Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

(Hicret’in 5. senesi 29 Şevval / Milâdî Ocak 627)

Uhud Harbi’nden iki yıl sonra vuku bulan Hendek Muharebesi, İslamî ge­lişmenin önündeki engellerin büyük ölçüde bertaraf olmasında büyük rol oy­namış mühim muharebelerden biridir.
Düşman saldırısını kolayca önlemek maksadıyla Resûl-i Ekrem’in emriyle Medine etrafında hendekler kazılması sebebiyle Hendek Savaşı adını alan bu muharebenin bir diğer adı da “Ah­zab”­tır. Bu adı, Ku­reyş müşrikleriyle birlikte Yahudiler, Gata­fanlar ve daha birçok Arap kabilesinin ve topluluğunun Me­dine üzerine yürümek için bir araya gelmiş olmalarından dolayı almıştır.
Hatırlanacağı gibi, Resûl-i Ekrem Efendimiz, Yahudi kabilelerinden biri olan Benî Nadîr’i Medine’den sürmüştü. Onlar da kuzeye giderek Hayber, Şam ve Vadi’l-Kurâ gibi mühim yerlere yerleşmişlerdi.
Bunlar, Medine’den kovulmuş olmanın acısını, gittikleri yerlerde Pey­gam­be­ri­miz ve İslamiyet aleyhinde menfi propaganda ve tahriklerde bulunmak, civar halkını Müslümanlar aleyhinde kışkırtmak suretiyle dindirmeye çalışı­yorlardı.
Benî Nadîr Yahudilerinin kışkırtmaları, teşvikleri ve öncülük etmeleriyle meydana gelmesine sebep oldukları hadiselerden biri de, işte bu Hendek Mu­harebesi’dir.
“Medine üzerine topluca yürüyüp, Hz. Re­sû­lul­lah ve Müslümanların vü­cudunu ortadan kaldırmak” menhus fikrini, bu Yahudiler ortaya attılar. Zaten, Ku­reyş müşrikleri de böyle bir şeyi her zaman düşünüyor ve böyle bir teşeb­büse her zaman hazır bulunuyorlardı. Zira, onlar, Uhud Savaşı’ndan galip çık­malarına rağmen, İslamî gelişme­yi durduramadıklarının, Müslümanların git­tikçe çoğalmasına engel olamadıklarının ve Resûl-i Ekrem Efendimizin nü­fuz sahasının genişlemesine mani olamadıklarının çok iyi farkında idiler. Tica­ret kervanlarına hemen hemen bütün yollar kapanmış durumday­dı.[1]İktisadî yönden kendilerini yok olmakla karşı karşıya getirecek bu duruma seyirci kalmak istemiyorlardı. Rahat hareket ede­bilmeleri için de, Medine’deki İslam devletinin nüfuzunu kırmak arzu ve emelini taşıyorlardı.
“Medine üzerine birlikte yürüyüp, Hz. Re­sû­lul­lah’ın bay­raktarlığını yaptığı iman ve İslam hareketini yerinde boğma” teklifi, daha evvel belirttiğimiz gibi, Benî Nadîr Yahudilerinin liderleri durumunda olanlardan geldi.[2]
Müşriklerin lideri Ebû Süfyan, “Siz bu işte samimi misiniz?” diye sordu.
Dessas Yahudiler, “Evet!” dediler. “Biz, Muhammed’le çarpışma husu­sun­da sizinle anlaşalım diye geldik.”
Ebû Süfyan bundan memnun oldu:
“Öyle ise hoş geldiniz, sefa geldiniz! Muhammed’e düşmanlıkta bize yar­dımcı olanlar, yanımızda en sevgili, en makbul kimselerdir!”
Sonra da samimiyetlerini ölçme babında şu teklifte bulundu:
“Ama” dedi. “Siz bizim ilâhlarımıza tapmadıkça, size pek güvenemeyece­ğiz!”
Menhus gayeleri uğrunda her türlü aşağılığı işleyen Yahudi heyeti, derhal putlar önünde secdeye vardılar.
Böylece, Medine üzerine yürüyüp, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) bayraktarlı­ğı­nı yaptığı iman ve İslam hareketini yerinde boğma kararında birleşip anlaş­tılar.

Yahudilerin Bile Bile Hakkı Gizlemeleri

Mekke’ye gelen heyet, Yahudi âlimlerinden müteşekkildi. Müşrikler, hazır ayağa gelmişken, onlardan bir hususu da öğrenmek istiyorlardı. Kendi arala­rında, “Gelenler, bilgi sahipleri ve ehl-i kitaptırlar. Biz mi, yoksa Muham­med mi daha doğru yoldadır; bunu kendilerine bir soralım” diye konuştular.
Bunun üzerine Ebû Süfyan, onlara, “Ey Yahudi cemaati!” dedi. “Sizler, ken­dilerine ilk semâvî kitap inmiş, ilim ehli kimselersiniz. Muhammed’le anla­şa­madığımız meseleyi açıklığa kavuşturunuz: Bizim yolumuz mu, onun dini mi daha hayırlıdır?”
Aleyhlerinde olan hakkı gizlemeyi meslek edinen Yahudiler, “Allah için söy­lenecekse, siz hakka ondan daha yakınsınız!” demekte tereddüt gösterme­diler!
Bu sözler, haliyle müşrikleri fazlasıyla sevindirdi. Derhal bu kararlarının tahakkuku için hazırlanmaya başladılar.

Nâzil Olan Ayet

Yahudilerin müşriklere söyledikleri, gerçek dışı beyanlardı; hakkı bile bile gizliyorlardı. Bunun üzerine inen ayet-i kerimelerde meâ­len şöyle buyruldu:
“Bakmadın mı, şu, kendilerine kitaptan biraz nasip verilenlere? Kendileri haça, şeytana inanıyorlar; diğer küfredenler için de, ‘Bunlar, iman edenlerden daha doğru bir yoldadır’ diyorlar.
“Bunlar, Allah’ın kendilerine lânet ettiği kimselerdir. Allah kime lânet eder­se, artık ona hakikî hiçbir yardımcı bulamazsın.
“İşte, onlardan kimi ona (Muhammed’e) iman etti, kimi de ondan yüz çe­virdi. Çılgın bir ateş olarak cehennem yeter bunlara!”[3]

Diğer Kabilelere Yapılan Davet

Benî Nadîr Yahudileri, Mekkeli müşriklerden, beraber hareket etmek üzere kesin söz aldıktan sonra, Gata­fanlarla da, Hayber’in bir yıllık hurma mahsû­lünü ken­di­lerine vermek şartıyla anlaştılar.[4]Ayrıca civarda bulu­nan diğer Arap kabilelerine de propagandacılarını gön­der­di­ler. Onları da Medine üze­ri­ne yürümek için ayaklan­dır­dı­lar.
Bu arada, harpte başrol oynayacak olan Mekkeli müşrikler de, Arap kabile­lerinden bazılarını harbe iştirak için kiraladılar. Böylece, Yahudilerin propa­ganda, tahrik ve teşvikleriyle Mekkeli müşriklerden, civardaki Arap kabilele­rinden, Gatafanlar ve Ahabiş kabilelerinden büyük bir ordu teşkil edildi.
Her zaman olduğu gibi hedef ve gaye tekti: Medine üzerine yürüyüp, Pey­gam­ber Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmak ve Müs­lümanları yok et­mek!
Adı geçen kabileler, bu menfur gaye ve hedef etrafında, Hz. Re­sû­lul­lah’a ve İslamiyete düşmanlık derecelerine göre toplanmışlardı.

Düşman Ordusu

Ku­reyş müşriklerinin sayısı, Ahabiş ve onlara katılan kabilelerle birlikte dört bindi. Yahudilerin teşvik ve kışkırtmaları ile bir araya gelenlerin sayısı ise altı bindi. Böylece, düşman ordusunun sayısı on bini buluyordu. Müşrik ordu­suna Ebû Süfyan b. Harb komuta etmekte idi. Orduda, üç yüz at, yüz deve var­dı.[5]Bunlar dışında diğer kabilelerden meydana gelen altı bin kişilik kala­balı­ğın at ve deve sayısı kesin bilinmemektedir. Bütün küfür birlikleri bir­leşince, ko­muta yine Ebû Süfyan’da kaldı.[6]

Pey­gam­be­ri­mizin Haber Alması

Huzaa kabilesi, eskiden beri Resûl-i Ekrem Efendimizle dost ge­çinen bir ka­bile idi. Bu dostluğun başlangıcını Ab­dül­mut­ta­lib’le olan anlaşma ve ittifakları teşkil ediyordu.
İşte, Ku­reyş müşriklerinin ciddi bir hazırlık içinde bulundukları hakkındaki raporu, bu kabileden bir süvari, normal olarak on iki günde alınan yolu fev­kalâde bir süratle tam dört günde katederek Medine’ye, Peygamber Efendi­mi­ze ulaştırdı.

Medine’de Hazırlık

Haberi alan Peygamber Efendimiz, vakit geçirmeden derhal ashab-ı kiramı toplayarak kendileriyle istişare etti.
Resûl-i Ekrem, “Medine dışında düşmanla çarpışalım mı? Yoksa Medine’de kalarak müdafaa savaşı mı yapalım?” diye sordu.
Hendek Savaşı
Hendek Savaşı Krokisi
Görüşmeye sunulan bu tek­lifle ilgili muhte­lif fikirler serd­e­dildi. Bu arada Selmân-ı Fârisî, “Yâ Re­sû­lal­lah! Biz, Fars topra­ğında düşman süvarilerinin bas­kınlarından kork­tuğumuz za­manlarda, etra­fı­mızı hendeklerle çevirip sa­vu­nurduk” diye konuştu.
Teklif hem Hz. Re­sû­lul­lah, hem sahabeler tarafından mâkul karşılandı ve it­tifakla şu karar alındı:
Medine’de kalınacak ve şehrin etrafında hendekler kazılmak suretiyle düş­man saldırısına karşı konulacak. Böylece, muhasarada kalmak, açık arazide vuruşmaya tercih edildi.
Peygamber Efendimizin böyle bir taktiği tercih etmesi altında, harpte az in­sanın öldürülmesi, az kan akıtılması gibi mühim bir gaye de yatıyordu. As­lında bu, Resûl-i Ekrem Efendimizin bütün harplerde gözden uzak tutmadığı bir prensipti.

Hendek Kazı İşine Başlanması

İttifakla şehrin dahilden müdafaasına karar verilince, hendek kazı işine Re­sûl-i Ekrem Efendimizin emir ve tavsiyeleri üzerine derhal başlandı. Peygam­ber Efendimiz, nerelerin kimler tarafından kazılacağını bizzat tayin ve tespit etti. Şehrin güneyinde oldukça sık bahçeler vardı. Düşmanın buradan geçe­bilme ihtimali çok zayıf idi. Geçmeyi göze alsa dahi, yayılarak değil de, birer kol halinde geçme­ye mecbur olacağından durdurulması ve bozguna uğratıl­ması için kü­çük bir askerî müfreze bile kâfi gelirdi. Doğu istikametinde ise, Peygamber Efendimizle anlaşma halinde bulunan Benî Ku­ray­za ve diğer Ya­hu­diler ikamet ediyorlardı. Bu sebeple hendek kazı işi, tamamen açık arazi olan şehrin kuzey tarafında yapılıyordu. Ya­pı­lan tespitler bunu gerektiriyordu.
Bütün Müslümanlar, hatta az çok eli iş tutabilecek çocuklar bile canla başla hendek kazı işini sürdürüyorlardı. Kazı işine bizzat Resûl-i Kibriya Efendimiz de katılıyor, bir an evvel tamamlanması için Müslümanların şevk ve gayretle­ri­ni her zaman canlı tutuyordu. Gönüllü Müslümanlar, bütün gün çalışıyorlar, ge­ceyi geçirmek için­se evlerine dönüyorlardı. Buna karşılık Resûl-i Ekrem Efen­dimiz, bir tepecik üzerinde kurdurduğu çadırında[7]gece gündüz kalı­yor­du. Hem çalışmalara bizzat katılıyor, hem de çalışanlara nezaret ediyor ve mü­rakabe­sini sürdürüyordu.
Kâinatın Efendisi, toza toprağa, sıcağa, açlığa aldırmadan yaptığı çalışmala­rında, zaman zaman Müslümanların, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bizim çalışmamız yeter. Sen ne olur, çalışma da istirahat buyur” tekliflerine muhatab oluyordu. Ancak Efendimiz, “Ben de çalışarak, bu sevaba ortak olmak istiyorum” cevabını vere­rek gayret ve sevaba nâiliyet arzusunu dile getiriyordu.
Zaman zaman da kazı ve zembille toprak taşıma esnasında, Abdullah b. Re­va­hâ’nın, “Allahım! Sen bize doğru yolu gös­termemiş olsaydın, biz ne sa­da­ka ve­rebilir, ne de namaz kılabilirdik! Üzerimi­ze yürüyen kâfirler, bizim çe­kin­di­ği­miz fitne ve fesadı yapmak istedikleri ve bizimle karşılaştıkları zaman, sen kalp­lerimize, sabır ve sekînet in­dir, ayaklarımıza sebat ver!”[8]meâlindeki kıt’a­la­rı te­rennüm ediyordu. Haliyle, bu, gönüllü mücahitlerin gayretlerini ar­tı­rı­yor­du.
Müslümanlar bütün gün durmadan dinlenmeden kazı işine devam ediyor­lardı. Resûl-i Ekrem, onların bu hallerine şefkat ve merhametle bakıyor ve “Allahım! Ahiret hayatından baş­ka talep edi­le­cek bâkî bir hayat yoktur. Sen, ensar ve muhacirlere mağrifet ey­le!” diye dua ediyordu.
Çalışan Müslümanlar da, Hz. Re­sû­lul­lah’ın bu samimi duasına, şu içli mu­kabelede bulunuyorlardı:
“Hayatta olduğumuz müddetçe Allah yolunda cihat etmek üzere Muham­med’e (a.s.m.) bîat etmiş kimseleriz.”[9]

Pey­gam­be­ri­mizin Sert Kayayı Parçalaması

Kazı işi devam ediyordu.
Bir ara sahabeler sert bir kayayla karşı karşıya geldiler. Onu parçalamaya uğraşırken, balyoz, kazma kürek gibi bir sürü âletleri kırıldı. Yine de onu par­çalamaya muvaffak olmadılar.
Durumu, kıldan dokunmuş çadırın içinde o sırada dinlenmekte olan Re­sû­lul­lah Efendimize haber verdiler: “Yâ Re­sû­lal­lah! Karşımıza kazı esnasında ak bir kaya çıktı. Onu bir türlü parçalayamadık! Bu husustaki emriniz?”
Peygamber Efendimiz, Selmân-ı Fârisî’nin balyozunu aldı. “Bis­millah!” di­ye­rek kayaya bir darbe indirdi. Kayanın üçte birini yerinden kopardı ve “Al­la­hü Ekber! Bana Şam’ın anahtarları verildi. Vallahi, ben şu anda Şam’ın kırmızı köşklerini görüyorum!” buyurdu. Sonra, yine “Bismillah!” deyip ka­yaya bal­yozla ikinci darbeyi indirdi. Kayanın üçte biri daha parçalandı. Yine “Allahü Ek­ber! Ba­na, Fars’ın anahtarları verildi! Vallahi, şu anda ben, Kis­râ’nın Me­dâ­yin şehrini ve onun beyaz köşklerini görüyorum!” buyurdu. Ondan sonra üçün­cü defa yine “Bismillah!” deyip balyozla vurdu; kayanın geri kalan kısmı­nı da yerinden kopardı. Yine “Allahü Ek­ber! Bana, Yemen’in anahtarları ve­ril­di! Vallahi, şu anda ben, Sa­n’a’nın kapılarını görüyorum!” buyurdu.[10]
Resûl-i Kibriya Efendimizin haber verdiği bütün fetihler, Hz. Ömer ile Hz. Osman zamanında bir bir gerçekleşti. Bunları gören Ebû Hüreyre (r.a.), Müslü­manlara, “Bu fetihler, sizin için bir başlangıçtır. Vallahi, Allah, fethedeceğiniz veya kıyamete kadar fet­ho­lu­nacak şehirlerin hepsinin anahtarlarını önceden Muhammed’e (a.s.m.) vermiştir” derdi.[11]

Orduya Verilen Ziyafet

Hendek kazı işini bir an evvel bitirmek için durmadan dinlenmeden çalışan Müslümanlar, doğru dürüst yiyecek bir şeyler de bulamıyorlardı. Zira, o yıl Arabistan’da şiddetli bir kıtlık ve kuraklık hüküm sürüyordu; Medine de bu kıtlık çemberinin içindeydi.
Kazı işi devam ediyordu.
Bir gün, Hz. Cabirb. Abdullah, evine vararak, hanımına, “Re­sû­lul­lah’ı (a.s.m.) son derece acıkmış gördüm. Başkası olsaydı bu açlığa dayanamazdı. Ev­de yiyecek bir şey var mı?” diye sordu.
Hanımı, “Vallahi, yanımda şu oğlaktan ve şu bir sa’*arpadan başka bir şey yok” dedi.
Hz. Cabiroğlağı kesti, hanımı ise arpayı el değirmeninde öğütüp un yaptı. Eti çömleğe koydular, hamuru da mayaladılar. Et çömleğini tandıra koyup piş­meye bıraktılar.
Hz. Cabirevinden ayrılacağı sırada hanımı, “Sakın, beni Re­sû­lul­lah’­a ve ya­nın­dakilere karşı utandırma!” diyerek, yemeklerinin azlığını nazara vermek is­te­di.
Hz. Cabir, Resûl-i Kibriya Efendimizin yanına vardı.
“Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Azıcık yemeğim var. Yanına bir veya iki ki­şi al da yemeğe gidelim!”
Resûl-i Ekrem, “Yemeğin ne kadardır?” diye sordu.
Hz. Cabir, “Bir sa’ arpadan yapılmış ekmek ve kesilmiş bir oğlak” dedi.
Bunun üzerine Efendimiz, “Hem çok, hem de güzel bir yemek!” diye bu­yurdu ve ilave etti: “Hanımına söyle: Ben gelinceye kadar, tandırdan et çöm­le­ği ile ekmeği çıkarmasın!” Daha sonra Hz. Cabir’in gözleri önünde, “Ey hen­dek halkı! Kalkınız; Câbir’in ziyafetine gideceğiz” diye seslendi. Muhacir ve ensardan orada bulunanların hepsi kalktı.
Hz. Câbir, şaşkın şaşkın evine döndü. Hanımına, “Allah senin iyiliğini ver­sin! Re­sû­lul­lah (a.s.m.), yanındakilerin hepsiyle yemeğe geliyor! ‘İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn!’ Şimdi ne yapacağız?” dedi.
Hanımı, “Re­sû­lul­lah (a.s.m.), yemeğimizin ne kadar olduğunu sana sor­madı mı?” dedi.
Hz. Cabir, “Evet, sormuştu. Ben de söylemiştim.”
Bunun üzerine hanımı, “Mahcup olacak sensin, ben değil!” diye ko­nuştu ve sordu: “Onları sen mi davet ettin, yoksa Re­sû­lul­lah mı?”
Hz. Cabir,“Re­sû­lul­lah (a.s.m.) davet etti” diye cevap verince, ha­nı­mı, “O, senden daha iyi bilir!” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, kalabalık ashabıyla Hz. Cabir’in evine geldi. On­lara, “Birbirinizi sıkıştırmadan içeri giriniz” diye emretti.
Sahabeler, onar onar içeri girdiler.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, ete ve ekmeğe bereket duası yaptı. Sonra ev ha­nımına, “Bir ekmekçi kadın çağır da seninle birlikte ek­mek yapsın. Çömleği­nizden de kepçe kepçe al! Sakın çömleği tandırdan çıkarma!” dedi.
Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, bundan sonra, mübarek elleriyle tandırdan ekmeği çıkarıp parçaladı ve üzerine et koyarak ashabına sunmaya başladı. Da­vetliler yiyip doyuncaya kadar ziyafet böylece devam etti.
Hepsi yediği halde et ve ekmekten hiçbir şey eksilmiş değildi!
Resûl-i Ekrem, ev hanımına, “Bu kalanı da hem kendin yersin, hem de he­diye edersin. Çünkü bütün halk açlık çekiyor” buyurdu.
Misafirlere karşı yüzde yüz mahcup olacağını düşünen Hz. Câbir’in, bütün bu olanlarla ilgili şehâdeti ise şöyle:
“Allah’a yemin ederim ki gelenler bin kişiydi. Hepsi de doyup kalktılar. Buna rağmen çömleğimiz hâlâ olduğu gibi kaynamakta, hamurumuzdan da olduğu gibi ekmek yapılmakta idi! Ondan biz yedik, konu komşuya da hediye ettik!”[12]

Hendek Kazı İşinin Tamamlanması

Hendek kazı işinde sahabelerin gösterdikleri üstün gayret, gerçekten sadâ­katlerinin, Allah’a ve Resûlüne olan bağlılıklarının en açık bir delili idi. Ça­lışma sırasında ihtiyaçlarını görme durumunda kaldıklarında bile Peygamber Efendimizden müsaade almadan işlerinin başından kat’­iy­yen ayrılmıyorlardı. Bu durum elbette sahabe­ye yakışır bir fedakârlık ve feragat örneğiydi. Nitekim Cenab­-ı Hak da, gönderdiği ayetlerde, onların gerçek mü’minler olduklarına ve eşsiz sadâkatlerine şehâdet ediyordu: “Gerçek mü’­min­ler ancak o kimseler­dir ki Allah’a ve Resûlüne iman etmişler ve toplu bir işte bulundukları vakit de Peygamberden izin almadıkça bırakıp gitmezler. Doğrusu (ey Resûlüm), sen­den izin isteyenler, Allah’­a ve Resûlüne iman eden kimselerdir. Bu bakımdan bazı işleri için senden izin istediklerinde sen de onlardan dilediğin kimseye izin ver; onlar için Allah’tan mağrifet dile. Şüphe yok ki Allah, Gafûr’dur [çok bağışlayıcıdır], Rahîm’dir [merhameti boldur].”[13]
Resûl-i Ekrem’in ve Müslümanların ciddiyetle sarıldıkları bu işi, münafıklar ise hafife alıyorlardı. Oldukça gevşek davranıyorlar, can­ları istediği zaman da Resûl-i Ekrem’den izin alma ihtiyacı bile duymadan çekip gidiyorlardı. Zaman zaman da canlarını dişlerine takarak çalışan iman, sadâkat, feragat ve gayret timsâli sahabelerle istihza ediyorlardı; morallerini, huzurlarını bozmak için de gülüşüyorlardı.
Cenab-ı Hak, in­dirdiği ayet-i kerimelerde onların uygun olmayan bu hare­ketlerinden bahsede­rek şöyle buyurdu:
“Peygamberin çağrışını, aranızda birbirinizi çağırış gibi tutmayın (Davetine hemen koşun ve izinsiz ayrılmayın). İçinizden birini siper ederek çıkıp giden­leri Allah, mu­hakkak biliyor! Bunun için Peygamberin emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belâ inmekten yahut kendilerine acıklı bir azap isabet etmekten sakınsınlar.”[14]
Yorucu bir çalışma neticesinde, hendek kazı işi altı gün sürdü.[15]Hendek beş arşın (3.40 cm) derinliğindeydi, genişliği ise en namlı süvarilerin dahi ko­lay kolay atlayıp geçemeyeceği kadardı. Sadece tek bir yeri aceleye geldiğin­den dar kalmıştı. Oradan atlılar geçebilirdi. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, orası hakkındaki endişesini, “Müşriklerin buradan başka bir yerden geçip ge­lebileceklerinden korkmuyorum!” diyerek izhar etti.
Resûl-i Ekrem, çarpışma boyunca bu dar kısmı nöbet tutturup bekletecektir!
Ayrıca Pey­gam­be­ri­miz, hendeğin münasip kısımlarına giriş çıkış yerleri yaptırdı. Düşman gelip hendeğin önüne karargâhını kurunca, buralara nöbet­çiler dikecek ve başına da Zübeyr b. Avvam Hazretlerini tayin edecektir.

İslam Ordusu

İslam ordusu üç bin kişiden ibaretti. Bu, sayı bakımından düşman ordusu­nun üçte biri demekti. Sadece otuz altı atlı vardı. Orduda biri muhacirlerin, di­ğeri ensarın olmak üzere iki sancak bulunuyordu. Muhacirlerinkini Zeyd b. Hârise, ensarınki­ni ise Sa’d b. Übade Hazretleri taşıyordu.[16]
Resûl-i Kibriya, karargâhını Sel dağı eteklerinde kurdu. Ordunun sırtı bu dağa geliyordu. Harbe katılmayan ka­dın ve çocuklar ise kale ve hisarlara yer­leştirildi. Yiyecek maddeleri, kıymetli ve ehemmiyetli eşyalar da yine bu hi­sarlarda muhafaza altına alındı.
Peygamber Efendimiz için Sel dağı eteklerinde deriden bir çadır kuruldu. Bu çadır, bugünkü Fetih Mescidi’nin bulunduğu yerde idi.

Düşman Ordusu Karargâhı

Hendek, henüz yeni bitmişti ki ovayı düşman çadırlarının kapladığı gö­rül­dü.
Düşman, karargâhını Medine’nin kuzeyinde Uhud Savaşı’nın cereyan ettiği sahada kurdu. Hendekle karşılaşmaları şaşkınlıklarına sebep oldu. O âna ka­dar böyle bir harp plân ve taktiği görmüş değillerdi. Haliyle bu durum, da­ha başından itibaren morallerini sars­tı.
Hâlbuki, onlar, Medine’yi tamamen ele geçirecekleri hayal ve ümi­diyle çı­kıp gelmişlerdi. Eli boş dönmeyi düşünmek bile istemiyorlardı.
Mücahitler, on bin askerlik düşmanı görmekle asla kork­madılar ve tereddüt göstermediler. Kur’an-ı Azî­müş­şan, onların bu halini şöyle tasvir eder:
“Mü’minler, düşman birliklerini görünce, ‘Allah’ın ve Resûlünün bize va­dettiği (zafer) budur. Allah ve Peygamberi doğru söylemiştir’ dediler. (Mü’­minlerin düşman birlikleri görmeleri) ancak onların imanlarını ve teslimi­yet­le­rini artırdı.”[17]

Beni Kurayza'nın Anlaşmayı Bozması

Resûl-i Ekrem Efendimiz, deriden çadırında bulunuyordu. Yanında Hz. Ebû Bekir de vardı. Müslümanlar, hen­dek kenarında düş­manı gözetlemek ve nö­bet tutmakta idiler. Bu sırada Hz. Ömer, Re­sû­lul­lah’ın huzuruna vardı.
“Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Aldığım habere göre, Benî Ku­ray­za Yahudileri an­laş­mayı bozmuşlar ve düşmana yardım ka­rarı almışlardır!”
Beklenmeyen bu haber, Peygamber Efendimizi fazlasıyla mütees­sir etti. Hâlbuki, bu kabilenin reisi Ka’b İbni Esed’le anlaşması vardı; bunun için o ta­raftan emin idi.
Üzülen Efendimizin dudaklarından şu cümleler döküldü:
“Hasbünallahü ve ni’mel-Vekîl [Allah bize yeter; O, ne güzel vekildir].”[18]
Benî Kurayza, büyük bir Yahudi kabilesiydi ve Medine-i Münevvere dı­şında kuvvetli kalelerde oturuyorlardı. Resûl-i Kibriya Efendimizle anlaşma­ları vardı. Buna göre, Medine için hâricî bir tehlike söz konusu olduğu zaman Müslümanlarla birlikte şehri müdafaa edeceklerdi. Ayrıca Peygamber Efendi­mizden habersiz de hiçbir as­ke­rî harekâtta bulunmayacak, Ku­reyşli müşriklere ve onlara yardım edenleri korumayacaklardı.[19]
Bu haber üzerine Peygamber Efendimiz, Zübeyr b. Av­vam’ı durumu tahkik için Benî Kurayza Yahudilerinin yur­du­na gönderdi. Hz. Zübeyr, Kurayzaoğul­larının kalelerini onardıklarını, harp tâlim ve manevraları yaptı­ğını bizzat gör­dü. Gelip durumu Efendimi­ze haber verdi. Re­sû­lul­lah, bu feda­kârlığı üzerine hakkında şöyle buyurdu:
“Her peygamberin bir havarisi vardır; benim havarim de Zü­beyr’­dir!”[20]
Hz. Ömer’in verdiği haber doğruydu. Benî Nadîr Yahudilerinin reisi Hu­yeyy b. Ahtab, gelip Kurayzaoğulları reisi Ka’b b. Esed’i kandırmıştı. O da an­laşmayı bozmuştu.

Heyet Gönderilmesi

Resûl-i Kibriya Efendimiz, durumu tekrar inceden inceye tahkik etmek ve onlara nasihatte bulunmak üzere Evs kabilesinin lideri Sa’d b. Muaz, Hazreç ka­bilesinin lideri Sa’d b. Übade, Abdullah b. Revâha ve Havvat b. Cü­beyr’­i, Benî Ku­rayza Yahudilerine şu tâlimatı vererek gönderdi:
“Gidiniz, bakınız: Şu kavimden bize erişen haberin doğruluğunu bir kere de siz tahkik ediniz. Eğer doğru ise, onu bana halkın anlayamadığı biçimde kapalı bir dil kullanarak bildiriniz. Ben onu anlarım. Açıkça söyleyip de halkın kal­bine korku ve zaaf düşürmeyiniz! Şayet, onlar ara­mızdaki anlaşmaya sâdık bulunuyorlarsa, bunu halka açıkça ilan edebilirsiniz!”[21]
Bu güzide sahabeler, Benî Kurayza Yahudilerinin yurtlarına gittiler. Anlaş­mayı bozmanın çirkinliğinden bahsederek onlara nasihatte bulundular. Fakat onlar kulak asmadılar ve anlaşmayı bozduklarını açıkça ilan ettiler; hatta Re­sûl-i Kibriya Efendimiz hakkında ileri geri konuşacak kadar küstahlıkta bile bu­lundular.
Müslüman elçiler bu durumdan son derece rahatsız oldular. Kurayzaoğul­la­rının öteden beri müttefiki olan Hz. Sa’d b. Muaz, “Sizinle cenk etmedikçe Al­lah canımı almasın!” diye hiddetli hiddetli konuştu.
Daha sonra Müslüman elçiler geri dönüp, durumu Resûl-i Kibriya Efendi­mize kapalı bir şekilde arz ettiler. Peygamber Efendimiz onlara, “Haberinizi gizli tutunuz! Ancak bilene açıklayınız! Çünkü harp, tedbirden ve aldatmaktan ibarettir!” dedi.[22]
Artık Medine, çepeçevre düşman tarafından sarılmış demekti. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de, bu hususa şöyle işaret buyurur:
“O vakit, kâfirler üstünüzden (vadinin üst ve doğu tarafından), bir de altı­nızdan (vadinin aşağı ve batı tarafından) size gelmişlerdi. O zaman gözler yıl­mış, kalpler gırtlaklara dayanmıştı.”[23]

Benî Kurayza’nın Medine Üzerine Baskın Teşebbüsleri

Bu esnada Kurayzaoğulları, Huyeyy b. Ahtab’ı Ku­reyş­lile­re göndererek, Me­dine’ye geceleyin baskında bulunmak üzere müşriklerden yüz, Gatafan­lar­dan da yüz kişi istediler.
Onlar, bu kuvvetle birleşerek Medine kale ve hisarlarındaki kadın ve ço­cuklar üzerine baskın yapacaklardı.
Bu haber Müslümanları büyük bir telâşa düşürdü. Resûl-i Kibriya Efendi­miz, derhal geceleri Medine şehrini muhafaza etmek için Zeyd b. Hârise Haz­retlerini üç yüz askerle, Seleme b. Eslem’i de iki yüz askerle Medine’ye gönder­di. Bu kuvvetler, gece sokaklarda devriye gezip tekbir getire­ceklerdi.
Bu esnada, Benî Kurayza Yahudileri, bir iki baskın teşebbüsünde bulundu­larsa da, muvaffak olamayıp geri çekilmek zorunda kaldılar.

Hz. Safiyye’nin Bir Yahudiyi Öldürmesi

Benî Kurayza’nın ikinci baskın denemesi esnasındaydı.
On kadar Yahudi, Peygamber Efendimizin halası Hz. Sa­fiy­ye’nin de içinde bulunduğu Hassan b. Sâbit’in köşkünü ok yağmuruna tuttular; hatta içeri gir­meye kadar kalkıştılar. İçlerinden birisi köşkün kapısına kadar varıp içeri gir­mek istedi. Köşkte Hz. Safiyye ile birlikte birçok kadın ve çocuk da vardı.
Hz. Safiyye, bir Yahudinin köşkün etrafında dolaşıp dur­duğunu görünce, ka­dın olduğu bilinmesin diye başına sıkıca bir tülbent bağladı. Eline bir sırık alıp köşkten aşağı indi. Köşkün kapısını usul­ca açtı. Adamın arkasından ya­vaşça varıp, sırıkla başına bir dar­be indirdi. Orada işini bitirdi. Sonra da başını kesip Yahudilere doğru fırlattı.
Bunun üzerine diğer Yahudiler korkuya kapılıp, “Bize, Müs­lümanların, ai­lelerini, yanlarında adam bulundurmaksızın, kimsesiz ve yalnız bıraktıkları haber verilmişti; Hâlbuki öyle değilmiş!” diyerek dağıldılar.

Pey­gam­be­ri­mizin Dar Gediği Bizzat Beklemesi

Beş yüz civarında mücahidi Medine’ye gönderip şehri koruma al­tına alan Resûl-i Kibriya Efendimizin kendisi de, geceleri, düşmanın oradan geçebileceği düşüncesiyle hendeğin en dar yerini bizzat bekliyordu.
Hz. Âişe der ki:
“Re­sû­lul­lah (a.s.m.), hendekteki gediği beklemek için gidip geldiği sırada soğuktan tir tir titriyordu. Yanıma gelip biraz ısındıktan son­ra, ‘Ben, düşmanın oradan başka bir yerden geçip gelebileceğinden korkmuyorum! Keşke bu gece, Müslümanlardan biri, benim yerime orayı beklese!’ buyurdu. O anda bir silah ve demir âleti şakırtısı işittim.
“Re­sû­lul­lah (a.s.m.), ‘Kim o?’ diye seslendi.
“‘Sa’d b. Ebî Vakkas...’ diye cevap geldi.
“Re­sû­lul­lah, ‘Bu gediği sana havâle ediyorum. Orayı sen bekle’ buyurdu.
“Kendisi de uyudu.”

Münafıkların Hendekten Dağılmaları

Münafıklar devamlı, “Evlat ve iyalimizi yalnız bırakıp da burada sefâletle beklemek akıl kârı değildir” diyerek Müslümanlara şüphe ve vesvese vermeye çalışıyorlardı; bir kısmı ise, bizzat Resûl-i Kibriya Efendimizin huzuruna çıka­rak, “Evlerimiz Medine’nin dışında­dır; duvarları da alçak olup, düşman ve hır­sızlara açıktır”[24]diyerek hendekten ayrılma müsaadesi istiyorlardı. Pey­gam­ber Efendimiz, bunların bir kısmına müsaade etti.
Aslında münafıkların maksadı, böyle kritik bir anda ordudan ayrılarak Müslümanların mânevîyatını bozmaktı. Bu, onların her zaman başvuragel­dik­leri bir taktikti.
Nitekim Sa’d b. Muaz Hazretleri, bir kısım münafığın Hz. Re­sû­lul­lah’tan müsaade istediğini görünce, şöyle demekten kendini ala­mamıştı:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Bunlara izin verme! Vallahi, biz ne zaman bir musibete uğ­rasak, sıkıntıya girsek, onlar hep böyle yaparlar!”
Sonra da, müsaade isteyen bu münafık grubun yanına vararak, “Biz sizden her zaman böyle hareketler mi göreceğiz? Ne zaman bir musibete uğrasak, bir sıkıntıyla karşı karşıya gelsek, siz hep böyle yapar durursunuz!”[25]diyerek on­ları azarlamıştı.
Cenab-ı Hak da, indirdiği vahiyle, onların, bu müsaade isteme­de samimi olmadıklarını şöyle açıklıyordu:
“O zaman onlardan bir gürûh, ‘Ey Yesrib [Medine] ahalisi, sizin için burada durmak yok; hemen dönün’ demişlerdi; onlardan bir kısmı da, ‘Hakikaten ev­lerimiz açıktır’ diyorlar, Peygamberden izin istiyorlardı. Hâlbuki, onların ev­leri açık değildir. Onlar kaçmak­tan başka bir şey arzu etmiyorlardı!”[26]

Harbin Başlaması

Düşman, hendek arkasında çarpışmanın bir hayli zor olacağını biliyordu. Buna rağmen bütün hazırlıklarını tamamlayarak, var kuvvetiyle hücuma geçti. Fakat hendek, işlerini tahmin ettiklerinin de üstünde güçleştiriyordu. Hendeği bir türlü geçme imkân ve fırsatını elde edemiyorlardı. Haliyle bu da ümitsiz­liğe düşmelerine sebep oluyordu.
Sonunda, çarpışma uzaktan uzağa ok atışlarıyla devam etti. Fakat bu da, ne­ticenin uzamasından başka bir işe yaramıyordu.
Düşman ordusu, hücumlarından bir netice elde edemediğini görünce, Müs­lümanları muhasara altına almaya karar verdi. Zaten başka yapacak bir şeyleri de yoktu!

Tek Tek Vuruşma

Bir ara düşman süvarilerinden birkaçı atlarını sürüp hendeğin bahsedilen dar yerinden Müslümanlar tarafına geçmeye muvaffak oldular ve kendileriyle dövüşecek er dilediler.
İçlerinde en meşhuru, Amr b. Abdi Vedd idi. Birçok hadise görüp geçirmiş, yalnız başına birçok topluluğu dağıtmış, cesur ve silahşörlükte mahir bir sü­vari idi. Arap kabileleri, onu bir bölük süvariye mukabil tutarlardı. Onun­la dövüşmek için fevkalâde cesaretli ve yürekli olmak gerekirdi. Bu sebeple kim­se ona karşı çıkmak istemezdi.
Bu sefer Amr, dövüşecek er dileyince, Hz. Ali, “Yâ Re­sû­lal­lah, ona karşı ben çıkarım, müsaade eder misiniz?” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Sen, otur yâ Ali! Gelen, Amr’­dır” buyur­du.
Amr, tekrar Müslümanlara meydan okudu: “İçinizde muharebe meydanına çıkacak er yok mudur? Hani sizin ölülerinize tayin ettiğiniz cennet nerede?”
Hz. Ali, tekrar karşısına çıkmak istedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz yine “Yâ Ali, o Amr’dır” buyurarak izin vermedi.
Karşısına kimsenin çıkmadığını gören Amr, bütün bütün şımardı ve iğrenç küfürler savurarak, “Er meydanına çıkacak kimse yok mu?” diye üst perdeden bağırdı.
Hz. Ali, tekrar cesaretle yerinden fırladı.
“Onunla ben dövüşürüm yâ Re­sû­lal­lah!” dedi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz yine “Yâ Ali, o Amr’dır” buyurdu.
Hz. Ali, “Amr da olsa, çıkar, dövüşürüm yâ Re­sû­lal­lah!” dedi.
Bunun üzerine Fahr-i Âlem Efendimiz, Allah’ın Ars­la­nına müsaade etti. Biz­zat kendi eliyle zırhını ona giydirdi ve “Zülfikâr” adlı kılıcını beline bağ­la­dı; sarığını da başına sardıktan sonra, “Yâ Rab! Amcam oğlu Ubeyde, Be­dir’de ve amcam Hamza, Uhud’da şehit oldular. Yanımda bir amcazâdem Ali kaldı. Sen, onu muhafaza eyle, ona yardımını ihsan eyle, beni de yalnız bı­rakma!” diye dua etti.[27]
Hz. Ali, yaya olarak, imanından gelen heybetle, Amr’a doğru yürüdü.
İki taraf da bu büyük dövüşü hayranlıkla seyre hazır duruyordu.
Zırha bürünen Hz. Ali’nin gözlerinden başka hiçbir tarafı görünmüyordu.
Amr, “Sen kimsin?” diye sordu.
Hz. Ali, “Ben, Ali’yim!” diye cevap verdi.
Amr, bu bıyıkları yeni terlemiş genci karşısında bulunca, bir merhamet ve istihfaf tavrı aldı.
“Amcalarından, senden başka daha yaşlı kimse yok mu­dur? Ben, senin ka­nını dökmek istemiyorum! Çünkü baban benim dostumdu” diye konuştu.
Hz. Ali’nin ise cevabı şu oldu:
“Vallahi, ben, senin kanını dökmek isterim!”
Amr, bu cevaba kahkahayla gülerek, “Bu ağızla bir kimsenin karşıma çıka­cağı hatırıma bile gelmezdi!” dedi.
Hz. Ali’nin sözleri Amr’ı çileden çıkarmıştı. Kılıcını sıyırıp atıyla onun üze­ri­ne yürüdü.
Hz. Ali, “Ben, seninle nasıl çarpışabileyim? Ben yayayım, sen atlı. Atından in de benim gibi yaya ol!” diye teklifte bulundu.
Amr, derhal atından indi ve hayvanı salıverdi; öfke dolu bakışlarla Hz. Ali’nin karşısına dikildi.
Hz. Ali, “Ey Amr!” dedi. “Ben, senin Ku­reyş’ten bir kim­seyle kar­şılaştı­ğın­da, onun iki isteğinden birisini kabul edip yerine getireceğin hakkında Al­lah’a vaatte bulunduğunu işittim. Doğru mudur?”
Amr, “Evet...” dedi.
O zaman Hz. Ali, “Öyle ise, ben seni Allah’a ve Resûlüne imana davet edi­yor ve İslamiyete kabule çağırıyorum!”
Amr, “Bu, bana lâzım değil; geç bunları!” dedi.
Bu sefer Hz. Ali, “Öyle ise” dedi. “Bizimle çarpışmaktan vazgeç! Yurduna dön, git!”
Amr, “Ben adayacağımı adamış ve intikam almadıkça ba­şıma yağ ve koku sürmeyi kendime yasaklamışımdır” diye karşılık verdi.
O zaman Hz. Ali, “O halde vuruşmaya hazır ol!” diye kük­redi.
Amr, yine kahkahayla güldü. “Doğrusu ben, Araplar içinde benden kork­ma­dan benimle çarpışmak isteyecek böylesine bir kahraman bulunabileceğini tah­min etmemiştim!” diye hayretini izhar etti. Sonra da ekledi: “Sen, henüz genç bir yiğitsin. Üstelik baban da benim dostumdu. Benimle çarpışmaktan vazgeçip dön, geri git. Seni öldürmek istemiyorum!”
Cesaret kahramanı Hz. Ali, “Ama ben, seni öldürmek is­ti­yo­rum!” diye kar­şı­lık verdi.
Hz. Ali’nin son cümlesi, Amr’ı son derece hiddetlendirmişti. Bir vuruşta Hz. Ali’nin kalkanını parçaladı. Kalkanı delen kılıç, Hz. Ali’­nin alnını sıyırdı. Hz. Ali, şimşek gibi bir hızla yana sıçradı; bu sefer sıra ondaydı. Amr’ın bo­yun kö­küne Zülfikâr’la şiddetli bir dar­be indirdi. Amr’ın başı bir tarafa, gövdesi bir ta­rafa düştü.
Bir anda feryat ve çığlıklar koptu, ortalık birbirine karıştı. Hz. Ali ise, Ce­nab-ı Hakk’ın bu muvaffakiyeti kendisine ihsan etmesinden dolayı “Allahü Ek­ber!” diyerek tekbir getirdi. Resûl-i Ekrem ve Müslümanlar da tekbir geti­rince bir anda her taraf tekbirlerle çınladı.

“Kılıç Değil, El Keser!”

O esnada, Ku­reyş süvari ve şâirlerinden olan Hübeyre b. Ebî Vehb, Hz. Ali’yle çarpışmaya yeltendi; fakat bir kılıç darbesi yiyince, çareyi kaçmakta buldu! Bu sefer onu Hz. Zübeyr b. Avvam takip etti. Kılıçla vurup atının eğe­rini kes­ti. Daha sonra Hz. Zübeyr, Nev­fel b. Abdullah’ın peşine düştü. Şiddetli bir darbeyle onu yukarıdan aşağı doğru ikiye biçti.
Sonraları Hz. Zübeyr’e, “Senin kılıcın gibi kılıç görmedik!” denilince şu ce­vabı verdi:
“Onu yapan kılıç değildir, bilektir!”
Ku­reyş’in diğer süvarileri dehşete kapılarak doludizgin kaçmaya başladılar. Hatta Ebû Cehil’in oğlu İkrime, can hav­liyle kaçıp giderken mızrağını düşür­müş, geri dönüp onu almaya bile cesaret edememişti.
Bir bölüğe bedel kabul ettikleri Amr b. Abdi Vedd’in mü­bâreze mey­da­nında düşüp kalması, Müslümanları son derece sevindirirken, müşrikleri ise fazlasıyla korkutup dehşete düşürdü; hatta Ku­reyş ordusu kumandanı Ebû Süfyan, “Bugün bizim için hayırlı bir iş yok” diyerek ye’s içinde hendeğin ba­şından çekilip karargâha git­ti.

Her Taraftan Hücuma Kalkış

Bir gün sonra, müşriklerin tamamı, Kurayzaoğulları Yahudileriyle birlikte her taraftan Müslümanları çepeçevre sardılar ve akşama kadar durmadan on­ları ok yağmuruna tuttular.
Kıtlık yüzünden pek zayıf ve güçsüz düşmüş olan Müslümanlar, düşman sürüsünün böyle bir kara bulut gibi her taraftan sıkıştırma­sı üzerine, bütün bü­tün mecalsiz kaldılar; akşam olup düşman çekilince, bir miktar nefes aldılar. Fakat “Düşman, yarın yine böyle her taraftan şiddetli hücuma girişirse, hali­miz ne olur?” diyerek herkeste bir endişe ve telâş vardı.

Münafıklar Yine Sahnede

Münafıklar zümresi, Müslümanların maruz kaldıkları bu sıkıntı ve kıtlığı fırsat bilerek, onların mânevîyatlarını bozucu telkinlerde bulunmaya başladı­lar: “Muhammed, size, Kayser’­in ve Kisrâ’nın hazinelerini vadediyor! Hâlbuki, şu anda hendek içinde hapsolmuşuz. Korkudan abdest bozmaya bile gidemi­yoruz! Vadettiği nerede, biz nerede? Allah ve Resûlü, bize aldatıştan başka bir şey vadet­mi­yor!”
Kur’an-ı Kerim, bu hususa da işaret eder.[28]
Ne var ki münafıkların bu haince ve dessasça telkinlerinden hiçbiri gerçek mü’minleri Hz. Re­sû­lul­lah’ın yanından ayıramı­yordu. Çünkü onlar, Yüce Al­lah’ın kendilerine yardım edeceği hususundaki vaadine bütün samimiyetle­riyle inanmışlardı; Allah’ın tak­dirine teslimiyetleri sonsuzdu; Allah ve Resûlü uğrunda her türlü musibet ve sıkıntıya seve seve katlanıyorlardı. Münafıklar ise, tam tersine, Medine’yi çepeçevre saran düşman ordusunun, Kâinatın Efen­di­si Pey­gam­be­ri­mizle ashab-ı kiramın vücutlarını ortadan kal­dıracağını sa­nı­yorlardı, hatta bunu istiyorlardı! Böylece, bu ağır imtihanda gerçek mü’min­ler­le münafıklar birbirlerinden ayrılıyorlardı!
Kur’an-ı Azîmüşşan’ın konuyla ilgili şu ayeti ne kadar ibret vericidir:
“Ey mü’minler! Yoksa siz, sizden evvel gelenlerin hali başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara, öyle yoksulluklar ve sıkıntılar ge­lip çattı ve çeşitli belâlarla sarsıldılar ki hatta peygamberleri, maiyetindeki mü’minlerle birlikte, ‘Allah’ın yardımı ne zaman yetişecek?’ diyordu. Gözü­nüzü açın: Allah’ın yardımı yakındır muhakkak!”[29]

Düşmanda Yılgınlık

Muhasara uzadıkça uzuyordu. Müşriklerin baskın ve hücumları her defa­sında Müslümanlar tarafından püskürtülüyordu. Muhasaranın uzaması, her iki tarafı da büyük sıkıntı, açlık ve soğuk ile karşı karşıya bırakmıştı. Mahsûl, har­bin başlamasından bir ay kadar önce tarlalardan toplanmış olduğu için, düş­man ordusunun at ve develerinin yiyecekleri de tükenmiş, hayvanlar aç­lık­la karşı karşıya gelmişlerdi. Bütün bunlar, düşman safında gevşekliğe, ümit­siz­li­ğe ve yılgınlığa sebep oldu.

Pey­gam­be­ri­mizin Gatafanlara Teklifi

Resûl-i Kibriya Efendimiz, muhasaranın uzayıp gittiğini, soğuk, kıtlık ve aç­lı­ğın her gün biraz daha arttığını ve Müslümanları bütün bütün sarstığını gö­rün­ce, Gata­fan­la­rın kumandanı Uyeyne b. Hısn ile Hâris b. Avf’a, “Müslü­man­la­rı muhasaradan vazgeçip yurdunuza dönüp giderseniz, Medine’nin yıl­lık meyve mahsûlünün üçte birini veririm!” diye haber gönderdi.
Onlar ise, “Bize, Medine’nin yıllık hurma mahsûlünün yarısı verilmelidir” dediler.
Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz buna yanaşmadı. Bunun üzerine üçte bire râ­zı oldular ve bir heyet halinde Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna çıkıp gel­diler.
Peygamber Efendimiz, bu arada, önce ensarın reislerinden Sa’d b. Muaz ile Sa’d b. Ubâde’nin görüşlerini öğrenmek istedi. Onlar önce, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bu sizin arzu ettiğiniz bir şey midir, yoksa Allah’ın size emrettiği ve bizim de mu­hakkak yerine getirmemiz gereken bir şey midir?” diye sordular.
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, “Eğer, bunu yapmaya Allah tarafından emro­lun­saydım, sizinle istişare etmez, gereğini hemen yerine getirirdim! Bu, kabul edip etmemekte serbest bulunduğunuz bir görüşten ibarettir!” buyurdu.
Bunun üzerine Sa’d b. Muaz Hazretleri, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Biz ve şu kavim, bir zamanlar Allah’a şerik koşar, putlara tapar, Al­lah’a ibadet etmez ve O’nu tanımazken bile, bunlar misafirlik veya satın almak gibi durumlar dı­şında Medine’den tek bir hurma yemeyi ummamışlardır! Şimdi, Allah, bizi İs­lam’la şereflendirdiği, onunla doğru yolu buldurduğu, seninle ve onunla bize kuvvet bahşettiği bir sırada mı mallarımızı bunlara haraç olarak vereceğiz? Vallahi, bizim için böyle bir anlaşmaya hiç ihtiyaç yoktur. Allah, on­larla ara­mızdaki hükmünü verinceye kadar onlara sunacağımız tek şey kılıçtır!”[30]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu konuşmadan memnun oldu. Gatafan heye­tine de, “Kalkıp gidiniz! Artık aramızı ancak kılıç halleder!” dedi.
Bunun üzerine Gatafan heyeti, Re­sû­lul­lah’ın huzurundan ayrıldı.
Yolda, Hâris b. Avf, Uyeyne b. Hısn’a şunları söyledi:
“Biz, Ku­reyşlilere yardım maksadıyla Muhammed’e sal­dırmakla bir şey el­de edemeyeceğiz! Vallahi, ben Muham­med’in işinin açık ve üstün bir iş ol­duğunu görüyor ve tahmin ediyorum! Vallahi, Hayber Yahudilerinin bilgin­leri, Harem halkından Muhammed’in sıfatında bir peygamberin kitaplarında yazılı bulduklarını söyler dururlardı.”

Mücahitlerin Çektikleri Sıkıntı

Kuşatma esnasında mücahitler büyük sıkıntı ve meşakkatlere maruz kalı­yorlardı. Harpten önce durmadan dinlenmeden hendeği kazmışlardı, o biter bitmez de harbe girmişlerdi. Bu bakımdan olduk­ça bitkin ve yorgun idiler. Ay­rıca açlık sıkıntısı da çekiyorlardı. Ha­va da oldukça soğuktu.
Huzeyfe (r.a.), muharebenin sadece bir gecesini şöyle anlatır:
“Biz bir tarafta saf bağlamış, oturuyorduk. Ebû Süfyan ve ordusu üst tara­fı­mızda, Kurayza Yahudileri de alt tarafımızda idiler. Bunların Medine’deki ço­luk çocuğumuza baskın yapmalarından kor­kuyorduk. Hiç böylesine karan­lık, böylesine fırtınalı bir gece ge­çir­memiştik. Rüzgâr sanki ıslık çalıyor, karan­lıkta hiç­birimiz uzat­tığı parmağını bile göremiyordu! Münafıklar, ‘Evlerimiz em­ni­yet­te de­ğil­dir’ diyerek Re­sû­lul­lah’tan izin istediler; Hâlbuki, evleri teh­li­kede de­ğildi! İzin isteyenlerin hepsine izin verildi. İzin alanlar beklemeden sı­vışıp gi­diyorlardı. Biz üç yüz küsur civarında idik. Tek tek Allah Resûlünün ya­nın­da nöbet tut­tuk. Sıra bana gelmişti. Üzerimde ne düşmana karşı koyacak bir kal­kanım, ne de soğuktan korunmak için bir elbisem vardı; sadece zevce­min ver­diği dizlerimi geçmeyen yün bir örtü vardı.”[31]

Düşmanın Şiddetli Hücumu ve Kazaya Kalan Namazlar

Muhasaranın devamı sırasında bir ara düşman birlikleri Re­sû­lul­lah’ın çadı­rını şiddetli ok yağmuruna tutmuşlardı. Peygamber Efendimiz, üzerinde zırh, başında miğfer, çadırının önünde duruyordu.
Hz. Cabirder ki:
“Müşrikler, o gün, bizimle durmadan çarpıştılar. Askerlerini takım takım ayırdılar. Hâlid b. Velid kumandasındaki büyük ve ağır bir fırkalarını Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) bulunduğu yere yönelttiler. O gün, gecenin geç saatlerine kadar çarpıştılar. Ne Re­sû­lul­lah ve ne de Müslümanlar, yerlerinden ayrılma imkân ve fırsatını bulamadılar.”[32]
Çarpışma öylesine şiddetli devam ediyordu ki Resûl-i Kibriya Efendimiz, o günün öğle, ikindi ve akşam namazlarını bile vaktinde kılma imkân ve fırsatını bulamadı. Zâtına eziyet ve hakaret edenlere bile beddua etmeyen Kâinatın Efendisi, namazlarını kazaya bırak­tırdıklarından dolayı, onlara, “Onlar nasıl, güneş batıncaya kadar uğraştırıp, bizi namazımızdan alıkoydularsa, Allah da onların ev­lerine, karınlarına ve kabirlerine ateş doldursun!” diyerek beddua et­ti; daha sonra, o günün öğle, ikindi ve akşam namazlarını ashabıyla birlikte kaza etti.[33]

Nuaym B. Mes’ud’un Büyük Hizmeti

Her iki taraf da, açlık, yorgunluk, soğuk ve netice alamamaktan gelen sı­kıntıdan bunalmıştı.
Bu sırada, henüz yeni Müslüman olmuş, fakat Müslüman olduğundan ne müş­riklerin ve ne de kavmi olan Gatafanların haberi bulunmayan Nuaym b. Mes’ud, Peygamber Efendimizin huzuruna gel­di. İslam’a kavuşmuş ol­manın şük­rünü, Müslümanlara bir hizmet­te bulunmakla ifa etmek istiyordu. Şu tek­lifte bulundu:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Ben Müslüman oldum. Kavmim olan Gata­fanların bundan haberleri yok. Emret, istediğini yapayım!”
Peygamber Efendimiz, “Sen tek bir kişisin. Cesaretinle ne yapabilirsin ki? Mamafih, yalnız başına da bir iş görebilirsin: Elinden gelirse, bizi muhasara al­tına almış bulunan kavimlerin arasına gir de, onları birbirinden ayırmaya çalış! Çünkü harp, hilelerden ibarettir!”[34]buyurdu.
Hz. Nuaym, kendisinden istenen hizmeti kavramıştı.
“Evet, yâ Re­sû­lal­lah! Bu işi yapabilirim! Fakat gerektiğinde ger­çe­ğe aykırı bir şeyler söylememe izin vermelisin!” dedi.
Peygamber Efendimiz, “İstediğini söyle! Sana helâldir!”[35]diyerek ona ruh­sat verdi.

Hz. Nuaym, Kurayzaoğulları Yurdunda

Hz. Nuaym, derhal yola koyuldu. Önce, Kurayzaoğullarının yanına vardı. Şüphelerini davet edici en ufak bir harekette bulunmadan şöyle konuştu:
“Şu adamın (Hz. Peygamberin) işi, şüphesiz, bir belâdır. Kaynuka ve Na­diroğullarına yaptığını da gördünüz. Ku­reyşli­ler ve Ga­tafanlar, Muhammed ve ashabıyla savaş­mak için buraya gelmiş bulunuyorlar. Siz de onlara yar­dımcı ol­­dunuz. Hâlbuki, onların yurtları, malları, mülkleri, çoluk çocukları sizin gibi bu­rada değildir. Onlar, fırsat ve imkân bulurlarsa, onları mağlup eder, gani­met­­leri toplarlar; mağlup olurlarsa, buradan savuşur, giderler. Sizi ise, bu adam­la başbaşa bırakırlar. Sizde ise, ona karşı koyacak güç ve kuvvet yoktur. Siz Ku­reyş­lilerden bazılarını rehin almadıkça, asla onların yanında Muham­med’e kar­şı sa­vaşmayın. Rehineler yanınızda bulunursa, kolay kolay sizi terk edip gidemezler.”[36]
Benî Kurayza Yahudileri, bu tavsiyeyi pek uygun buldular; üstelik, kendile­rini ikaz ettiği için Hz. Nuaym’a teşekkür bile ettiler.
Yanlarından ayrılırken Hz. Nuaym, “Sakın anlattıklarımı kimseye söyleme­yin; gizli tutun!” demeyi de ihmâl etmedi. Onlar da gizli tutacaklarına dair söz verdiler.

Hz. Nuaym, Ku­reyşliler Arasında

Benî Kurayza’nın yanından ayrılan Hz. Nuaym, doğruca Ku­reyş müşrikle­ri­nin yanına vardı ve “Sizi ne kadar çok sevdiğimi bilirsiniz! Mu­hammed’den ayrı olduğum da malumunuz. Öğrendiğim bir şeyi size söyle­mek zorundayım. Ama sır olarak saklayacağınıza yemin edin!” dedi.
“Yemin ederiz!” dediler.
Hz. Nuaym, “Haberiniz olsun ki” dedi. “Kurayzaoğulları, Muhammed’le ittifaklarını bozduklarına pişman olmuşlardır. Aralarının tekrar düzelmesi için, ileri gelenlerinizden birçok kimseyi sizden rehin isteyeceklermiş ve Mu­ham­med’le tekrar barışmak için onların boyunlarını vuracaklarmış. Bununla bir­likte Nadiroğullarının da tekrar yurtlarına dönmelerine müsaade alacaklarmış! Şayet, Kurayzaoğulları, ileri gelen adamlarınızı rehin almak için size bir haber gönderirlerse, sakın ha eşrafınızdan bir tek kimseyi dahi göndermeyiniz!”[37]

Hz. Nuaym, Gatafanlar Arasında

Hz. Nuaym, bundan sonra kendi kabilesi olan Ga­ta­fan­ların yanına vardı.
“Ey Gatafan topluluğu! Sizler, benim kabilemsiniz, bana en sevgili olan kimselersiniz” diye söze başladıktan son­ra şöyle konuştu:
“Yahudilerin, sizlerle yapmış oldukları anlaşmayı bozduklarını ve Mu­ham­med’le anlaşmak üzere olduklarını öğrendim. Benî Nadîr’i Medine’ye ka­bul etme karşılığında, Benî Kurayzalar, onunla sulh edeceklermiş!”
Hz. Nuaym, böylece, kendi kabilesini de söylediklerine inandırmayı ba­şardı.

Taktik, Müspet Netice Veriyor

Hz. Nuaym’ın taktiği müspet neticesini vermeye başladı.
Plân gereği, Benî Kurayza Yahudileri, müşriklerin ileri gelenlerinden rehin almak üzere yetmiş kişi istediler; onlar ise, bunu yine Hz. Nuaym’ın tâlimi üzere reddettiler. Haliyle, bu durum aralarını açtı. Her iki taraf da, “Demek, Nu­aym’ın söyledikleri doğruymuş!” diyerek aralarındaki münâsebetleri kes­tiler.
Benî Kurayzalar, aynı şekilde Gatafanlardan da rehine istediler. Onlar da red­dedince, plân başarıyla neticelenmiş oldu.

Son Çarpışma ve Allah’ın Nusreti!

Müşrik ordusu son defa, var gücü ve bütün şiddeti ile hendeğin her tara­fın­dan hücuma geçti. Çarpışmalar çok şiddetli oluyordu. Karşılıklı ok ve taş atış­larıyla taraflar birbirlerini yıldırmak ve püskürtmek istiyorlardı.
Harbin bütün şiddetiyle devam ettiği bu nâzik anda, Resûl-i Kibriya Efen­dimiz, ridâsını üzerinden yere atıp, ellerini Kadîr-i Mut­lak’a açarak şöyle dua ediyordu:
“Ey kitabı (Kur’an’ı) indiren, hesabı en çabuk gören, kavim ve kabileleri bozgunlara uğratan Allahım! Şu kabileleri de hezimete uğrat; sars onları Al­lahım! Onlara karşı bize yardım et! Allahım! Sen, bu bir avuç Müslümanın he­lâkını dilersen, artık sana ibadet edecek kim kalır?”[38]
O gün çarpışma bütün şiddetiyle devam etti. Artık hava kararmış, taraflar karargâhlarına çekilmişlerdi. Gecenin karanlığında Hz. Cebrail (a.s.), Peygam­ber Efendimize gel­di ve düşman ordusunun estirilen bir rüzgârla perişan edi­leceğini müjdeledi. Müjdeyi alan Resûl-i Ekrem, iki dizi üzerine çöktü, ellerini kal­dırarak nus­re­tini ulaştıran Cenab-ı Hakk’a, “Bana ve ashabıma merhame­tin­den dolayı, sana hadsiz şükür ve hamd olsun Allahım!” diyerek şük­rünü tak­dim etti.

Müşrikler Perişan Oluyor!

Cumartesi gecesi idi.
Geceyle birlikte, müşrik ordusunun bulunduğu sahada dondurucu bir rüz­gâr gürlemeye başladı. Bu, en soğuk kış gecelerinde esen bir dondurucu rüz­gârdı. Müşriklerin gözleri toz ve toprakla doldu. Kap kacaklar uçuşuyor, ça­dırlar sökülüyor, at­lar develer bir­birine karışıyor, gözler birbirini göremi­yor­du.[39]
Düşmanı artık müthiş bir korku ve panik havası sarmıştı. Şaşırmışlardı. Boz­gun evvela Ku­reyş müşrikleri cep­he­sinde başladı. Askerlerden önce, Ko­mu­tan Ebû Süfyan devesine atladı ve “Hemen göç ediniz; işte, ben gidiyo­rum!” diyerek Mekke’­ye doğru yola koyuldu. Ku­reyş ileri gelenleri kendisini kı­namasalardı, belki de tek başına doludizgin orduyu terk edip gidecekti. Kav­minin ileri gelenlerinin ayıplamasına uğrayan Ebû Süfyan, tek başına git­mek­ten vazgeçti ve geri döndü. Ne var ki artık orduda bozgun havası başla­mıştı ve durdurulacak gibi değildi. Askeri toparlamak için gösterilen gayretler neticesiz kaldı. Süratle toparlanıp Mekke yolunu tutmaktan başka yapabile­cekleri hiçbir şey kalmamıştı; öyle yaptılar.
Sadece takip edilmekten korktuklarından, henüz o sırada müşrikler safında Müslümanlara karşı savaşan Amr b. Âs ve Hâlid b. Velid, iki yüz kişilik bir sü­vari birliğiyle geride kaldılar.[40]
Ku­reyş müşrikleri gerisingeri kaçınca, kendileriyle ittifak etmiş bulunan di­ğer kabileler de ordugâhtan ayrılıp yurtlarına döndüler.
Peygamber Efendimiz ve Müslümanlara yapılan bu İlâhî yardımdan Kur’an-ı Kerim’de şöyle bahsedilir:
“Ey iman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetlerini hatırlayın: O zamanda —ki, size düşman orduları saldırmıştı— da size onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular (melekler) göndermiştik. Allah, ne işlerseniz hepsini hakkıyla görendir.”[41]

Resûl-i Ekrem’in Cenab-ı Hakk’a Şükrü

Düşmanın büyük bir hezimete uğrayıp çekilmekte olduğunu gören Fahr-i Âlem Efendimiz, tebessümler arasında, yardımı gönderen Cenab-ı Hakk’a hamd ve şükrettikten sonra şöyle dedi:
“Allah’tan başka ilâh yoktur; yalnız bir O vardır. Allah, ordusunu aziz kıldı; kuluna da yardım etti. Tek başına da Ahzab’a (Arap kabilelerine) galebe etti!”[42]
Müşrik ordusunun hiçbir müspet netice alamadan eli boş döndüklerini, Kur’an-ı Kerim bize şöyle haber verir:
“Allah (Hendek Savaşı’ndaki) o kâfirleri, hiçbir zafere erdirmeden öfkele­riyle geri çevirdi. Böylece Allah, savaş yükünü mü’min­lerden kaldırdı. Allah, Kâvî’dir [her şeye gücü yeter], Azîz’dir [her şeye galiptir].”[43]

Zafer, Müslümanların!

Bir ay kadar süren çetin bir çarpışma ve muhasara, böy­lece, Allah’ın yardı­mıyla sona ermişti. Düşmanlar perişan edilirken, Müslümanlara da rahat bir nefes alma imkânı doğmuştu. Küffâr ordusunun bu dönüşü, artık bütün dö­nüşlerin başlangıcı sayılacaktı. Bundan böyle Müslümanlar üzerine yürüme cesaretini kendilerinde bulamayacaklardı. Zira, Bedir, Uhud ve işte Hendek gibi üç büyük savaşta mü’minlerin ne derece kuvvetli olduklarını ve onları bundan böyle mağlup etmenin kolay olmayacağını anlamış oluyorlar­dı.
Gerisingeri dönen müşrik ordusunda hâkim hava, ye’s, keder ve üzüntü iken mü’minler arasında ise tam bir bayram havası vardı. Herkes memnun ve mes­rurdu. Bunca yorucu çalışma, sebat ve cesaret ile çarpışmanın neticesini böylesine güzel bir surette elde etmekle, gönül huzuru içinde Rablerine, hamd ve şükrediyorlardı. Hz. Re­sû­lul­lah’ın şu müjdesi ise, sevinçlerini kat kat artırı­yordu:
“Bundan sonra biz gidip onlarla çarpışacağız; artık onlar, gelip bizimle çar­pışamayacaklardır!”[44]
Resûl-i Ekrem’le birlikte mücahitler bayram havası içinde, hen­dek­ten şehre döndüler.

Şehit ve Ölü Sayısı

Bu muharebede mücahitler yedi şehit vermişlerdi; kâfirlerden ise dört ölü vardı. Şehit olan sahabelerin hepsi de ensar­dandı.

__________________________________________________________________
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 225.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 225.
[3] Nisâ, 51-52, 55.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 226.
[5] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 66.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 66.
[7] İbn Sa’d ve Taberî’nin rivâyetine göre, kıldan kurulan bu çadır, bir Türk çadırı idi (İbn Sa’d, Tabakat, c. 4, s. 83; Taberî, Tarih, c. 3, s. 45).
[8] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 70-71; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4. s. 282.
[9] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 70.
[10] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 303.
[11] Taberî, Tarih, c. 3, s. 46.
[12] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 229; Buharî, Sahih, c. 5, s. 46-47; Müslim, Sahih, c. 3, s. 1611; İbn Ke­sir, Sîre, c. 3, s. 188.
[13] Nur, 62.
[14] Nur, 63.
[15] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 67.
[16] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 67.
[17] Ahzab, 22.
[18] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 67.
[19] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 147-150.
[20] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 106; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 314.
[21] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 232.
[22] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 233.
[23] Ahzab, 10.
[24] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 200.
[25] Vakidî, Megazi, c. 2, s. 463.
[26] Ahzab, 13.
[27] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 68; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 61; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 642.
[28] Ahzab, 13.
[29] Bakara, 214.
[30] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 234.
[31] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 220.
[32] Vakidî, Megazi, c. 2, s. 473.
[33] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 68; Tirmizî, Sünen, c. 1, s. 337.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 240; İbn Sa’d, a.g.e., c. 4. s. 278
[35] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 278.
[36] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 240-241; İbn Sa’d, a.g.e., c. 4. s. 278.
[37] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 241; İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 278.
[38] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 74; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 214.
[39] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 71.
[40] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 69.
[41] Ahzab, 9.
[42] Buharî, Sahih, c. 3, s. 33.
[43] Ahzab, 25.
[44] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 262.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Zâhiren iman etmiş görünüp hakikatte iman etmemiş münafıklar gürûhu, her zaman her fırsatta Resûl-i Ekrem Efendimizi ve ashabını rahatsız etmek gayret ve maksadını taşıyorlardı. Bu maksatlarında muvaffak olmak için de ellerinden gelen her yola başvurmaktan asla çekinmiyorlardı. Öyle ki Kâinatın Efendisinin lekesiz, tertemiz mahrem hayatına dil uzatacak kadar küstah ve âdice hareket edebilme cür’etini bile gösterebiliyorlardı.
İfk Hadisesi, Hz. Âişe (r.a.) validemize, münafıkların reisi Abdullah b. Übey tarafından yapılan iftira hadisesidir. Hadise şöyle cereyan etmiştir:
Hz. Âişe’den (r.a.) öğrendiğimize göre, Re­sû­lul­lah (a.s.m.) herhangi bir se­fere çıkacakları zaman Ezvac-ı Tâ­hi­rat arasında kur’a çeker, kur’a kime düşerse onu beraberinde götürürdü.[1]Benî Müstalık Gazâsı’nda ise, kur’a, Hz. Âişe vali­demize düşmüştü.[2]
Hadisenin bundan sonrasını bizzat Hz. Âişe validemiz şöyle anlatmıştır:
“Re­sû­lul­lah’la beraber sefere çıkmıştım. Bu sefer, hicab ayeti inzâl buyrul­duktan sonra idi. Bunun için ben hevdeçin içinde taşınır, konak yerine de yine hevdeç içinde indirilirdim. Bu suretle gittik.
“Re­sû­lul­lah (a.s.m.) bu gazâsından (Benî Müstalık) dönüyordu. Medine’ye yaklaştığımızda bir konak yerine indi. Gecenin bir bölümünü orada geçirdi. Sonra göç edilmesini emretti.
“Hareket emri verildiği zaman, ben kalkıp ihtiyacımı gidermek için yalnız başıma ordudan ayrılıp gittim. Kaza-yı hacet ederek, dönüp bindiğim devenin yanına geldim. Göğsümü yokladığımda, Yemen göz boncuğundan dizilmiş ger­danlığımın kopmuş olduğunu fark ettim (Bu gerdanlığı annesi Ümmü Rû­man düğün hediyesi ola­rak takmıştı). Dönüp gerdanlığımı aramaya koyul­dum. Fakat onu aramak beni yoldan alıkoymuştu. Ben öyle zannetmiştim ki se­fere iştirak etmiş olanlar bir ay bekleseler dahi, benim devemi, ben hevdeçte bulunmadıkça sevk etmezler. Hâlbuki yolda bana hizmet edenler, gelip hev­de­cimi yüklemişler, bindiğim deveyi de hareket ettirmişlerdi. Onlar beni hevdeç içinde sanıyorlarmış. Çünkü o zaman kadınlar hafif idi; iri ve ağır vü­cutlu de­ğillerdi. Yemek de az yerlerdi. Bu sebeple hizmetçiler, hevdeci yükle­mek üzere kaldırdıklarında hevdecin ağırlık derecesinin farkına varamayarak yüklemiş­ler. Hem ben, küçük ve zayıf bir kadındım. Deveyi sürüp gitmişler.
“Gerdanlığımı, ordu ayrılıp gittikten sonra buldum. Hemen dönüp ordu­gâha geldim. Fakat onlardan kimseyi bulamadım. Hepsi çekip gitmiş. Ben de oradan evvelce bulunduğum yere geldim. Çarşafıma bürünüp yanımın üzerine uzandım. Hevdeç­te beni bulamayınca, aramak için yanıma gelirler sandım. O sırada gözlerimi uyku bürüdü; uyumuş kalmışım.
“Safvan b. Muattal, ordunun arkasına kalır, halkın mallarını araş­tırır, bir şey kalmışsa, kaybolmamak için, alıp diğer konak yeri­ne götürürdü.
“Safvan, askerin arkasından yürüyerek, sabaha karşı bulunduğum yere doğru gelmiş. Uyuyan bir insan karaltısı görünce, gelip başucuma dikilmiş ve beni görür görmez tanımış. Çünkü bize hicab ayeti inmeden evvel, onun beni görmüşlüğü vardı.
“Safvan, beni görünce şaşırarak ‘İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn=Biz Al­lah’ın kullarıyız ve muhakkak O’na dönüp varıcıyız’ dedi.
“Hemen onun sesine uyandım. Çarşafımla yüzümü örtüp büründüm.
“Vallahi, onunla ne bir kelime konuşmuşuzdur, ne de istircadan [“İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn”dan] başka ondan bir kelime işit­mi­şimdir.
“Bundan sonra Safvan, devesini ıhdırdı. Beni, binsin diye ayağını devesinin ön ayağına bastı. ‘Bin’ dedi ve kendisi geri çekildi.
“Ben de hemen kalkıp deveye bindim. Kendisi de devenin başını, yularını çekerek askere yetişmek için süratle ilerlemeye başladı.
“Sabaha kadar askerin arkasından yetişemedik.
“Nihayet asker, konak yerine inip yerleştiği sırada idi ki Saf­van’ın, devenin yularını çekerek konak yerine getirdiği görüldü.”[3]

Başmünâfığın Durumu Değerlendirmesi

Safvan b. Muattal, Hz. Âişe validemizi deve üzerinde getirirken, münafıkla­rın başı Abdullah b. Übey’le karşılaşmışlardı. Abdullah b. Übey, “Bu kimdir?” diye sordu.
“Âişe’dir” dediler.
Kavmi arasında itibarı oldukça sarsılan, bütün nazarları menfi şekilde üs­tüne toplamış bulunan başmünafık, bu masum hadiseyi diline dolamak istedi. Bu meş’um niyetini hemen orada izhar etti:
“Vallahi” dedi. “Ne Âişe o adamdan dolayı kurtulur, ne de o adam Âişe’den dolayı kurtulur!”
Daha bir sürü alçakça lâf etti.[4]
Ordugâh, başmünafık Abdullah b. Übey b. Selûl’ün yap­tığı iftirayla çalka­lan­dı.
Hz. Âişe der ki:
“İftiracılar, aleyhimde söyleyeceklerini söylemişler, ordugâh çalkalanmış! Vallahi, benim bunların hiçbirinden haberim yoktu!”[5]

Şen’î İftira

Görüldüğü gibi, hadise her türlü şaibeden uzak cereyan etmişti. Hz. Âişe vali­demiz, mâkul ve meşru bir mâzeret sebebiyle geride kalmış. Bir müddet son­ra, ordunun geride kalan veya düşen eşyalarını bulup sahiplerine teslim et­mek üzere toplamakla vazifeli gayet saf, temiz kalpli ve sonradan hasur ol­du­ğu, yani erkekliği bile bulunmadığı anlaşılan Safvan b. Muattal tarafından gö­rülmüş ve getirilip orduya yetiştirilmiştir.
Kur’an-ı Azîmüşşan’a göre, peygamberler, mü’minlere öz nefislerinden da­ha üstündür. Ezvac-ı Tâhirat da, “mü’­min­lerin anneleri” hükmündedir. Re­sûl-i Ekrem Efendimizden sonra bile zevcelerinden herhangi birini nikâhlamak ke­sinlikle yasaklanmıştır.[6]
Buna binaen, Allah’a ve Resûlüne gerçek manada iman etmiş ha­kikî bir Müslümanın, bu kadar kesin ve açık ayetler karşısında, Hz. Re­sû­lul­lah’ın, ge­rek sağlığında ve gerek Mele-i A’lâ’ya yükselişlerinden sonra, zevcelerinden her­hangi birisine, değil kötü gözle bakması, hatta böyle bir kötülüğü kalbinden geçirmesi bile tasavvur edilemez.
Allah ve Resûlüne gerçek manada iman etmiş ve onların emir ve yasakla­rına riayet eden gerçek bir mü’min ve Müslüma­nın, canından çok sevdiği Pey­gamberinin zevcesini, örtüsüne bürünmüş ve ya­payalnız uykuya dalmış hal­de görünce, onu hürmet ve saygı içinde deveye bindirip, or­duya süratle yetiştir­mesi kadar tabii ve zarurî ne olabilirdi?
İşte, gerçek manada bir mü’min ve Müslüman olan, hatta erkeklik özelli­ğinden bile mahrum bulunan Safvan b. Muattal da, dininin gereği olan bu va­zi­feyi yapmıştır.
Ne var ki kalplerinde hastalık bulunan, dilleriyle “İman etti” deyip, kalben iman etmemiş bulunan ve işleri güç­leri mü’minleri birbirine düşürmek olan mü­nafıklar, hususan Abdullah b. Übey b. Selûl, bunu bir ganimet bilmiş ve di­li­ne dolayarak Hz. Âişe valide­mi­ze şen’îce iftirada bulunmuştur. Maksadı, üze­rine toplanan nazarları dağıtmak, Resûl-i Kibriya Efendimizin nâzik ru­hu­nu rencide etmek ve Müslümanları birbirine düşürmek, onların birbirine karşı olan itimatlarını sarsmaktı.

Hz. Âişe’nin, Söylenenlerden Uzun Müddet Habersiz Oluşu

Münafıkların reisi Abdullah b. Übey’in başlattığı, Hasan b. Sâbit, Mistah b. Üsâse, Hamne binti Cahş ve halktan bazı saf Müslümanların, münafıkların tuza­ğına düşerek etrafa yaydıkları iftira hadisesinden, Hz. Âişe’nin uzun bir müddet haberi olmamıştı. Bu hususu Hz. Âişe (r.a.) şöyle anlatır:
“Medine’ye gelince, ben, çok geçmeden ağır bir hastalığa (hum­ma) tutul­dum. Bir ay çektim. Meğer bu esnada halk arasında As­hab-ı İfk’in iftiraları do­la­şıyormuş! Ben ise olanlardan bütünüyle habersizdim. Aleyhimde iftiraları Re­sû­lul­lah’la annem ve babam da duymuşlar, fakat bana hiçbir şeyden bah­setmiyorlardı.
“Yalnız, hastalığımda beni şüphelendiren bir husus vardı: Nebi’den (a.s.m.) daha önce hastalığım zamanında görmüş ol­duğum lütuf ve şefkati bu hastalı­ğım esnasında görmüyordum. Ve adımı bile zikretmeden ‘Hastanız nasıl?’ di­yor ve bununla iktifa ediyordu. Benim, iftiracıların uydurduklarından hiç ha­berim yoktu.”[7]
Söylenenleri Hz. Re­sû­lul­lah, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Âişe’­nin anneleri duy­muş olmasına rağmen, Hz. Âişe’ye bir şeyden bahsetmiyorlardı. Ancak yuka­rıda zikrettiğimiz şekilde, Hz. Re­sû­lul­lah’ın kendisine karşı tavrından Hz. Âişe endişe duyuyor ve üzülüyordu. Fakat bunun sebebinden haberi yoktu.

Hz. Âişe, İftirayı Nasıl ve Kimden Öğrendi?

Hz. Âişe, iftirayı kimden ve nasıl öğrendiğini de şöyle anlatır:
“Aradan yirmi küsur kadar gece geçmişti. Hastalığımı atlatmış, nekâhet devresine girmiştim.
“Bizler, o zaman Arap olmayanların evleri yanında edindikleri şu helâları, ko­kusundan tiksindiğimiz için, evlerimizin yanında bulundurmaz, Medine’nin kır­larına çıkardık. Kadınlar, her gece oraya, ihtiyaçlarını gidermek için çıkar­lar­dı.
“Ben, yine bir gece Mistah b. Üsâse’nin annesiyle, hacet giderme yerimiz olan Menası tarafına çıkmıştım. Mıs­tah’­ın annesi, çarşafına takılarak düşünce, ‘Mıstah yüzünün üzerine düşsün, kahrolsun!’ di­ye­rek oğluna beddua etti.
“Ben, ‘Ey ana! Ne diye oğluna beddua ediyorsun?’ dedim. Sustu, cevap ver­medi.
“İkinci kere ayağı dolaşıp düştü. Yine ‘Mıstah yüzünün üzerine düşsün, kahrolsun!’ dedi.
“Ben, ‘Ey ana! Ne diye oğluna beddua ediyorsun?’ dedim.
“Yine susup cevap vermedi.
“Üçüncü kere düştü. Yine ‘Mıstah yüzünün üzerine düş­sün!’ diye beddua etti.
“Ben yine ‘Ey ana! Ne diye oğluna beddua ediyorsun? Bedir Savaşı’nda bu­lunmuş bir zâta hiç sövülür, beddua edilir mi?’ dedim.
“O, ‘Vallahi, ben, ona, senin aleyhinde söylediklerinden dolayı beddua edi­yorum!’ dedi.
“‘O, neler söylemiş?’ diye sordum.
“Bunun üzerine, Mıstah’ın annesi, iftiracıların söyledik­lerini ba­na teker te­ker anlattı. Hastalığım tekrar geri geldi. Vallahi, üzüm­tüm­den hacetimi gider­meye bile güç yetiremedim ve döndüm. O ka­dar ağladım ki ağlamaktan ci­ğerlerim kopacak, parçalanacak sandım.”[8]

Hz. Âişe, Annesinin Evinde

Hastalığında, Hz. Âişe’ye annesi Ümmü Rûman bakıyordu.
Bir gün yine Re­sû­lul­lah, selam verip yanına girdi. Hz. Âi­şe’­nin ismini zik­ret­meden, “Hastanız nasıldır?” diye sordu. Başka da hiçbir şey konuşmadı.
Hz. Âişe der ki:
“(Bunun üzerine) Artık kendimi tutamadım. ‘Yâ Re­sû­lal­lah! Şimdiye kadar görmediğim eziyeti görüyor ve çekiyorum. Bana müsaade etsen de annemin evine gitsem. Hastalığıma orada bakılsa olmaz mı?’ dedim.
“Re­sû­lul­lah, ‘Gitmende bir mahzur yok’ dedi.
“Ben, ebeveynimin yanına gidip, aleyhimde haberin iç yüzünü anlamak is­tiyordum.
“Re­sû­lul­lah, yanıma bir hizmetçi katıp, beni babamın evine gönderdi.
“Annem, ‘Kızcağızım, sen niçin geldin?’ diye sordu.
“‘Anneciğim!’ dedim, ‘Halk, benim aleyhimde neler söyleyip duruyormuş da, siz bana hiçbir şey sızdırmadınız!’
“Annem, ‘Kızcağızım,’ dedi. ‘Sen kendini hiç üzme, sıhhatini düşün. Val­lahi, bir kadın senin gibi güzel ve kocasının yanında sevgili olsun ve onun bir­çok ortağı bulunsun da onu kıskanmasınlar ve onun aleyhinde birtakım lâflar çıkarmasınlar; bu pek nâdirdir!’
“‘Babamın bundan haberi var mı?’ dedim.
“‘Evet...’ dedi.
“‘Re­sû­lul­lah’ın da haberi var mı?’ diye sordum.
“‘Evet...’ dedi.
“Kendimi tutamadım, ağladım.
“Babam, damda Kur’an okuyordu. Sesimi duyunca, indi. Anneme, ‘Nedir bu hali?’ diye sordu.
“Annem, ‘Aleyhindeki dedikodulardan haberi olmuş’ dedi.
“Babamın da gözleri yaşla doldu.
“O gece, sabaha kadar hep ağlayıp durdum.”[9]

Pey­gam­be­ri­mizin Ashabıyla İstişâresi

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Âişe aleyhinde yapılan iftiranın etrafta konu­şul­duğu günlerde vakitlerinin çoğunu evinde geçiriyor, dışarıya pek çıkmı­yor­du.
Konuyla ilgili vahyin gelmesi gecikince, ashabıyla konuştu, onların fikirle­rini aldı.

Hz. Ömer’in Görüşü

Hz. Ömer, “Yâ Re­sû­lal­lah! Hâşâ, bu, büyük bir bühtan ve iftiradır. Kat’î bili­yorum ki bu, münafıkların yalanıdır. Allah Teâlâ, bedeninize sinek kondur­maktan sizi koruyor. Bedenini böyle pisliklere konan sineklerden bile muha­faza eden, onları bedenine yaklaştırmayan Allah, nasıl olur da aileni, böyle kö­tülüklere bulaşmaktan korumaz?” diye fikrini beyan etti.

Hz. Osman’ın Kanaati

Hz. Osman ise, görüşünü şöyle açıkladı:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Allah, üzerine insan ayağı basmasın ya­hut yeryüzündeki pis­likler üzerine düşmesin diye gölge­ni­zi yere düşürmekten korumaktadır. Böy­le gölgenizi bile hiç kimseye çiğnetmezken, nasıl olur da sizin ailenizin na­musunu herhangi bir kimsenin kirletmesine meydan ve imkân verir?”

Hz. Ali’nin Görüşü

Hz. Ali ise, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Bir gün bize namaz kıl­dırıyordun. Na­maz içinde iken, ayakkabılarını çıkarmıştınız. Size uyarak biz de çıkarmıştık. Namazı bitirince, ayakkabılarımızı çıkarmanın sebebini bize sormuştun. Biz de sana uymuş olmak için çıkardığımızı söylemiştik. Bunun üzerine siz, ‘Temiz ol­madıkları için onları çıkarmamı bana Cebrail emretti’ demiştiniz. Böyle, ayak­kabılarınıza bulaşan bir pislik, size bildirildiği ve onları pislik bulaşığın­dan dolayı çıkarmanız size emredildiği halde, ailenize, namus kirletecek kö­tü­lüklerden bir şey bulaşsın da, onu çıkarmanız için size emredilmesin, olur mu hiç?” diye fikrini açıkladı.[10]

Hz. Âişe’nin Hizmetçisinin Görüşü

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu arada, Hz. Âişe validemizin hizmetçisi Be­ri­re’nin de görüşünü sordu.
Berire, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki ben onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Onun hakkında kusur olarak sadece şunu söyleyebilirim: Kendisi çok genç bir ka­dındı. Ev halkının hamurunu yoğururken uyuya kalırdı da, evde beslenilen koyun gelir, hamurunu yerdi.”[11]

Hz. Zeyneb’in Görüşü

Hz. Zeyneb (r.anha), Pey­gam­be­ri­mizin zevceleri arasında güzelliği ve Efen­di­miz yanındaki mevkii ile kendisini Hz. Âişe validemizle eşit görür ve onunla daima rekabet halinde bulunurdu. Buna rağmen Hz. Âişe hakkında bu hususta en küçük bir kötü zanna kapılmamıştı. Re­sû­lul­lah, bu hususta onun görüşünü de sorunca, şu cevabı verdi:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Ben, işitmediğimi ‘İşittim’ demekten kulağımı, görmediğimi ‘Gördüm’ demekten gözümü korurum. Vallahi, ben onun hakkında hayırdan başka hiçbir şey bilmiyo­rum.”[12]

Pey­gam­be­ri­mizin Hitabesi

Aslında Resûl-i Ekrem Efendimiz, zevcesi Hz. Âişe’nin böyle bir isnattan uzak olduğunu çok iyi biliyordu; ancak böylesine haince ve sinsice plânlı bir if­tiranın halk arasında yayılması, kendisini son derece üzmüştü. Bu, Hz. Âişe’­ye karşı ister istemez tavrını değiştirmesine sebep ol­muş­tu. Nitekim mes­citte irad ettiği hutbede bunu açıkça ifade ediyordu:
“Ey Müslümanlar cemaati! Ailem aleyhindeki iftirasıyla beni üzüntüye dü­şüren bir şahsa karşı bana kim yardım eder? Hâlbuki, vallahi ben, ailem hak­kında hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Onlar (iftiracılar), öyle bir adamın ismini de ileri sürdüler ki ben onun hakkında da hayırdan başka bir şey bilmi­yorum.”[13]

Pey­gam­be­ri­mizin, Hz. Âişe’yle Konuşması

Hz. Âişe’ye iftira edilişin üzerinden bir ay gibi uzun bir müddet geçmiş ol­ma­sına rağmen, Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) bu hususta herhangi bir vahiy inmedi.
Mescitte ashabına irad ettiği hitabesinden birkaç gün sonra, Hz. Ebû Be­kir’in evine vardı. Selam verdikten sonra, Hz. Âişe’nin yanına oturdu ve “Ey Âişe! Hakkında bana şöyle şöyle sözler erişti. Eğer sen bu isnatlardan uzak isen, yakında Allah, seni onlardan be­rî ve uzak olduğunu açıklar. Yok, eğer böy­le bir günaha yaklaştınsa, Allah’tan af dile ve O’na tevbe et! Çünkü kul, gü­nahını itiraf ve sonra da tevbe edince, Allah da ona afv ile muamele buyu­rur.”
Hz. Âişe, o andaki durumunu da şöyle anlatır:
“Re­sû­lul­lah (a.s.m.) sözlerini bitirince, gözümün yaşı kesildi. Öyle ki gözya­şından bir tek damla bulamıyordum.
“Hemen babama dönüp, ‘Re­sû­lul­lah’a bu hususta benden taraf cevap ver’ dedim.
“Babam, ‘Vallahi kızım! Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) ne diyeceğimi bile­mi­yorum!’ dedi.
“Sonra anneme döndüm. ‘Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) bu hususta benim tarafım­dan sen cevap ver’ dedim.
“O da, ‘Vallahi, ben de Re­sû­lul­lah’a ne diyeceğimi bilmi­yorum!’ de­di.”[14]

Hz. Âişe’nin Cevabı

Baba ve annesi Re­sû­lul­lah’a herhangi bir cevapta bulun­mayınca, Hz. Âişe biz­zat konuşmak mecburiyetinde kal­dı. Şe­hâdet getirip, Cenab-ı Hakk’a hamd ve senâda bulunduktan sonra, “Vallahi” dedi. “Ben anladım ki siz halkın yap­tığı dedikoduyu işitmişsiniz. Hatta onlara inan­mış gibisiniz! Şimdi, ben size o kötülükten uzağım, de­sem —ki Allah biliyor, uzağımdır— beni doğrulamazsı­nız! Faraza, ben, kötü bir iş yaptım (!) desem, —ki Allah biliyor, ben böyle bir şeyden uzağım— siz, beni hemen tasdik edersiniz! Vallahi, ben kendim için de, sizin için de Ya­kub’­un (a.s.) oğullarıyla olan mi­sâlinden başka getirecek misâl bulamıyorum. Nitekim o zaman o, ‘... Artık bana düşen, güzel bir sabırdır. Si­zin şu anlatışınıza karşı yar­dı­mı­na sığınılacak, ancak Allah’tır’[15]demişti.”[16]

Pey­gam­be­ri­mize Vahyin Gelişi

Henüz Resûl-i Kibriya Efendimiz yerinden kalkmamıştı. Ev halkından da hiç kimse dışarı çıkmamıştı. Peygamber Efendimize hemen orada vahiy geldi. Hz. Âişe o ânı da şöyle anlatır:
“Re­sû­lul­lah’ı, vahyin ağırlığı ve şiddetinden terlemek gi­bi vahiy alâmetleri bürüdü. Nitekim vahiy sırasında, kış günleri bile kendisinden inci tanesi gibi ter dökülürdü. Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) üzerine elbisesi örtüldü, başının altına da derinden bir yastık konuldu. Vallahi, ben ne korktum, ne de aldırış ettim. Çünkü o fenalıktan uzak olduğumu ve Allah Teâlâ’nın bana zulmetmeyeceğini biliyordum. An­nemle babamın ise, halkın ağzında dolaşan dedikodular, Allah tarafından doğrulanacak diye korkularından ödleri kopuyor, cansız düşüvere­ceklerini sanıyordum.”[17]
Vahiy hali Resûl-i Kibriya Efendimizin üzerinden kalkınca, sevincinden gü­lüyordu. Hz. Âişe’ye, “Müjde ey Âişe! Yüce Allah, seni, kesin olarak tebrie etti, yapılan iftira­dan berî ve uzak kıldı.” dedi.[18]
Hz. Ebû Bekir de son derece sevindi. Yerinden kalkıp, kızı Hz. Âi­şe’nin ba­şını öptü.

İnen Ayetler

Cenab-ı Hak, konuyla ilgili olarak Resûlüne indirdiği ayet-i kerimelerde şöyle buyurdu:
“O uydurma haberi getirenler içinizden (mahdut) bir zümredir.
“Onu siz kendiniz için bir kötülük sanmayın. Bilâkis, sizin için bir hayırdır. Onlardan herkese kazandığı günah (nisbetinde ceza) vardır. Onlardan günahın büyüğünü yüklenen o adama da pek büyük bir azap vardır.
“Onu (iftirayı) işittiğiniz vakit, erkek mü’minlerle kadın mü’­min­ler, kendi vicdanları (önünde) iyi bir zanda bulunup da, ‘Bu, apaçık bir iftiradır’ demeleri (lâzım) değil miydi?
“Buna karşı dört şahit getirmeli değil miydiler? Mademki bu şahitleri geti­remediler; o halde onlar, Allah katında yalancıların ta kendileridir!
“Eğer dünyada ve ahirette Allah’ın ihsan ve rahmeti üzerinizde olmasaydı, o daldığınız dedikodu sebebiyle size muhakkak büyük bir azap çarpardı.
“O zaman siz, o (iftirayı) dillerinizle (birbirinize) yetiştiriyordunuz; hak­kın­da hiçbir bilginiz olmayan şeyi, ağızlarınızla söylüyor ve bunu kolay (gü­nah olmayan şey) sanıyordunuz. Hâlbuki, o(nun günahı) Allah katında bü­yüktür.
“Onu (iftirayı) duyduğunuz zaman, ‘Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ! Bu büyük bir iftiradır’ demeniz (lâzım) değil miydi?
“Eğer siz gerçekten iman eden kimselerseniz, böyle bir şeye ebedîyyen bir daha dönmenizi Allah size yasaklıyor!
“Allah, size ayetlerini açık açık bildiriyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir; tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.
“Mü’minler içinde, kötü sözlerin yayılıp duyulmasını arzu edenler yok mu? Dünyada da, ahirette de onlar için acıklı bir azap vardır! Onları (kötülüğü yay­mak isteyenleri) Allah bilir, siz bilmezsiniz.
“Ya üzerinizde Allah’ın fazl ve rahmeti olmasaydı, ya hakikat Allah çok esirgeyici, çok merhametli olmasaydı, haliniz nice olurdu?”[19]
Böylece, Cenab-ı Hak, vahiyle Hz. Âişe hakkında söylenenlerin bir iftiradan ibaret olduğunu haber vererek hem Resûlünün temiz ruhunu ve pâk vicdanını üzüntüden kurtardı, hem Hz. Ebû Bekir’in şahsiyetinin küçük düşürülmesine müsaade etmedi, hem de Müslümanlar arasında zuhur eden fitne ve fesadın büyümesine fırsat vermedi.

En Üstün Beraat

Bir gün, Hz. Abdullah b. Abbas’tan, Hz. Âişe’yle (r.anha) ilgili ayetlerin tef­siri so­rulmuştu. Şu izahta bulunmuşlardı:
“Yüce Allah, dördü dört şeyle beraat ettirmiş, yapılan iftiralardan onları temize çıkarmıştır:
“1) Hz. Yusuf’u, Züleyha’nın kendi ehlinden getirilen bir şahidin diliyle be­raat ettirmiştir.
“2) Hz. Mûsa’yı, Yahudilerin dedikodularından, elbisesini alıp getiren taşla beraat ettirmiştir.
“3) Hz. Meryem’i, kucağındaki oğlunu dile getirip, ‘Ben Allah’ın kuluyum’ diye söyletmek suretiyle temize çıkarmıştır.
“4) Hz. Âişe’yi ise, Yüce Allah, kıyamete kadar bâkî kalacak olan i’cazkâr ki­tabı Kur’an’daki o azametli ayetlerle beraat ettirmiştir; ki bu derece belâğatlı temize çıkarmanın benzeri görülmemiştir. Bakınız da, bununla diğer beraat et­tirmeler arasındaki büyük ve üstün farkı görünüz.
“Yüce Allah, bunu ancak Resûlünün mertebesinin yüceliğini ortaya koymak için yapmıştır.”[20]

İftiracıların Cezaya Çarptırılmaları

Resûl-i Ekrem Efendimiz, konuyla ilgili vahiy geldikten sonra çıkıp halka bir hutbe irad etti, sonra da gelen Kur’an ayetlerini onlara okudu.
Bilâhare, yapılan iftirayı dilleriyle yaymakta en çok ileri giden Mistah b. Üsâse, Hassan b. Sâbit ile Hamne binti Cahş’a had vurulmasını emretti. İftiracı­lara had olarak seksener kamçı vuruldu.[21]


__________________________________________________________________________
[1]Buharî, Sahih, c. 3, s. 154.
[2]Buharî, Sahih, c. 3, s. 154.
[3]İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 310-311; Müslim, Sahih, c. 8, s. 113-114.
[4]Taberî, Tefsir, c. 18, s. 89.
[5]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 311.
[6]Ahzab, 6, 53.
[7]Müslim, Sahih, c. 8, s. 114.
[8]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 311-312; Müslim, a.g.e., c. 8. s. 114; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 332-333.
[9]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 311-312; Müslim, a.g.e., c. 7, s. 115; Tirmizî, a.g.e., c. 5, s. 333.
[10]Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 624-625.
[11]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 313-314; Müslim, a.g.e., c. 8, s. 115.
[12]Müslim, a.g.e., c. 8, s. 118.
[13]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 312; Müslim, a.g.e., c. 8, s. 115; Tirmizî, a.g.e., c. 5, s. 332
[14]Müslim, a.g.e., c. 8, s. 116; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 6, s. 197
[15]Yusuf, 18.
[16]Müslim, a.g.e., c. 8, s. 116.
[17]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 315; Müslim, a.g.e., c. 8, s. 117.
[18]Müslim, a.g.e., c. 8, s. 117; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 6, s. 197.
[19]Nur, 11-20.
[20]Nesefî, Tefsir, c. 3, s. 138.
[21]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 315; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 6, s. 35.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget