Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Dünya haritası üzerinde siyasî, coğrafî ve ticarî açıdan mühim bir yer işgal eden Arabistan’ın da, diğer dünya ülkelerinden farklı bir tarafı kalmamıştı. Orada da —lisan ve edebiyat istisna edilirse— her şey çağırından çıkmış, bü­tün müesseseler bozulmuştu.
Kısaca göz atalım:

Dinî Durum

İnanç yönünden Arabistan, kelimenin tam manasıyla anarşi içinde kıvranı­yordu. Garip itikadlar burada da kol geziyordu.
Bir kısmı tamamen inkârcı idiler. Dünya hayatından başka hiçbir şeyi kabul etmiyorlar,“Bi­zim için dünya hayatından başka bir hayat yoktur; yaşarız ve ölürüz. Bizi öldüren, zamandan başka bir şey değildir”[1]diyerek, güya keyiflerince hayat sü­rüyorlardı!
Resûl-i Ekrem Efendimize vahiy gelmeye başlayınca, Kur’an-ı Kerim’inde Cenab-ı Hak, bu inancı taşıyanlara şöyle hitap edecektir:
“Ey Resûlüm! Onlara de ki:
“‘Sizi Allah diriltiyor, sonra sizi O öldürecek. Sonra da sizi, vukuunda şüp­he olmayan kıyamet günü (diriltip bir araya) toplayacak yine O’dur. Fakat in­sanların çoğu bu gerçeği bilmez.’”[2]
Yine o zaman Arapların bir kısmı Allah’a ve ahiret gününe inanıyor, ancak insandan bir peygamberin olacağını kabul et­mi­yor­lar­dı.
Kur’an, şu ayetiyle, bu inanç sahiplerinin hallerini anlatıyor:
“Mekkelilere doğru yolu gösteren Peygamber, onlara Kur’an’la geldiği za­man, insanların iman etmelerine, ancak şöyle demeleri mani oldu:
“‘Allah, bir insanı mı peygamber gönderdi?’”[3]
Peygamberin insan nev’inden gelmiş olmasını akıllarına sığdıramayıp, bir meleğin bu vazifeyle gönderilmesini arzu eden bu gürûha yine Kur’an, şu ayetiyle cevap vererek, isteklerinin ne kadar mantıksız olduğunu ilan edi­yordu:
“(Ey Resûlüm! Mekkelilere) Şöyle de:
“‘Eğer insanlar gibi yeryüzünde yürüyüp duran melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir melek peygamber gönderirdik.’”[4]
Diğer bir kısmı ise, Allah’ın varlığını kabul edip inanıyor, ancak ahiret ha­yatını, öldükten sonra dirilme gerçeğini, oradaki ceza ve mükâfatı kabul etmi­yordu.
Kur’an-ı Kerim, bu gruba da şu ayetiyle işaret eder:
“(Nutfeden) yaratılışını unutarak, bize bir de misâl getirdi: ‘Bu kemikleri kim diriltir, onlar çürüyüp dağılmışken?’ dedi.”[5]
Bu haddini bilmezlere de şu şekilde cevap veriliyordu:
“(Ey Resûlüm!) De ki:
“‘Onları ilk defa yaratan, diriltir ve O, her yaratılanı tamamıyla bilir.’”[6]
Bir kısmı ise, puta tapıyorlardı ve bunlar, çoğunluğu teşkil ediyordu. Hem taştan, tahtadan, hatta zaman zaman helvadan yaptıkları putlara tapıyor, hem de şöyle diyor­lardı:
“Biz, putlara ancak bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz!”[7]
Evet, Arapların ekserisi taştan, tahtadan, zaman zaman sefere çıkarken de helvadan yaptıkları putlara tapıyor, onlardan medet ve yardım umacak kadar zavallı bir vaziyete düşmüş bulunuyorlardı. Yeryüzünün ilk tevhid evi Beytullah’ı, bu inançlarının eseri olarak 360 adet putla doldurmuşlardı.
Bütün bunlar yanında, Arabistan’da Hz. İbrahim’in tevhid dininin izlerine de rastlanıyordu. Gaflete ve aradan uzun zaman geçmesine rağmen silinmeyen bu dinî izlerle amel edenlere, Hz. İbrahim’e nisbetle “Hanifler” denilirdi. Zira, Kur’an-ı Kerim’de “Hanif” tâbiri Hz. İbrahim için kullanılır: “İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan... O, Hanif Müslüman idi.”[8]
Hanifler diye anılan bu insanlar, putlara nefret beslerler, Allah’ın varlık ve birliğine inanırlardı. Nitekim putlardan birinin şerefine kurulan bir panayırda Varaka b. Nevfel, Ubeydullah b. Cahş, Osman b. Hüveyris, Zeyd b. Amr adındaki şahıslar, haddizâtında cansız, dilsiz, sağır, zarar veya menfaat vermekten mahrum birtakım putlara secde edip hürmet göstermeyi zillet saymışlar ve bunu açıkça ilan etmişlerdi.[9]
Yine akıl ve fikirlerini çalıştırarak, birtakım cansız putlara tapmanın mana­sızlığını idrak edip bu bâtıl itikada karşı mücadele verenler de vardı. Taif hal­kı­nın reisi ve Arapların meşhur şâirlerinden Ümeyye b. Ebî Salt, bunlardan bi­riydi. Bu zât, Câhiliyye devrinde mukaddes kitapları okumuş, putperestliği terk ederek Hz. İbrahim’in dinine girmişti.
“Bismike Allahümme” tâbirini ilk defa bu şâir bulmuştu. Sonra bu tâbir Arapların hoşuna gitmiş ve kitaplarının evveline de yazmaya başlamışlardır.
Şiirlerinde bir peygamberin lüzumundan bahseder, insanlık için nübüvve­tin kat’î bir ihtiyaç olduğunu beyan ederdi. Araplardan bir peygamberin zuhur edeceğini, geç­miş mukaddes kitaplardan öğrendiği için, o makamı kendisi ar­zu ediyordu. Buna binaendir ki Efendimize risâlet vazifesi verilince, haset ve kıskançlığının esiri oldu ve onu tasdik etmedi. Hatta Bedir Muharebesi’nde öl­dü­rülen müş­rikler için mersiyeler söyledi.[10]
Hicret’in 2. senesinde iman etmeden ölen Ümeyye hakkında, Hz. Resûl-i Ekrem’den birkaç hadis de rivayet olunmuştur.
Efendimiz bir gün, terkisinde Şerîd b. Süveyd’le gidiyor­du. Sahabeye, “Ümeyye’nin şiirlerinden bir şey biliyor mu­sun?” diye sor­du.
“Evet, biliyorum” cevabında bulunan sahabe, arkasından da Ümeyye’nin şiirinden beyitler okudu. Okunanları pek beğenen Efendimiz, Şerid’den (r.a.) biraz daha okumasını istedi.
Sahabe, kasideyi okuyup bitirdi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, şöyle bu­yurdular:
“Ümeyye, Müslüman olmaya yaklaşmıştır.”[11]
Bir diğer rivayete göre ise, “Ümeyye’nin şiiri iman etmiş, fakat kendisi da­lâlette kalmıştır”[12]buyurdular.
Bu meyanda adından bahsedeceğimiz bir başkası da şüp­hesiz, meşhur Arap hatiblerinden Kuss b. Saide’dir. Efen­dimizin peygamberliğinden haber veren bu zâtın hutbesinden ileride bahsedeceğiz.

Putlar

Mekke’ye ilk defa put getirmenin de bir hikâyesi var:
Amr b. Luhay, şehre ilk defa putu getirip, halkı putlara tapmaya teşvik eden adamdır.[13]
Amr Şam’a gittiği bir sırada, Maab denilen yere de uğrar ve burada Hz. Nuh’un sülâlesinden bir kabilenin putlara taptığını görür. Bunların ne işe ya­ra­dığını, niçin kendilerine taptıklarını sorunca da, “Bunlardan yardım isteriz, yardım ediliriz; yağmur isteriz, yağ­mu­ra kavuşuruz” cevabını alır.
Bunun üzerine Amr, Mekke’ye götürmek için bir put ister. İsteğini kabul ederler ve kendisine Hübel adını taşıyan putu verirler.[14]
Amr, Hübel’i Mekke’ye getirir ve diker; halkı, bu puta tap­maya teşvik eder. Câhil halk bu teşvike kapılarak Hübel’e tapmaya başlar.
İşte, Mekke’ye ilk defa put getirme ve burada puta tap­ma hikâyesi böylece başlamış oldu.

Her Kabilenin Ayrı Putu Vardı

Bundan sonra putperestlik Mekke’de yayılmaya başladı. Her kabilenin de kendisine âit putları vardı.
Ku­reyş, en büyük put olarak Uzzâ’yı kabul eder ve ona hürmet ederdi.
Evs ve Hazreç kabilelerinin taptığı put, Menat adını taşıyordu. Bu put, Mekke ile Medine arasında Müşellel denilen yerde bulunuyordu. Sonraları bu iki kabile Me­nat’­tan başka, Lât ve Uzzâ putlarına da tapmaya başlamışlardı.
Kelb kabilesinin putu Vedd idi ve Dûmetü’l-Cendel denilen mevkide bulu­nu­yordu.
Huzeyl kabilesi, Suva putuna tapardı ve bu put Gatafan mevkiin­de idi.
Hemdan kabilesinin bir kolu olan Hayvan boyu, Yauk putuna tâzim ederdi. Bu put, Hemdan civarında bulunuyordu.
Tayy ve Mezhiç kabilelerinin putu, Yeğûs idi; Him­ye­rî­le­rin­ki ise, Nesr...
Bekroğulları ve Kinâne kabilelerinin putu ise, Sa’d idi.[15]
İşte, yukarıda saydığımız kabileler, adlarını verdiğimiz bu putlara tapar, onlardan yardım diler, yağmur ister, zafer talep ederlerdi. İtikadlarınca, cansız, ruhsuz, taştan veya ağaçtan olan bu cisimler, isteklerini yerine getirme güç ve kuvvetinin sahibi bulunuyorlardı.
Hâlbuki, her aklı başında insan bilir ve kabul eder ki cansız, ruhsuz cisim­lerden insana ne zarar gelir, ne de fayda... Onlarda insana yardım edecek ne güç vardır, ne de kuvvet...
Ne var ki o zamanın Arapları bu gerçeği düşünemeyecek kadar muhake­meden mahrum bulunuyorlardı.
İşte, Allah Resûlü Hz. Muhammed (a.s.m.), inanç yönünden böy­lesine ce­halet ve dalâlet içinde kıvranan bu insanları ilim ve hidayet nuru ile kurtar­maya geliyordu. Onlara nur ve huzur vermek vazifesini yüklenecekti.

Ahlâkî Durum

Câhiliyye devrinde Arabistan, ahlâkî cihetten de tam bir sefâlet içindeydi. Cemiyete hâkim olan, süflî arzu ve emeller idi. İçki, kumar, zina, yalan, hırsız­lık, zulüm, hülâsa ahlâksızlık nâmına ne varsa yarımadanın dört bir yanında hüküm sürüyordu.
Zulüm, güçlünün güçsüze karşı kullandığı en amansız bir kırbaçtı. Kuvvetli olan, aynı zamanda haklıydı. Kuvvetli olan, zayıf ve güçsüzlere istediğini zorla yaptırabiliyordu. İnsana ve onun hayatına bir sinek kadar bile önem verilmi­yordu. Yapılan baskınlarla yakalanan insanlar, işkenceler altında inim inim in­letilerek öldürülüyorlar veya pazarlarda basit bir mal gibi köle olarak satışa çı­karılıyorlardı.
Kadın, elde basit bir meta, alınır satılır âdi bir mal telâkki ediliyordu. Genç cariyeler, fuhuşa teşvik edilerek, hatta zorlanarak, sırtlarından para kazanma yoluna gidiliyordu. Kur’an, insan haysiyetine yakışmayan bu hareketten bah­sediyor ve onları, insan hayatına hürmeti katleden bu çirkin âdetten nehye­di­yordu:
“... Dünya hayatının geçici menfaatini kazanacağız diye, cariyelerinizi fuhuşa zorlamayın; hele iffetli olmak isterlerken... Kim onları zinaya mecbur ederse, muhakkak ki Allah bu mecbur edilişlerinden ve tevbelerinden sonra onlar (o cariyeler) hakkında Gafûr’dur [çok affedicidir], Rahîm’dir.”[16]
Bir kadın, birkaç erkekle birden müşterek hayat yaşayabiliyordu. Böyle bir kadın, evinin damına diktiği bir işaretle, kendisini halka ilan ediyordu.
Üvey anne, babanın terekesi arasında ev eşyasıymış gibi oğula miras olarak intikal ediyordu.

Kız Çocuğunu Diri Diri Gömme Âdeti

Çöl Araplarının bir kısmı kız çocuklarının dünyaya gelmesini bir felâket, bir yüz karası sayarlardı. Bu sebeple, doğan çocuk kız olunca, bazen kimsenin görmesine bile fırsat verilmeden gaddar babaları tarafından diri diri toprağa gömülüyor veya kuyulara atılıyorlardı.
Bu gaddarca hareketlerine sebep olarak hayalî bazı gerekçeleri gösteriyor­lardı:
Diyorlardı ki:
”Bunlar bir gün gelip şerefimizi lekeleyecekler veya sefâlete düşeceklerdir. Ayrıca maişet cihetiyle de bize yük olacaklar ve rı­zık­la­rı­nı temin edemeyece­ğiz.”[17]
Bazen de anneler, doğum yaklaşınca çukur kazdırırlardı. Dünyaya gözlerini açan yavru kız ise, hemen çukura atılır, üzeri toprakla örtülürdü.
Babalar, öldürmeyi kararlaştırdıkları kızlarını, altı yaşına gelince, güzel el­biseler giydirerek, sanki akraba ziyaretine gidiyorlarmış gibi çöle götürürlerdi. Zavallı çocuk, orada daha ön­ce kendisi için hazırlanmış mezara bırakılır, üze­rine de toprak atılarak diri diri gömülürdü.
Gömmek istemedikleri kız çocuklarına ise, kalın yün kumaştan bir cübbe giydirip, onlara deve veya koyun çobanlığı yaptırarak ce­mi­yetten tecrit etme yoluna giderlerdi.
Kur’an-ı Kerim, çöl Araplarının bu çirkin ve vahşet saçan âdetlerini şu aye­tiyle bize haber verir:
“Onlardan birine, kız doğum haberi müjdelendiği zaman, öfkelenerek yüzü kararıyor. Verilen müjdenin bıraktığı kötü tesirle utanıp kavminden gizleniyor. Acaba o çocuğu zillet ve horluğa katlanarak saklayacak mı, yoksa toprağa mı gömecek? Bak ki hüküm verdikleri şeyler ne kötü!”[18]
Câhiliyye zamanında bu çirkin âdete tevessül etmiş biri, bilâhare İsla­mi­yet­le müşerref olduktan sonra gözyaşları arasında Re­sû­lul­lah’­a bu du­rumunu şöyle anlatmıştı:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Biz, Câhiliyye devrini de yaşamış insanlarız. Putlara tapar, çocuklarımızı öldürürdük. Benim de bir kızım vardı. Çağırdığım zaman ya­nıma sevinçli sevinçli gelirdi.
“Bir gün, yine onu çağırmıştım. Koşarak geldi, arkama düştü. Kendisini evi­mizden pek uzak olmayan bir kuyumuza götürdüm. Elinden tutup kuyuya atı­verdim.
“Onun, bana son sözleri şu oldu:
“‘Babacığım! Babacığım!’”
Kâinatın Efendisi, tasvir edilen vahşetengiz manzara karşısında kendisini tutamamış ve ağlamıştı. Öyle ki mübarek gözlerinden akan yaşlar sakalını ıs­lattı. Sonra da şöyle buyurdular:
“Şüphesiz, Allah yeniden yapmadıkça Câhiliyye icabı olarak yap­tıklarınızı orada bırakır, İslamiyet devrine geçirmez.”[19]
İşte, o zamanlar şefkat ve merhamet denilen yüce hasletler, ruh, kalp ve vic­danlardan böylesine sökülüp atılmıştı. Zaten, Kâinat Sultanına gerçek ima­nın bulunmadığı bir kalpte, o sultandan korkunun bulunmadığı bir vicdanda, şef­kat, merhamet ve faziletin yeri olmaz ki!

Siyasî Nizam

Câhiliyye devrinde Arabistan, siyasî bir nizam ve içtimaî bir düzenden de mahrum bulunuyordu. Ahalinin ekserisi göçebe hayatı yaşıyordu. Kabilelere bölünmüşlerdi.
Kabile, içtimaî düzenlerini kendi aralarında temin eden bir toplumdur.
Bu göçebeler, devamlı surette birbirleriyle çekişme halinde idiler. Her an başkasına saldırmaya, gayrın malını talan etmeye, namusunu lekelemeye hazır bir hayat tarzı içinde bulunuyorlardı. Baskın ve yağmacılığı, adeta kendileri için bir geçim vasıtası kabul etmişlerdi. Kendilerine düşman olan kabileye bas­kınlar düzenler, develerini sürüp götürürler, kadın ve çocuklarını esir alırlardı.
Aralarında düşmanlık eksik olmazdı. Bir kabilenin diğerine yaptığı kötü­lükleri, karşı kabile de aynıyla yapmaya uğraşırdı.
Harp, baskın, çarpışma, ruh ve hayatlarına öylesine işlemişti ki başka kabi­leler arasında üzerlerine saldıracak kabileler bulamazlarsa, birbirleriyle sava­şırlardı. Şâir Kutamî, bu hususu, “Kardeşlerimizden olan Bekrlerden baş­kasını bulamazsak, onlara saldırırız!”[20]beytiyle anlatmak ister.
Öteden beri, kabileler ve aşiretler halinde yaşıyorlardı. Merkezî bir hükû­met etrafında toplanmayı düşünmemişlerdi. Bu sebeple, yarımada, me­denî ve sosyal kanunlardan mahrum bu­lunuyordu. Bu yüzden de karşılıklı zulümler eksik olmuyor, çarpışmalar, vuruş­malar devam edip gidiyordu. İste­yen istedi­ğini, gücü yettiği tak­dir­de yapabiliyordu. Güçlünün ve itibarlının yaptıkları daima yanına kâr kalırdı.[21]
Edebî Durum
Bütün bunlar yanında, inkârı mümkün olmayan bir gerçektir ki İslamiyetin zuhuru sırasında Araplar, edebiyat, belâgat ve fesahat konularında tekâmülün zirvesinde bulunuyorlardı. Bu hususta ken­dileriyle boy ölçüşecek, yer­yüzünde hiçbir millet mevcut değildi.
Şâir ve şiir onlar için her şeydi. Çünkü şiir, atalarının cemiyet hayatını, âdet ve inançlarını aksettiren tek güvenilir ayna idi.
Cemiyette şâirler, büyük değer sahibi idiler ve büyük hürmet görürlerdi. Öyle ki kabilelerinde güçlü bir kahraman yerine bir şâirin çıkmasını her zaman tercih ederlerdi. Zira, yegâne gayeleri olan şöhreti, en güzel şekilde yayabile­cek olan, ancak şâirdi. Yılandan korkar gibi, şâirlerin hicivlerinden çekinir ve korkarlardı.
Şâirler, onlar tarafından birer kahraman kabul ediliyordu. Öyle ki bir şâirin bir tek sözü üzerine kabileler birbirleriyle kıyasıya çar­pı­şıyorlardı. Yine bu şâi­rin bir tek sözüyle de, yıllardan beri birbirleriyle kanlı bıçaklı olanlar bir anda barışabiliyorlardı.
Eski zamanda şiire, “Arabın Defteri” deniliyordu. Zira, Arapların ahlâk ve âdetleri, diyanet ve akîdeleri, ancak şiirle biliniyor ve onunla nesilden nesile in­tikal edip geliyordu.
Bu devirde, şiiri besleyen ve teşvik eden birçok unsur vardı. Güç­lü bir şâir, hem kendisi hem de kabilesi için itibar sağ­lıyordu.
Yine muayyen zamanlarda kurulan panayırlar, şiirin gelişmesinde büyük rol oynuyorlardı. Kurulan bu panayırlar, bir nevi edebiyat şöleniydi. Panayır­larda, jüri huzurunda şiir ve hitabet müsabakaları düzenlenirdi. Çeşitli yerler­den gelen şâirler ve hatibler, burada şiirler okur, hitabelerde bulunurlar, bir­birlerine üstün gelmek için bütün güçlerini ortaya koyarlardı. Üstünlük sağla­makla da son derece iftihar ederlerdi.
Sonunda, jüri tarafından birinci seçilen şiir, keten bez üzerine altın yaldızla yazılarak Kâbe duvarına asılırdı.
Taif’le Nahle arasında bulunan Sûk-i Ukâz, panayırların en büyüğü idi. Ço­ğunlukla şiir yarışmaları burada tertip edilirdi.
Panayırlar, aynı zamanda bir çeşit fuar mahiyetini de taşıyordu. Bütün ka­bilelerin bir araya geldiği ticarî, içtimaî ve siyasî faaliyet sa­halarıydı. Zilhicce ayında açılan panayırlar, yirmi gün devam ederdi. Esirini fidyeyle kurtarmak, davasını halletmek, düşmanını bulmak, şiir okumak, hutbe irad etmek isteyen herkes bu panayırlara koşardı. “Şiire bu derece önem verilmiş olması, dilin en ince şekilde incelenmesi sonucunu hazırlamıştır.” Böylece, İslam’ın zuhuru sı­rasında Arabistan’da edebiyat, fesâhat ve belâgat, zirveye ulaşmıştı. Adeta, gö­rünmez bir el, zihinleri ve ruhları, Kur’an-ı Mu’­ci­zü’l-Beyan’ın insanüstü üslû­buna hazırlıyordu.
Arapların bu mümtaz hususîyeti haiz bulunmaları sebebiyledir ki Kur’an-ı Azîmüşşan, edebiyat, belâgat ve fesahatin zirvesinde nâzil oluyordu. Bu fesa­hat ve belâgati, i’caz [mucizeliği] ve icazı [vecizliği] ile Arap edip, şâir ve ha­tib­lerini mua­razaya davet ediyor ve onlara meydan okuyordu. Fakat onlar, çok geçmeden bu eşsiz kelâma nazire [benzer] getirmenin mümkün olmadığını an­ladılar ve susmak mecburiyetinde kaldılar.
Kur’an’ın üslûbu öylesine veciz, öylesine tatlı, öylesine fesih ve beliğ idi ki bu işi iyi bilen Araplar, hayretlerini gizleyemi­yorlardı. Bir gün, bedevî Arap ediplerinden biri,  فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُayetini duyunca, kendisinden geçercesine secdeye kapan­mıştı.
Hadise, müşrikleri çıldırtacak nitelikteydi. Nefret saçan bakışlarla adamın üzerine vardılar ve öfkeyle bağırdılar: “Sen de mi Müslüman oldun?”
“Hayır...” diye cevap verdi bedevî edip: “Ben sadece bu ayetin belâgatine secde ettim!”[22]
İmriü’l-Kays, Muallaka şâirlerinden biriydi. Bir gün kız kardeşi
  ayetini işitince, doğruca Kâbe’ye vardı ve “Artık kimsenin söyleyecek bir şeyi kalmadı. Bu belâgat karşısında kardeşimin şiiri de duramaz!” diyerek, kar­deşinin en üstte asılı bulunan kasidesini duvardan indirdi. En meşhur kasi­de­nin kal­dırıldığı görülünce, diğer Muallakat da birer birer indirildi.[23]
Câhiliyye devrinin en meşhur ve en eski şiir örnekleri, şüphesiz “Mual­la­kat-ı Seb’a [Yedi Askı]” şiirleridir. Bu şiirler, dilden dile dolaşmış, asır­lar son­rasına kadar varmıştır. Kuvvetli bir görüşe göre bu şiirler, Hammadü’r-Râviye tarafından toplanmıştır.
Şiirleri Kâbe duvarına asılan şâirler şunlardır:
İmriü’l-Kays, Tarafe, Lebîd, Zuheyr, Amr b. Gülsüm, Antere (veya Nâbiğa), Hâris b. Hiliza (veya A’şâ).[24]
İşte, Efendiler Efendisi Hz. Muhammed’e, peygamberlik vazifesi verileceği sırada Arabistan’ın dinî, ahlâkî, siyasî, içtimaî ve edebî manzarası böyleydi.
Bu dehşet ve vahşet saçan manzarayı değiştirecek bir zâta elbette ihtiyaç vardı. O zât da ezelî kaderin hükmüyle tespit edilmişti: Hz. Muhammed (a.s.m.).
O, beraberinde getirdiği nurla dünyanın maddî mânevî şeklini değiştire­cekti. insanların yüzlerini dünyadan ahirete, fani sevgililerden Mahbub-u Bâ­kî’ye çevirecek ve bunun­la insanı maddî mânevî saadete erdirecekti.
Allah tarafından peygamber olarak vazifelendirilecek olan bu zât, insanla­rın başı boş olmadığını, kâinatta atom­dan güneş sistemlerine, yıldızlardan ga­lâksilere kadar her şeyin kutsî bir gaye için dönüp dolaştıklarını, kâinatın umum heyetiyle ulvî bir maksada hizmet ettiğini bildirip ilan edecek olan zâttı.
Bu zât, ahlâksızlık çamurunda boğulmaya yüz tutmuş insanlığı, en güzel ahlâkı ders vererek kurtaracak zâttı.
Bu zât, “Kâinat niçin var edilmiş, insanlar nereden gel­miş, niçin gelmiş ve nereye gidecekler?” gibi suallere en gü­zel cevapları verecek zâttı.
Bu zât, insanın sahibi Allah’ın, insanlardan neleri istediğini, râzı olduğu ve olmadığı şeylerin neler olduğunu gayet açık bir şekilde beyan edecek zâttı.
Bu zât, yalnız bir kavme, bir millete değil, bütün insanlığa, Allah’tan aldığı emirleri bildirecek, ilan edecekti.
İşte, bütün dünya gibi, Arabistan Yarımadası da böylesine büyük vazifeleri yerine getirecek zâtın ortaya çıkmasını dört gözle bek­liyordu!

___________________________________________________________________________________
[1] Câsiye, 24.
[2] Câsiye, 26.
[3] İsrâ, 94.
[4] İsrâ, 95.
[5] Yâsin, 78.
[6] Yâsin, 79.
[7] Zümer, 3.
[8] Âl-i İmrân, 67.
[9] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 237-238.
[10] Bağdadî, Muhammed Fehmi, Tarih-i Edebiyyat-ı Arabiyye, c. 1, s. 19.
[11] ez-Zebidî, Tecrit Tercemesi, c. 10, s. 38-39.
[12] Bağdadî, Muhammed Fehmi, a.g.e., c. 1, s. 43.
[13] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 79.
[14] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 79.
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 80-84.
[16] Nur, 33.
[17] En’am, 151.
[18] Nahl, 58-59.
[19] Darimî, Sünen, c. 1, s. 3-4.
[20] Ahmed Emin, Fecrü’l-İslam, Terc.: Ahmed Serdaroğlu, s. 37.
[21] Ahmed Emin, Fecrü’l-İslam, s. 37-38.
[22] Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c. 1, s. 78; Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 350.
[23] Ahmed Cevdet Paşa, a.g.e., c. 1, s. 79; Bediüzzaman Said Nursî, a.g.e., s. 416.
[24] Ahmed Emin, a.g.e., s. 102.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Kâinatın Efendisine risâlet vazifesi verilmeden önce, insanlığın ve dünyanın mânevî çehresini tanımak ve bilmekte fayda vardır. Ancak o zaman Re­sû­lul­lah’ın insanlığı nasıl dinî, ruhî, fikrî, içtimaî ve siyasî bir karanlık ve sapıklık içinden kısa zamanda çekip çıkardığını anlayabiliriz!
Milâdî altıncı asır sonları...
Bu zaman, insanlık âleminin üzerine küfür, dalâlet ve ahlâksızlık kâbusu­nun olanca kesafetiyle çöktüğü ve onu boğmaya var gücüyle çalıştığı bir asır­dır. O gün için dünya üzerinde göze çarpan mühim devletler şunlardır:
Bizans, İran, Mısır, Hindistan, İskenderiye, Mezopotamya, Çin v.s…
Bütün bu devletlerde;

Doğru Bir İnanç Sistemi Mevcut Değildi

İnançsızlığın veya yanlış inancın ruh ve vicdan ızdırabı içinde kıvranan zamanın insanları, adeta çılgına dönmüşler, ne yaptıklarını bilmeyen azgınlar durumuna gelmişlerdi.
Kâinatın Yaratıcısı Yüce Allah’a iman ve ibadet yerine, kâinatta cereyan eden hadiselere ve Yüce Kudret’in eseri olan eş­yaya tapılmakta idi. Yıldızlara, ateşe, kupkuru ve ruhsuz taş ve tahtalara zavallı insanlık “İlâh!” diye secde ediyordu.
Ruh ve vicdanlar, tek Allah’a imandan mahrum karanlıklara gömülü bu­lunduklarından “Her şey, İlâhî Kudret’in eseridir” denilmiyor ve dolayısıyla dev­rin insanları tarafından kâinat manasız, abes ve gayesiz mütalâa edili­yor­du! İman, irfan ve basîretten mahrum bu zavallılar, bir harfin, bir kelime­nin, bir kitabın müellifsiz vücud bulmayacağını biliyorlardı da, içinde bin bir türlü esrar ve hikmeti muhafaza eden Kâinat Kitabını sahipsiz ve manasız ka­bul edecek kadar düşünceden mahrum bir perişanlık içinde kıvranıp duru­yorlardı.
Bu içler acısı vaziyetiyle bütün dünyanın, tevhid inancını, Allah’ın varlık ve birliğine inanmayı insanlığa takdim edecek, gönülleri şirk, küfür ve dalâlet ki­rinden temizleyecek bir peygambere ihtiyacı vardı ve onu bekliyordu!

İnsanlar, Sınıflara Ayrılmışlardı

İlâhî ölçüden mahrum insanlık, zengin-fakir, kuvvetli-zayıf, avam-havas, efendi-köle diye birçok sınıfa ayrılmış durumda bulunuyordu. Zengin ile fakir, halk ile devlet ricâli arasında korkunç bir kopukluk ve uçurum vardı!
Sınıflar arası hava oldukça gergindi. Üst tabakadakilerin zulüm ve tahak­kü­mü sebebiyle alt sınıflar her an patlamaya hazır bir barut fıçısını andırı­yordu. Misâl olsun diye o günkü İran’ın durumuna beraberce bir göz atalım: “Birçok ibtidaî kavimde olduğu gibi, İranlılar da birbirinden tamamen ayrılmış ve ilk üçü en aşağı tabakada olan, dördüncüsünden bütünüyle kopmuş dört sınıfa [kasta] ayrılmıştı. En yüksek olan üç sınıf, münhasıran Magi kabi­lesinden alı­nan ve bu itibarla Magiped veya Möbed denilen rahipler ve hâkim­ler, cengâ­verler ve resmî memurlardı. Rençber ve san’at sahiplerinden mürek­kep kısım da dördüncü sınıfı teşkil ediyordu. Sözde halk denilen zümre ise, hür şehirler­den ve toprağa bağlı esir ve kölelerden [serf­lerden] mürekkepti ve bu sonuncu­ların vazifeleri, hiçbir mükâfat ve ücret karşılığı olmaksızın tarla­larda veya or­duda çalışmaktı. Bunlar tamamıyla kendi hallerine terk edilmiş, aşılmaz mani­alarla ayrılmış oldukları —mal ve mülkünden serbetçe faydala­nan— dehkan­lı­ğa, yani şehirliliğe bile yükselmeyi ümit edemezlerdi.”[1]
Doğu Roma İmparatorluğu’nun hali daha da acıklı ve ibretli idi: “Halk, ken­diliğinden birçok tâlî sınıfa ayrılmıştı. Bunlar: 1) Ne orduya alınan ve ne de herhangi bir çeşit ticarete girişebilen toprak sahiplerinden mürekkep Curule [Kürül] denilen sınıf, 2) İran’daki benzerleri gibi, toprak sahibi olmayan, nüfus vergisi veren, babadan oğula intikal eden muhtelif loncalara bağlı Haraçgüzar [vergi veren] halk, 3) Askerî sınıftı. Bu konu üzerinde bir yazarın dediği gibi, ‘toprağı eken çiftçiler, saray halkını doyuran ve giydiren birer âletten başka bir şey değildi.’”[2]
Ortadoğu’nun hatırı sayılır bir tarihçisi olan Finlay, Doğu Roma’nın [Bi­zans’ın] o zamanki perişan durumunu, bakınız, nasıl hülâsa eder: “Jüstinyen’in ölümü (528-565) ile Muhammed’in (a.s.m.) doğumu arasında geçen zaman zar­fında olduğu gibi, belki tarihin hiçbir devrinde ahlâkı bu dereceye kadar bo­zulmuş bir cemiyet ve o cemiyette Yunanlılar ve Romalılar kadar irade ve fa­ziletten mahrum milletler görülmüş değildir.”[3]
Avrupa’da halk aristokratların, şövalyelerin, kilise adamlarının zâlim elin­de, kralların, barbarların şefkatsiz pençeleri arasında ruhsuz bir eşyadan, dilsiz bir hayvandan farksızdır. İs­tenildiği zaman alınır, arzu edildiği zaman da satı­lırlardı. İtiraza hiçbir hakları yoktu. Satılanlar köle durumuna girerdi. Köle ol­masa bile, efendisinin dizi dibinden ayrılma güç ve kuvvetinin sahibi bulun­mayan birer hizmetçi olurlardı. Hiç kimse, efendisini beğenmemek hak­kına sahip olmadığı gibi, efendisini seçmek yetkisine de mâlik değildi. Sadece şu vardı: Bazı barbar memleketlerde hizmetçi, ilk efendisine muayyen bir kurtu­luş akçesi vermek suretiyle bir başka kapıya kendisini atabiliyordu. Bu, onlar için haliyle büyük bir lütuftu!
Hülâsa, Arabistan Yarımadası’nın dışındaki diğer bütün devletlerde de, in­sanlar birbirlerine kinle, nefretle, vahşetle bakan sınıflara ayrılmışlardı! Bu pe­rişan durumda bulunan dünyanın, insanın yeryüzünde Allah’ın en kıymetli mahlûku olduğunu, insanların tek babadan geldiklerini ve dolayısıyla bir tara­ğın dişleri gibi hepsinin belli haklara aynı nisbette sahip olma hürriyetini do­ğuştan be­raberinde getirdiğini ilan edecek, insanlar arasındaki kin, nefret ve düşmanlığı sevgiye, saygıya ve dostluğa döndürecek büyük bir peygambere ihtiyacı vardı! Hal diliyle, adeta bu büyük peygamberin bir an evvel gelmesi için yalvarıyor, yakarıyordu!

Kölelik, Bir Müessese Olarak Mevcuttu

İnsan, mükerrem ve muhteremdir. Bunu takdir edebilmek ise, ancak gerçek bir iman sâyesinde mümkündür.
Gönülleri bu imanın şerefinden mahrum bulunan o dev­rin insan­ları, elbette insana hürmetin, insanın yeryüzünde en müker­rem varlık olduğunun şuurun­dan uzak bulunacaklardı ve hemcinslerini parayla alıp satabilecek kadar vah­şîleşeceklerdi.
“Köle” diye adlandırılan zavallı insanlar, pazarlarda basit bir mal alıp sat­mak gibi, açık artırmayla satılıyordu! Efendi, kölesine her türlü hakareti, zul­mü yapma ve her türlü işte çalıştırma yetkisine eksiksiz sahipti!
Bu derin vahşete ve kadirbilmezliğe son verecek birine, insanlık âleminin şiddetle ihtiyacı vardı. Bir güneş gibi şefkat ışığını hiç kimseden esirgemeyecek bir rehbere insanlık muhtaçtı.

Mezhep Kavgaları Sürüp Gitmekteydi

Hıristiyan devletlerde, Hz. İsa’nın tebliğ ve telkin ettiği “tev­hid” akîdesi, ye­rini bâtıl “teslis” inancına bırakmıştı.
Papazlar, Hz. İsa’nın tebliğ ve telkin ettiği din yerine, apayrı bir din mey­da­na getirmişlerdi.
Diğer devletlerde de olmakla birlikte, hususan Doğu Roma İmparator­lu­ğu’nda din adına akıl almaz zulüm ve işkencelere başvuruluyordu. Misâl ol­sun diye tarihçiler, Patrisiyen Fokas’­ın, Hıristiyanlığa zorla döndürülmekten kurtulmak için kendisini zehirlemiş olduğu hadisesini ibret nazarlarına su­narlar.[4]
İran’da hâkim olan Mazdeizm dininden dönenler veya bu dine ihanet eden­ler ölüm cezasına merhametsizce çarp­tırılıyorlardı. Göz çıkarma, çarmıha ger­me, taşa göm­me, aç susuz bırakarak ölüme terk etme, alışılagelmiş ölüm şekil­leri arasında yer alıyordu.
Konfüçyüs’le Çin, medeniyette ilerlemişken, Saadet Güneşinin parlaması arefesinde en karışık günlerini yaşıyor, yıkılmayla karşı karşıya bulunuyordu. Kardeş kavgaları, dinmek bilmez bir hal almış­tı. Mezhep ayrılıkları yüzünden halk birbiriyle boğaz boğaza kavga halindeydi.
Habeşistan, İslam’ın zuhuru sırasında, kardeş kavgalarıyla için için kaynı­yordu.

Ahlâksızlık Kol Gezmekteydi

Allah’a imanın verdiği hayâ ve korkudan mahrum, faziletten nasipsiz in­sanlık, her türlü ahlâk dışı davranışta, haysiyet ve namusları ayaklar altına alı­cı âdi hareketlerde serbetçe bulunuyordu.
Kumar, içki, zevk ve sefâ âlemleri, günlük işler arasında yer alıyordu. Ardı arkası kesilmeyen öldürme, zina, gasp ve baskın olayları, insanlık denilen kutsî ve ulvî manayı adeta yeryüzünden silip süpürmüştü.
İşte, tek bir misâli:
Bizans İmparatorluğu’nda ahlâk öylesine silinmiş, öylesine ölü bir unsur haline gelmişti ki bizzat Konstantiniyye Patriği, İmparatorun, kendi öz yeğe­niyle evlenmesinde nikâhını kıyıyordu.[5]
Kadın, alınır satılır basit bir metadan öteye geçmiyordu.
Evet, Milât’tan sonra altıncı asır sonları, yedinci asrın başları, işte böylesine bir vahşet, inkâr, şirk, cehalet ve zulüm asrı durumundaydı. Her türlü anarşi, inançsızlık, sapık inanç çeşitleri, sefahetin her türlüsü, en yoğun bir tarzda bu asırda hükmünü icra ediyordu.
İnsanların yaratılışından bu yana dünya belki böylesine bir sapıklığa, ah­lâksızlığa, vahşet ve dehşete şahit ve sahne olmamıştı!
Mânevî rehberden mahrum insanlık, avare su gibi taştan taşa başını vuru­yor, her vuruşta kalp, ruh, vicdan ve haysiyetinden bir şeyler kaybediyordu. Çaldığı bütün beşerî kapılar, derdine çare olamayacaklarını söylüyor ve yü­züne kapatılıyordu.
Gerçek yaratıcı Yüce Allah’ı bilmemiş, tanımamış ve O’nun peygamberleri vasıtasıyla çizdiği aslî gayeyi bulamamış yeryüzü insanları, adeta birer canavar hüviyetine bürünmüşlerdi. Her an başkasını yutmaya hazır canavarlar misâli, yeryüzünü saldırganlıkları, zâlimlikleri, vurup öldürmeleriyle kana bulamış­lar, her tarafta anar­şi ve huzursuzluk rüzgârını estiriyorlardı!
İnsanlık yetim kalmıştı. Kâinat yaslıydı. Yeryüzü bir mâ­tem meydanını an­dırıyordu. Herkes birbirine düşman, her şey manasız, ruhsuz, gayesiz telâkki ediliyordu!
Gerçek rehberinden yoksun insanlığın vâveylâları arşı çınlatıyor, kâinat zer­resiyle, güneşiyle insanlığın bu acı haline adeta ağlıyordu!
Hülâsa, bütün dünyayı kesif bir şirk, cehil, küfür, zulüm ve ahlâksızlık bu­lutu kaplamış bulunuyordu.
Bunun taptaze, mânevî bir güneşin gözler, ruhlar, vicdanlar kamaştıran eş­siz ışıklarıyla bir kere daha yırtılması, dünyanın bir kere daha aydınlığa ka­vuşması gerekiyordu!
O Saadet Güneşi, bütün haşmetiyle insanlık ufkunda doğmalıydı ki insanlı­ğın yüzü gülsün. Kâinat zerresiyle, güneşiyle, dağıyla, taşıyla, insanıyla, hay­vanıyla manasız, abes ve gayesiz telâkki edilmekten kurtulsun. Her şeyin ya­zılmış ve ibret nazarlarına arz edilmiş, Allah’ın birer mektubu olduğu bilinsin, idrak edilsin. İnançsızlığın yerini tertemiz iman, zulmün yerini adalet, huzur­suzluğun yerini huzur, cehaletin yerini ilim, ızdı­rabın yerini saadet alsın. İna­nan herkes dost ve kardeş olsun. Kâinatın hiddeti sevince dönsün. Yıldızlar gülsün, zerreler cezbeye tutulmuş mevlevî gibi raksa gelsin. Güneşle ay, yerle gök, aşk ve şevk içinde memuriyetlerine devam etsin.
İnsan da, yaratılışının, yokluk karanlıklarında varlık âlemine misafir edil­miş olmanın asıl hikmet ve gayesinin, Cenab-ı Hakk’ı tanımak ve O’na iman edip, ibadet etmek olduğunu bilsin. Böylece, hakikî huzur ve gerçek saadete kavuşmuş olsun!

_______________________________________________________________________

[1] Prof. Harun Han Şirvanî, İslam’da Siyasî Düşünce ve İdare, Terc.: Kemâl Kuşçu, s. 8.
[2] Prof. Harun Han Şirvanî, a.g.e., s. 10.
[3] Prof. Harun Han Şirvanî, a.g.e., s. 11.
[4] Prof. Harun Han Şirvanî, a.g.e., s. 11.
[5] Prof. Harun Han Şirvanî, a.g.e., s. 11.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Kâinatın Efendisi 35 yaşında idi.
Bu sırada Ku­reyş kabilesi, Kâbe duvarlarını yıkıp, yeniden tamir kararını verdi. Zira, yıllardan beri yağan yağmur ve neticede meydana gelen seller, ya­pı itibarıyla pek sağlam olmayan bu mâbedi oldukça yıpratmıştı. Çatısız bu­lunması sebebiyle de, yağan yağmurlar temeline kadar tesir etmiş ve binayı adeta harab bir hale getirmişti.
Son olarak gelen büyük bir sel, Kâbe’yi bütün bütün sarsmış ve duvarlarını çatlatmıştı. Bu durum Mekkelilerde bir korku ve telâş uyandırmıştı.
Bu arada, bir hadise daha oldu: Kadının biri Harem’de ateş yaktı. Ateşin ko­rundan sıçrayan kıvılcımlar, Kâbe’nin örtüsünü tutuşturdu ve yanmasına se­bep oldu.
Bütün bunların üzerine bir de Kâbe’nin içinde bulunan bir definenin çalın­ması eklenince, Mekkeliler, artık verdikleri ka­rarı bir an evvel gerçekleştirme gayretine girdiler.[1]

İnşaat Malzemesi Yüklü Gemi

Ku­reyşliler, Kâbe’yi nasıl ve neyle tamir edeceklerini düşünüp, iştişâre edi­yorlardı.
Bu sırada, Cidde’ye gitmek üzere Mısır’dan yola çıkmış bulunan bir Bizans gemisi, Cidde yakınlarında karaya oturdu.
Bunu haber alan Ku­reyş, olay yerine bir heyet gönderdi. Ge­minin yükü, yumuşak aktaş, tahta, direk ve demir idi. Bunlar, Ku­reyş’in arayıp da bulama­dıkları şeylerdi!
Heyet, gemide bulunanlarla anlaşarak keresteyi satın aldı. Bunun yanında, gemideki tüccara, Mekke’ye serbestçe girebilme ve mallarını gümrüksüz sata­bilme garantisi de verdiler. Hâlbuki, daha evvel Mekkeliler, şehirde ticaret eş­yası satanlardan öşür alırlardı.
Gemide ayrıca Bâkûm adında Bizanslı bir mimar da bulunuyordu. Kâbe yapımında kendisinden istifade etmek üzere bu mimarla da anlaştılar.
Buna göre, duvarlarını yeniden tamire karar verdikleri Kâbe’nin mimarlığı­nı Bizanslı Bâkûm, marangozluğunu ise Mekke’de oturan Kıbtî bir usta yapa­caktı.[2]

Duvarların Taksimi

Kâbe duvarlarının taşlarla örülmesi işi, kur’ayla kabileler arasında dörde taksim edildi. Buna göre, Abdi Menaf ile Zühreoğullarına Kâbe’nin Şam cephe­si (Hatiym, Hıcır tarafı); Şehm, Cehm (Cü­mah) ve Amiroğulları payına Kâ­be’nin Yemen köşesi ile Ha­ce­rü’l-Esved köşesi arası; Mah­zum ve Teymoğulla­rı­na ise, Safâ ile Ecyad’a bitişik olan Ye­men cephesi düştü.[3]

Mekke’nin Sarsılması

Her kabile, kendisine düşen tarafı yıkıyordu. Hz. İbrahim’in attığı temele ka­dar inildi. Bundan sonra, birbiriyle kaynaşmış deve sırtı gibi yeşil yeşil taşlar görülmeye başlandı!
Niyetleri, daha da aşağı inmekti. Ne var ki buna muvaffak olamadılar. İçle­rinden biri bu yeşil taşlara kazmayı sallayınca, birden zelzeleye uğramış gibi Mekke’nin sarsıldığını gördüler. Herkeste bir korku ve telâş başladı. Bundan sonrasını yıkmaya müsaade bulunmadığını anlayıp, kazdıklarıyla iktifa etti­ler.[4]

Kabileler Arasında Anlaşmazlık Çıkması

Herkes kendisine düşen taraf için taş taşıyor ve duvarlar örülüyordu. Bina, Hacerü’l-Esved’in konulacağı yere kadar yükseltilmişti. Ancak bu mübarek taşı yerine koymada kabileler arasında anlaşmazlık çıktı. Her kabile, kendisini diğer kabilelerden bu hususta daha lâyık görüyordu. Kabile taassubunun bü­tün şiddetiyle hüküm sürdüğü bir zamanda, hangi kabile bu şerefi başkasına kaptırmak isterdi? İş kızıştı, tartışma ve münakaşa son derece sertleşti. Öyle ki birbirleriyle vuruşacaklarına dair yemin bile ettiler.[5]
Ortalığı bir kargaşalık kaplamıştı. Her an çarpışma bekleniyordu. Çarpışma vuku bulursa, çok kişi hayatını kaybedebilir, çok mal telef olabilirdi!
Bu duruma bir çare bulmak gerekiyordu!
Dört beş gün, Kâbe’nin duvarlarına tek taş koymadan, Ku­reyş kabileleri bekleyip durdular! Sonra tekrar Mescid-i Haram’da toplandılar, birbirleriyle ko­nuştular, tartıştılar.
Bu arada, kabileleri uzlaşmaya davet edenler de vardı.

Uzlaşmayı Sağlayan Teklif!

Kanlı bir hadisenin kopması her an beklenirken, Ku­reyş’in en yaşlılarından Ebû Ümeyye diye bilinen Huzeyfe b. Muğîre, ortaya atıldı ve taraflara şu tekli­fi sundu:
“Ey Ku­reyşliler! Anlaşamadığınız şu işte, mâbedin şu kapısından (Benî Şey­be Kapısını eliyle işaret ederek) ilk girecek zâtı aranızda hakem yapın; o kimse bu işi bir neticeye bağlasın!”[6]
Ebû Ümeyye’nin beklenmedik bu teklifi, taraflarca tereddütsüz kabul gör­dü.

“Muhammedü’l-Emin” Geliyor!

Artık bütün gözler Benî Şeybe kapısındaydı!
Acaba kim çıkacaktı ve kabilelerin anlaşmazlığına nasıl bir çareyle son vere­cekti? Hiçbir kabilenin gönlünü kırmadan bu işi nasıl halledecekti?
Merak dolu bakışlar, mescidin mezkûr kapısını dikkatle süzmekte idi.
Kapıdan bir zât belirdi!
Uzaktan fark ettiler, kendisine mahsus boyu posu ve yürüyüşüyle vakar içinde gelen bu zâtı derhal tanıdılar ve sevinç içinde bağırdılar: “El-Emin o! Muhammed o! Onun aramızda vereceği hükme râzıyız!”[7]
Evet, gelen Muhammedü’l-Emin’di (a.s.m.). Herkesin iti­madını kazanmış olan dürüst insandı.
Bu sebeple, merak dolu bakışlar, birden sevinç bakışlarına döndü. Çünkü âdil karar vereceğinden hepsi tereddütsüz emindi.
Evet, isabetli karar vermekten şaşmayan Efendimizin gelişi, elbette tesadüfî değildi. Vereceği hükümle onlara, peygamberliğinden önce de, isabetli görüşe, derin düşünceye sahip olduğunu tasdik ettirecekti.
Ku­reyş, durumu kendilerine anlattı.
Kalbi gibi zihni de tertemizdi Efendimizin... İsabetli ka­ra­rı vermekte gecik­medi ve şu emri verdi:
“Hemen bana bir örtü getiriniz!”
Ânında getirdiler. Bir rivayete göre bu Velid b. Mu­ğî­re’­nin elbisesiydi. Di­ğer bir rivayete göre ise, Efendimiz, bizzat kendi ridâsını bu işte kullandı.[8]
Kâinatın Efendisi, getirilen örtüyü yere serdi.
Küçük büyük herkesin dikkatli bakışları, Efendimizin üzerinde toplanmıştı. O örtüyle ne yapacaktı?
Merakları fazla sürmedi ve Sevgili Pey­gam­be­ri­miz, Hace­rü’l-Esved’i bu ör­tünün ortasına koydu; sonra da, “Her kabileden bir kişi bunun birer köşe­sinden tutsun” diye emretti.
Öyle yaptılar. Hacerü’l-Esved’i örtüyle, konulacak yere kadar kaldırdılar.
...Ve Resûl-i Kibriya Efendimiz, bizzat Hacerü’l-Esved’i kendi eliyle yerine koyarak, bu şerefe nâil oldu!
Bundan sonra duvar örülmeye başlandı ve kısa zamanda tamamlandı.[9]
Böylece, Allah Resûlü, İlâhî mevhibenin bir eseri olan isabetli kararıyla, ka­bileler arasında büyük bir kanlı çarpışmayı önlemiş oldu.
Bu kararıyla Sevgili Pey­gam­be­ri­miz, kendisinden çok daha yaşlı ve haliyle tecrübeli bulunanlardan bile daha isabetli görüşe, daha kuvvetli muhakemeye ve daha ziyade zekâya sahip bulunduğunu, aynı zamanda İlâhî bir kuvvetle teyit edildiğini ortaya koymuş oluyordu!
İbni Abbas Hazretlerinin bir rivayetine göre, Efendimizin, Hace­rü’l-Es­ved’i[10]yerine koyduğu gün, Pazartesi günü idi.[11]

PEYGAMBERİMİZİN, HZ. ALİ’Yİ YANINA ALMASI

Efendiler Efendisi otuz altı yaşında.
Milâdî 607 senesi.
Mekke’de şiddetli bir kuraklık ve kıtlık başgöstermişti. Çoğu aile, geçim sı­kıntısından perişan bir durumda idi.
Geçim sıkıntısı içinde bulunan ailelerden biri de,Resûl-i Ekrem Efendimizin amcası Ebû Tâlib’in ailesiydi.
Efendiler Efendisinin kalbi, şefkat ve merhamet kaynağıydı sanki... Zâtına yapılan iyilikleri asla unutmuyordu. Kendisine karşı gösterilen kadîrşinaslık­ları asla karşılıksız bırakmak istemiyordu! Böylesi güzel ve eşsiz bir mizaca sa­hip bulunuyordu!
İşte, şimdi geçim sıkıntısı çeken biri vardı. Kendisine elinden ge­len yardımı esirgemeyen biri. Çocukluğundan beri, şefkatli kanatları arasında büyüdüğü biri: Ebû Tâ­lib...
Amcası geçim sıkıntısı içindeyken, o nasıl rahat edebilir ve nasıl yardımına koşmazdı?
Derhal harekete geçti. Hali vakti yerinde olan diğer am­cası Hz. Abbas’a koş­tu, durumu kendisine arz etti. Sıkıntı içinde kıvranan Ebû Tâlib’e yardım el­le­rini uzatmaları, yükünü bir nebze de olsa hafifletmeleri gerektiğini anlattı.
Hz. Abbas, Efendimizin bu davetini memmuniyetle kar­şıladı ve birlikte Ebû Tâlib’e vardılar.
Maksatları, Ebû Tâlib’in evindeki kalabalığı biraz azalt­mak, hiç olmazsa birka­çının nafaka yükünü omuzun­dan kal­dırmaktı!
Maksatlarını Ebû Tâlib’e açınca, o bundan memnuniyet duydu ve sonunda Efendimiz ismini bizzat koyduğu Hz. Ali’yi, Hz. Abbas da Hz. Cafer’i himâye­sine aldı.[12]
O sırada Hz. Ali, dört veya beş yaşında bulunuyordu. Henüz bu yaşta, “Gü­zel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyuran Resûl-i Kibriya’nın himâ­yesine girmesi, Hz. Ali için eşsiz bir mazhariyetti. Bu yaşından itibaren onun terbiye süzgecinden geçecek, davet edildiğinde ise, derhal iman edecektir! Bu imanı sırasında dokuz on yaşlarında bulunan Hz. Ali, aynı zamanda “ilk Müs­lüman çocuk” şerefini de kazanmış olacaktır.[13]



______________________________________________________________________________
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 205; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 145; Taberî, Tarih, c. 2, s. 198.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 205; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 145.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 207; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 146; Taberî, Tarih, c. 1, s. 200.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 207-208; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 201.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 209; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 146; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 201.
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 209; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 146; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 201.
[7] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 209; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. ?
[8] Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 99.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 209-210; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 146; Taberî, Tarih, c. 2, s. 201.
[10] Renginin siyah olması sebebiyle “Hacerü’l-Esved (Siyah Taş)” diye adlandırılmış bulunan bu mü­barek taş, Kâbe’nin şark köşesinde olup yerden bir buçuk metre yükseklikte, kapıya yakın bir yere yerleştirilmiş, üç büyük ve birkaç tane de küçük parçadan müteşekkildir. Etrafı gümüş bir halkayla çevrilidir. Bir başka ismi “Ruhü’l-Esved”dir.
Bu mübarek taş, semâvî bir taş olup, Hz. İbrahim’e (a.s.) Hz. Cebrail tarafından getirilmiştir. Kâbe duvarına yerleştirilmeden evvel, Ebû Kubeys dağında muhâfaza edilmekteydi. Bir rivâ­yete göre, Peygamber Efendimizin “Ben peygamber gönderilmeden evvel, Mekke’de bana se­lam ve­ren taşı, hâlâ biliyor ve tanıyorum!” ifadelerinin işaret ettiği taş, bu Hacerü’l-Esved’dir.
Bir gün, bu taşa yaklaşıp öpen Hz. Ömer, şöyle demişti:
“Çok iyi bilirim ki sen zararı ve menfaati olmayan bir taş parçasısın! Eğer Re­sû­lul­lah’ın seni takbil ettiğini (öptüğünü) görmeseydim asla seni takbil etmezdim!”
[11] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 129.
[12] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 263.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 262; Taberî, Tarih, c. 2, s. 213.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget