ve yüksekliğidir!”

DÖRDÜNCÜ FİCAR MUHAREBESİ VE EFENDİMİZ

Peygamberimiz yirmi yaşında iken, Dördüncü Ficar Muharebesi patlak verdi.[3]
İslam’dan evvel, Câhiliyye devrinde, Araplar arasında cinayetlerin, kanlı çarpışma ve şiddet olaylarının, kan davalarının ve her türlü hırsızlık ve yol­suz­luk olaylarının ardı arkası kesilmiyordu. Kalpleri şefkat ve merhametten mah­rum, cemiyet hayatları hak ve hukuktan uzak insanlardan, birbirini kırıp geç­mekten başka zaten ne beklenebilirdi?
Muharrem, Receb, Zilkade ve Zilhicce ayları, öteden be­ri Araplarca mu­kaddes aylar sayılıyordu. Bu aylarda her türlü kötülüğün işlenmesi, her türlü haksızlığın yapılması, kan dökülmesi kesinlikle yasaktı. Bunun için de “haram aylar” adıyla anılıyorlardı.
İşte, Ficar Muharebeleri bu aylardan birinde vuku bul­du­ğu ve iki taraf ara­sında büyük haksızlıklar, zulümler irtikâb edildiği, kan döküldüğü için bu is­mi almışlardı.[4]
Araplar arasında Ficar Muharebeleri, dört kere meydana gel­mişti.
Birinci Ficar Muharebesi sırasında, Kâinatın Efendisi, he­nüz on yaşlarında bulunuyordu.[5]
Dokuz sene gibi uzun bir zaman süren bu dört muharebe, aslında oldukça basit ve ehemmiyetsiz hadiseler yüzünden mey­dana gel­mişti.
Birinci Ficar Muharebesi, Gıfarîlerden bir adamın Ukâz panayırında uzan­mış olarak, “Arabın en şereflisi benim!” sözü üzerine Havazin kabilesinden bi­ri­nin bunu kendisine hakaret kabul edip, kılıcını çekerek, övünen adamın aya­ğını yaralaması sebebiyle Ki­nâ­ne ve Havazinliler arasında vuku bulmuştu.
İkincisi, yine Ukâz panayırında bir kadına sataşmak yü­zünden Ku­reyş ile Havazin kabilesi arasında patlak vermişti.
Üçüncüsü, Kinâneoğulları kabilesinden bir adamın, Âmiroğulları kabilesin­den birine olan borcunu ödemeyip, müddeti uzat­ması sebebiyle Kinâne ve Havazin kabileleri arasında meydana gelmişti.
Peygamberimizin yirmi yaşlarında iken katıldığı Dördüncü Fi­car Muhare­besi ise, Ku­reyş ve Kinâneoğulları ile Kays-ı Aylan kabileleri arasında, Kinâneli Barraz b. Kays adındaki adamın Kays-ı Aylan [Havazin] kabilesinden Urve nâmındaki adamı öldürmesi neticesi çıkmıştı.[6]
Ku­reyşliler, Kinâneoğullarının müttefiki bulunduklarından, dolayısıyla bu muharebeye katılmak zorunda kalmışlardı.
Ukâz panayırında yapılan Dördüncü Ficar Muharebesi’ne Ebû Tâ­lib, haram ayda olduğu ve çok zulüm işleneceğini tahmin ettiği için katılmak istememişti. Ancak Ku­reyş kabilesinin diğer kollarının diretmesi üzerine iştirak etmek mec­buriyetinde kaldı.
Muharebe sırasında Ebû Tâlib’in, aziz yeğeni Efendimizi bir iki defa yanına alarak götürdüğü rivayet edilmiştir. Ancak o, sadece atı­lan düşman oklarını toplayıp amcasına vermekle yetinmiştir.[7]
Çarpışmanın bir türlü son bulmadığını gören taraftar, nihayet birbirlerine anlaşma teklif ettiler. Buna göre, ölüler sayılacak, hangi tarafın ölüsü fazla ise diğer taraf onların diyetlerini ödeyecek, böy­lece de harp son bulmuş olacaktı.
Sayım neticesinde, Kays-ı Aylanların ölüleri yirmi kadar fazla çıktı. Kinâ­ne­oğulları ve Ku­reyşliler tarafından bu yirmi kişinin diyeti ödenerek, Fil ta­rihin­den yirmi yıl sonra vuku bulan[8]bu kanlı çarpışma da böylece nihayet buldu.
_______________________________________
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 158; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 1, s. 164.
[2] Abdurrahman Münavî, Feyzü’l-Kadir, c. 1, s. 224.
[3] İbn Hişam, Sîre, s. 198; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 128.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 195.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 196.
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 196-197; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 126-128.
[7] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 198.
[8] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 128; Taberî, Tarih, c. 1, s. 201.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Kâinatın Efendisi on iki yaşına girmişti.
Akranları arasında artık farklı beden ve simaya sahipti. Siması etrafa pırıl pırıl nurlar saçıyordu. Gönlü huzur doluydu.
Onu yanında barındıran Ebû Tâlib ise, o sırada büyük bir geçim sıkıntısı içinde idi. Bunun için, ticaretle uğraşmaya kendisini mecbur hissetmekteydi. Bu maksatla da Ku­reyş’in o sene tertiplediği ticaret kervanına katılarak Şam’­a gitmeyi kararlaştırdı.
Yol hazırlıkları yapılıyordu. Yapılan hazırlıklar Efendimizin gözleri önünde cereyan ediyordu. Haliyle, çok sevdiği amcası, kendisinden bir müddet ayrıla­caktı. Ama o buna nasıl tahammül edebilirdi? Yıllar önce de hem muhterem babasını, hem de aziz annesini böyle iki seyahat sonunda kaybetmişti. Şimdi ise, hâmîsi Ebû Tâlib, böyle bir seyahate çıkacak ve günlerce kendisinden uzak bulunacaktı. Nâzik ve lâtif ruhu bu ayrılığa nasıl dayanacaktı?
Ebû Tâlib gibi ev halkı da Kâinatın Efendisinin başına yolda bir şeylerin gel­mesinden korktukları için bu seyahate katılmasını is­temiyorlardı. Ancak o, am­ca­sıyla gitmeyi candan arzu ediyordu. Günlerce üzgün durduktan sonra amca­sı­na açılmak zorunda kaldı. Hasret ve hüzün dolu mübarek sesiyle ona şöyle hitap etmekten kendini alamadı:
“Amcacığım! Beni nereye ve kime bırakıp gidiyorsun? Burada ne annem var, ne de babam!”
Bu sözlerini gözyaşlarıyla bir çiçek gibi süsleyen Kâinatın Efendisinin derin hüzün ve üzüntüsüne, değil kendisini canı gibi seven Ebû Tâlib, en katı yü­rek­li­ler bile dayanamazdı. Şefkat duygusunu coşturan bu ifadeler karşısında Ebû Tâlib, derhal kararını değiştirdi. Artık Kâinatın Efendisi de amcasıyla bir­likte gidecekti.
Efendimizin gönlü bu karardan sonra sevinçle doldu. Hazırlıklar tamam­landı ve o, amcasıyla birlikte ticaret ker­vanına katıldı.
Kervan, çölleri aşa aşa Busra’ya vardı ve burada mola verdi. Busra, Şam ile Kudüs arasında suyu bol ve bahçelerle kaplı bir kasabaydı.

Rahip Bahîra’nın Müşâhede ve Tespiti

Busra panayırına yakın küçük bir manastırda o sırada bir rahip yaşıyordu: Bahîra...[1]Bu rahip, Hıristiyanların o zaman hatırı sayılır bir âlimi idi. Çünkü manastırda bir kitap vardı ki orada ibadete kapanan her rahip o kitaptan oku­yarak Hıristiyanların en bilgili kimsesi olurdu. O güne kadar gelip geçmiş bü­tün rahipler de o kitaptan istifade etmişlerdi.[2]
Ku­reyş’in ticaret kafilesi, her sene olduğu gibi bu sene de rahibin bu ma­nas­tırına yakın bir yerde konakladı. Gariptir ki daha önceki seneler gelen Ku­reyş kervanının hiçbiriyle ilgilenmeyen, konuşmayan Bahîra, bu sefer kafileye bek­lenmedik bir sürprizle yakın alâka gösterdi, hatta kendileri için bir ziyafet ter­tipledi.
Bu ilgi, bu ziyafet nedendi?
Kafiledekileri düşündüren soru, bu idi!
Bilgin rahip, kafilede o âna kadar gözlerinin şahit olmadığı bazı garipliklere şahit olmuştu: Manastırda, Ku­reyş kafilesini seyrederken bir bulutun, Efendi­ler Efendisini gölgelediğini görmüştü! Kafile gelip bir ağacın altına konunca, aynı bulutun ağacı da gölgelediğini; ağacın dallarının ise, nur çocuğun üstüne adeta eğilip gölge ettiğini müşâhede etmişti!
Bu garipliği görmüş olan Rahip Bahîra, manastırından çıkarak, Mekkeli ti­ca­ret kafilesini çağırdı ve şöyle dedi:
“Ey Ku­reyşliler! Size yemek hazırladım. Bu ziyafetime, büyüğünüz küçü­ğünüz, hürünüz köleniz dâhil hepinizin gelmesini istiyorum!”
Bahîra’nın bu garip tavrı, Ku­reyşli tüccarların dikkatin­den kaçmadı. Sebe­bini merak ettiler ve sordular: “Ey Ba­hî­ra! Vallahi, bugün sende bambaşka bir hal var. Biz sa­na her gelişimizde uğrarız. Şimdiye kadar bize böyle bir şey yaptığın vâkî değil. Sendeki bu hal nedir?”
Bahîra, sırrını açıklamadı ve şu cevapla yetindi:
“Evet, gerçekten doğru söylediniz! Ama ne de olsa, sizler misafirimsiniz. Bunun için sizi misafir etmek, yemek yedirmek, istedim. Buyurun yeyiniz!”
Davete icabet edildi ve sofraya oturuldu.
Ancak kafileden, sofrada tek bir kişi eksikti: Bahîra’nın aradığı, Kâinatın Efendisi! Yaş itibarıyla en küçükleri olduğundan, kafilenin eşyalarını bekle­mekle vazifeli olarak ağacın altında oturuyordu.
Bahîra, bütün dikkatiyle sofradakileri süzmekle meşguldü; ancak aradığı nurlu sima yoktu aralarında... Sordu: “İçinizde yemeğe gelmeyen, geride kalan kimse var mı?”
Cevap verdiler: “Hayır ey Bahîra! Senin davetine icabet edip gel­me­yen kim­se yok. Sadece bir çocuk var: Eşyalarımızı beklemek üzere bırakılmış bir ço­cuk!”
Mukaddes kitapları dikkatle incelemiş olan ve onlardan Son Peygamberin özellik ve alâmetlerini öğrenmiş bulunan Ba­hîra, onun da gelmesini ısrarla is­tedi.
Ku­reyşli tüccarlar, Bahîra’nın bu ısrarlı isteğini reddetmediler ve Kâinatın Efendisi Nur Çocuğu da alıp getirdiler.
Efendiler Efendisi sofrada yemek yemekle meşgul iken, Bahîra’­nın gözleri bütün dikkat ve hayretiyle onun üzerinde dolaşıyordu. Her halini, her hareke­tini dikkatli bakışlarla süzmekteydi.
Bahîra, aradığını bulmuştu! Maksadına erişmişti; zira, bütün dikkatiyle süz­mekte olduğu nur çocuğun her hali ve her hareketi, yanındaki kitapta yazılı sıfatlara tıpatıp uyuyordu!
Yemek yendi. Sofradakiler dağılırken, Bahîra, Kâinatın Efen­disi Peygambe­rimizin kulağına eğildi ve “Bak delikanlı, Lât ve Uzzâ hakkı için sana soraca­ğım şeylere cevap ver!”
Nur gözlerde bir tiksinti, bir nefret belirtisi: “Lât ve Uzzâ adına benden bir şey isteme. Vallahi, onlardan nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret etmem!”
Bahîra, önceki teklifinden vazgeçti: “O halde, Allah hak­kı için, sana sora­caklarıma cevap ver!”
Peygamber Efendimiz, “Sor” dedi. “İstediğini sor!”
Sorduğu her soruya aldığı cevap, Bahîra’yı hayretler için­de bırakıyordu; çün­kü onun Son Peygamber hakkında bildiklerine aynen uyuyordu!
Son olarak, Kâinatın Efendisinin sırtına baktı ve Peygamberlik mührünü gördü!
Artık Bahîra’da, şeksiz şüphesiz kesin kanaat hasıl olmuştu: Bu genç, bekle­nen Son Peygamber idi!

Rahip Bahîra ile Ebû Tâlib Başbaşa

Rahip Bahîra, bu teşhisinden sonra, Efendimizin amcası Ebû Tâlib’in yanına vardı. Aralarında şu konuşma geçti:
“Bu çocuk senin neyin olur?”
“Oğlumdur!”
“Hayır, o senin oğlun değil! Bu çocuğun babasının hayatta olmaması lâ­zım!”
“Evet, doğru söyledin; o benim öz oğlum değil, yeğenimdir.”
“Peki, babasına ne oldu?”
“Annesi bu çocuğa hamile iken vefat etti.”
“Evet, doğru konuştun!”
Bahîra açısından artık her şey apaçık ve kesin idi.
Sonunda, Peygamberimizin amcasına şu tavsiyede bulunarak hakperestli­ğini gösterdi:
“Bu yeğenini hemen memleketine geri götür! Onu hasetçi Yahudilerden ko­ru. Vallahi, Yahudiler, çocuğu görüp de, benim fark ettiklerimi onlar da fark ederlerse ona kötülükte bulunurlar. Çünkü senin bu yeğenin, ileride büyük şân ve nâm kazanacaktır. Durma, onu hemen geri götür!”[3]
Bu tavsiye üzerine Ebû Tâlib, mallarını orada satarak aziz yeğeniyle Mek­ke’ye geri döndü.[4]
Rahip Bahîra gibi, birçok Hıristiyan ve Yahudi âlimi, Resûl-i Ekrem Efen­di­mi­zin sıfatlarını kitaplarında görmüşler ve “Evet, kitaplarımızda Mu­hammed-i Arabî’nin (a.s.m.) sıfatları ya­zılıdır” diyerek, hak bir itirafta bulun­muşlardır. Bu itirafa rağ­men, yine de birçoğu İslam’ın şerefiyle şereflenmekten mahrum kalmışlardır.
Bu eşsiz bahtiyarlığa erenler arasında ise şunları sayabiliriz:
Abdullah İbni Selam, Vehb İbni Münebbih, Ebî Yâsir, Şamûl, Esid ve Sa’lebe b. Saye, İbni Bünyamin, Muhay­rık, Kâ­bü’l-Ah­bar, Dağâtır, İbni Nâtûr, Câ­rûd...[5]
Kur’an-ı Kerim, ehl-i kitabın bu hakperest âlimlerinden şu ayetleriyle bah­seder:
“Şüphe yok ki onlar, hakkı itiraf etmek hususunda büyüklen­mek istemez­ler. Peygambere indirilen Kur’an’ı dinledikleri zaman, hakkı tanımalarından dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Onlar, ‘Ey Rabbimiz! Biz, Se­nin indirdiğine iman ettik. Artık Sen, bizi hakka şahit olanlarla beraber yaz’ derler.”[6]

___________________________________
[1] Bahîra’nın asıl adı, Circis veya Sercis’tir. Avrupalı tarihçiler, “Serciyus” derler. Kendisi bir Yahu­di âlimi iken, sonraları Hıristiyanlığı kabul etmiştir (İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 191, dipnot 1).
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 191.
[3] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 191-194; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 153-155; Be­lâ­zu­rî, Ensab, c. 1, s. 96-97; Taberî, Tarih, c. 1, s. 194-195.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 194; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 155; Belâzurî, a.g.e., c. 1, s. 97.
[5] Hüseyin el-Cisr, Risale-i Hamidiyye, Terc., s. 55-56; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 168-169.
[6] Mâide, 82-83.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Sevgili Peygamberimiz, sekiz yaşında...
Dedesi tarafından kendisine koruyucu olarak tayin edilen amcası Ebû Tâ­lib’in himâyesinde.
Ebû Tâlib, son derece merhametli bir insandı. Fakat oldukça fakirdi. Mekke et­rafında yayılan ve şehre getirilince sütünden faydalanılan birkaç devesinden başka herhangi bir mal ve mülke de sahip değildi. Aile efradı kalabalık olan Ebû Tâlib, haliyle maişet cihetiyle büyük sıkıntı içinde bulunuyordu.
Bütün bunlara rağmen o, dürüstlüğü ve doğru yaşayışı ile Ku­reyşliler tara­fından sevilir, sayılır ve hürmet görür idi. Hz. Ali, ba­basının bu durumunu şu ifadelerle dile getirir:
“Babam, Ku­reyş’in fakir, fakat ileri gelenlerinden şerefli biri idi. Hâlbuki, kendisinden evvel, böyle yoksul olduğu halde kavminin ulu kişisi olmuş bir kimse gelmemiştir.”
Ebû Tâlib, yaşayışı bakımından da, Câhilliyye devrinin kötülük ve çir­kin­lik­le­rinden uzaktı. Ku­reyşli müşriklerin su gibi içtikleri içkiyi o, babası Ab­dül­mut­ta­lib gibi, asla kullanmazdı. Görüldüğü gibi Ebû Tâlib, her haliyle Kâinatın Efendisini himâye edecek evsafta bulunuyordu.
Ebû Tâlib, aynı zamanda kardeşi Zübeyr’den kendisine geçen Kâbe per­de­dar­lığı demek olan “rifade” ve hacılara su içirme hizmeti demek olan “sikâye” vazifelerini de yürütüyordu. Ne var ki fazla masraf gerektiren bu va­zifelerin altından dar bütçesiyle kalkamayacağını anlayınca, üç hac mevsimin­den sonra bu görevleri kardeşi Hz. Abbas’a devretmek zorunda kaldı. Sikâye ve rifade hiz­metleri, Mek­ke’nin fethine kadar Hz. Abbas’ın elinde devam etti. Re­sû­lul­lah, Mekke’yi fethettikten sonra bu görevleri yine aynı elde bıraktı.
Ebû Tâlib de, babası gibi, Sevgili Peygamberimize candan bağlıydı. Öz baba gibi, yetişmesine son derece dikkat ediyordu. Yeğenini asla yanından ayırmak istemezdi. Gittiği her yere onu da götürür, yanıbaşına oturtur ve bir arkadaş gibi kendisiyle sohbet eder ve konuşurdu.
Ebû Tâlib’in evinde onsuz sofraya oturulmazdı. Sofra hazırlandığında Pey­gamber Efendimiz görülmeyince amca, “Muhammed’im nerede? Çağırın, gel­sin” derdi. Çünkü onun bulunduğu sofrada herkes doyarak kalkar ve yemek yine de artardı. Bulunmadığı sofralarda ise, çok kere sofradakiler doymadan yemek bitiverirdi.[1]
Zaten, Sevgili Peygamberimiz, ta o zamandan beri az yiyordu. Sofrada son derece ciddi ve nimetlere hürmetkâr bir tavır içinde bulunurdu. Diğer çocuklar kurulur kurulmaz sofraya saldırırken, o büyükleri başlamadan lokmayı ağzına koy­mazdı. Hatta bazı kere am­cası, çocuklardan rahatsız olmasın diye onun için ayrı sofra kurdururdu.[2]
Henüz bu yaşında Sevgili Efendimiz, —büyüklüğünde ol­duğu gibi— aç­lık­tan, susuzluktan da şikayet etmiyordu. Dadısı Ümmü Ey­men, bu hususu şu ifadelerle dile getirir:
“Re­sû­lul­lah’ın, çocukluğunda ne açlıktan, ne de susuzluktan şikayet ettiğini görmedim. Sabahleyin bir yudum zemzem içerdi. Kendisine yemek yedirmek istediğimizde, ‘İstemem, karnım tok’ derdi.”[3]
Yine Peygamber Efendimiz, sabahları pırıl pırıl parlayan temiz bir yüz, ta­ranmış tertemiz saçlarıyla gündüz âle­mi­ne sev­gi, neşe ve hayat dolu nur gözle­rini açardı.[4]

Peygamberimiz, Amcasıyla Yağmur Duasında!

Mekke ve havalisi, şiddetli bir kuraklık ve kıtlık yılı yaşıyordu. Yağmurun damlası yoktu. Yerler kupkuru ve toprak susuzluktan şerha şerha idi.
Ku­reyşliler Ebû Tâlib’e başvurarak, “Ey Ebû Tâlib!” dediler. “Kuraklık ve kıt­lıktan çoluk çocuğumuz ölmeye, hay­vanlarımız kırılmaya başladı! Ne olur, bizim için yağmur duasına çıksan?”
Ebû Tâlib teklifi reddetmedi. Ancak yalnız gidemezdi, gitmek de istemezdi. Yanına yeğeni Nur Muhammed’i de almalıydı. Çünkü onun bereket ve ihsan­lara vesile olduğu­nu birçok hadisede görmüş ve anlamıştı.
Ebû Tâlib, yeğeni Saadet Güneşiyle birlikte Kâbe’ye vardı. Sırtını bu kutsî mâ­bede dayadı, ellerini Kâinat Sultanına açtı ve yalvarmaya başladı. Nur Mu­hammed (a.s.m.) ise, Kâbe’nin örtüsüne yapışmış, bir parmağını da gö­ğe doğru kaldırmıştı.
...Ve az sonra Rahmân-ı Rahîm’in rahmet deryası coştu ve yağmur, bar­dak­tan boşalırcasına Mekke ve halkının üzerine döküldü. Öyle ki kendilerini zor­lukla evlerine atabildiler. Bir anda vadiler dolup taştı. Yüzler ve gözler se­vinçle doldu.
Evet, Hz. Muhammed (a.s.m.), insanlığa maddî mânevî rahmet ve bereket getirmek, insanlığı ve dünyayı mesut ve mamur etmek üzere vazifelendiril­mişti. Daha çocukluğundan iti­baren de bu ulvî ve büyük vazifenin sahibi bu­lunduğunun izlerini üzerinde taşıyordu!

Fâtıma Hâtun’un Peygamberimize Sevgisi

Ebû Tâlib’in hanımı Fâtıma Hâtun’un da Peygamber Efendimize olan sev­gisi ve şefkati sonsuzdu. Onu öz evladı gibi seviyor, bakımına son derece dik­kat ediyordu. Hatta onu yedirip doyurmadan, çocuklarına bakmıyor ve onlarla ilgilenmi­yordu. Böylece, Dür­r-i Yetim’e, annesiz kalmış olmanın ız­dırap ve hasretini his­se­tir­memeye çalışıyordu!
Sevgili Peygamberimiz de, Fâtıma Hâtun’a sevgi ve say­gısında hiçbir za­man kusur etmiyordu. Ömrünün sonuna kadar da kendisine yapılan iyiliği unutmadı Öyle ki Fâtıma Hâtun, vefat ettiğinde “Bugün annem öldü!” diyerek ona karşı olan sevgisini ifade etmişti. Sonra da gömleğini çıkararak ona kefen yapmış ve beraberinde kab­re inerek bir müddet mezarında uzanmıştı.
Resûl-i Ekrem’in bu hareketi, ashabının gözünden kaç­ma­dı. Sebebini sor­duklarında, şu cevabı verdi:
“Ebû Tâlib’ten sonra, bu kadıncağız kadar bana iyilik eden hiçbir kadın yok­tur. Ahirette, cennet elbiselerinden elbise giy­mesi için ona gömleğimi kefen yaptım. Kabre ısın­ması için de oraya kendisiyle birlikte uzandım.”[5]
Kendisine yapılan iyilikleri, kim tarafından olursa olsun asla unutmayan ve o iyiliklerin altında kalmayıp birkaç misliyle mukabele eden büyük Peygamber (a.s.m.)...
Resûl-i Ekrem’in bu yüksek hasletinin, bu müstesna sıfatının, insanların hi­dayete ermesinde büyük tesiri olduğu, hayat safhaları içinde görülecektir.

PEYGAMBER EFENDİMİZİN KOYUN GÜTMESİ

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ömr-ü saadetlerinin onuncu yılı içinde bulunu­yorlardı.
Bu sırada, himâyesinde bulunduğu amcası Ebû Tâlib’in koyun ve keçilerini gütmek istediğini söyledi. Onu canı gibi seven amcası, önce buna râzı olmadı. Ancak Efendimizin şiddetli arzu ve ısrarı karşısında kabul etti. Fakat bu sefer zevcesi Fâtıma Hâtun, bu isteğe şiddetle karşı koydu. Gözbebeklerinden daha çok kıymet verdikleri Kâinatın Efendisini yakıcı güneş altında bırakmaya gö­nülleri nasıl rıza gösterebilirdi?
Fakat Fahr-i Âlem Efendimiz, bu arzusunda kararlı idi. Bunun için Fâtıma Hâtun’u ikna ve râzı etti.
Efendimiz, sabahları koyun ve keçileri alarak vadilerde ve tepelerde dolaş­tırıp otlatmaya başladı.
Böylece, hem geçim sıkıntısı içinde bulunan amcasına, hiç olmazsa çoban tutma masrafından kurtarmak suretiyle yardımda bulunmuş, hem de yalnız ba­şına yerleri ve gökleri derin derin tefekkür edebilme imkânını elde etmiş olu­yordu. Kırda Cenab-ı Hakk’ın, her an tazelendirdiği yer ve gök sahifele­rin­deki ulvî manzaraları seyrediyor ve adeta ruhu onlardan eşsiz bir zevk ve de­rin bir feyiz alıyordu. Üzerine aldığı bu va­zife, onu aynı zamanda tefessüh et­miş cemiyetin yalan ve hile ile dolandırıcılık ve riyâ ile bulaşmış hayatlarından uzak kalma imkânına da kavuşturuyordu.
Ömr-ü saadetlerinin bir senesini koyun gütmekle geçiren Efendimize nü­büvvet vazifesi verildikten sonra, sahabeleriyle bir gün kıra çıkmışlardı. Mer­ruzzahran mevkiinde beraberce misvak ağacının yemişini topluyorlardı. Gö­nülleri kucaklayan tebessümleri arasında sahabelerine şöy­le buyurdu:
“Siz bu yabanî yemişlerin karalarını tercih ediniz. Çünkü onun siyahı en lezzetlisidir!”
Sahabeler, merak ve hayret içinde, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dediler. “Bu yemişin iyisini kötüsünü çobanlar bilir. Siz de ko­yun güttünüz mü?”
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, yine ruhlar okşayan tebessümleri ara­sında, “Hiç­bir peygamber yoktur ki koyun gütmemiş olsun!”[6]ce­vabını verdiler.
Ömür defterine tatlı bir hatıra olarak kaydedilen bu ko­yun gütme hadise­sini, yine Resûl-i Zîşan Efendimiz bir gün şöyle yad e­de­cek­tir:
“Mûsa (a.s.)  peygamber gönderildi, koyun güderdi. Dâ­vud (a.s.)  peygam­ber gönderildi, koyun güderdi. Ben de peygamber gönderildim. Ben de kendi ailemin koyunlarını Ciyad’da (Mekke’nin alt tarafında bir yer) güderdim.”[7]
Görülüyor ki Kur’an’da “en yüksek ahlâkın sahibi” olarak tavsif edilen Re­sû­lul­lah Efendimizin, henüz on yaşlarındaki gayret ve himmeti dahi boş otur­mayı hoş görmemiş ve başkasına yük olmayı uygun bulmamıştır.
Tafsili ciltler teşkil edecek şu mübarek sözlerinde de bu bir senelik koyun gütme tecrübesinin eserini bulmak müm­kündür:
“Hepiniz çobansınız. İdareniz altında bulunanlardan mes’­ûl­sünüz. Devlet reisi, idaresi altındakilerden mes’­ûl­dür. Kişi, ehil ve iyâlini gözetip korumakla mükellef ve bundan mes’ûl­dür. Kadın, kocasının evinden mes’­ûldür. Hiz­metçi, efendisinin malının muhâfızıdır ve bun­dan mes’ûldür. Kişi, babasının malının muhâfızıdır ve bun­dan mes’­ûldür. Hepiniz, idareniz altında olanlardan mes’­ûl­sünüz.”[8]

Eğlencelere Katılmaktan Alıkonması

Cenab-ı Hakk’ın hususî terbiyesi ve muhafazası altında ömür geçiren Kâi­natın Efendisi Peygamberimiz, amcasının koyunlarını güttüğü sıralarda başın­dan geçen bir hadiseyi şöyle anlatmıştır:
“Ben, Câhiliyye devri insanlarının işledikleri bir şeyi iki defa yapmaya te­şebbüs ettimse de Allah, beni o işten alıkoydu. Bundan sonra Allah, beni pey­gamberlik vazifesiyle şereflendirinceye kadar hiçbir kötülüğe teşebbüs etme­dim. Teşebbüs ettiğim şeye gelince... Bir gece, Ku­reyş’ten bir gençle, Mekke’nin yukarı taraflarında kendi koyunlarımızı (veya develerini) otlatıyorduk. Ben ar­kadaşıma, ‘Ko­yunlarıma bakarsan, ben de diğer arkadaşlarım gibi Mek­ke’ye giderek, gece eğlencelerine, gece masalları toplantılarına katılmak isti­yo­rum’ teklifinde bulundum. Arkadaşım, ‘Olur, bakarım’ de­di. Bu maksatla Mekke’ye gel­dim.
“Şehrin ilk evinin yanına yaklaştığımda, defler, düdük ve ıslıkların çalındı­ğını duydum. ‘Nedir bu?’ diye sordum. ‘Filanın oğlu, filanın kızıyla evlenmiş; on­ların düğünleri yapılıyor’ dediler. Hemen oturup onları seyre başladım. Der­ken, Allah, kulak­larımı tıkadı. Uyu­yakaldım ve ancak sabah güneşinin ışık­larıyla uyanabildim. Dö­nüp arkadaşı­mın yanına geldiğimde benden, ne yap­tı­ğımı sordu. ‘Hiçbir şey yapmadım’ dedim ve sonra da başımdan geçeni ol­du­ğu gibi anlattım.
“Bir başka gece, yine arkadaşıma aynı şekilde rica ettim. Ricamı kabul etti. Yola çıkıp Mekke’ye geldiğimde, geçen sefer işittiklerimin aynısı­nı yine işittim. Hemen ora­da çöküp yine seyre daldım. Derken, Allah, yine kulakları­mı tıkadı. Vallahi, beni uykudan ancak güneşin sıcaklığı uyan­dırabildi! Uyanır uyanmaz arkadaşımın yanına vardım ve başımdan geçeni olduğu gibi anlattım.
“Bundan sonra Allah, beni peygamberlik vazifesiyle şereflendirinceye ka­dar, hiçbir kötülüğe teşebbüs etmedim.”[9]

______________________________________

[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 120.
[2] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 119.,
[3] Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 729-730.
[4] Kadı İyaz, a.g.e., c. 1, s. 730.,
[5] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 112; İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 1, s. 369-370.
[6] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 125-126; Buharî, Sahih. c. 2, s. 247-248; Müslim, Sahih, c. 6, s. 125; İbn Mâce, Sünen, c. I2, s. 727.
[7] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 126.
[8] Müslim, Sahih, c. 6, s. 8.
[9] Taberî, Tarih, c. 1, s. 196.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget