Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Ramazan ayının 16 gecesi geride kalmıştı.
Ve Ramazan’ın 17’si, Pazartesi gecesi idi.
Nur dağı, derin ve manalı bir sessizliğe bürünmüştü. O civarda her şey de onunla birlikte sessiz ve sâkindi. Kim bilir, konuşulacakları dinlemek, söyle­nenleri adeta duyabilmek eşsiz mazhariyetine ermek için... Konuşacak olan ile dinleyene belki de hürmet için!
Gecenin yarısı geçmiş idi ve zaman seher vaktine ayak basmıştı. Bülbüllerin ötmeye başladığı, güllerin bütün güzellikleriyle etrafa koku tebessümleri da­ğıttıkları ve Allah’ı zikredenlerin coşup sonsuz hazza eriştikleri müstesna va­kit!
Vahiy meleği Cebrail (a.s.), en güzel bir insan suretine bürünmüştü. Mis gibi kokularla çevre, buram buram kokmakta idi. Havf ve recâ, heyecan ve sü­kûnet tecellileri iç içe idi.
Cebrail (a.s.), son derece sevinçlidir. Çünkü son resûlle, Pey­gamberler Pey­gamberiyle muhatab olacak, “Ha­bi­bul­lah” unvanını imanı, ibadeti, tefekkürü ve mücâdesi ile hakedecek olan Sultan-ı Levlak’la konuşacak, onunla yüz yüze gelecekti.
Beklenen an gelmişti.
Vahiy meleği Cebrail (a.s.), bu ıssız ve karanlık gecede, güzel bir insan su­retinde, etrafa ışıl ışıl nurlar saçarak göz ka­maştırcı bir aydınlıkla Kâinatın Efendisine göründü. Tatlı, fa­kat gür bir sedâ ile hitap etti: 
Kâinatın Efendisini, hayret ve korku sardı. Yüreği ürperiyordu!
ما[Ben okuma bilmem] diye cevap verdi.
Hz. Cebrail, kendilerini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra, tekrar, “Oku!” diye seslendi.
Fahr-i Kâinat, aynı cevabı verdi: “Ben okuma bilmem!”
Hz. Cebrail, ikinci kere Kâinatın Efendisini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra yine seslendi: “Oku!”
Bu sefer Fahr-i Kâinat, “Ben okuma bilmem” dedi. “Söy­le, ne oku­yayım?”
Bunun üzerine melek, Allah’tan aldığı ve Resûlüne teslim etmeye geldiği Alak Suresi’nin ilk ayetlerini başından sonuna kadar okudu:
“Oku! Seni yaratan Rabbinin adıyla oku! Ki O, insanı, pıhtılaşmış bir kan­dan yarattı. Oku ki senin Rabbin, kalemle yazı yazmayı öğreten, insana bilme­diğini tâlim eden, bol kerem ve ihsan sahibidir.”[1]
Heyecan ve haşyetin son haddinde, Kâinatın Efendisi, bizzat konuştuğu li­sanla nâzil olan ayetleri kelimesi kelime­sine tekrar etti. Artık inen ayetler Allah Resûlünün hem diline, hem kalbine yerleşmişti.
O andaki vazifesi sona eren Hz. Cebrail de birdenbire kayboluverdi.

“Beni Örtünüz!”

İlâhî vahye muhatab olmanın verdiği heyecan ve haşyetle titreyen Allah Resûlü, mağaradan çıktı ve Mekke’ye doğru hareket etti.
Yolda birçok gariplikle karşılaştı. Dağ, taş ve ağaçlar, “Esselamü Aleyke Yâ Re­sû­lal­lah!” diyerek onu selamlıyor ve yüksek vazifesinden dolayı tebrik edi­yorlardı.
Evine varan Peygamber Efendimiz, karşılaştığı hadisenin azameti ve haş­yeti karşısında adeta konuşamaz hale gelmişti.
Kendisini merak içinde karşılayan vefakâr zevcesi Hatice-i Kübra’ya sadece, “Beni örtünüz, beni örtünüz!” diyebildi.[2]
Sâdık zevce, bu emri alınca, yüzündeki başkalığı sezmesine rağ­men, hiçbir şey sorma cesaretini gösteremeden Kâinatın Efendi­sini şefkat ve hürmetle ya­tağına yatırdı ve üstüne örtüler örttü.
Hira’da yalnızlık arayan Fahr-i Âlem, şimdi de evinde ruh ve dü­şün­cele­riy­le başbaşa idi.
Bir müddet sonra uyandılar. Bir nebze olsun rahata ve sükûnete kavuştuk­ları belli idi. Hatice-i Kübra’ya başından geçenleri olduğu gibi anlattı ve ekledi: “Korkuyorum ey Hatice! Bana bir zararın gel­me­sinden korkuyorum!”
Resûl-i Zîşan Efendimizin bu sözleri, kesin olarak ebedî devlet ve şerefli memuriyete nâiliyet hususundaki itminan bulma arzusun­dan geliyordu.
Ancak bir peygambere, hem de en şerefli peygambere ilk zevce olacak ka­dar yüksek bir kabiliyet, anlayış ve basîrete sahip Hz. Hatice, her halinden son derece emniyet duyduğu zevci Kâinatın Efen­disinin itminan arzusunu şu söz­lerle teyid etti:
“Hiçbir korku ve endişe duymana sebep yok. Hiç üzülme; Allah senin gibi bir kulunu hiçbir zaman utandırmaz. Ben biliyorum ki sen sözün doğrusunu söylersin. Emanete riayet edersin. Akrabalarına yakın alâka gösterirsin. Kom­şularına nâzik ve müşfik davranır­sın. Fakirlere yardım elini uzatırsın. Garip­le­re evinin kapısını açıp onları misafir edersin. Uğradıkları felâket ve musibet­ler­de hal­ka yardım edersin! Ey Am­camoğlu! Sebat et! Vallahi, ben senin bu üm­me­tin peygamberi olacağını ümit ederim.”[3]

Varaka Ne Dedi?

Bütün bu olup bitenler elbette manasız değildi ve bir şeyler ifade ediyordu. Sorup soruşturup öğrenmek ise, Hz. Hatice’ye düşüyordu.
Kime gidebilirdi? Bu işlerden kim anlayabilirdi ve kime itimat edebilirdi?
Hz. Hatice, uzun uzadıya düşündü ve sonunda danışacağı adamı tespit etti: Amcası oğlu Varaka bin Nevfel.
Varaka b. Nevfel, oldukça yaşlanmış, saf bir Hıris­ti­yan­dı. Gözleri görmez ol­muştu, ama gönlü aydınlıktı. Tev­rat’ı ve İn­cil’i okumuş, onlardan pek çok şey öğrenmiş­ti.
Hz. Hatice, vakit kaybetmeden Peygamber Efendimizle, amcası oğluna gitti.
Varaka, önce Resûl-i Ekrem Efendimizi dinledi. O, başından geçenleri an­lattıkça Varaka, renkten renge giriyordu. Efendimiz sözlerine son verince, Va­ra­ka haykırdı: “Kuddûs, Kud­dûs! Bu gördüğün melek, yüce Allah’ın Mûsa Pey­gambere gönderdiği Ruhü’l-Ku­düs’­tür. Namus-ı Ekber’dir. Sen ise bu üm­metin peygamberisin. Ah, ne olur­du, yeni dine halkı çağırdığın günlerde ben de genç olay­dım; kavmin seni yurdundan çıkaracakları zaman sağ olsay­dım!”[4]
Bu ifadeler, hem Allah Resûlünü, hem de Hz. Hatice’yi bir derece rahatlattı. Ancak Efendimizin anlamadığı bir şey vardı: Kavmi, onu niçin yurdundan çı­karacaktı?
Bu sualine Varaka cevap verdi: “Evet, seni buradan çıkaracaklardır! Çünkü senin gibi vahiy tebliğ etmiş bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramamış olsun. Eğer, senin davet gününe yetişsem, bü­tün gücümle sana yardım ederim!”[5]
Varaka b. Nevfel, gerçeği konuşuyordu. Gizlenmesi kabil ol­ma­yan gerçeği... Bütün açıklığıyla ortaya konması gereken gerçeği...
Bundan sonra Resûl-i Ekrem, Hz. Hatice’yle birlikte, Varaka b. Nev­fel’in ya­nından ayrıldı.

VAHYİN BİR ARA KESİLMESİ

Re­sû­lul­lah Efendimiz, aradan çok zaman geçmeden, bir hadiseyle karşı kar­şıya geldi: “İnkıta-ı Vahy” hadisesi, yani “vah­yin kesilmesi...” Sebebi (şöyle ve­ya böyle) izah edilmiş olmakla beraber, beşerî aklımızla hikmetini tam kav­ra­ya­madığımız bu hadise karşısında Peygamber Efendimizin tekrar büyük bir sıkıntı ve üzüntü duyduğu fark ediliyordu. Öyle ki adeta dünya kendisine dar gelmek­teydi ve bu dar dünyadan kurtulmak istemekteydi. Bu esnada Cebrail veya İsrafil (a.s.), teselli için, birkaç sefer kendilerine görünmüşlerdir.[6]
Allah Resûlü, tam kırk gün bu üzüntüyle karşı karşıya kaldı. Dünya “Dâ­rü’l-Hikmet” olması sebebiyle, onda her şey —şüp­hesiz— hikmetle cere­yan et­mektedir. Aklımızın küçücük terazisiyle biz, Bazen bu gibi hadiselerin sebep ve hikmetlerini yakalarız, Bazen de yakalamamız mümkün olmaz. Ama sebep ve hikmetini bilmeyişimiz, elbette hadiselerin hikmetsiz cereyan ettikle­rine hiç­bir zaman delil olmaz. Hele, peygamberlik gibi her şeyi hikmet kale­miyle programlanmış bir vazifenin içine elbette hikmetsizliğin girmesine im­kân ve ihtimal yoktur. Buna binaen, inkıta-ı vahy, yani vahyin bir ara kesilmesi hadi­sesi, şüphesiz birçok sebep ve hikmete binaen cereyan etmiştir. Fakat biz hik­met­lerin künhüne vâkıf değiliz. Bununla birlikte meseleye çeşitli izah tarzı ge­ti­renler de vardır. Bu görüşleri şöylece hülâsâ etmek mümkündür:
a) Allah Resûlü, ilk vahiy karşısında fazla telâş duymuş ve ruhu adeta vah­yin ağırlığıyla sarsılmıştır. Bu durumda ruhunun ve sâir lâtifelerinin biraz sü­kûn bulması ve daha sonra gelecek vahye hazırlanması için bu hadise vuku bulmuştur.
b) Ruh-ı Ahmed’in (a.s.m.), ızdırap ve elemlere dayanmaya şimdiden alıştı­rılması.
c) Vahye, daha fazla iştiyak duymasını temin.[7]

VAHYİN TEKRAR GELMEYE BAŞLAMASI

Kırk günlük bir aradan sonra, Peygamber Efendimize vahiy tekrar gelmeye başladı.
Vahyin tekrar gelmeye başlaması hadisesini bizzat ken­di­leri şöy­le anlat­mışlardır:
“Bir gün giderken, aniden gökyüzünde bir ses işittim. Başımı kaldırıp bak­tı­ğımda, Hira’da bana gelen meleği (Cebrail), yerle gök arasında bir kürsü üze­rinde oturmuş gördüm. Ürpererek yere çöktüm. Evime dönüp, ‘Beni örtünüz, beni örtünüz!’ dedim. Bunun üzerine Yüce Allah,

‘Ey örtüye bürünen Peygamber! Kalk da sana iman etmeyenleri azapla kor­kut! Rabbinin büyüklüğünden bahset! Elbiseni temiz tut! Putperestlik pisliğini bırakmakta devam et!’[8]ayetlerini indirdi. Artık vahiy gelmeye başladı ve ardı arkası kesilmedi.”[9]
Vahiy tekrar gelmeye başlayınca, Resûl-i Kibriya Efendi­mizin ruhundaki sıkıntılar dindi; iç âlemi huzur ve sükû­ta kavuştu. Cenab-ı Hak, serâpa ahlâkî güzellikler ve kemâllerle süslemiş olduğu Hz. Muhammed’i (a.s.m.) peygam­berlik vazifesiyle vazifelendirmekle, onu insan nev’i içinde en mümtaz ve en seçkin mev­ki­ye çı­karmış oluyordu. Bu suretle aynı zamanda Yüce Allah’ın umum kâi­natta cârî olan “Her nev’de bir ferd-i mümtaz ve mükem­mel ve ca­mi’ halkedip, nev’in medar-ı fahri ve kemâli ya­par” ka­nu­nu, insanlık câmia­sın­da da tecellisini buluyordu.
“Cenab-ı Hakk’ın esmâsında [isimlerinde] bir İsm-i Âzam olduğu gibi, masnuatında [san’atlarında] da bir Ferd-i Ekmel bulunacak ve kâinatta münte­şir [dağıtılmış] kemâlâtı o ferdde cem edip [toplayıp] kendine medar-ı nazar edecek.
“O ferd, herhalde zîhayattan olacaktır. Çünkü enva-ı kâinatın [kâinattaki türlerin] en mükemmeli zîhayattır. Ve herhalde zîhayat içinde o ferd, zîşuur­dan olacaktır. Çünkü zîhayatın envaı içinde en mükemmel, zîşuurdur. Ve her­halde o ferd-i fe­rîd, insandan olacaktır. Çünkü zîşuur içinde hadsiz terakkîyata müstaid, insandır.
“Ve insanlar içinde herhalde o ferd, Muhammed (a.s.m.) olacaktır. Çünkü zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve göstere­mez. Zira o zât , küre-i arzın [yeryüzünün] yarısını ve nev-i beşerin [insanların] beşten birisini saltanat-ı mâ­ne­vî­yesi altına alarak bin üç yüz elli se­ne (şimdi bin dört yüz sene) kemâl-i haşmetle saltanat-ı mânevîyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemâle, bütün enva-ı hakaikte [hakikatlerin her türlüsünde] bir Üstad-ı Küll hükmüne geçmiş.
“Dost ve düşmanın ittifakıyla, ahlâk-ı hasenenin en yük­sek derecesine sahip olmuş, bidayet-i emrinde [peygamberliğinin başlangıcında] bütün dünyaya meydan okumuş. Her dakikada yüz milyondan ziyade insanların vird-i zebanı olan Kur’an-ı Mu’cîzü’l-Be­yan’ı göstermiş bir zât, elbette o ferd-i mümtazdır, ondan başkası olamaz.
“Bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi odur.”[10]

____________________________________________________________________________
[1] Alak, 1-5.
[2] Buharî, Sahih, c. 1, s. 7.
[3] Buharî, a.g.e., c. 1, s. 7.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 254; İbn Kesir, Sîre, c. 1, s. 404.
[5] Buharî, Sahih, c. 1, s. 7; Müslim, Sahih, c. 1, s. 97-98.
[6] Tecrid Tercemesi, c. 1, s. 13.
[7] Abdüllatif es-Sübkî, el-Vahyü İle’r-Rasûl Muhammed (a.s.m.), s. 89.
[8] Müddessir, 1-5.
[9] Buharî, Sahih, c. 1, s. 7; Müslim, Sahih, c. 1, s. 98; Ahmed İbn Hanbel, Müsned (h. 2846); Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 592.
[10] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 284-285.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Kâinatın Efendisi, otuz sekiz yaşına girince gaibten bazı sesler duymaya ve bazı taraflarda birtakım ışıklar görmeye başladı. Bazen de kendilerine gaibten “Yâ Muhammed!” diye nidâ ediliyordu.
Fakat Efendimiz, bu garip seslerin ve parlayıp geçen ışıkların ne demek is­tediklerine henüz o sırada tam manasıyla vâkıf değildi. Bununla beraber, bu hadiselerin manasız ve boşu boşuna cereyan etmediklerini biliyordu ve gün­le­rini onları düşünmekle geçiriyordu.
Zaman zaman da sadece muhterem zevcesi Hatice-i Küb­ra’­ya bu sırları anla­tır ve konuşurlardı. O anda yeryüzünde maddî hayatta tek teselli kaynağı Hz. Hatice validemiz de Resûl-i Ekrem Efendimizi bir siyanet meleği gibi koru­yor ve konuşmaları, sohbetleriyle onu teselliye çalışıyordu.
Kâinatın Efendisinin bu hali tam bir sene devam etti.

Sâdık Rüyalar

Kâinatın Efendisi otuz dokuz yaşında iken “sâdık rüyalar” devri başladı. Gündüzün meydana gelecek hadiseler kendilerine geceden, uyku ile uyanıklık arasında bir hal içinde gösteriliyor ve bildiriliyordu. Öyle ki geceden gördüğü rüyalar, o gecenin sabahında şafak aydınlığı gibi berrak ve apaçık ortaya çıkı­yordu.[1]
Peygamber Efendimizi, vahiy almaya bir nevi hazırlama maksadına mebni olan bu durum altı ay devam etti.

Yalnızlık Araması

Kâinatın Efendisinin mübarek ruhu, bu altı aylık devreden sonra artık ta­mamıyla yalnızlık arıyordu. Cemi­yet­ten uzak dur­mak, düşünceleriyle başbaşa kalmak, en büyük arzusuydu. Çünkü ruhu, içinde bulunduğu cemiyetin ah­lâksızlığından, zu­lüm ve zulmetinden sıkılıyordu.
Ona adeta yalnızlık sevdirilmişti. Öyle ki her şeyinden vaz­geçebelir, fakat insanlardan uzak, kâinatla ve kendi tefekkür âlemiyle başbaşa kalmaktan asla vazgeçemezdi.
Bu sebeple, onun Mekke içinde pek durmadığı ve hep insanlardan uzak ıs­sız yerleri seçtiği, buralarda hususî tefekküre daldığı görülüyordu.
Ve bu yalnızlık sırasında, adeta dağdan taştan, yerden gökten, kâinatın ni­çin yaratıldığını, insanların bu dünyaya niçin gönderildiklerini, gaye ve mak­satlarının neler olduğunu soruyordu. Ne var ki bu suallerine ne Hira’nın ka­ya­ları, ne uçsuz bucaksız çöller, ne gündüz âleminin lâmbası güneş, ne gece âle­minin kandili ay, ne pırıl pırıl parlayan yıldızlar ve ne de gelip geçen bu­lut­la­rın hiçbiri cevap veremiyordu. Ve o, bu su­allerine cevap bulamayışın hay­reti için­de gün ve gecelerini geçiriyordu.
Evet, Fahr-i Kâinat’ın mübarek ruhu, zâhiren yalnızlık isti­yor­du; hakikatte ise, kâinatın yaratıcısı Cenab-ı Hak­k’a mu­hatab olmak arzusunu ruhunun de­rinliklerinde taşı­yordu. Yalnızlık içinde sonsuz varlığa kavuşmak arzusuydu bu...
Bu hal, az veya çok, hemen hemen bütün peygamberlerin vahiy almadan az önceki hayatlarında görülmüştür. Hz. Musa, peygamberliğinden önce kırk gün kadar Tur dağında, dünyadan uzak, oruç tutmakla vakit geçirmiştir. Yine Hz. İsa, sâkin bir ormanda kırk gün kadar her şeyden uzak ibadetle meşgul olmuş­tur.[2]

KÂİNATIN EFENDİSİ, HİRA’DA

Sene Milâdî 610.
Kâinatın Efendisi kırk yaşında.
Yıllardan beri devam edip gelen bir âdetleri vardı: Her senenin Ramazan ayını Hira dağının[3]tepe­sindeki mağa­rada tefekkür, ibadet ve dua ile geçirirdi. Burası sessiz ve sâkindi. Tefekkürüyle başbaşa kalması için en müsait yerdi. Cemiyetin bozuk havasın­dan sıkılan mü­barek ruhları bu­rada adeta tenef­füs ediyor ve huzur bulu­yordu.[4]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hira mağarasında rastgele değil, ceddi Hz. İbra­him’in Hanif dini üzere ibadet ve tâatte bulunuyordu.[5]
Ömr-ü saadetlerinin bu kırkıncı senesinin Ramazan ayını da aynı şekilde Hira’da ibadet ve tâatle geçirecekti. Zevcesi Hatice-i Kübra’nın hazırladığı azı­ğıyla Hira dağına doğru ilerliyordu.
Kâinat, o anda adeta Efendisinin attığı her adımı hürmetle takip ediyor ve derin bir sükûnete gömülü duruyordu. Fakat bu sükût ve sükûnet manasız de­ğildi; ibret ve hikmetle doluydu.
hira mağarası
Hira Mağarası
nur dağı
Nur Dağı

Kâinatın bu manalı sükûtuna, Pey­gam­be­ri­miz de derin düşüncesiyle katılı­yordu ve adeta bir ahenk meydana getiriyorlardı. Sanki kâinat, onun muazzam ruhuna derinden derine fısıldıyordu: “Se­beb-i vücudum, sensin. Manamı da en güzel izah edecek, sensin. Bir kitab-ı Rabbanî olduğumu bildirecek, sensin. Onun için sana min­nettarım, sana hürmetkârım.”

Kâinatın Efendisi, artık sessiz sâkin ve İlâhî tecelli mazhariyetine erecek Hira dağının tepesindeki mağaradaydı. Burada ibadetiyle, tâatiyle, dua ve tefek­kürü ile meşguldü.


_________________________________________________________________________________

[1] Buharî, Sahih, c. 1, s. 6; Müslim, Sahih, c. 1, s. 97; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 2, s. 153.
[2] Seyyid Süleyman Nedvî, Asr-ı Saadet, Terc.: Ali Genceli, c. 1, s. 44-45.
[3] Hira dağı: Resûl-i Ekrem Efendimizin evinin bulunduğu yerden takriben 5 km kadar uzaklık­ta­dır. Mağara ise, dağın tam tepesindedir. Mağaranın üç tarafı ve kemeri, yı­kılmış, yı­ğılmış ka­yalardan meydana gelmektedir. Başı kemere değmeksizin bir ada­mın içinde durabile­ceği kadar yükseklik ve uzunluktadır. Gariptir ki mağaranın uzandı­ğı cihet, kıble istikametidir. Giriş kapı­sı oldukça yüksekte, sadece bir deliktir. Bu­ra­ya kayadan yapılmış birkaç basamakla çıkılarak varılır.
[4] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 252.
[5] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 260.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Kâinatın Efendisine peygamberlik vazifesinin verilmesinden bir­kaç yıl ön­ceydi.
Arapların Câhiliyye devrinde iki meşhur panayırından biri olan Hicaz’daki “Sûk-i Ukâz“ renk renk yüzlerce insanla dolup taşmıştı. İçlerinde pek çok Arap beliğleri de vardı. Bu sırada, kızıl tüylü bir deve üstünde yüz yaşını aşmış bir pir-i fani peydahlandı. Gözleri çukura kaçmış, yaşlılıktan iki büklüm olmuş, fakat ruhu aydınlık bu süvari, İyad kabilesinin büyüğü Kuss b. Saide idi. Cenab-ı Hakk’ın varlık ve birliğine, haşir ve neşre inanan Kuss, Arapların şâiri, hatibi ve hakîmi idi. Fesahatiyle dillere destan olmuş bu zât, dikkat kesilmiş ve derin bir sükûta dalmış yüzlerce insana beligane şöyle hitabediyordu:
“Ey insanlar! Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz! İbret alınız! Yaşayan ölür, ölen fena bulur! Olacak neyse olur. Yağmur ya­ğar, otlar biter; çocuklar doğar, an­ne­lerinin ve babalarının yerini alır. Derken, hepsi ölüp gider! Hadiselerin ardı ar­kası ke­silmez; hepsi birbirini kovalar. Kulak tutunuz, dikkat kesiliniz; gökte haber, yerde ibret alınacak şeyler var. Yeryüzü bir büyük dîvan, gökyüzü yük­sek bir tavan. Yıldızlar yürür, denizler du­rur. Gelen kalmaz, giden gelmez. Acaba vardıkları yerden hoşnut olup da mı kalıyorlar? Yoksa, orada kalıp da uykuya mı dalıyorlar? Yemin ederim, yemin ederim ki Allah’ın indinde bir din vardır ki şimdi içinde bulunduğunuz dinden daha sevgilidir! Ve Allah’ın gele­cek bir peygamberi vardır ki gelmesi pek yakındır. Gölgesi başınızın üstüne geldi! Ne mutlu o kimseye ki ona iman eder; o da kendisine hidayet eyleye! Yazıklar olsun, ona isyan ve muhalefet edecek bedbahta! Yazıklar olsun, ömür­leri gafletle geçen ümmetlere!
“Ey insanlar! Hani ya babalar, dedeler, atalar? Nerede soy sop? Hani o süs­lü saraylar ve mermer binalar yükselten Âd ve Semûd kavimleri? Hani ya, dünya varlığından gururlanıp da kavmine, ‘Ben sizin en büyük Rabbiniz değil miyim?’ diyen Firavun’la Nemrud? Onlar, zenginlikçe, kuvvet ve kudretçe siz­den çok daha üstün idiler. Ne oldular? Bu yer, onları değirmeninde öğüttü, toz etti, dağıttı. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri yıkılıp ıssız kaldı. Yerle­rini yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor. Sakın, onlar gibi gaflete düşmeyin, on­ların yolundan gitmeyin! Her şey fanidir; bâkî olan, ancak Allah’tır. Ki O, bir­dir, şeriki ve nâziri yoktur! İbâdet edilecek, ancak O’dur. Doğmamış ve do­ğur­mamıştır! Evvel gelip geçenlerde, bize ibret alacak şey çoktur! Ölüm bir ır­mak­tır. Girecek yerleri çok, ama çıkacak yeri yoktur! Büyük küçük hep göçüp gidi­yor! Giden geri gelmiyor! Kat’î bildim ki herkese olan, size ve bana da ola­cak­tır.”[1]
Gariptir ki bu muazzam hitabesini verip, Hâtemü’l-Enbiya’­nın pek yakında geleceğini haber veren Kuss b. Saide, o anda kendisini dikkatle dinleyenler ara­sında, geleceğinden söz ettiği zâtın bulunduğundan habersizdi!
Câhiliyye devrinde Cenab-ı Hakk’ın kalplerine hidayet ihsan ettiği bahti­yarlardan biri olan Kuss b. Saide’nin bu hitabesinden az zaman sonra Kâinatın Efendisine nübüvvet ve risâlet geldi.
Fakat Kuss, bu sırada hayata gözlerini yummuştu. Haliyle, pek yakında ge­leceğini müjdelediği Efendimizle görüşmek kendisine nasip olmadı.
Aradan yıllar geçti...
Benî İyad’ın muvahhid ve Hz. İsa’nın dinine mensup bulunan büyüğü Câ­rûd b. Alâ adındaki zât, kavminin ileri gelenleriyle birlikte, vasıflarını öğren­mek üzere Re­sû­lul­lah Efendimizin huzuruna vardı. Peygamber Efendi­mize ne ile gönderildiğini sorup öğrendikten sonra, “Seni hak peygamber ola­rak gön­deren Allah’a yemin ederim ki senin vasfını İncil’de buldum. Seni, Meryem’in oğlu müjdeledi. Sana devamlı selam olsun ve seni gönderen Al­lah’a da ham­dolsun. Elini uzat. Ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve sen, Allah’ın resûlüsün!” diyerek Müs­lüman oldu. Onu takiben de diğer arkadaşla­rı İslami­ye­te girdiler.[2]
Bu durumdan fazlasıyla memnun olan Fahr-i Kâinat Efendimiz, sordu: “İçinizde Kuss b. Saide’yi bilen var mı?”
Cârûd, “Elbette yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Hepimiz onu biliriz. Hu­susan ben, hep onun yolunda gidenlerdenim!”
Bunun üzerine Resûl-i Zîşan Efendimiz şöyle buyurdular:
“Kuss b. Saide’nin bir zamanlar Sûk-i Ukâz’da bir deve üze­rinde, ‘Yaşayan ölür, ölen fena bulur, olacak neyse olur!’ diye okuduğu hutbesi hiç hatırımdan çıkmaz. O, bir hayli söz daha söylemişti. Zannetmem ki hepsi hatırımda kalmış olsun!”
Mecliste hazır bulunan Hz. Ebû Bekir (r.a.) atılarak, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Ben de o gün Sûk-i Ukâz’da hazırdım. Kuss b. Saide’nin söylediği sözler hep hatırımdadır. Müsaade buyurursanız okuyayım!”
Sonra da mezkûr hutbeyi başından sonuna kadar huzur-u Ri­sâ­let­te okudu.
Bunun üzerine heyetten de bir kişi ayağa kalktı ve Kus­s’­un şiirlerinden bir­kaçını daha okudu. Bu şiirlerinde de o, Harem-i Şerif’­te, Hâşimoğullarından Mu­hammed’­in (a.s.m.) peygamber gönderileceğini açıkça zikr ve beyan et­miş­ti.
Bütün bunlardan sonra Re­sû­lul­lah Efendimiz de, Câ­hi­liy­ye devrinde hida­yet yolunu bulmuş bu bahtiyar için şöyle buyurdu:
“Ümit ederim ki Cenab-ı Hak, kıyamet gününde Kuss b. Sai­de’­yi ayrı bir üm­met olarak haşreder!”[3]

____________________________________________________________________
[1] Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c. 1, s. 62.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 221; İbn Sa’d, Tabakat, c. 6, s. 560; Taberî, Tarih, c. 3, s. 161.
[3] Ahmed Cevdet Paşa, a.g.e., c. 1, s. 62.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget