Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

(Hicret’in 8. senesi Ramazan ayı, Cuma / Milâdî 630 Ocak)

Mekke: Yeryüzünde tevhidin timsâli ilk mâbed olan Kâbe’nin bulunduğu şe­hir... O Kâbe ki “Çok mübarek ve âlemlere hidayet olan Beyt’tir.”[1]Mübare­kiyeti ve hidayete vesile oluşu Tevhid-i İlâhî’nin mücessem bir delili olmasın­dan ileri gelmektedir. İlk bânisi, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (a.s.), onu bu gaye için inşa et­mişti. Zamanla bina gözden kaybolacak vaziyete gelmiş, fakat te­melleri sâbit kalmıştı. Ebu’l-Enbiya [Peygamberlerin Babası] la­ka­bıyla anılan Hz. İbrahim, Allah’ın emir buyurma­sıyla, oğlu Hz. İs­mail’le bir­lik­te, bu temel üzerine Kâbe’yi yeniden inşa etmişler ve Kâbe “tevhid” inancı­nın yeniden mücessem bir sembolü olmuştu.
Ancak yeryüzünün bu en şerefli ve en faziletli binası, hâlâ, tevhid inancın­dan uzak yaşayan, hatta bu inancı var güçleriyle ortadan kaldırmaya, münte­siplerini yok etmeye çalışan Ku­reyş müşriklerinin elinde bulunuyordu. Bina ediliş gayesinin tam aksine, içi putlarla dolu duruyordu.
Tevhid inancının ve bu inancın mümessili Müslümanların can düşmanları olan müşrikler, burada her türlü rezaleti irtikap ediyorlardı.
Gayretullah’a dokunan, Hz. Âdem (a.s.) ile Hz. İbrahim’in ruhanîyetlerini rencide eden ve bütün Müslümanların kalp ve vicdanlarını derinden sızlatan bu durumun bir an evvel ortadan kaldırılması lâzımdı. Bu mübarek mâbedin ve bu mâbedin içinde bulunduğu Mekke’nin bir an evvel müşriklerin kirli elle­rinden kurtarılması gerekiyordu.
Hz. Fahr-i Âlem Efendimiz, bunu düşünüyor, bu maksadının tahakkuku için bir yol arıyordu.
Uzun zaman imkânlar ve şartlar buna elvermemişti; çünkü Müs­lümanlar henüz az ve zayıf bir durumda bulunuyorlardı. Müslümanların mevcut gü­cüyle bunu elde etmek de oldukça zordu. Üstelik, Medine’nin her an düşman taarruzuna uğraması da muhtemeldi.
Bu gayenin bilfiil gerçekleşmesi için İslam’ın inkişaf etmesi, Müslümanların çoğalması, güç ve kuvvet kazanması gerekiyordu; aksi takdirde, bu yoldaki bir teşebbüs akim kalabilirdi.
Bir işe teşebbüste zamanı ve zemini değerlendirmeyi çok iyi bilen Peygam­ber Efendimiz, bu gayesinin tahakkuku için Cenab-ı Hakk’ın müsait şartlar ih­san etmesini sabırla bekliyordu.
Nihayet, Hicret’in 8. yılında İslam olanca haşmetiyle etrafa yayılmıştı. Bir taraftan İslam’ın en amansız düşmanlarından biri olan Hayber ve civar Yahudi­leri tabiiyet altına alınmış, bir taraftan en büyük bir fetih ve zafer olan Hudeybiye Antlaşması yapılmış ve yine bir başka taraftan o zamanın koskoca­man Bizans İmparatorluğu’na Mu’te Harbi’yle gözdağı verilmişti.
Bütün bunlar, İslam’ın ve Müslümanların, önüne geçil­me­si imkânsız, bü­yük bir kuvvet halini almış olduğunu ortaya koyuyordu.
Artık bu ulvî ve mukaddes gayenin bilfiil tahakkuk zamanı gelmiş ve ge­rekli imkânları Cenab-ı Hak ihsan etmişti.
Ancak ortada bir mani vardı. O da, müşriklerle yapılmış olan Hudeybiye Antlaşması idi. Bu anlaşmaya göre, Müslümanlarla müşrikler on sene birbirle­riyle harp etmeyecek ve anlaşmayı bozmayacaklardı.
Ahde vefada zirve noktada bulunan Resûl-i Kibriya Efen­dimiz, bu kutsî ga­yesi için de olsa ahdini bozup müşrikler üzerine yürümeyi düşünmüyordu.

Zâhirî Sebep

Kalplerimizin en ince noktasına nüfuz eden, gönlümüz­den geçen her ar­zuyu bilip cevap veren Cenab-ı Hak, Sev­gili Resûlünün de kalbinden geçen bu ulvî arzuyu biliyordu. Zaten ona bu gayesini tahakkuk ettireceğini daha iki se­ne evvelinden de haber vermiş, müjdelemişti.
Cenab-ı Hak, bir sebep halketti: Hudeybiye Sulh Antlaşması’nın bir mad­desi, Ku­reyş’in dışında kalan kabilelere istediği tarafın himâyesine girebilme hakkını tanıyordu.[2]Bu haktan istifadeyle, muahede yapıldığı sırada, Huzaa ka­bilesi, Hz. Re­sû­lul­lah’ın ahd ve emanına girerek Müslümanlar tarafında yer almış, Benî Bekir kabilesi ise müşriklerin himâyesini kabul ederek onların tara­fını tutmuştu.[3]
Bu iki kabile arasında uzun zaman devam edip gelen bir düşmanlık, bir hu­sumet vardı. İhtimal bu düşmanlık ne­ticesidir ki eskiden beri Pey­gam­be­ri­mi­zin dedesi Ab­dül­mut­ta­lib’le an­laşmalı ve müttefik bulunan Huzaa­lılar, Hz. Re­sûl-i Ekrem’in safında yer alınca, Benî Bekir­ler de müşriklerin himâyesine gir­mişlerdi.
Nübüvvet nurunun Mekke’de parlamasına kadar birbirleriyle kanlı bıçaklı olan bu iki kabile, bu nur sâyesinde az da olsa birbirlerinden kanlı ellerini çe­kiyor ve bu çekiliş Hudeybiye Sulhü’ne kadar devam ediyordu. Ancak bu sulh devresinde tekrar birbirlerini rahatsız etmeye başlıyor­lardı. Bahaneler arayarak hadise çıkarma yoluna gidiyorlardı.

Benî Bekirlerin, Huzaalılara Saldırması

Bir gün, Benî Bekir kabilesinden biri, bir şiirle Hz. Re­sû­lul­lah’ı hiciv ve tah­kire yeltenir. Huzaalılardan bir genç buna tahammül edemez ve adamın başını yaralar. Durumu öğrenen Bekiroğulları, bunu, Huzaalılara saldırmak için bir sebep sayarlar.[4]Ku­reyş müşriklerinden de bir yardım alan Benî Be­kirler, her şeyden habersiz, Vetir denilen suyun başında ikamet eden ve böyle bir saldırı­dan Hu­deybiye Sulh Antlaşması gereğince emin bulunan Hu­zaalıların üzerine ansızın saldırırlar; hazırlıklı bulunma­yan Huzaalıları, ta Mek­ke’nin içine kadar kovalarlar, Ha­rem’­de bile adamlarını öldürmekten çekinmezler. Netice­de, çar­pışma, Huzaalılardan yirmi üç kişinin öldürülmesiyle son bulur.[5]
Çarpışmada müşrikler, Benî Bekirlere at, silah gibi yardımlarla kalmamış, ileri gelenlerinden birçoğu da bilfiil çarpışmaya katılmıştı. Fakat bunu Pey­gamber Efendimizden korkarak, gizli yapmışlardı.[6]Ancak Huzaalılar, bun­ları tanımışlardı.
Ku­reyş müşrikleri, bu hareketleriyle Hudeybiye Antlaşması’nı resmen ihlâl etmiş oluyorlardı; fakat bunun Pey­gam­be­ri­miz tarafından bilinmesinden son derece endişe duyuyor, hatta korkuyorlardı.

Pey­gam­be­ri­mizin, Durumu Haber Alması

Aradan sadece üç gün geçmişti.
Huzaalı Amr b. Sâlim, beraberinde kabilesinden kırk kişiyle Medine’ye ge­lerek, durumu olduğu gibi Peygamber Efendimize arz etti ve yardım talebinde bulundu.[7]
Peygamber Efendimiz, hadiseden fazlasıyla rahatsız oldu ve Huzaalılardan gelen heyeti, kendilerine mutlaka yardım edecekleri vaadiyle yurtlarına geri gönderdi.[8]
Ku­reyş müşrikleri, Benî Bekirlere yardım etmekle kendileri için son derece tehlikeli bir pozisyon meydana getirmişlerdi. Giriştikleri hareketin vahim neti­celer doğuracağını sonradan fark ettiler, ama artık iş işten geçmişti!
... Ve Allah, bu hadiseyi, Mekke kapılarının Müslümanlara açılmasına, Kâ­be-i Muazzama’da tekrar tevhid bayrağının dalgalanmasına zâhirî sebep kıldı.

Müşriklere Verilen Ültimatom

Resûl-i Ekrem, durumun biraz daha açıklığa kavuşmasını istiyordu. Bunun için, müşriklere ültimatom mahiyetinde bir yazı göndererek şöyle dedi:
“Ya Huzaalılardan öldürülenlerin kan bedellerini ödeyiniz yahut Benî Bekir kabilesiyle olan ittifakınızdan vazgeçiniz! Bunlardan birini yapmazsanız, Hu­deybiye Antlaşması’nı bozduğunuzu ve bunun neticesi olarak da sizinle harp etmek mecburiyetinde kalacağımı biliniz!”

Ku­reyş’in, Teklifleri Reddetmesi

Kibirden birer heykel kesilmiş müşrik ileri gelenleri, âkıbeti düşünmeyen kör hislerine kapılarak önce Pey­gam­be­ri­mizin ilk iki teklifini kabul etmediler ve harbe hazırlanacaklarını bildirdiler. Böylece, muahedeyi fiilen ihlâl etmiş olduklarını sözleriyle de teyit etmiş oldular. Ancak hislerinden uzak kalıp me­seleyi akıl plânına getirdiklerinde içlerini bir telâş, bir korku kaplamaya baş­ladı. Yaptıkları hareketin doğuracağı vahim ne­ticeyi düşündükçe iman­dan mahrum kalplerini bir korku sardı. Hz. Re­sû­lul­lah’ın elçisine bu tarz cevap verdiklerine pişman ol­dular. Meselenin tashihi için Ebû Süfyan’ı Medine’ye gön­der­di­ler. “Git, muahedeyi yenile, mütâreke müddetini de uzat” dediler.[9]

Ebû Süfyan, Medine’de

Müşrik ileri gelenlerinin verdiği direktife göre Ebû Süfyan, Pey­gam­be­ri­miz­le görüşüp, eski fikirlerinden vazgeçtiklerini bildirecek ve Hudeybiye Ant­laş­ma­sı’nın yenilen­mesini, hatta müddetin uzatılmasını temine çalışacaktı. An­cak son pişmanlık fayda vermeyecek ve müşrikler bu isteklerinde muvaffak ola­ma­ya­caklardı. Çünkü Resûl-i Ekrem, daha henüz Ebû Süf­yan, Medine’ye gel­me­den, ashabına işin neticesini haber verip şöyle buyuruyordu:
“Ebû Süfyan, Hudeybiye Antlaşması’nı takviye etmek ve mütâreke müdde­tini uzatmak için yanınıza gelmek üzeredir! Fakat bu arzusuna nâil olmadan öfkeyle geri dönecektir.”[10]

Ebû Süfyan ve Kızı

Ebû Süfyan, Medine’ye gelince, Peygamber Efendimizin huzuruna çıkma­dan önce, Ezvac-ı Tâhirat’tan olan kızı Hz. Üm­mü Habibe’nin evine gitti.
Baba henüz iman etmemiş ve müşriklerin lideri, kızı ise Hz. Resûl-i Ek­rem’in pâk zevcesi... Ebû Süfyan, Hz. Re­sû­lul­lah’ın minderine oturmak istedi. Hz. Ümmü Habibe buna müsaade etmedi. Ebû Süfyan, “Kızım” dedi. “Anlaya­madım! Sen minderi mi benden, beni mi minderden esirgiyorsun?” diye sordu. Hz. Ümmü Habibe, “Bu, Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) minderidir. Sen ise şirk içinde­sin! Senin gibi birisinin Re­sû­lul­lah’ın minderine oturmasına gönlüm asla râzı olamaz!”[11]diye cevap verdi.
Evet, Allah ve Resûlünün hatır ve muhabbeti, her hatır ve muhabbetin üs­tündedir. Onların hatırları anne babanın, hele hele müşrik bir babanın hatırıyla değiştirilemez; onlara muhabbet, sâir muhabbetler için terk edilemez. Çünkü insana ebedî saadeti kazandıran, Allah ve Resûlüne olan samimi muhabbettir, emir ve nehiylerine ciddi hürmettir.
Ebû Süfyan, kerimesinin bu hareketi üzerine, “Vallahi, kızım, sen yanımdan ayrıldıktan sonra değişmişsin; sana kötülük gelmiş!” diyerek kızgınlığını ifade etti.
Hz. Ümmü Habibe, “Hayır! Allah, bana kötülüğü değil, İslami­ye­ti nasip et­ti. Sen ise, işitmez, görmez, taştan yontulmuş puta tap­mak­ta devam ediyor­sun!” dedikten sonra ilave etti: “Babacığım! Senin gibi, Ku­reyşlilerin büyüğü bir kimse, nasıl olur da İslamiyete uzak kalır?”
Ebû Süfyan’ın kızgınlığı daha da arttı. “Yazıklar olsun sana!” dedi. “Senden bu sözleri de mi işitecektim? Ben, atalarımın tapa­gel­diklerini bırakıp Muham­med’in dinine gireceğim, öyle mi?” dedi; sonra da, Hz. Ümmü Habibe’nin ya­nın­dan öfkeyle ayrıldı.[12]

Ebû Süfyan’ın, Pey­gam­be­ri­mize Müracaatı

Kerimesi Hz. Ümmü Habibe’nin yanından öfkeyle ayrılan Ebû Süfyan, doğ­ruca Hz. Re­sû­lul­lah’ın yanına vardı.
“Ey Muhammed!” dedi. “Hudeybiye Muahedesi’ni yenile ve mütâreke müd­detini de uzat!”
Peygamber Efendimiz, “Ey Ebû Süfyan! Sen bunun için mi geldin?” diye sordu.
Ebû Süfyan, “Evet, bunun için geldim!”
Resûl-i Ekrem, “Biz, aramızdaki o ahid üzerinde duruyo­ruz! Yoksa siz, bir hadise çıkarıp onu bozdunuz mu?” diye sordu.
Ebû Süfyan, bir an durakladı. Ne diyeceğini o anda kestiremedi. Sonunda cesaretini topladı ve “Allah korusun! Öyle bir şey yapmadık! Ama biz, her şeye rağmen muahede­nin yenilenmesini istiyoruz” diye, hiçbir şey olmamış gibi konuştu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu teklifine herhangi bir cevap vermeden sus­tu.[13]
Ebû Süfyan, çıkmaz bir sokağa girdiğini anlamıştı. Bun­dan nasıl kurtulabi­leceğini de bir türlü kestiremiyordu.
Hz. Re­sû­lul­lah’tan herhangi bir cevap alamayınca, gidip Hz. Ebû Bekir’e baş­vurdu. Aynı arzusunu ona da tekrarladı ve bu hususta Hz. Re­sû­lul­lah ile kendisi arasında tavassut etmesini istedi.
Hz. Ebû Bekir, “Bu benim değil, Re­sû­lul­lah’ın bileceği, ona âit bir iştir. Ben, buna asla karışamam!” diye cevap verdi.
Ebû Süfyan, “Öyle ise, beni himâyene al ve bunu halka bil­dir” dedi.
Hz. Ebû Bekir, Hz. Re­sû­lul­lah’a sadâkatini bir kere daha belgeledi. “Benim himâyemde bulunanlar” dedi. “Re­sû­lul­lah’ın himâyesinde bulunanlardır!”[14]
Ebû Süfyan, ümitsiz bir vaziyette bu sefer Hz. Ömer’e başvurdu; “Muahe­deyi yenilemeye çalış, halkın arasını bul!” dedi.
Kâfirlere karşı hiddet ve şiddetiyle mevsuf Hz. Ömer, öfkeyle, “Demek, siz muahedeyi bozdunuz, öyle mi?” dedikten sonra ilave etti: “Eğer, ondan geride bir şey kalmışsa, Allah onu da bir an evvel yok etsin! Ben, bu hususta, asla gi­dip Re­sû­lul­lah’tan şefaat dilemeyeceğim! Vallahi, ben küçük bir karıncadan başka bir şey bulamazsam bile, o karıncadan faydalanır, yine sizinle savaşı­rım!”[15]

Ebû Süfyan’ın, Hz. Osman ile Hz. Ali’ye Başvurması

Kendi kendine “Vallahi, ben bugünden daha zor, daha çetin bir gün gör­medim!” diye mırıldanıp Hz. Ömer’in yanından ay­rılan Ebû Süfyan, doğruca Hz. Osman’ın yanına gitti. “Ey Osman!” dedi. “Bu topluluk içinde akrabalıkta bana en yakın sensin. Ne olur, şu mütârekeyi yenile ve müd­detini uzat! Çünkü sahibin seni hiçbir zaman reddetmez.”
Hz. Osman, “Benim himâyemde bulunanlar, Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) himâye­sinde bulunanlardır”[16]diyerek, bu hu­susta kendisine hiçbir yardımda buluna­mayacağını ifade etti.
Ebû Süfyan’ın içi, müracaatlarının neticesiz kalmasından için için yanı­yordu. Son şansını denemek üzere Hz. Ali’ye başvurdu. “Benim en yakım ak­ra­bamsın! Bu akrabalık hakkı için, Re­sû­lul­lah’­a gidip, bu muahede işinin yeni­lenmesi ve müddetinin uzatılması için şefaatçi ol!” dedi.
Hz. Ali’nin de cevabı diğer ashab-ı kiramınkinden farklı olmadı. “Allah se­nin iyiliğini versin, ey Ebû Süfyan!” dedi. “Vallahi, Re­sû­lul­lah (a.s.m.) bir işe ka­rar verdi mi onu mutlaka yapar! Bu, Re­sû­lul­lah’ı ilgilendiren bir iştir. Ben, onun hakkında asla bir hüküm veremem!”[17]
Bunun üzerine Ebû Süfyan, yalvarır bir eda ile “Peki, ey Ali, bana bu hu­susta bir öğüt ver!” dedi.
Hz. Ali, “Vallahi, ben, senin için bu hususta faydalı olacak bir şey bilmiyo­rum! Ama sen, Benî Kinânelerin büyüğüsün. Kalk, iki taraf halkını uzlaştırmak için, himâyene aldığını ilan et! Sonra da yurduna çık git!” dedi.
Çaresiz ve bitkin Ebû Süfyan, bu tavsiyeye can simidi gibi yapıştı. “Evet, sen doğru söyledin! Ben, bunu yapmalıyım!” diyerek Hz. Ali’nin yanından ay­rı­lıp Mescid-i Nebevî’­ye vardı.[18]
Ebû Süfyan, mânen yorgun ve bitkin idi. Üzerine aldığı meseleyi hallede­me­menin üzüntüsünü yaşıyordu. Mescid-i Nebevî’de ayakta dikildi ve “Ey in­san­lar! Ben, iki tarafı uzlaştırmak için onları himâyeme aldım; haberiniz ol­sun!” dedikten sonra ürkek ürkek ilave etti: “Muhammed’in, bu taahhüdümde bana vefasızlık edeceğini hiç sanmıyorum.” Sonra, tereddütler içinde bocalar bir bitkinlikle Efen­di­mizin yanına vardı. “Yâ Muhammed!” dedi. “Zannetmem ki bu himâye sözümü reddedesin!”
Peygamber Efendimiz, “Ey Ebû Süfyan! Bunu sen söylü­yorsun, ben değil!” buyurdu.[19]
Ebû Süfyan meseleyi anlamıştı. Görüşmelerinden hiçbir netice alamamanın eziklik ve ümitsizliği içinde devesine zar zor atlayarak Mekke’nin yolunu tut­tu.[20]

Ebû Süfyan, Mekke’de

Mekke’ye varan Ebû Süfyan’a Ku­reyşliler, “Neler yaptın, anlat bakalım!” dediler.
Ebû Süfyan, kötü bir elçilik yapmış olmanın mah­cu­biyet ve ezikliği içinde, olup bitenleri olduğu gibi anlattı.
Ku­reyş müşriklerinin korkuları bir kat daha arttı!

Fethe Hazırlık

Resûl-i Ekrem Efendimiz, artık kat’î kararını vermişti: Sefere çıkılacak. An­cak bu kararını, daha doğrusu, Ku­reyş müşriklerinin üzerine yürüme fikrini, son derece gizli tutmak istiyor­du. Bu, onun başvurduğu bir tedbirdi. Bu tak­tiğe, düşmana hazırlanma fırsatı vermemek ve bunun neticesi olarak da fazla kan dökülmeden onu teslime mecbur etmek maksadına mebni olarak başvu­ruyordu. Çün­kü o, her şeyden evvel insanlara ebedî saadeti kazandıracak olan hak ve hakikati tebliğe memurdu, insanları imhaya değil! Tesli­me mecbur bı­rakıldıkları takdirde içlerinden birçoğunun gönlü İslam’a kayabilirdi. Böylece de iman nimetini elde etmiş olabilirlerdi! O halde, düşmanı tamamen imha et­mek yerine ona galebe etmek, onun ulvî gayesine daha uygundu.
Bu sebepledir ki Mekke Seferi’nde de maksadını son derece gizli tutuyordu. Hatta Hz. Âişe Vâlidimize sadece, “Yol hazırlığımı yap” demekle yetiniyordu. Ayrıca bu seferde Efendimiz, gizliliğe daha çok ihtiyaç duyuyordu. Çünkü Mekke-i Mükerreme gibi mübarek bir beldeye kan akıtmadan girmek, Kâbe-i Muazzama gibi yeryüzünün en şerefli ve faziletli binasını, kimseyi öldürmek­sizin putlardan temizlemek istiyordu. Şu duası da bu niyetinin açık ifadesiydi:
“Allahım! Yurtlarına ansızın varıp kavuşuncaya kadar, Ku­reyş­lilerin casus ve habercilerini tut, görmez ve işitmez hale getir! Beni, birdenbire görüp işit­sinler!”[21]
Hatta Ku­reyş müşriklerinin üzerine değil de Necid tarafıyla meşgul olmak istiyormuş intibaını vermek için de, Ebû Katâde Hazretlerini askerî bir birlikle İzam vadisi tarafına gönderdi.[22]Böylece, Mekke tarafına değil de, Necid tara­fına gidecekmiş tarzında haberler yayılacak ve müşrikler herhangi bir endişe duymayacakları gibi herhangi bir hazırlığa da kalkışmayacaklardı.
İşte, bütün bu tedbirlere başvurduktan sonra, Resûl-i Ekrem Efen­di­miz, bir kısım ashabına Mekke üzerine sefere çıkılacağını haber verdi ve hazırlanmala­rını emir buyurdu.[23]
O zamana kadar Medine etrafında İslamiyetle müşerref olmuş birçok kabile vardı. Peygamber Efendimiz bu arada onlara da, “Allah’a ve ahiret gününe inanan, Ramazan başında Medine’de hazır bulunsun!” diye haber gönderdi.[24]
Nebiyy-i Ekrem Efendimizin bu davetini duyan birçok kabile, Ra­mazan ayı başında Medine-i Münevvere’ye gelmeye başladı.

Medine’den Hareket

Ramazan ayının ilk günleri idi.
Gönülleri Allah ve Resûlünün muhabbetiyle coşup taşan on bin mücahit, Medine’de hazır bekliyordu.[25]Bunların yedi yüzü muhacirlerdendi. Beraber­le­rinde üç yüz at vardı. Ensarın mevcu­du ise dört bin idi. Onların da yanında beş yüz at vardı. Geri kalan asker sayısını, etraftaki kabilelerden gelen Müslü­manlar teşkil ediyordu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Medine’de yerine Ebû Ruhm Külsüm b. Hu­sayn’ı vekil bıraktı.[26]
Bu haliyle İslam ordusu, hareket için Hz. Re­sû­lul­lah’ın emrini bekliyordu.

Müşriklere Gönderilen Haber

İslam ordusu harekete hazır bekliyordu.
Bu sırada Peygamber Efendimiz, Hz. Ali, Hz. Zübeyr b. Avvam ve Hz. Mik­dâd b. Esved’e şu emri verdi:
“Süratle gidiniz! Hâh Bahçesi’ne vardığınızda, hayvan üzerinde, yanında mektup bulunan bir kadın bulacaksınız. Mektubu ondan alıp bana getiri­niz!”[27]
Bu emrin sebebini sormaya gerek duymadan, üç sahabe, son sürat yol alıp Hâh Bahçesi’ne vararak orada kadını buldular.
Kadına, “Yanındaki mektup nerede?” diye sordular.
Kadın, “Benim yanımda mektup filan yok!” diye cevap verdi.
Bunun üzerine kadının devesini ıhdırdılar. Onu üzerinden indirip eşyasını aradılar, fakat mektup nâmına bir şey bulamadılar.
Bunun üzerine Hz. Ali, kılıcını sıyırdı ve kadına hiddetle, “Allah’a yemin ede­rim ki” dedi. “Re­sû­lul­lah (a.s.m.), hiçbir zaman hilâf-ı hakikat konuşmaz. Ya sen bu yazıyı çıkarırsın ya da biz yapacağımızı biliriz; gerekirse üstünü ba­şını arar, elbiseni çıkartırız!”
Kadın, “Siz Müslüman değil misiniz?” dedi.
Mücahitler, “Evet, Müslümanız; ama Re­sû­lul­lah (a.s.m.), bize, beraberinde mektup bulunduğunu söyledi” diye konuştular.
Kadın, kurtuluş çaresinin kalmadığını anlamıştı. Mücahit­le­re, “Yüzünüzü başka tarafa çeviriniz” dedi.
Sahabeler yüzlerini çevirince de, başının örgülü saçlarını çözdü. Mektubu oradan çıkarıp Hz. Ali’ye uzattı.[28]
Vazifeli sahabeler, mektubu alıp Hz. Re­sû­lul­lah’a getirdiler.
Herkeste bir hayret ve şaşkınlık başlamıştı. Çünkü mektup, “Bedir as­ha­bı”ndan olan Hâtıb b. Ebî Beltaa tarafından, müşriklere hitaben, Peygamber Efendimizin hazırlığını haber vermek üzere yazılmıştı![29]
Peygamber Efendimiz, derhal Hz. Hatıb’ı huzuruna çağırdı.
Hz. Hatıb gelince, mektup kendisine okundu.
Resûl-i Ekrem, “Bu mektubu tanıdın mı?” diye sordu.
“Evet, tanıdım!” dedi.
“Bunu sen mi yazdın?”
Hz. Hatıb inkâr etmedi: “Evet, ben yazdım!”
Peygamber Efendimiz, “Bunu niçin yaptın?” diye sordu.
Hz. Hatıb izah etti: “Yâ Re­sû­lal­lah! Bu hususta hakkımda hüküm vermekte acele etme! Ben, Ku­reyşlilerden olmayan bir kimseyim. Muhacir Müslümanlar gibi, Mekke’de ailem ve mallarımı koruyacak kimsem de yok. Ben, bunu, Ku­reyş ileri gelenlerini bir min­net altında bırakayım da ailemi korusunlar diye yaptım! Yoksa, bunu küfre saptığım veya dinimden döndüğüm için yapmış değilim! Vallahi, ben Allah’a ve Resûlüne olan imanımda sâbitim!”[30]
Peygamber Efendimiz, “Doğru söyledin!” buyurdu; sonra ashabına döne­rek, “O, size doğru söyledi! Bunun hak­kında hayırdan başka bir şey söyleme­yiniz” dedi.[31]
Kendisini zapt edemeyen Hz. Ömer, “Bırak yâ Re­sû­lal­lah, şu münafığın boy­nunu vurayım!” dedi.
Resûl-i Ekrem müsaade etmedi ve “O, Bedir Muharebesi’nde bulunmuştur! Ne bilirsin; belki Allah, Bedir Harbi’ne katılmış bulunanlara, savaş günü bakıp, ‘Siz istediğinizi yapınız; Ben sizi affetmişimdir. Cennet size vacip olmuş, siz de cennete girmeye hak kazanmışsınız’ buyurmuştur” diye konuştu.
Manzara karşısında Hz. Ömer’in gözleri doldu ve “Allah ve Resûlü her şeyi daha iyi bilir!” dedi.[32]
Bu hadise üzerine Cenab-ı Hak, şu ayet-i kerimeyi inzâl buyurarak mü’min­leri ikaz etti:
“Ey iman edenler! Benim de, sizin de düşmanınız (olan­ları) dostlar edinme­yin! (Kendileriyle aranızdaki) sev­gi yüzünden onlara (Peygamberin maksa­dı­nı) ulaştırır­sınız (değil mi)? Hâlbuki onlar, Hakk’tan size gelene küfretmiş­ler­dir. Peygamberi de, sizi de Allah’a iman ediyorsunuz diye (yurtlarınızdan) çıka­rı­yor­lardı onlar... Eğer siz, benim yolumda savaşmak, benim rızamı ara­mak için çık­­mış­sanız (bunu yapmazsınız). Onlara hâlâ muhabbet mi gizleye­cek­si­niz? Hâl­buki ben, sizin gizlediğinizi de, açıkladığınızı da çok iyi bilenim. İçiniz­den kim bunu yaparsa, muhakkak ki hak yolun ta ortasından sapmış olur!”[33]

İslam Ordusu Fetih Yolunda

Bütün hazırlıklar tamamlandıktan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, tek kalp gibi çarpan on bin kişilik muazzam İslam ordusuna hareket emri verdi.
Medine’den çıkış Ramazan’ın ilk günlerine rastlıyordu. Bu sebeple Resûl-i Ekrem ve mücahitler oruçlu idiler.[34]
Hava oldukça sıcaktı. Bu sıcaklık altında yol almak fazlasıyla yorucu ve zahmetli idi. Dayanılacak gibi değildi. Üstelik, her an bir çarpışma çıkabilir, bir mukabeleyle de karşı karşıya kalabilirlerdi. Hâlbuki, harpte güç, kuvvet lâ­zım­dı. Oruç, mücahitleri bir noktada takatsiz hale getiriyordu. Ancak kendi başla­rına hareket edemezlerdi. Bu sebeple, Hz. Re­sû­lul­lah’ın ne yapacağını bekli­yorlardı. Oruç açılacak mı, yoksa devam mı edilecekti?
İslam ordusu, Kudeyd mevkiine gelince, Peygamber Efendimiz, ikindi na­mazından sonra orucunu açtı ve ashabına da açmalarını emretti.[35]
Bu arada, sekiz kişilik bir birlik ve Necid tarafına gönderilmiş bulunan Ebû Katâde de gelip orduya katıldı. Aynı zamanda etraftan da birçok Müslüman ge­lip İslam ordusuna iltihak etti.
Yine bu sırada Mekke’den gelen Hz. Abbas, ailesiyle Cuhfe mevkiinde İs­lam ordusuyla karşılaştı. Bundan son derece memnun olan Pey­gam­be­ri­miz, kendisinin yanında kalmasını, ağırlıklarını ise Medine’ye göndermesini em­ret­ti; sonra, “Ey Abbas! Sen muhacirlerin sonuncususun!” buyurdu. Hz. Ab­bas, sefer boyunca Peygamber Efendimizin yanından ayrılmadı.

Yolda Müslüman Olanlar

Hz. Re­sû­lul­lah kumandasındaki İslam ordusu, bütün ihtişamıyla yoluna devam ediyordu. Bu sırada gelip, Hz. Re­sû­lul­lah’ın huzurunda İslam’la şeref­lenenler oldu. Bunlar, Peygamber Efendimizin amcası oğlu Ebû Süfyan b. Ha­ris ile Abdullah b. Ebî Ümeyye idi.[36]
Resûl-i Ekrem, önce bu iki kişiyle görüşmek istemediğini ifade ederek on­lardan yüz çevirdi; zira, bunlar, kendisiyle peygamberliğinden önce gayet sa­mimiyken risâlet vazifesi verilir verilmez şiddetli birer düşman kesilmişlerdi, kendisine sözle eziyet ve hakarette bulunmuşlardı. Şâir olan Ebû Süfyan b. Ha­ris, Pey­gam­be­ri­mizi ve Müslümanları ağır dille hicvederdi. Yine Efendimizin ak­rabası olan Abdullah b. Ebî Ümeyye de, ona söz ve hareketleriyle rahatsızlık vermekten geri durmayanlar arasında yer almıştı.[37]
Ancak bütün bunlara rağmen, araya Hz. Ümmü Seleme girdi; Efendimize, onlardan yüz çevirmemesi gerektiğini söyledi. Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz, yine “Onların ikisi de bana lâzım değildir!” diyerek kabul etmemekte ısrar ediyordu.
Resûl-i Ekrem’in bu sözlerini duyan Ebû Süfyan b. Haris, elinde küçük oğlu Cafer olduğu halde, “Vallahi, yanına girmeme izin vermezse, oğlumun elinden tutarak helâk oluncaya kadar yeryüzünde dolaşıp dururum!” diye konuştu.
Şefkat ve merhamet timsâli Peygamber Efendimizin mübarek gönlü bu söz­le­re dayanamadı. Onları huzuruna davet ederek affetti. Böylece onlar da İsla­miyetle şereflendiler.[38]

Ordunun Savaş Düzenine Girişi

Kudeyd mevkiinde konaklayan Peygamber Efendimiz, burada ordusunu savaş düzenine koydu; sancaklar ve bayraklar bağlayarak, onları kabilelere ve kabilelerin bayraktar ve sancaktarlarına verdi. Muhacirlerin üç bayraktarı var­dı: Hz. Ali, Hz. Zübeyr b. Avvam ve Hz. Sa’d b. Ebî Vak­kas... Ensarın ise, on iki bayraktarı vardı. İslam ordusunda ayrıca Eşcaların bir, Süleymlerin de bir bayraktarı bulunuyordu. Orduda on dört de sancaktar vardı. Bunların üçü Mü­zey­nelerin, ikisi Eslemlerin, dördü Cüheynelerin, üçü Ka’boğullarının, ikisi ise Süleym­lerin idi.[39]

İslam Ordusu, Merruzzahran’da

Bundan sonra Peygamber Efendimiz, ordusuyla Mer­ruz­zah­ran’­da konak­ladı.[40]
Peygamber Efendimizin gizlilik stratejisi o âna kadar son derece muvaffaki­yetle sürmüş, Mekkeliler en küçük bir haber dahi alamamışlardı.

On Bin Ateş

Merruzzahran vadisine geliş geceye rastlamıştı. O âna kadar üzer­lerine ge­lişinden haberi olmayan Mekkeli müşriklere Peygamber Efendimiz, gelişini muhteşem bir ateş donanmasıyla bildirmek istedi ve her mücahide ateş yak­malarını emir buyurdu.[41]
Bir anda on bin ateş yakıldı. Göz kamaştıran bu manzara Mekke’ye aydınlık saçtı; müşriklere ise korku ve dehşet... Aralarından göç etmeye mecbur bırak­tıkları Kâinatın mânevî güneşi Peygamber Efendimiz, şimdi etrafında on bin parlak yıldızla Mekke ufuklarında yeniden bütün ihtişamıyla parlıyordu, ruh ve gönülleri ısıtmak için Mekke ufuklarında bir başka haşmetle doğuyordu. Bu do­ğuşa müşrikler hayret etti. Daha iki sene evvel bu güneş bu kadar parlak de­ğil­di, bu kadar kuvvet ve azamete sahip bulunmuyordu. Bir anda nasıl böylesi­ne inkişaf etmiş, büyümüş ve her tarafı aydınlatır olmuştu? Söndürmek iste­dik­leri nur, nasıl böylesine kısa zamanda kendilerini sönük bir durumda bıra­kan azamet peydâ etmişti? Akıllara hayret veren bu şahlanışın sırrını bir türlü çözemiyorlardı.
İşte, Ku­reyş müşrikleri, ancak gözleri kamaştıran bu on bin ateşlik muaz­zam manzarayla işin farkına vardı ve Mekke’nin çepeçevre sarıldığını anladı­lar.

Peygamber Efendimizin, Koyun Güttüğünü Söylemesi

İslam ordusu henüz Merruzzahran’dan ayrılmamıştı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, irak denilen misvak ağaçlarının yemişlerinden toplamalarını bazı sahabelere emretti ve “Size, onların kararmış olanlarını top­la­manızı tavsiye ederim; çünkü en tatlı olanları, onların kararmışlarıdır!”[42]bu­yur­du.
Sahabeler merakla, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bu yemişin iyisini kö­tüsünü çobanlar bi­lir. Siz de koyun gütmüş müydünüz?” diye sordular.
Resûl-i Ekrem, “Her peygamber, muhakkak koyun gütmüştür! Ben de Ec­yad’da (Mekke’de bir mevki) ev halkımın (amcası Ebû Tâlib’in) koyunlarını ot­la­tırdım”[43]diye cevap verdi.[44]

Ebû Süfyan, Pey­gam­be­ri­mizin Huzurunda

Bu arada, son derece korkup telâşa kapılan müşrikler, reisleri Ebû Süfyan’la birkaç kişiyi, durumu öğrenmek üze­re vazifelendirdiler.[45]
Ebû Süfyan ve beraberindekiler, bir gece vakti, bu vazifeyi yerine getirmek üzere Mekke’den çıktılar; İslam ordusu karargâhına yaklaştıkları bir sırada mü­cahitler tarafından yakalandılar. O esnada Hz. Abbas imdadına yetişme­sey­di mücahitler tarafından epey­ce hırpalanacaktı.
Hz. Abbas, Ebû Süfyan’ı alıp Peygamber Efendimizin yanına getirdi. Arka­sın­dan Hz. Ömer de, eli kılıcının kabzasında olduğu halde huzur-u saa­dete girdi ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Allah, Ebû Süfyan’ı akidsiz ve ahidsiz ele geçir­mek imkân ve fırsatını verdi. Müsaade buyur da boynunu vurayım!” dedi.
Hz. Abbas müdahale etti: “Yâ Re­sû­lal­lah! Ben, ona eman vermiş bulunuyo­rum!”
Fakat Hz. Ömer, bu isteğinden vazgeçmedi; aynı teklifi tekrarlayıp durdu.
Hz. Abbas, “Ey Ömer! Yeter! Vallahi, Ebû Süfyan, Adiyy b. Ka’boğulların­dan (Hz. Ömer’in kabilesi) olsaydı böyle söylemezdin!” de­yince, Hz. Ömer bü­tün celâdetiyle, “Ey Ab­bas! Vallahi, babam Hattab hayatta olup da Müslüman ol­saydı, ona, senin Müslüman olduğun gün Müslüman oluşuna sevindiğim ka­dar sevinmezdim! Zira, biliyorum ki Re­sû­lul­lah (a.s.m.) da, ba­bam Hattab Müs­lüman olsaydı, senin Müslüman oluşuna sevindiği kadar se­vinmezdi”[46]di­ye konuştu.
Bu ufak münakaşayı Peygamber Efendimiz, “Ey Abbas! Ebû Süf­yan’ı konak yerine götür; sabahleyin yanıma getir” sözleriyle sona erdirdi.[47]

Ebû Süfyan’ın İslam’la Şereflenmesi

Hz. Abbas, Ebû Süfyan’ı sabahleyin Resûl-i Ekrem Efen­dimizin hu­zuruna ge­tirdi.
Resûl-i Ekrem, “Ey Ebû Süfyan! Henüz ‘Lâ ilâhe illallah’ diyeceğin vakit gel­medi mi?” diye sordu.
Ebû Süfyan, zavallıca bir cevap verdi: “İyi, ama bu kadar putları ne yapa­yım? Lât ve Uzzâ’dan nasıl vazgeçeyim?”
Hz. Ömer, Peygamber Efendimizin çadırı arkasında bekli­yordu. Ebû Süf­yan’ın bu sözlerini duyunca, hiddetle, “Dua et ki çadırın içindesin; dışında ol­say­dın, asla bu sözü söyleyemezdin!” diye konuştu.
Ebû Süfyan, “Ey Ömer! Yazıklar olsun sana! Sen de baban gibi sertsin. Hem sonra, ey Hattab’ın oğlu, ben sana gelmiş değilim; amcamın oğluna gelmişim. Onunla konuşacağım. Bırak da konuşalım!” dedi; Peygamber Efendimi­ze hita­ben de, “Babam anam sana feda olsun! Usluluk ve yumuşak huylulukta, şeref­lilikte ve akraba hakkını gözetmede daha üstünü yoktur” diye konuştu. Sonra bir müddet düşündü, durdu. Bu düşünce onu bir nebze hakka yaklaştırdı: “Vallahi, sanırım ki Allah’tan başka ilâh olmasa gerek! Çünkü Allah’la birlikte başka ilâh da bulunmuş olsaydı, elbette beni zararlardan korur, iyiliklerden de faydalandırırdı!” dedi.[48]
Peygamber Efendimiz, bu sözlerinden, onun, “Lâ ilâhe illallah” gerçeğini ka­bul ettiğine kanaat getirdi. Bu sefer, “Ey Ebû Süfyan! ‘Muhammedün Re­sû­lul­­lah’ diyeceğin za­man daha gelmedi mi?” di­ye sordu.
Ebû Süfyan, bir an durakladı. İçindeki düğümü tam mana­sıyla çözemi­yor­du. Nereden geldiğini bilmediği bir şüphe vardı içinde: “Yâ Muhammed!” de­di. “Bunun için bana biraz müddet tanı; zira bundan dolayı zihnimde biraz ili­şik var.”
Bu esnada Hz. Abbas söze karıştı:
“Ey Ebû Süfyan!” dedi. “Yazıklar olsun sana! Aklını başına topla! Ne yaptı­ğının farkında mısın? Boynun vurulmadan önce, Müslüman ol! Allah’tan baş­ka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’­ın Resûlü olduğuna şehâdet getir!”
Bunun üzerine Ebû Süfyan şehâdet getirip Müslüman oldu.[49]

İmanının Âcil Mükâfatı

Hz. Abbas, Hz. Re­sû­lul­lah’tan, Ebû Süfyan için bir imtiyaz tanımasını is­tedi. “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Ebû Süf­yan, üstün tanınma­yı, övülmeyi seven bir insandır. Ona iftihar vesilesi olacak bir im­tiyaz verseniz!”
Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Olur” buyurdu ve ilave etti: “Kim, Ebû Süf­yan’ın evine girerse, emindir!”
Ebû Süfyan, “Evimin ne genişliği vardır ki?” diyerek, Pey­gamber Efendi­mizden bu lûtfunu genişletmesini istedi.
Bu sefer Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Kim Kâbe’ye girer, sığınır ise, o emin­dir!” buyurdu.
Ebû Süfyan buna da kanaat etmedi; “Kâbe’nin ne genişliği var ki?” dedi.
O zaman Peygamber Efendimiz, “Kim, Mescid-i Haram’a girer, sığınırsa, emindir!” buyurdu.
Ebû Süfyan, bu ihsan dairesinin daha da geniş tutulmasını istiyordu. “Mes­cid-i Haram’ın ne genişliği var ki?” diyerek bunu da ifa­de etti.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, lütuf ve ihsanının dairesini en geniş bir şekilde tuttu: “Kim, kapısını üzerine kapayıp evinde oturursa, ona eman verilmiştir!”[50]
Ebû Süfyan’ın artık bu hususta talep edecek bir şeyi kalmamıştı. “İşte, bu geniştir!” diyerek memnuniyetini iz­har etti.[51]

Ebû Süfyan’ın, İslam Ordusunu Seyredişi

Resûl-i Ekrem, Ebû Süfyan’ın hemen çıkıp Mekke’ye git­mesine müsaade etmedi. Her ne kadar iman etmişse de müşrik ileri gelenlerinin tesiri altında kalıp İslam ordusuna karşı bir hareket hazırlığı içine girebilme ihtimali vardı. Bu düşünceye fırsat verilmemeliydi. Ebû Süfyan, İslam ordusunu görmeli idi; ta ki bu orduya karşı koyacak güç ve kuvvetin Ku­reyş müşriklerinde bulun­madığı kanaati kendisinde tamamıyla teşekkül etsin! Azametli orduyu görmeli idi ki kendilerine bir şey kazandırmayacak, sadece kanlarının akıp gitmesine sebebiyet verecek bir karşı koyma hareketine girişmeyi akıllarından geçirenlere nasihat etsin, onları bu fikirlerinden vazgeçirmeye çalışsın!
Bunun için, Peygamber Efendimiz, Hz. Abbas’a, “Ey Ab­bas! Ebû Süfyan’ı, va­dinin daraldığı, atların sıkışa sıkışa geçtiği dağ boğazının yanına götür de, Allah ordusunun ihtişamını görsün!” diye emretti.[52]
Hz. Abbas, bu emr-i Nebevî üzerine Ebû Süfyan’ı vadinin en dar, geçişe en hâkim yerine götürdü.
Ebû Süfyan, hayret ve haşyet içinde, kol kol geçen muazzam İslam ordu­sunu seyrediyor ve onların kim olduğunu teker teker Hz. Abbas’a soruyordu; Hz. Abbas da gereken izahatı veriyordu. Ebû Süfyan’ın gözleri, nurani dalga­lar halinde akan mücahitler karşısında kamaşıyordu.
Mekke’de öldürmeye karar aldıkları sırada ellerinden Allah’ın hıfz ve ina­yeti ile kurtulan Hz. Muhammed, nasıl böyle on binlerin kalp ve ruhunu fet­hetmiş ve etrafında birer pervane gibi döndürmeyi başarabilmişti? Daha düne kadar kendi saflarında ona karşı savaşanlar, şimdi ona sadâkat elini uzatmış­lar, onun muhabbetinde erimişler, onun derdiyle hemdert, sevinciyle mesrur, elemiyle mü­teel­lim olmuşlardı.
Dalga dalga geçen alaylar, taburlar arasında, Ebû Süf­yan, olanca dikkatiyle Hz. Re­sû­lul­lah’ı arıyordu. Her alay, her kol geçtiğinde Hz. Abbas’a, “Muham­med (a.s.m.) geçti mi?” diye soruyordu. Onun geçişinin bir başka azamette, ih­tişamda olacağını biliyordu.
Nihayet, Resûl-i Kibriya Efendimizin arasında bulunduğu, tepeden tırnağa silahlanmış alay geliyordu. Kâinatın Efendisi, kendisine mahsus azamet, hey­bet ve vakarı ile devesi Kas­vâ’nın üzerindeydi. Etrafını ensar ve muhacirler al­mıştı. Sancağı, ensardan Sa’d b. Ubâde Hazretlerinin elindeydi. Ebû Süfyan’ın önünden, tüy­lerini ürpertircesine, tir tir titretircesine geçiyorlardı.
Ebû Süfyan, olanca merakıyla, “Sübhanallah! Kimdir bunlar ey Abbas?” di­ye sordu.
Hz. Abbas, “Re­sû­lul­lah! Etrafındakiler ise, ensar ve muhacirler!” diye cevap verdi.[53]
Ebû Süfyan’ın dehşeti daha da arttı, ürpermesi kat kat yükseldi; kendisini tutamayarak, “Kardeşinin oğluna ne kadar büyük bir saltanat verilmiş; hiçbir hükümdarda gör­mediğim bir saltanat!” dedi.
Hz. Abbas, “Bu saltanat değil, peygamberliktir!” diye tas­hih etti.
Ebû Süfyan da, “Evet, peygamberliktir!”[54]diyerek kanaatini düzeltti.
Ebû Süfyan, artık bu haşmetli, nurani, bir tek kalp halinde çarpan, tek el ha­lin­de kalkan, tek ses halinde yükselen orduya kimsenin kolay kolay karşı ko­ya­mayacağını, bunun kendilerinin de haddi olmadığını iyice anlamıştı: “Ey Ab­bas! Ben şu âna kadar böyle bir ordu, böyle bir cemaat görmedim!”
Bundan sonradır ki Mekkeli müşriklere hem haber ver­mek, hem de karşı koymak gibi bir basiretsizliğe teşebbüs etmelerine mani olmak ve bu hususta nasihatte bulunmak üzere Ebû Süfyan’ın Mekke’ye gitmesine müsaade edildi.[55]

Ebû Süfyan, Mekke’de

Ebû Süfyan, süratle Mekke’ye vardı, Müslüman olduğunu açıkladı; “Ey Ku­reyşliler! İşte, Muhammed! Karşı koyamayacağınız kadar büyük bir orduyla yanıbaşınıza gelmiş bulunuyor! Müslüman olunuz da selamete eriniz!” dedi;[56]sonra da, “Kim, Ebû Süfyan’ın evine girer sığınırsa, o emindir! Kim, evine girip kapısını üzerine ka­parsa, o emindir! Kim, Mescid-i Haram’a girer sığınırsa, o emindir!” diye olanca sesiyle bağırdı.[57]
Fakat müşrik ileri gelenleri, hatta karısı Hind, bu davranışı karşısında Ebû Süfyan’a hakaret etti; hatta Safvan b. Ümeyye, İkrime b. Ebî Cehil gibileri, halkı Resûl-i Ekrem’e karşı çıkmak için kışkırtmaya bile kalkıştılar. Fakat halk, bu hararetli müşriklerin sözlerine iltifat etmedi ve Ebû Süfyan’ın tavsiyesi üzerine kimisi evine girdi, kimisi de Mescid-i Haram’a sığındı.[58]

Mekke’ye Giriş Hazırlığı

İslam ordusu, Mekke’ye girmeden evvel, son defa Zîtuva vadisinde top­lan­dı. Peygamber Efendimiz ve ashab-ı kiram­ın sevinçleri etrafa dalga dalga yayı­lı­yordu. Yüzlerinde tebessüm, gönüllerinde ferah ve sürur vardı.
Peygamber Efendimiz, devesi Kasvâ’nın üzerindeydi. Kendisine bu müba­rek ve muazzam günü gösteren Cenab-ı Hakk’a sonsuz hamd ve şükrünü tak­dim ediyordu.
Tevâzu ve mahviyetinden mübarek başını öne eğmişti. Öylesine ki nere­deyse mübarek sakalının ucu devesinin semerine değiverecekti.[59]Bu haliyle, önünde eğilecek tek Zâtın sadece kâinatın yaratıcısı Cenab-ı Hak olduğunu bü­tün insanlığa ilan ediyordu; aynı zamanda, ashabına da, muvaffakiyeti ve­renin sadece Yüce Allah ol­du­ğunu, insanların ise muvaffakiyetin sebeplerini hazır­lamakla vazifeli bulunduklarını ders veriyordu!

Pey­gam­be­ri­mizin Mekke’ye Girişi

Pey­gam­be­ri­miz, Mekke’ye girmek için ordusunu dört kola ayırdı:
Sağ kol... Kumandan, “Seyfullah” unvanının sahibi Hz. Hâ­lid b. Velid’di. Mekke’ye aşağı taraftan girecekti.
Sol kol... Kumandan Hz. Zübeyr b. Avvam idi. Şehre yukarıdan, Küdâ deni­len mevkiden girecekti.
Üçüncü kol Sa’d b. Ubâde kumandasındaydı ve ensar birliklerinden iba­retti. Seniyye tarafından şehre girecekti.
Piyade birliklerinden meydana gelen dördüncü kola Ebû Ubeyde b. Cerrâh kumanda ediyordu. O da, Mekke’nin üst tarafından ilerleyecekti.[60]
Peygamber Efendimiz, kumandalara şu emri verdi:
“Size karşı konulmadıkça, size saldırılmadıkça, hiç kimseyle çar­pış­maya girmeyeceksiniz, hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz!”[61]
Bu emirden bazı kimseler müstesna kılındı. Bunlar, görüldükleri yerde, Kâ­be’nin örtüsü altına iltica etmiş olsalar dahi öldürüleceklerdi. Onlar da şun­lardı:
İkrime b. Ebî Cehl, Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh, Hab­bâr b. Es­ved b. Mut­tâlib, Hüveyris b. Nukayz, Mıkyes b. Su­bâbe el-Leysî, Abdullah Hilâl b. Hatal, Hind binti Utbe b. Rebîa, Şarkıcı Sâre, Ku­reyne ve Ernebe.[62]
Bunlar, irtikap ettikleri suçlar, irtidat, İslam’a ve Müslümanlara aşırı düş­manlık, işkence, katl, Re­sû­lul­lah’ı ve Müslümanları küstahça hicvetme gibi affa sığmayacak suçlardı.
Kabe
Kabe

Kollar Mekke’ye Girerken...

Takvim yaprağı, Hicret’in 8. yılı Ra­mazan ayının 1on üçü, Cuma gününü gösteriyordu. Gün, henüz yeni ağarmıştı.
Peygamber Efen­dimiz, devesi Kasvâ’nın üzerin­deydi. Mübarek ba­şında Ye­men işi si­yah bir sarık vardı. Sarığın bir ucunu iki omu­zu­nun arasına Salı­ver­mişti. Bu haş­met ve vakar içinde mübarek beldeye gi­riyordu. Bir taraftan, Al­lah’ına, kendisine bu günü gösterdi­ğinden do­layı hamdediyor, minnet ve şük­rünü arz ediyor, diğer taraftan da fethi iki sene ev­velinden haber verip müj­de­leyen Fetih Suresi’ni okuyordu. Bu, kendileri için, ashabı için en mesut, en se­vinçli anlardan biriydi.
Dillerde acı söz yok, kalpleri fetheden tatlı sözler vardı. Simalar­dan tebes­sümler damlıyordu.
Mücahitlerde büyük zaferlerin, muhteşem fetihlerin ver­diği kendini kaybe­diş yoktu. Nefislerine, kalp, ruh ve dillerine hâkimiyet vardı.

Sa’d b. Ubâde’nin Azledilmesi

Bir ara baş döndürücü zaferin havasına gayriihtiyarî ken­disini kaptıran üçüncü kol kumandanı Hz. Sa’d b. Ubâde, ağzından, “Bugün büyük savaş gü­nüdür. Kâbe’de vuruşmanın helâl olacağı gündür!”[63]diye bir söz kaçırdı.
Durum, derhal Hz. Resûl-i Ekrem’e bildirildi. Bu söz, Mekke’ye harpsiz, kan akıtmaksızın girmek isteyişin mana ve ruhuna zıttı. He­men sancağın Sa’d Hazretlerinden alınıp oğlu Kays’a verilmesini emir buyurdular.[64]

Hâlid b. Velid Koluna Taarruz

İslam ordusu, Peygamber Efendimizin emri gereğince hiç kimseye kılıç kal­dırmadan edep ve hürmet içinde Mekke’ye dalga dalga giriyordu.
Ancak bu arada, Hâlid b. Velid Hazretlerinin kumandanlık ettiği kola bir ta­arruz oldu. Taarruz, İkrime b. Ebî Cehil, Saf­van b. Ümey­ye gibilerle, topla­dık­ları halktan bazıları tarafından yapılmıştı.[65]
Hz. Hâlid, önce karşılık vermek istemedi. Çünkü emir bu meyandaydı. An­cak müşriklerin saldırıyı hızlandırıp mücahit­leri ok yağmuruna tuttuklarını gö­rünce, vuruşmaya müsaade etti. Müşrikler kaçmaya mecbur bırakıldılar. Çar­­pışmada iki mücahit şehit düştü, müşriklerden ise on üç kişi öldürüldü. Du­­rum, Hz. Resûl-i Ekrem tarafından öğrenildi. Hz. Hâlid, huzuruna çağırıldı. Müşriklerin Müslümanlara saldırdıklarını, mücahitlerin ise sadece kendilerini müdafaa etmek zorunda kaldıklarını Hz. Hâ­lid’­den öğrenince “Allah’ın hükm ve takdir ettiğinde hayır vardır”[66]buyurdular.
Bundan başka on bin kişilik muazzam İslam ordusu Mekke’ye girerken hiç­bir çarpışma olmadı ve Müslümanlar silahlarını kullanmadılar.
Bu arada, kanı heder edilenlerden ve nerede görülürlerse görülsünler öldü­rüleceklerden birkaç kişi ele geçirildi ve öldürüldüler. Bunların birkaçı önce Müslüman olup sonra da irtidat eden kimselerdi. Abdullah b. Hatal ve Mık­yes b. Subâbe, bunlardan ikisiydi. Kanı heder edilip ele geçirildikten sonra öldürü­len diğerleri ise Hâris b. Tu­ley­tıla, Hüveyris b. Nukayz ve Sâre idi. Bunların hepsi Pey­gam­be­ri­miz henüz Mekke’deyken kendilerine en ağır eziyet ve haka­rette bulunan kimselerdi. Yakalanıp öldürülmeleri emrolunan diğer müşrikler ise, her biri başka başka yerlere kaçmışlardı.

Emanın İlânı

Peygamber Efendimiz, Mekke’ye girer girmez halka eman verdiğini ilan et­ti:
“Kim Ebû Süfyan’ın evine sığınırsa, ona eman verilmiştir. Kim elinden sila­hını bırakırsa, ona eman verilmiştir. Kim evine girer, kapısını kapatırsa, ona da eman verilmiştir.”
Bunun üzerine müşriklerden bir kısmı evlerine, diğer bir kısmı da Ebû Süf­yan’ın evine sığındı.

Pey­gam­be­ri­miz, Kâbe-i Muazzama’da

On bini aşkın İslam ordusu, Mekke’ye girmişti. Fakat Mekke sâkin ve âsûde bir gün yaşıyordu. Herkes bir emniyet içinde idi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Kasvâ’nın üzerinde, terkisinde Üsame b. Zeyd, sa­ğında Hz. Ebû Bekir, etrafında muhacir ve ensar topluluğu olduğu halde Kâ­be-i Muazza­ma’­ya doğru ilerliyordu. Davasını ilana başladığı ilk gün­den bu gü­ne kadar ve muzafferiyet sonunda hiçbir deği­şik­lik yoktu. Tek başına İslam ve imanı tebliğ ederken de mütevazı, mahviyetkâr, affedici ve merhametli idi, o gün de... Birkaç kişinin gönlünde yer tutmuşken nasıl âli­ce­nab, şefkatli, mü­tevazı ve afüvkâr idiyse, şimdi on bin­le­rin gönlünde taht kurmuşken de yine bu vasıflarından zer­re kaybetmemişti.
İşte Efendimiz bu tevâzu, mahviyet, Allah’a minnet ve şükran hisleriyle do­lu bir manzara içinde Harem-i Şerif’e girdi. Müslümanlar da akın akın mu­azzam mâbede doğru akıyorlardı. Resûl-i Kibriya tekbir getirince, Müslüman­lar da hep bir ağızdan “Allahü Ekber! Allahü Ekber!” diyerek Mekke ufukla­rını bu kutsî sadâ ile çınlattılar. Bu ulvî sadâya, bu mübarek beldenin dağı, taşı “Allahü Ekber! Allahü Ekber!” diyerek karşılık veriyordu.

Kâbe’yi Tavaf

Resûl-i Kibriya, binlerce sahabe arasında devesi Kas­vâ’­nın üzerinde Kâbe’yi tavafa başladı. Peşini ashab-ı kiram takip etti. Tavafın her devresinde ellerin­deki değnekle Ha­ce­rü’l-Esved’e işaret ederek onu istîlâm ediyordu.[67]Tavafın yedinci devresinden sonra Kasvâ’dan indi. Makam-ı İbrahim’e varıp orada iki re­kât namaz kıldı. Sonra da zemzem kuyusuna vararak ondan hem su içti, hem de abdest aldı. Bunu Safâ tepesine çıkışları takip etti. Oradan etrafa baktı ve ken­­­disine bu muazzam günü gösteren Yüce Allah’a bir kere daha minnet ve şükranlarını takdim etti.
Bu sırada Medineli Müslümanlardan bazılarının iç âleminde bir endişe uyandı. Bu endişeyi, “Cenab-ı Hak, Resûlüne yurdunun fethini nasip etti. Ar­tık burada oturur kalırlar mı dersiniz?” diyerek izhar ettiler.
Duasını bitiren Fahr-i Âlem Efendimiz, ne konuştuklarını sordu.
Onlar, “Bir şey yok yâ Re­sû­lal­lah!” dediler.
Sorusunu birkaç sefer tekrarlayıp aynı cevabı alan Peygamber Efendimize, o sırada vahiyle ensarın konuştukları haber verildi.
Bunun üzerine, “Ben, sizin söylediğiniz şeyden Allah’a sığınırım! Bilin ki be­nim hayatım sizin hayatınızla, ölümüm de sizin ölümünüzledir!”[68]diye bu­yur­dular.
Bu hitap karşısında ensar gözyaşları arasında Fahr-i Kâinat’ın çevresinde toplanıp gönlünü almaya çalıştılar.
“Vallahi” dediler. “Biz bunları, Allah ve Resûlüne olan muhabbetimizden dolayı söylemiştik, başka bir maksatla değil!”[69]

Ebu Süfyan ve Fadale’nin İçlerinden Geçirdikleri

Peygamber Efendimizin ve Müslümanların Kâbe’yi tavaf ettikleri bir sıra­daydı.
Ebû Süfyan da Mescid-i Haram’ın bir köşesinde oturup düşünceye dalmıştı. Şeytan zihnini kurcalıyor ve birtakım sinsi vesveseler telkin ediyordu. Resûl-i Ekrem önünden her geçtikçe o, “Acaba bir daha asker toplasam, şu adamla (!) bir daha çarpışsam ne olur?” diye içinden geçiriyordu.
Tam bu sırada Resûl-i Kibriya Efendimiz, gelip başucuna dikildi ve “O za­man da yine Allah seni hakir eder!” bu­yurdu.
Ebû Süfyan, şimşek gibi çakan bu söz karşısında daldığı derin düşünceden sıyrıldı. Başını kaldırıp baktığında Peygamber Efendimizi yanıbaşında gördü. Şa­şırdı, titredi. Sonra da Allah’a tevbe ve istiğfarda bulunarak, “Vallahi, sen Re­­sû­lul­lah’­sın!” dedi.[70]
Fudâle b. Umeyr ise, Pey­gam­be­ri­mizi tavaf sırasında öldürmek niyetiyle göz­lüyordu. Bir ara bu niyetle fazlasıyla yaklaşan Fa­dale’ye, Resûl-i Ekrem ani­den dönüp, “Sen Fadale misin?” diye sor­du.
Fadale, şaşkınlık içinde, “Evet, yâ Re­sû­lal­lah!” dedi.
Pey­gam­be­ri­miz, “İçinden ne geçiriyor, ne düşünüyorsun?” dedi.
Fadale, “Hiçbir şey düşünmüyor, sadece Allah’ı anmakla meşgul bulunu­yor­dum!” diye cevap verince Resûl-i Ekrem, “Allah’tan af ve mağrifet dile ey Fa­dale!” dedi, sonra da elini Fadale’nin göğsüne koyarak onun için dua etti.
Bu mucize karşısında Fadale kötü niyetinden vazgeçti ve yumuşayan kal­biyle birlikte imanı da karar kıldı. Resûl-i Kibriya’nın bir tek nurani tebessümü düşmanlıkları dostlukları döndürüyor, katı kalpleri balmumu gibi yumuşatı­yor­du.
Fadale, o ânı, “Vallahi, göğsümden elini kaldırdığı zaman, bana ondan daha sevimli ve sevgili hiçbir şey yoktu!”[71]diyerek tasvir eder.

Putların Yıkılışı!

Ku­reyş müşrikleri, Kâbe’nin çevresine 360 put dikmişler­di. Bu putlar, kur­şunla yerlerine perçilenmiş bulunuyordu.[72]
Tebliğ ettiği “tevhid” inancıyla akıl, ruh ve kalplerdeki putları yıkıp, bin­lerce insanı getirdiği nurun etrafında per­vane gibi döndüren Resûl-i Kibriya Efendimiz, şimdi de tev­hid inancına uygun bina edilmiş olan Kâbe’yi asli­ye­ti­ne kavuşturmak için putlardan temizlemeye başlıyordu.
Elindeki asâyla putlara birer birer işaret ederek,
“Hak geldi, bâtıl zâil oldu. Ger­çekten bâtıl, daima yokluğa mahkûmdur”[73]ayetini okudu. İşareti alan her put yere düştü. Putun yüzüne işaret ettiyse arkasına düşer, arkasına işaret ettiyse yüzüstüne düşerdi. Böylece Kâbe içinde ve çevresinde yere yuvarlanmayan hiç­bir put kalmadı.[74]

Kâbe’de Ezan!

Öğle namazı vakti girmişti.
Nebiyy-i Ekrem Efendimizin emriyle, Hz. Bilâl, Kâbe’­nin üzerine çıkarak ezan okumaya başladı.
İmanlı gönüllerde sevinç ve canlılık, imansız gönüllerde ise üzüntü ve yıkı­lış vardı. Seneler önce boynuna ip takıp sokak sokak dolaştırdıkları, akla gel­me­dik eziyet ve işkencelere maruz bıraktıkları köle Hz. Bilâl, şimdi Kâbe’­nin üze­rinde gür sesiyle şirk ehlini çatlatırcasına tevhidi ilan ediyordu. Onunla be­ra­ber adeta dağ taş da “tev­hid-i İlâ­hi”yi kendilerine mahsus dillerle haykırı­yor­lardı.
Bu müstesna manzara karşısında azılı müşrikler kahroluyorlardı. O sırada Ku­reyş reislerinden Ebû Süfyan, Attâb b. Esîd ve Haris İbni Hişam, aralarında konuştular.
Attab, “Pederim Esid bahtiyar idi ki bu günü görmedi!” dedi.
Haris, “Muhammed, bu siyah kargadan başka adam bulamadı mı ki müez­zin yapsın?” diye konuşarak Hz. Bilâl-i Habeşî’den tahkirle söz etti.
Ebû Süfyan ise, ağzından tek kelime kaçırmadı ve:
“Ben, korkarım, bir şey demeyeceğim! Kimse olmasa bile, şu ayağımızın al­tındaki kumlar ve taşlar ona haber verir; o da bilir!”[75]diye konuştu.
Gerçekten de, az sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz onlarla karşılaştı ve ko­nuştuklarını harfiyyen söyledi. O vakit, Attab ve Haris, şehâdet getirip Müs­lüman oldular.[76]
Ebû Süfyan ise, “Yâ Re­sû­lal­lah! İyi ki ben bir şey söylemedim!” de­di.
Resûl-i Ekrem Efendimiz bu söze tebessüm buyurdu.
Bütün bu olup bitenler, Mekke halkı üzerinde derin bir te­sir bırakıyordu. Gö­nüllerini İslam’a ısındırıyor, Hz. Re­sû­lul­lah ve ashab-ı kirama besledikleri kin ve adavetlerinin erimesine sebep oluyordu.

Pey­gam­be­ri­mizin Kâbe’ye Girmesi

Resûl-i Ekrem, Osman b. Talha’ya haber göndererek Kâ­be’­nin anahtarını ge­tirmesini emretti. Annesinin, anahtarı vermemek hususundaki şiddetli ısra­rına rağmen Osman b. Talha anahtarı alıp getirdi.
Kâinatın Efendisi, yanında Hz. Bilâl, Üsame b. Zeyd ve Osman b. Talha (r.a.) olduğu halde Kâbe’ye girdi.[77]İçerideki suret ve putların temizlenmesi için daha önce emir buyurmuşlardı; ancak henüz onlardan eser vardı. Bir emir­le bu izlerin de silinip her tarafın tertemiz edilmesini is­tedi.
Bir müddet Kâbe’nin içinde kaldıktan sonra dışarı çıktı. O sırada hemen he­men bütün Mekke halkı Mescid-i Haram’ın etrafında toplanmış, haklarında verilecek hükmü merakla bekliyorlardı.
Acaba, Resûl-i Kibriya, onların kendisine revâ gördükleri gibi yüzlerine iş­kembe mi atacaktı? Yollarına dikenler döküp üzerinden mi yürütecekti? On­lara, akla gelmez eziyet ve hakaretlerde mi bulunacaktı? Onların, sahabelerine yaptıkları gibi boğazlarına ip takıp sokak sokak mı dolaştıracaktı? Kızgın kum­la­rın üzerine yatırıp onlara işkence mi yapacaktı? Onları aç susuz mu bı­ra­ka­caktı? Yurtlarından mı çıkaracaktı?
Hayır, kâinatın vücut bulmasına sebep olan ve âlemlere rahmet olarak gön­derilmiş bulunan o şanlı Resûl, bunların hiçbirini yapmadı.

Fetih Hutbesi

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Kâbe-i Muazzama’nın kapısında durdu. Mübarek yüzünde beliren tatlı tebessümleriyle halka bakıyordu. Allah’a hamd ve senâ­dan sonra şu hutbeyi irad etti:
“Allah’tan başka ilâh yoktur, yalnız O vardır; O’nun şeriki yoktur.
“O, vaadini yerine getirdi; kuluna yardım etti, (aleyhinde) toplanan düş­manları tek başına perişan etti.
“Bilmelisiniz ki Câhiliyye devrine âit olup, iftihar vesilesi yapılıp gelinen her şey, kan, mal davaları... Bunların hepsi bugün, şu ayaklarımın altında kal­mış, ortadan kaldırılmıştır.
“Bütün insanlar Âdem’den (a.s.), Âdem de topraktan yaratılmıştır.
“Ey insanlar! Sizi, bir erkekle bir dişiden (Âdem ile Havva’dan) yarattık. Hem de sizi soylara ve kabilelere ayırdık ki birbirinizi tanıyasanız. Biliniz ki Allah katında en iyiniz, takvası en ziyade olanınızdır (şeref, soy, sop ve ne­seb­ce en üst olanınız değildir). Şüphe yok ki Allah Alîm’­dir [her şeyi bilen­dir], Habîr’dir [her şeyden haberdardır]!” (Hucurat, 13)[78]

Umumî Af

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu hitabesinden sonra, halka, “Ey Ku­reyş toplu­luğu! Şimdi hakkınızda benim ne yapacağımı tahmin edersiniz?” diye sordu.
Ku­reyş topluluğu, “Sen, kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyi­lik sahibi bir kardeş oğlusun! Ancak bize hayır ve iyilik yapacağına inanırız” dediler.
Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz şöyle konuştu:
“Benim halimle sizin haliniz, Yusuf’un (a.s.) kardeşlerine dediğinin tıpkısı olacaktır.[79]
“Yusuf’un (a.s.) kardeşlerine dediği gibi ben de diyorum: ‘Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah, sizi bağışlasın. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir!’ (Yusuf, 92).
“Gidiniz, sizler serbestsiniz!”[80]
Affedişlerin en makbulü muktedirken affetmek, iyiliklerin en güzeli ise kö­tülüklere karşı yapılandır. Merhametlerin en üstünü kendisine acımayanlara acımak, şefkat etmek ve merhamette bulunmaktır. İşte, Kâinatın Efendisi bunu yapıyordu! Çünkü o, Cenab-ı Hak’tan dersini şöyle almıştı:
“Affı (öne) al, iyilikle emret ve câhillerden yüz çevir!”[81]
O anda Ku­reyşliler boynu bükük, elleri yanlarına düşmüş bir vaziyette Hz. Re­sû­lul­lah’ın huzurunda bekliyorlardı. İsteseydi, tek ferdi kalmamak üzere hepsini, geçmişte yaptıkları zulüm, kötülük ve eziyetlerden dolayı kılıçtan ge­çirebilirdi yahut hepsine köle muamelesinde bulunabilirdi; bunun yanında, mallarına mülklerine el koyup, onları yurtlarından da sürgün edebilirdi!
Ama, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efen­dimiz, yukarıda sözü edilen davranışların hiçbirine teşebbüs etmedi. Zira, onun tek gayesi, gö­nüllerde İlâhî meş’alenin yakılmasıydı. Bu müstesna davranışıyla da bu ulvî gayesine en büyük hizmeti ifa etti. Onun böylesine mer­hametli davranışı, affe­diciliği, âlicenablığı karşısında bütün Ku­reyş kin ve düşmanlık duygularını terk ederek, İslam’­ın tertemiz saadet deryasına kavuştu.
Tarih, böylesine muazzam ruhî ve fikrî inkılâba ilk defa şahit oluyordu.

Fetihten Sonra Hicretin Kaldırıldığı

Mekke’nin fethedildiği gün idi.
Abdurrahman b. Safvan, babasını alıp Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna getirdi.
“Yâ Re­sû­lal­lah, babam hicret etmek üzere bîat edecektir” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Mekke’nin fethinden sonra artık hicret kalkmış­tır” buyurdu.
Ne var ki Abdurrahman, babasının muhacir vasfının mânevî mükâfatından nasiptar olmasını istiyordu. Bunun için gidip, Pey­gam­be­ri­mizin çok sevdiği ve hatırını saydığı amcası Hz. Abbas’a başvurdu. Bu hususta şefaatçi olmasını di­ledi.
Abdurrahman’ın ricasını kabul eden Hz. Abbas, “Yâ Re­sû­lal­lah! Sen be­nimle filan arasındaki dostluğu biliyorsun. Babasını hicret bîatı yapmak üzere size getirmiş, ka­bul buyurmamışsınız” dedi.
Arabistan müşriklerinin yegâne kalesi olan Mekke artık fethedilmişti. İsla­miyet bununla büyük bir kuvvet kazanmıştı. Müslümanlar da dinlerini istediği gibi, istedikleri yerde yaşama durumunu elde etmişlerdi. Bu sebeple Peygam­ber Efendimiz, “Hicret müessesesi”ni kaldırmaya karar vermişti. Bundandır ki çok sevdiği ve fazlasıyla hür­met duyduğu amcasının bu arzusuna da müspet cevap ver­medi ve “Hicret için bîat yapmak artık yoktur!” buyurdu.[82]
Resûl-i Ekrem Efendimizin kaldırdığı hicret, İslam’ın serbestçe yaşanabil­diği, ahalisi Müslüman olan bir beldeden İslam’ın bir başka beldesine hicretti. Daha hususî manasıyla, Peygamber Efendimizin sağlığında Mekke-i Mükerre­me ve çevresinden, Medine-i Münevvere’ye olan hic­retti.[83]

Pey­gam­be­ri­mizin İkinci Hutbesi

Resûl-i Ekrem Efendimiz, fethin ikinci günü, öğle namazından sonra Kâbe ka­pısı merdivenine çıkıp, arkası Kâbe’ye dayalı bir halde Allah’a hamd ve se­nâda bulunduktan sonra halka şöyle hitap etti:
“Ey insanlar!
“Şüphesiz, Allah, göklerle yeri, güneş ile ayı yarattığı gün Mekke’yi haram ve dokunulmaz kılmıştır; kıyamet gününe kadar da haram ve dokunulmaz olarak kalacaktır.
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kimse için, Mekke Hareminde kan dök­mek, ağaç kesmek helâl olmaz! Mekke’de kan dökmek benden önce hiçbir kim­seye helâl olmadığı gibi, benden sonra da hiçbir kimseye helâl olmayacak­tır!
“Bu söylediklerimi burada dinleyenler, hazır bulunmayanlara duyursun!
“...
“Şu bulunduğum andan itibaren kim öldürülürse, öldürülenin ailesi için şu iki şeyden birini tercih etmek hakkı vardır: Ya öldürenin kısas olarak öldürül­mesini ya da öldürülenin diyetini, kan bedelini ister.
“Muhakkak ki insanların Cenab-ı Hakk’a karşı en hürmetsizi, en taşkını ve azgını, Allah’ın Hareminde adam öldüren, yahut kendi katilinden başkasını öldüren, veya Câhiliyye intikamını almak için adam öldürendir.
“İslam’da, insanın babasından veya baba tarafından akrabasından başka­sı­na intisab etmesi diye bir şey yoktur. Doğan çocuk, döşeğin sahibine âittir.
“İddiasını ispatlamak için delil getirmek davacıya, yemin de inkâr edene düşer!
“İslamiyette, ne Câhiliyyet anlaşması vardır, ne de fetihten sonra hicret! Fa­kat cihat ve cihada niyet vardır.
“Müslüman, Müslümanın kardeşidir; bütün Müslüman­lar kardeştirler. Müs­lümanlar, kendilerinden olmayanlara (düşmanlara) karşı tek bir eldirler, el birliğiyle harekete ederler!
“...
“Müslümanların kanları birbirine eşittir. Zimmetlerini, onların en hafifleri, en uzaktakileri bile yerine getirme gay­retini gösterirler.
“İyi bilmelisiniz ki ne bir kâfir için bir mü’min, bir Müslüman öldürülür, ne de onlardan taahhüd sahibi olanlar, taah­hüdlerinden do­layı harbî olan kâfirler için öldürülürler.
“İslam’da, değiş tokuş yoluyla mehirsiz evlenme yoktur.
“Kadın, ne halasının, ne de teyzesinin üzerine nikâhlanıp bir araya getirile­bilir.
“Kocasının izni olmadıkça, kadının onun malından bir şey dağıtması, ver­mesi helâl ve câiz değildir.
“Kadın, yanında bir mahremi bulunmadıkça üç günlük yola gidemez.
“İyi biliniz ki vâris için vasiyete lüzum yoktur. Ayrı din sahipleri birbirle­rine vâris olamazlar.
“Parmakların her birisinde diyet, onar onar devedir. Kemiği görünen derin yaralardan her birisinde diyet, beşer beşer devedir.
“Sabah namazı kılındıktan sonra güneş doğuncaya kadar başka namaz kı­lın­maz. İkindi namazından sonra güneş batıncaya kadar da bir başka namaz kı­lınmaz.
“Sizi, iki günün orucundan nehyederim: Biri Kurban Bayramı günü, diğeri de Ramazan Bayramı günü orucudur.
“Ben size ancak anlayacağınız, tutacağınız yolu gösterdim!”[84]

Sikâye ve Hicâbe Vazifelerinin Aynı Ellerde Bırakılması

Resûl-i Ekrem, Fetih Hutbesi’nde Sikâye ve Hicâbe hizmetleri dışında ka­lan, Câhiliyye devresine âit bütün iş, muamele ve davaların ortadan kaldırıldı­ğını beyan buyurmuştu.
Hacılara su dağıtma vazifesi olan Sikâye, o sırada Pey­gam­be­ri­mizin amcası Hz. Abbas’ın uhdesinde idi.
Kâbe’ye hizmet vazifesi olan Hicâbe ise, Osman b. Talha’­da bulunuyordu.
Hz. Abbas, Pey­gam­be­ri­mize müracaat ederek, bu iki vazifenin de kendile­rine verilmesini istedi. Ancak Resûl-i Ekrem, eskiden olduğu gibi sadece Sikâye vazifesinin ken­di­lerinde kalmasını uygun gördü.
Resûl-i Kibriya, Kâbe’nin anahtarını elinde tutuyordu. Birçok Müslüman bu şerefli vazifeyi üzerine almak arzusunu taşıyordu. Fa­kat Efendimiz, Osman b. Tal­ha’yı huzuruna çağırdı ve “Şüphe yok ki Allah size emanetleri ehil (ve er­bab)ına vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmey­le­me­nizi emreder” meâlindeki ayet-i kerimeyi okuduktan sonra, “Ey Osman! İş­te anah­tarın, al! Bugün, iyilik ve ahde vefa günüdür!”[85]dedi ve Kâbe’­nin anahtarını yine ona teslim etti.[86]
Osman b. Talha anahtarı alıp giderken, Resûl-i Ekrem, “Sana za­manında söy­lemiş olduğum şey, vuku bulmadı mı?” diye sordu.
Hz. Osman b. Talha, aralarında geçen hadiseyi hatırlayarak Re­sû­lul­lah’ı tas­dik etti.
“Evet, şehâdet ederim ki sen, şüphesiz Allah’ın Resûlüsün!”[87]
Peygamber Efendimizin, Osman b. Talha’ya hatırlatmak istediği hadise şuy­du:
Hicret’ten önceydi. Osman b. Talha henüz Müslüman olmamıştı. Pey­gam­be­ri­miz bir gün Kâbe’ye girmek istemiş, fakat Osman b. Talha buna mani ol­muştu. Mani olmakla da kalmamış, Efendimize kaba, katı ve nâhoş davran­mıştı. Resûl-i Ekrem ise, bundan dolayı asla hiddete kapılmamış ve is­tikbâl semâlarında İslam’ın gür sedasının pek yakında hâkim olacağını görür gibi sü­kûnet ve mülâyim bir eda ile “Ey Osman! Ümit ederim ki bir gün gele­cek sen, beni, bu anahtarı elde etmiş ve istediğim yere koymakta, arzu ettiğim kim­seye vermekte serbest olacağım bir mevkide bulursun!” demişti. Osman b. Talha, “O zaman Ku­reyş kuvvetten düşmüş, yok olmuş demektir!” cevabını verince de, Pey­gam­be­ri­miz, “Hayır, ey Osman! Asıl o gün Ku­reyş hakikî kuv­vet ve şe­refe kavuşacaktır!”[88]buyurmuştu.

Mekkelilerin Pey­gam­be­ri­mize Bîatı

Resûl-i Kibriya Efendimiz, umumî af ilan ettikten sonra, Safâ tepesine çıkıp orada Ku­reyşlilerin bîatını kabul etti. Seneler önce aynı tepede peygamberli­ğini açıktan ilan edip muhalefetle karşılaşırken, şimdi aynı tepe üzerinde aynı kimselerden İslamiyet üzere bîat alıyordu.
Erkeklerin Allah’a iman, Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve Muham­med’in (a.s.m.) O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ederek İslamiyet ve cihat üzerine yaptıkları bîatı, kadınların bîatı takip etti.

Kadınların Bîatı

Kadınlar, “Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, kız ço­cuklarını öldürmemek, zina etmemek ve iffetini korumak, herhangi bir iyilik hususunda Allah Resûlüne isyan etmemek”[89]üzere Peygamber Efendimize bîatta bulundular.
Kadınlar taifesinin başında, Hz. Ali’nin hemşiresi Hz. Üm­mühanî, Âs b. Ümeyye’nin kızı Ümmü Habibe, Attab İbni Esid’in ha­laları Erva, Ebû Âs kızı Âtika, Hâris b. Hişam’ın kızı ve Ebû Cehil’in oğlu İkrime’nin karısı Üm­mü Ha­kim, Hâlid b. Velid’in kız kar­deşi Fâtıma gibi Ku­reyş kadınlarının meşhurları bulunuyordu. Aralarında Resûl-i Ekrem’in haklarında “Nerede görülürse gö­rülsünler öldü­rü­l­sün­ler” diye buyurduklarından biri olan, Ebû Süf­yan’­ı­n karısı Hind de vardı. Tanınmamak için kıyafet değiş­tire­rek kadınlar arasına katıl­mış­tı. Geçmişte, Pey­gam­be­ri­mize ve Müslümanlara karşı giriştiği hareketler­den piş­man­lık duyar hali vardı. Yaptığı her şeye rağmen, Kâi­na­tın Efendisi, İslami­yetle şereflendiğini duyduğu Hind’i af­fet­ti ve onun da bîatını kabul etti.

Ebû Kuhâfe’nin Müslüman Olması!

Saadete kavuşan insan, sevdiklerinin de kendisiyle aynı saadet lezzetini pay­­laşmasını gönülden arzu eder. Bu, insanoğlunun mahiyetinde var olan bir duy­gudur.
Hz. Ebû Bekir, iman edip bu saadeti yaşayanlardan biri idi. Ama babası Ebû Kuhâfe henüz bu saadetten mahrumdu. Mes’­ud oğul, ba­basının da bu nimeti, bu huzur ve saadet lezzetini kendisiyle pay­laşmasını istiyordu. Bu maksatla elinden tutarak onu Efendimizin huzuruna getirdi.
“Beni Rabbim terbiye etti. O ne güzel bir terbiyedir!” bu­yurarak Cenab-ı Hakk’ın müstesna terbiyesi altında ahlâken kemâle erdiğini ifade eden Ne­biyy-i Muhterem Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’in ihtiyar babasını alıp yanına ge­tirmesinden müteessir oldu ve “İhtiyara, getirme zahmeti vermeseydin de, onu evinde ziyaret etseydik, olmaz mıydı?” buyurarak nezaket ve tevâzuunu izhar etti.
İlâhî terbiyeyle yetişen kaynaktan ders alan Hz. Ebû Bekir ise, “Yâ Re­sû­lal­lah! Senin onun yanına gitmenden, onun senin yanına gelmesi daha muvafık­tır!” dedi.
Bu kısa konuşmadan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, mübarek ellerini âmâ Ebû Kuhâfe’nin göğsüne koyup sığa­dıktan sonra, “Müslüman ol, ey Ebû Ku­hâfe!” dedi.
Bu söze muhatab olan Ebû Kuhâfe, derhal Müslüman olup oğlunun saade­tine saadet kattı.[90]

Kanı Heder Edilenlerin Müslüman Olmaları

İslam’ın amansız düşmanlarından, Ebû Süfyan’ın karısı Utbe kızı Hind’in af­fedilmesi, nerede görülürlerse görülsünler öldürülecekler listesine alınanlar için bir ümit kapısı açtı. Vakit geçirmeden onlar da bu ümit kapısından girerek İslamiyetle şereflendiler, Hz. Re­sû­lul­lah’ın geniş affına uğradılar. İkrime b. Ebî Cehil, Abdullah b. Ebî Sarh (irtidat etmişti), Safvan b. Ümeyye, Süheyl b. Amr, Hz. Hamza’nın katili Vahşî, Şâir Abdullah b. Zebarî, Hâris b. Hişam, Enes b. Züneym, bunlar arasında yer alıyorlardı.
Dünya tarihinde acaba, en amansız düşmanlarına karşı böylesine lütufkâr ve merhametli davranıp onları affeden, onlara kalbinde yer verip safına alan bir başka şahsiyete rastlanabilir mi?

Bedevînin Titremesi

Mekke artık fethedilmişti.
Yüzlerde, gönüllerde sevinç vardı. Şehirde müstesna bir bayram havasının neşesi hâkimdi.
Bu sırada bir bedevînin Pey­gam­be­ri­mizin yanına yaklaştığı görüldü. Bir peygamberin karşısında bulunmanın heyecan ve haşyeti altında bedevî tir tir titriyordu.
Durumu fark eden Resûl-i Kibriya, “Ne oluyor sana? Kendine gelsene! Ben bir hükümdar değilim; ben, güneşte kurutulmuş et par­çaları yiyerek geçinmiş olan Ku­reyşli bir kadının oğluyum”[91]buyurdu.
Bu sözleriyle Peygamber Efendimiz, eşsiz bir tevâzu örneği veriyordu. O, hükümdar bir peygamber olmak ile kul bir peygamber olmak arasında mu­hay­yer bırakıldığında da “kul bir peygamber” olmayı tercih etmişti.[92]
Gönül deryasında her zaman hâkim olan, tevâzu idi.
Resûl-i Kibriya’nın bu mübarek sözlerine muhatab olan bedevî, rahatladı ve titremesi geçti.

Bir Adalet Örneği

Mekke fethedilmişti; Resûl-i Ekrem ise, henüz bu mübarek beldeden ayrıl­mamıştı.
Her nasılsa, Mahzumoğulları kabilesinden Fâtıma bint-i Esved adındaki ka­dın, bir hırsızlık yapmıştı. Kadın, itibarlı, soylu biriydi ve Ku­reyş yanında da hatırı sayılıyordu.
Haliyle, Pey­gam­be­ri­miz durumdan haberdar oldu. Hırsızlıkta bulunanın elinin kesileceğini herkes biliyordu. Ama düşünüyorlar ve birbirlerine soru­yorlardı: “Yüksek mev­kiye sahip bu kadının eli nasıl kesilebilir?”
Aile halkı, Fâtıma’nın elini kesmeden kurtarmak için bir ümit ışığı arıyor­lardı; birinin, Hz. Re­sû­lul­lah katında şefaatçi olmasını istiyorlardı. Ne var ki kimse buna cesaret edemiyor­du.
Sonunda, Üsame b. Zeyd Hazretleri bu vazifeyi üzerine aldı. Üsa­me, Pey­gam­­be­ri­miz tarafından fazlasıyla sevilen bir sahabe idi. Bu sevgiye güvenmiş ola­cak ki bu görevi üzerine almaya yanaşmıştı.
Hz. Üsame, kadının affedilmesini dileyince, Resûl-i Ekrem Efen­dimizin rengi birden değişti.
“Sen, kötülüğün önüne geçmek için Allah’ın koymuş olduğu cezalardan bir ce­zanın affedilmesi hakkında mı benimle konuşuyorsun?” diye buyurdu.
Hz. Üsame, üzgün bir eda içinde, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bu uy­gun olmayan hare­ke­timden dolayı Allah’tan affım için dua et!” dedi.
Hz. Üsame’ye dersini veren Resûl-i Ekrem, akşam olun­ca da, aya­ğa kalktı ve Allah’a hamd ve senâda bulunduktan sonra halka dersini şöyle verdi:
“Sizden evvelkileri şu davranışları mahvetmiştir:
“Onlar, asil, soylu birisi hırsızlık ettiği zaman onu serbest bırakırlardı; zayıf, güçsüz birisi hırsızlık edince de ona hemen ceza verirlerdi.
“Muhammed’in varlığı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki Fâtıma bint-i Muhammed, hırsızlık edecek olsaydı, muhakkak onun da elini keser­dim!”
Bundan sonra, kadının elinin kesilmesini emretti. Kadının eli kesildi.
Kadın da güzelce tevbe etti ve evlendi. Ondan sonra sık sık Hz. Âi­şe’nin ya­nına gelir giderdi.[93]
Bu davranışıyla Peygamber Efendimiz, milletlerin bekası için vazgeçilmez bir şart olan adaletin eşsiz bir örneğini ser­giliyordu.

Mekke Çevresinin Putlardan Temizlenişi

Peygamber Efendimiz, Kâbe ve Mekke’nin içini putlardan temizlediği gibi, şehrin etrafındaki putları da yok etmek istiyordu.
Bu maksatla Hz. Hâlid b. Velid’in otuz kişilik bir birlikte Nah­le mev­kiinde bulunan Uzzâ putunu yıkıp parçalamaya gönderdi. Ku­reyş yanında en büyük put sayılan Uzzâ’yı Hz. Hâlid emir gereği gidip yıktı.[94]
Efendimiz, Müşellel adındaki dağın tepesinde bulunan Menat putunu yık­mak için de Sa’d b. Zeyd el-Eşhel’i gönderdi. Menat, Evs ve Hazreç kabileleri­nin putu idi. Emri alan Sa’d b. Zeyd, beraberindeki Müslümanlarla giderek Menat’ı yıkıp geri döndü.
Yine müşriklerin taptıkları meşhur putlardan biri de Süva idi. Bu put, Mek­ke’ye üç mil uzaklıkta bir yerde bulunuyordu. Kinâneoğulları, Hüzeyliler ve Müzeynelerin bu putunu yıkmak için Resûl-i Ekrem, Amr b. Âs Hazretlerini gönderdi. Amr, verilen vazifeyi yerine getirerek Mek­ke’ye geri döndü.[95]
Mekke’nin fethiyle böylece, hem Mekke’nin içi dışı putlardan temizlendi, hem de Ku­reyş’in gönlü şirkten kurtarılıp tevhid nuruyla tertemiz hale geldi.

_____________________________________________________________________
[1] Âl-i İmrân, 96.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 332; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 325.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 332; Vakidî, Megazi, c. 2, s. 612.
[4] Vakidî, a.g.e., c. 2, s. 783.
[5] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 4.
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 32; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 164.
[7] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 36-37; Taberî, Tarih, c. 3, s. 111.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 37; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 165.
[9] Vakidî, a.g.e., c. 2, s. 791.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 37; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 6.
[11] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 38.
[12] Halebî, a.g.e., c. 3, s. 7.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 38; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 532; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 112.
[14] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 38; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 112; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 7.
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 38; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 112.
[16] Halebî, a.g.e., c. 3, s. 7.
[17] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 38; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 112; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 166.
[18] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 39; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 112.
[19] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 39; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 134; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 113.
[20] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 39; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 113.
[21] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 39-40.
[22] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 13; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 207.
[23] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 39.
[24] Vakidî, a.g.e., c. 2, s. 799.
[25] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 42; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 135.
[26] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 42.
[27] Müslim, Sahih, c. 4, s. 1941; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 409.
[28] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 41; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 114.
[29] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 40; Müslim, a.g.e., c. 4, s. 1941.
[30] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 41; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 80; Müslim, a.g.e., c. 4, s. 1941; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 114.
[31] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 105.
[32] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 105.
[33] Mümtehine, 1.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 42; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 114.
[35] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 42; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 139; Buharî, Sahih, c. 5, s. 90.
[36] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 42.
[37] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 49-50.
[38] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 43; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 114.
[39] Vakidî, a.g.e., c. 2, s. 819.
[40] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 42.
[41] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 135.
[42] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 126; Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1621.
[43] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 126; Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1621.
[44] Peygamber Efendimizin koyun gütmesiyle ilgili biraz daha geniş malumat için, lûtfen eserimizin bi­rinci cildine bakınız!
[45] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 42; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 135; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 114.
[46] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 45; Taberî a.g.e., c. 3, s. 116.
[47] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 116
[48] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 46; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 116; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 18.
[49] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 45-46; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 116; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 18-19.
[50] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 46; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 116; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 552; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 19.
[51] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 552.
[52] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 46.
[53] İbn Hişam, a.g.e., c. 4. s. 47.
[54] İbn Hişam, a.g.e., c. 4. s. 47; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 135.
[55] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 117.
[56] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 47; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 117.
[57] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 47; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 170.
[58] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 47; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 182.
[59] Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 265.
[60] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 49.
[61] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 51.
[62] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 136.
[63] Buharî, Sahih, c. 3, s. 61.
[64] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 135.
[65] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 50.
[66] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 136.
[67] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 54.
[68] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 59; Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1408.
[69] Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1408.
[70] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 576.
[71] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 59; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 180.
[72] Buharî, a.g.e., c. 3, s. 62.
[73] İsrâ, 81.
[74] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 59; Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1408.
[75] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 56; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 184.
[76] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 56.
[77] Buharî, a.g.e., c. 3, s. 62.
[78] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 59; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 410; Tirmizî, a.g.e., c. 5, s. 389; Ebû Dâvûd, Sünen, c. 4, s. 185.
[79] Ahlâk ve yüz güzelliğinden ve babalarının onu kendilerinden daha çok sevmesinden dolayı kar­deşle­ri, Hz. Yûsuf’u çekemezler ve hayatına son vermek için Kenan kuyusuna atarlar. Ora­dan ge­çen bir
kafile ise, onu alıp Mısır’a götürür. Başından birçok hadise geçtikten sonra Hz. Yusuf, so­nunda Mısır’a Azîz olur.
Kader-i İlâhi, bu makamda iken Hz. Yusuf’la kardeşlerini bir araya getirir. Yusuf’u tanıyan kar­deşleri, yaptıklarından pişmanlık duyarlar.Bunun üzerine Hz. Yûsuf, “Bugün ve bundan sonra benim tarafımda size başa kakma ve serze­niş­te bulunma gibi herhangi bir eza ve cefa düşünmeyin. Ben hakkımı helâl ettim!” diyerek, kar­deşlerini affeder.
İşte, Peygamber Efendimiz, Ku­reyş müşriklerine, “Benim hâlimle sizin hâliniz, Yusuf’la (a.s.) kar­deşlerinin dediğinin aynısı olacaktır” derken bu hadiseyi hatırlatmak istemişti.
[80] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 55; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 142; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 120.
[81] A’raf, 199.
[82] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 430-431; İbn Mâce, Sünen, c. 1, s. 683-684.
[83] bkz. Doç. Dr. İbrahim Canan, Tebliğ Terbiye ve Siyasî Taktik Açılarından Hicret, s. 30.
[84] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 58; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 137; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 32, c. 2, s. 207-211; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 63-66.
[85] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 55; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 178.
[86] Bazı tefsirlerde Hz. Osman b. Talha’nın Mekke’nin fethi günü Müslüman olduğundan bahse­dilir. Fa­kat bu, tarihçiler tarafından muteber sayılmamıştır. Kuvvetli rivâyet, daha önce anlattı­ğımız gibi, Hz. Osman b. Talha’nın Hicret’in 7. yılı Muharrem ayında Medine’ye gelerek Pey­gamber Efendimi­zin huzurunda Müslüman olduğuna dair olan rivâyettir.
[87] İbn Kayyim, a.g.e., c. 2, s. 184.
[88] İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 178.
[89] Nesefî, Tefsir, c. 4, s. 250.
[90] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 48; İbn Sa’d, a.g.e., c. 5, s. 451.
[91] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 556; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 43; Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 266.
[92] Kadı İyaz, a.g.e., c. 1, s. 262.
[93] Buharî, a.g.e., c. 3, s. 65; Müslim, a.g.e., c. 5, s. 114.
[94] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 145.
[95] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 146.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


(Hicret’in 8. yılı Cemaziyelevvel ayı / Milâdî 629)

Peygamber Efendimiz, sadece büyük devletlerin hükümdarlarını mektuplar ve elçiler göndererek İslam’a davet etmekle kalmamış, aynı zamanda onlara peyk ve tâbi durumunda bulunanlara da elçi ve mektuplar vasıtasıyla İslam’ı teb­liğ etmişti. Busra (şimdiki Havran) Vâlisine de, ashaptan Hâris b. Umeyr el-Ez­dî Hazretlerini nâme-i hümâ­yunla göndermişti. Busra, o sırada bir beylik idi. Vâlisi ve ahalisi ırkan Arap oldukları halde, dinen Hıristiyan ve siyaseten de Bizans’a tâbi bulunuyorlardı.
Elçi Haris Hazretleri, Dimaşk nahiyelerinden Belka’a bağlı Mu’te köyüne va­rınca, Bizans Kayserinin Şam vâlilerinden olan Şürahbil b. Amrü’l-Gassanî’nin yanına çıkartılmıştı. Şü­rahbil, Hz. Haris’in Pey­gam­be­ri­mizin elçisi olduğunu öğrendiği halde, onu hunharca öldürmüştü.[1]
Elçisinin şehit edildiğini haber alan Resûl-i Zîşan, pek ziyade müteessir ol­du. Sahabe-i güzin de fazlasıyla üzüldü. Zira, o âna kadar Resûl-i Kibriya Efendimizin hiçbir el­çisi öldürülmemişti.[2]Haris, Hz. Re­sû­lul­lah’ın şehit edi­len ilk ve son elçisidir. Bu bakımdan, bu vahşîce cinayet çok büyük bir mana taşıyordu. Doğrudan doğruya Hz. Re­sû­lul­lah’ı ve Müslümanları gönülden ren­cide eden çirkin bir hadiseydi. Şürahbil, bu alçakça davranışıyla, İslam’a kar­şı olan derin kin ve düşmanlığını ortaya koyduğu gibi, devletler arasında câ­rî “Elçiye zevâl olmaz” temel prensibini de ihlâl etmişti.
Hadiseyi değerlendiren Resûl-i Ekrem Efendimiz, derhal bir ordu teşkil etti; üç bin mücahitten meydana gelen bu ordunun başına da, kendi azatlısı olan Zeyd b. Hârise’yi tayin etti.
Resûl-i Ekrem, Zeyd b. Hârise’yi kumandan tayin ettiğini belirttikten sonra da, “Zeyd şehit olursa, yerine Cafer b. Ebû Tâlib geçsin! Cafer şehit olursa, Müslümanlar aralarında münasip birini ken­dilerine kumandan seçsin!”[3]diye buyurdu.
Feraset sahibi Müslümanlar, bu ifadelerdeki ince manayı kavramışlardı. Gözyaşları arasında, “Yâ Re­sû­lal­lah, keşke sağ kalsalar da kendilerinden fay­dalansak!” derken, Hz. Re­sû­lul­lah hiçbir cevap vermeyip sustu.
Ya, sırasıyla kumandanlığa geçecek olanlar? Onlar da âkıbetlerinin Hz. Re­sû­lul­lah’ın bu yüce sözlerinde gizli olduğunu bildikleri halde, yola çıkmakta zerre kadar tereddüt göstermediler, emr-i Peygamberî’ye ruh-u canla itaat et­tiler. Evet, onlar, bile bile ölüme koşuyorlardı! Ama bu ölüm, normal ölümler­den farklı olacaktı ve bu ölüm, onları hayat mertebelerinin en yükseğine ulaştı­racaktı: şehitlik... Gönüllerinde yatan tek gaye, İ’lây-ı Kelimetullah; ruhlarını saran tek arzu ise, şehâdet idi. İşte, onları coşkun bir hava içinde sefere çıkaran gaye ve arzu bu idi!

İslam Ordusunun Medine’den Uğurlanışı

Üç bin kişilik İslam ordusu, bir vücut haline gelmiş, harekete hazır bekli­yordu. O sırada Peygamber Efendimiz, beyaz bir sancak bağlayıp Komutan Hz. Zeyd’e verdi ve “Hâris b. Umeyr’in öldürüldüğü yere kadar gidiniz. Ora­da bulunanlara İslam’ı teklif ediniz. Kabul ederlerse ne âlâ; etmezlerse, Al­lah’ın yardımına güvenerek onlarla çarpışınız!”[4]diye emretti.
Bu tavsiyeden bile, İslam ordusunun intikam duygusundan uzak, İslam’ı teklif etmek gibi ulvî bir gayeyle yola çıkarıldığını pekâlâ anlamak mümkün­dür!
Mücahitleri uğurlamaya Resûl-i Ekrem’le birlikte birçok Müslüman da Se­niyyetü’l-Veda’ya [Veda Yokuşu’na] kadar gelmişti. Resûl-i Ekrem burada dur­­du ve mücahit­le­re, “Ben, size, Allah’ın emirlerini yerine getirmenizi, ya­sak­larından uzak kalmanızı, Müslü­manlardan yanınızda bulunanlara karşı ha­yır­lı olmanızı ve iyi davranmanızı tavsiye ederim. Allah yolunda Allah’ın is­miy­le savaşı­nız! Ganimet mallara hıyanet etmeyiniz! Ahde vefasızlık göster­me­yiniz! Küçük çocukları öldürmeyiniz! Kadınları, yaşlanmış pîr-i fanileri katlet­me­yi­niz! Ağaçları kesip yakmayınız! Evleri yıkmayınız! Orada, Nasranî­lerin kili­se­le­rinde, halktan uzaklaşmış, kendilerini tamamen ibadete vermiş birtakım kim­se­ler bulacaksınız. Sakın onlara dokunma­yınız!”[5]diye emir ve tav­siyede bu­lunduktan sonra, ordunun komutanı Hz. Zeyd b. Hârise’ye şun­ları emretti:
“Müşriklerden düşmanınla karşılaştığın zaman, onları üç husustan birine da­vet et! Hangisini kabul ederlerse, onlara dokunma!
“Sonra, onları muhacirler yurdu olan Medine’ye hicrete davet et! Davetine icabet ederlerse, muhacirlerin sahip oldukları haklara kendilerinin de sahip olacaklarını ve onların mükellef bulundukları vazifelerle kendilerinin de mü­kellef olacaklarını bildir!
“Eğer, Müslüman olup yurtlarında oturmayı isterlerse, Müslümanlardan göçebe Araplar gibi olacaklarını ve onlar hakkında uygulanan İlâhî hükmün ken­dileri hakkında da uygulanacağını, harp ganimetlerinden kendilerine bir şey verilmeyeceğini ve ganimetten ancak Müslümanların yanında muharebe et­­miş olanların faydalanacaklarını haber ver!
“Eğer Müslüman olmaya yanaşmazlarsa, onları cizye vermeye davet et! On­lardan, bunu kabul edenlere dokunma! Cizye vermeye de yanaşmazlarsa, Al­lah’ın yardımına sığınarak onlarla çarpış!
“Eğer muhasara ettiğin kale veya şehir halkı, kendilerini Allah’­ın hükmüne göre teslim almanı senden isterlerse, onları Allah’ın hük­müne göre teslim al­ma; fakat kendi hükmüne göre teslim al! Çün­kü sen, Allah’ın, onlar hakkın­daki hükmüne isabet edip etmeye­ceğini bilemezsin!
“Eğer muhasara altına aldığın kale veya şehir halkı, senden, kendileri için Allah’ın ve Resûlünün emanını isterlerse, sen, onlara Allah ve Resûlü adına eman verme! Fakat kendi ema­nını, babanın emanını ve arkadaşlarının emanını ver! Çünkü siz, kendinizin ve babalarınızın vermiş olduğu eman sözünü boza­cak olursanız, bu, Allah ve Resûlü adına vermiş olduğunuz eman sözünü boz­manızdan, sizin için günahça daha hafiftir.”[6]
Bu emir ve tavsiyelerinden sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, mücahitlerle vedalaştı. Orduyu uğurlamak için gelen Müslümanlar da, “Allah, sizleri her türlü tehlikeden korusun, yine sağ sâlim geri çevirsin!” diye dua ettiler.
Medine’ye dönen Resûl-i Kibriya Efendimizi ise, Abdullah b. Revâha (r.a.), “Geride kalan, hurmalıkta kendisine veda ettiğim zâta; o en hayırlı uğurlayı­cıya, en hayırlı dosta selam olsun!”[7]diyerek selamladı.
Artık İslam ordusu göz ve gönül yaşları arasında Medine’den uğurlanmıştı. Hz. Fahr-i Âlem’in bizzat kendi eliyle verdiği beyaz sancak, başlar üzerinde ih­tişamla dalgalanıyordu. Sînedeki yürekler, Hz. Re­sû­lul­lah’ın sunduğu sözler, verdiği öz ve ruh ile atıyordu. Çölün saf, uçsuz bucaksız sînesine süzülen bu mücahitler, kimlere ve hangi diyara gidiyordu? Görünüşe bakılırsa, Suriye hu­dudunda bulunan, reisliğini Şürahbil b. Amr’ın yaptığı beylikle hesaplaşmaya gidiyordu. Fakat hayır! Bu, işin sadece dış görünüşü idi. Hakikat­te ise, koca bir Bizans İmparatorluğu’nun gururlu, kibirli ordusuyla hesaplaşmaya gidiyordu!

Şürahbil’in Hazırlanması

Göğüsleri heyecan ve cihada karşı aşkla dolu mücahit­ler, uçsuz bucaksız kum denizini at ve deve sırtında aş­ma­ya çalışarak yollarına devam ediyorlardı.
Bu sırada Şürahbil’in kulağına, “İslam ordusunun Medine’den hareket et­tiği” haberi ulaştı.
Şürahbil, hazırlanmakta gecikmedi. Kayser Heraklius’a haber uçurarak, ken­disinden yardım dileğinde bulundu. Bu arada, Vadi’l-Kurâ’ya gelip kon­muş bulunan İslam ordusuna karşı da, kardeşi kumandasında bir askerî kuv­ve­­ti öncü olarak gönderdi. Mücahit­ler, vuku bulan çatışmada Komutan Se­dus’u öldürdüler, birliğini de bozguna uğrattılar. Bu bozgun, Şürah­bil’in gö­zü­nü korkuttu.
İlk saldırıyı başarıyla önleyen İslam ordusu, Vadi’l-Kurâ’­dan ayrılarak Şam topraklarından Maan’a gelip konakladılar. Mücahitler, burada korkunç bir ha­berle irkildiler: “Bizans İm­paratoru Heraklius, Rumlardan yüz bin askerin ba­şına geçmiş, güneye doğru yürüyormuş. Harp âlet ve malzemeleri bakımından ordusu son derece mükemmelmiş!”
Kulakları çınlatan bu haber yalan değildi. Yalan olmadığı için de, Hz. Zeyd, mücahitlerin görüşlerini öğrenmek istedi. Konuşanların ekserisi şu görüşteydi:
“Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) yazı yazıp düşmanımızın sayısını bildirelim; bize sa­vaşacak er göndersin ya da bu yolda yapmak istediği şeyi bize emretmesini is­teyelim!”[8]
O zamana kadar konuşmayan, hep susup dinleyen biri vardı ki konuşma sı­rası ona gelmişti. Bu, hem büyük bir şâir, hem de emsâlsiz bir kahraman olan Abdullah b. Revâha idi. Komutan Zeyd Hazretlerinin bu husustaki sorusuna, “Vallahi, sizin şimdi istemediğiniz şey, arzulayıp o arzuyla yola çıktığınız şe­hitliktir! Biz, insanlarla, ne sayıca, ne de at ve süvarice çokluk olduğumuz için değil, Allah’ın bizi şereflendirdiği şu din kuvvetiyle savaşıyoruz! Gidiniz, çar­pışınız! Bunda muhakkak iki iyilikten biri vardır: Ya şehitlik ya zafer!”[9]diye kahramanca cevap verdi.
Mücahitler, bu samimi ve yürekten sözleri, sanki Abdullah b. Revâha’dan de­ğil de, bir başka âlemden kendilerine bir seslenişmiş gibi dinliyorlardı. İman ve cihat aşkıyla yanan içler, bu sözlerle bir­den nurani birer alev halini aldı ve “Vallahi, Ravaha’nın oğlu doğ­ru söylüyor!” diyerek, cesaretle düşmana doğru yol almaya başladılar.

Hesaplaşmanın Başlaması

Tarih, Hicret’in 8. yılı, Cemaziyelevvel ayını gösteriyordu.
Yer, Mu’te Meydanı idi.
Bir tarafta yüz bini aşan gururlu ve intizamlı Hıristiyan Bizans ordusu; di­ğer tarafta, üç bin kişilik, görünüşte hasmına kıyasla gayet az ve harp malze­me­lerinden mahrum Hz. Zeyd kumandasındaki İslam ordusu... Birincisinde her şey var, bir tek şey yok; ikincisinde ise düşmana nis­bet­le hiçbir şey yok, sa­de­ce bir tek şey var: İman... Uğrun­da her şeylerini feda etmek duygusuyla ha­re­kete geçen, dinlerinin sahibi Allah’a iman ve O’nun yardımına olan itimat!
Zâhire bakılıp hüküm vermeye kalkıldığı takdirde görünen man­zara garip bir durum arz ediyordu. Kıyas kabul etmeyecek bir çokluk ve azlık karşı karşı­yaydı. Nitekim Bizans İmparatoru He­rak­lius, karşısında bir avuç insanı gö­rünce, hadiseye bu kadar ehemmiyet verişinin manasız düştüğünü ve onları bir anda yok ede­ceğini düşünmüş olacak ki kendisini tutamayarak kahkahalar sa­vurdu. Son­ra da bu kadar zahmet ve külfete manasızca sebebiyet ver­diği için Şürahbil’i de tekdir etti.
Ne var ki Kayser, iki şeyi birbirine karıştırıyordu: Görünüş ile hakikati... Evet, görünüşte gerçekten Bizans ordusu gözleri kamaştırıcı bir haşmete sa­hip­ti; ama hakikatte bu haşmetli görünüş altında cılız ve sönük bir ruh vardı. İslam ordusu ise, görünüşte gerçekten sayıca azdı, silahça güçsüzdü; ama ha­ki­katte bu azlığın içinde azametli bir ruh, bir mana, bir heyecan ve aşk vardı. Ga­li­biyetler, muzafferiyetler ise, tarihte ihtişamlı görünüşlerin değil, hep aza­metli imanın, büyük ruhun ve haşmetli mananın olagelmiştir.
İki taraf, artık birbirlerini iyice görmüş ve süzmüşlerdi; bundan sonra bek­leyip durmak manasızdı.
İslam ordusunun kumandanı Hz. Zeyd b. Hârise, Resûl-i Kibriya’nın teslim ettiği ak sancağı omuzlayarak ortaya atıldı. Çarpışma, şimşek çakışları süra­tin­de başladı. Bir anda yerler kana bulandı. Tekbir sesleri, kılıç şakırtıları, at kiş­nemeleri, yaralı feryatları ve harp nâraları birbirine karıştı.

Hz. Zeyd’in Şehâdeti

Bir elinde beyaz sancak düşmanla göğüs göğüse, kahramanca çarpışan bü­yük kumandan Hz. Zeyd, Bizanslıların mızrak darbelerine maruz kaldı ve vü­cudu delik deşik oldu. Kanları etrafa sıçrıyordu. Ayakta duracak gücü kaybe­den bu büyük insan, mukaddes gayesine kendisini seve seve feda etmenin mânevî haz ve huzuru içinde yere düşüp şehâdet mertebesine ulaştı.[10]
Sancak sahibini bekliyordu. Hz. Zeyd’in şehit olduğunu gören, Hz. Re­sû­lul­lah’ın tâlimatı gereği sancağın yeni sahibi, yeni kumandan Hz. Cafer, bir ok sü­ratinde sıçrayarak o mübarek ak sancağı kaptığı gibi omuzladı.[11]Düş­man ka­la­balığını ve kudurgan saldırışını hiçe sayarak, saf­la­rı arasına elde ak san­cak, cesur ve yiğitçe daldı. Zeyd’in şan­lı, şerefli âkıbetine uğrayacağını bile bile kılıç sal­la­ma­ya devam etti. Düşman kalabalıkmış; olsun! Kuvvetliymiş; ne çı­kar? Yiğit, her şeye rağmen kendi vazifesini ya­pa­cak­tır. Zaten yiğitlik, verilen vazi­feyi hakkıyla yerine getirmek değil de nedir? Hem şehit olsa neyi kaybe­decektir? Dünya hayatını mı? Olsun; ebedî bir hayat var ya! Dünya hayatını verip, ebedî hayatta imrenilecek mertebeler kazanmak az şey mi?

Hz. Cafer de Şehit Düştü

Kumandan Hz. Cafer gibi, her mücahit aynı duygu, aynı heyecan ve aynı kutsî gaye ile düşman ordusuna saldırıyordu. İslam ordusunda kartal cesareti, düşman askerinde karga ürkekliği vardı. Durum ne olursa olsun, İslam ordusu kârlı çıkacaktı. Galip olursa, hem maddî hem mânevî zaferi elde etmiş olacak­lar; mağlup olup şehit olurlarsa, mânevî zaferi şanlı, şerefli bir destan halinde elde ede­ceklerdi. Bunun için korkuları, telâşları, endişe ve tereddütleri yoktu.
Dost gözler yanında düşman gözler de, yeni kahraman kumandanın üze­rinden ayrılmıyordu. Bu ürkek ve mütereddit gözler, bu kahramanın cesaretli saldırışına, önüne geleni biçmesine, karşısına çıkanı kırıp geçirmesine hayret ve şaşkınlıkla bakıyordu.
Ne var ki Hz. Cafer’in de mukadder âkıbeti yaklaşıyordu. İnen hain bir kılıç darbesi, sağ kolunu bileğinden kesti. Bu sefer şanlı sancağı, sol eline aldı. Ama fazla sürmeden bu kolu da kesildi. Eğer alabilirse, manzarayı hayalinizde can­landırınız ve bu büyük kahramanın İ’lâ-yı Ke­li­me­tullah uğrunda gösterdiği gayreti, hamiyeti hayranlıkla seyrediniz. Bu eşsiz kahraman, Resûller Resûlü­nün teslim ettiği İslam’ın izzetini, ordunun şerefini temsil eden mübarek san­cağı yere düşürmemek için, bileklerinden aşağısı ye­re düşmüş kollarıyla sa­rıldı.[12]Artık düşman saldırısına kar­şı koyacak durumu yoktu. O anda tek ga­yesi, o şanlı ve şe­refli bayrağı yere düşürme­den üçüncü ele teslim etmekti. İlâ­hî Yarabbi! Bu ne haşmetli iman, bu ne büyük ideal, bu ne kutsî gaye, bu ne ulvî gayret ve ha­miyet! Bizim şu an­da havsalamıza sığdıramadığımız hadiseyi Hz. Cafer (r.a.) bizzat yaşıyordu; evet, bizzat yaşıyordu.
Bu haşmetli manzara, haliyle fazla devam etmedi ve düş­mandan gelen kılıç darbeleri Hz. Cafer’i de Hz. Zeyd’in kavuştuğu şehitlik mertebesine çıkardı.[13]Henüz o sıra kırk bir yaşında bulunan bu İslam kahramanının vücuduna bak­tıklarında, doksandan ziyade mızrak, ok ve kılıç yarası görüyorlardı.[14]

Sancak Abdullah b. Revâha’nın Omuzunda

Kumandanlık sırası Abdullah b. Revâha Hazretlerine gelmişti.
Atının üzerinde, ak sancak omuzunda, düşmana karşı ilerledi. Kötülüğü emreden nefis, bu vaziyette iken bile onu vesvese ve tereddütler tuzağına dü­şür­mek istiyordu. Hz. Abdullah, iki düşman arasında kalmıştı. Biri Bizans as­ker­­leri, diğeri hiçbir zaman yanından ayrılmayan nefsi... Ama o, bu iki düş­ma­na karşı da gereği gibi mücadele veriyordu. Bir taraftan düşmana saldırır­ken, diğer taraftan en büyük düşmanı olan nefsine şöyle diyordu:
“Ey nefsim! Ben, seni kendime boyun eğdireceğim diye yemin ettim. Sen bu­na ya kendiliğinden râzı olursun ya da bunu sana zorla kabul ettiririm! Müs­lümanlar, toplanmışlar, bağırıyorlar. İçlerinden ‘İnnâ lillah ve innâ ileyhi râ­ciûn’ diyen ağlamaklı sesler yükseliyor. Anladığım kadarıyla, sen pek cen­net­ten hoşlanmamış görünüyorsun! Yıllardır, hâlâ itminana ermemişsin! Ey nef­sim, sen şimdi öldürülmezsen, daha hiç ölmeyecek misin ki? İşte, ölüm ge­lip çattı; arzu etmediğin halde! Eğer o iki kişinin yaptığı­nı yapar, şehitliği ter­cih edersen, en isabetli işi yapmış olur­sun! Eğer gecikirsen, bedbaht olur­sun!”[15]
Nefsini mağlup eden Hz. Abdullah, kahramanca bir çar­pışma gösteriyordu. Bir ara bir kılıç darbesiyle kesilen parmağı sallanmaya başladı. Yüreği Allah ve Re­sû­lul­lah muhabbetiyle çarpan bu büyük insan, atından yere indi; parmağı­nın üstüne ayağıyla bastı ve sallanan kısmı koparttıktan sonra tekrar atına at­layarak düşman saflarına bir arslan gibi daldı. Kalbini kaplayan iman feyz ve cesareti, adeta vücudunda ağrı, sızı ve acıma nâmına ne varsa hepsini alıp gö­türmüştü.
Hz. Abdullah, kahramanca çarpıştıktan sonra, bir ara geri dönüp atından indi. Üç günden beri ağzına tek lokma almamıştı. O sırada biri kendisine üzeri et­li bir kemik sundu. Üç günden beri ağzına aldığı ilk lokma olacaktı bu... Ama ne­rede? Henüz etli kemiği azıcık ısırmıştı ki Müslümanların bulunduğu tarafta bir gürültü ve kargaşa koptu. Hz. Abdullah, elindeki kemiği bir tarafa fırlattı ve kendi kendine, “Sen hâlâ dünyada boğazla meşgulsün!” diyerek kılıcını sı­yırdığı gibi çarpışmaya katıldı.[16]
Bu çarpışma neticesinde Hz. Abdullah da arzuladığı yüce makama erişti.[17]

İslam Ordusunun Dağılması

Üst üste üç kahraman kumandanını şehit veren ve baş­sız kalan İslam or­du­su, düşman karşısında dağıldı. Mücahitler bir an için geri çekilmek veya mu­ha­re­beye devam etmek arasında tereddüt gösterdiler. Bu arada birkaç mü­cahit şe­hit oldu.
Bütün bunlara rağmen, Hz. Re­sû­lul­lah’ın aziz sancağı yere düşmüş değildi. Onu, Abdullah b. Revâha şehit olunca, Ebu’l-Ye­ser Ka’b b. Umeyr eline alarak mücahitlerden Sâbit b. Akrem’e ver­miş­ti. Bu sahabe de onu alır almaz ordu­nun önüne koşmuş ve bayrağı yere dikerek Müslümanları bir araya toplan­maya çağırmıştı. Mücahitlerin her biri bir taraftan gelerek bu merkez tarafında toplanıyorlardı. Sancağı elinde tutan sahabe Sâbit b. Akrem, toplananlara, “Ey mücahitler topluluğu! Aranızdan birini kendinize kumandan seçiniz ve onun etrafında toplanınız!” diye seslendi.
Mücahitler, “Biz, seni kumandan seçtik, biz sana râzıyız!”[18]dediler.
Ne var ki Sâbit Hazretlerinin, gözü bir başkasındaydı: Orduya, İslam’daki sadâkat ve samimiyetini ispatlamak babında gönüllü olarak katılmış olan yeni Müslümanlardan Hâlid b. Velid’di bu! “Ben bu işi yapamam!” diyen Sâbit b. Akrem, gözünü diktiği Hz. Hâlid’e, “Ey Ebû Süleyman! Gelip, alsana şu san­cağı!” diye seslendi.
Ne var ki saygılı ve duygulu bir kahraman olan Hz. Hâlid, bayrağın bu yaş­lı muhterem zâtta kalmasını istiyordu:
“Ben, bu sancağı senden alamam. Sen buna benden daha lâyıksın! Çünkü benden daha yaşlı ve Bedir Savaşı’nda da bulunmuşsun!”[19]
Evet, Hz. Hâlid’in söylediklerinin hepsi doğru idi. Ama o an, o saat, çok yaşlanmış olanı veya herhangi bir şeye katılmaktan dolayı kazanılmış çok şe­refi istemiyordu. O an ve o durum, İslam ordusunu bu en tehlikeli durum kar­şısında kurtaracak liyakat arıyor ve ancak onu istiyordu. Bunun gayet iyi idra­kinde olan Sâbit b. Akrem (r.a.), teklifini Hz. Hâlid’e tekrarladı: “Al, Re­sû­lul­lah’ın şu bayrağını! Ben onu sana vermek üzere aldım. Sen çarpışma husu­sunda, savaş konusunda benden daha bilgili ve maharetlisin!”
Sonra da Hz. Hâlid’in cevap vermesine fırsat vermeden Müslümanlara dö­ne­rek, “Hâlid’i kumandan seçmek hususunda görüş ve söz birliği ediyor mu­su­nuz?” diye seslendi.[20]
Gözlerini bu kahraman sahabenin üzerinden ayırmayan mücahit­ler, hep bir ağızdan “Evet!” dediler. Bunun üzerine de Hz. Hâ­lid, Hz. Re­sû­lul­lah’ın sanca­ğı­nı eline alıp büyük bir hürmetle öptü ve atına atlıyarak yüzünü düşmana doğru çevirdi. Artık kumandan, Hz. Hâlid’di!

Peygamber Efendimizin, Muharebe Safhalarını Haber Vermesi

Bütün bunlar olup biterken, Resûl-i Kibriya Efendimiz, harbe iştirak etme­yen ashabıyla birlikte Medine’de bulunuyordu. Medine neresi, Mu’te neresi? Aradaki mesafe bin kilometreden fazla. Ama bu uzun mesafe, hakikatbîn göze sahip Resûl-i Kibriya için kısaldı ve adeta harp, gözlerinin önünde cereyan ediyormuşçasına çarpışmanın safahatını ashabına teessür içinde teker teker an­lattı: “Zeyd b. Hârise sancağı eline aldı ve şehit oldu. Onun için Allah’tan af di­leyiniz! Sonra sancağı Cafer aldı. O da şehit oldu. Onun için de Allah’tan af di­leyiniz! Sonra sancağı Abdullah b. Revâha aldı. O da şehit oldu! Bu kardeşi­niz için de Allah’tan af dileyiniz!”[21]Sonra da, mübarek gözyaşları arasında söz­lerine şöyle devam etti:
“Abdullah b. Revâha’dan sonra, sancağı Allah’ın kılıçlarından bir kılıç aldı. İşte, şimdi tandır tutuştu, harp kızıştı! Allahım, sen ona yardım et!”[22]
Bu durum, Cenab-ı Hakk’ın müsaadesiyle mucize olarak gayb­den bir haber verişti. Gaybın tek bilicisi Yüce Allah, hikmeti gerektirdiğinde sevgili kuluna da bazı şeyleri bildirir, gösterir ve aradaki uzun mesafeleri kaldırıverir!

Kumandan Hâlid b. Velid

Müslümanların başlarına lâyık gördükleri yeni kumandan Hz. Hâlid, cesa­retle atını mahmuzlayıp düşman üzerine yürüdü. Kendisini, yayından kopmuş oklar halinde mücahitler takip ettiler. Müslümanların saldırışı öylesine cesurca ve kahramanca idi ki düş­man bir anda şaşırdı. Neye uğradığının farkına varın­caya kadar da birçok askerini yerde serili gördü. Akşama yakın cereyan eden bu çarpışmada düşman topluluklarından bazıları bozguna bile uğradı. Ne var ki kendini toparlayan düşman, hava kararmaya başladığı sırada toptan hü­cu­ma geçince, bu sefer Müslümanlar geri çekilmek zorunda kaldılar.

Hz. Hâlid’in Taktiği

Bilindiği gibi, o zamanki muharebeler, şimdiki savaşlar gibi geceli gün­düz­lü devam etmezdi: Sabahleyin, herkes işine gücüne gider gibi, asker sila­hını kuşanır, harp meydanına girer, gerektiği kadar çarpışırdı; akşam olunca da, yine herkesin işinden evine dönmesi gibi, ordugâhına dönerdi.
Hz. Hâlid, kumandanlığı akşama yakın almıştı. Bir iki taar­ruzdan sonra da hava kararmış ve iki taraf ordugâhına çekilmişti. Hz. Hâlid, büyük bir kahra­man olduğu kadar, harp sanatında, düşmanı şaşırtıcı taktikler uygulamakta da son derece mahirdi. Bu sanat ve maharetini kullanması gerekiyordu. Geceyi hep düşünerek, birtakım plânların ve düşmanı şaşırtacak taktiklerin tasavvu­ruyla geçirdi.
Gün doğuşuyla birlikte İslam ordusu da yeni bir tertip ve düzenle düşman karşısına dikildi. Bunu gören düşman hem hayrete kapıldı, hem de ürkek bir tavra girdi. Ve o zaman, gece İslam ordusu safında duydukları gürültülerin, türlü hareket seslerinin manasını anlıyorlardı: “Demek ki Müslümanlara bu gece çok sayıda yardımcı kuvvetler gelmiş. Baksanıza, şu sağ kanatta görü­nenler şimdiye kadar görülmemiş askerlerdir.”[23]
Bir gün evvel bir avuç Müslümandan yedikleri kuvvetli bir ağır yumruğun sersemliğini üzerinden atamamış olan düşman, bu değişiklik karşısında bütün bütün korkuya ve endişeye kapılıyor, birbirlerine “Ne yapacağız!” der gibi ma­nalı bakışlarla bakmaya başlıyorlardı.
Hz. Hâlid, akıllıca bir taktik uygulamıştı: O gece Müslüman bölüklerin ye­rini değiştirmiş, sağdakileri sola, soldakileri sağa, öndekileri arkaya, arkadaki­leri de öne almıştı.[24]
Düşman birlikleri ise, karşılarında yeni simalar, yeni kıyafetler görünce, Müslümanlara taze kuvvet gelmiş olduğu zanına kapılmışlar ve bunun netice­sinde de korku ve telâş havasına girmişlerdi.
Kahraman ve maharetli Hz. Hâlid, bu taktiğiyle düşmanın mânen sarsıldı­ğını fark edince, vakit kaybetmeden mücahitlere hücum emri verdi. Yeni harbe girmişçesine şiddetli hücuma geçen mücahitler, düşman ordusunu bir anda darmadağın ettiler. İ’lâ-yı Kelimetullah uğruna sıyrılan kılıçlar olanca kuvvetle küffar ordusunun üzerine iniyordu. O, görünüşte azametli, haşmetli düşman ordusu, çareyi kaçmakta buldu! Sanki çil yavrularının üzerine kartal çullan­mıştı.
Allah’ın, Müslümanları nusretiyle sevindirdiği bu parlak günde, kahraman kumandan Hz. Hâlid’in elinde tam yedi kılıç parçalandı.[25]Yedi kılıç parçala­nır­ken, kim bilir kaç kâfiri kırıp geçirmişti!
Mücahitlerin cesaret ve kahramanlığının, uyguladığı taktikle birleşmesi so­nucu elde edilen parlak zaferden dolayı Hz. Hâlid, Yüce Allah’a hamdetti. Onun hamdine mücahitler de, kendilerine umulmadık bir anda bu fırsatı ihsan eden Rablerine şükranlarını takdim ederek katıldılar.
Hz. Hâlid’in düşündüğü ve uyguladığı taktik başarıyla neticelenmiş ve mü­cahitler, kendilerinin aşağı yukarı kırk, elli misli kadar olan düşman ordusunu sindirmişti. Ancak henüz tehlike atlatılmış değildi. Bu bir avuç Müslümanın, bir daha bu sayıca kalabalık ordunun toplanmasına fırsat verilmeden başarılı bir şekilde geri alınması gerekiyordu. Bunu yapmak için de Hz. Hâlid plânının ikinci kısmını uygulamaya koydu. O günün gecesi İslam’ın izzetini, şerefini, şânını koruyarak ordusunu kaldırıp güneye doğru süzüldü. Zaten, düşman üst üste yediği darbelerden sersemleşmişti. Bu gidişe sadece seyirci kaldı, belki de sevindi.
Böylece, Hz. Hâlid’in taktiğinin ikinci kısmı da müspet netice vermiş ve bir avuç İslam mücahidi, düşman diyardan, tereyağından kıl çekercesine geri çek­tirilerek yok olmaktan kurtarılmıştı.
Bu, Yüce Allah’ın gerçekten büyük bir lûtfu ve inayetinin eseri idi. Yedi gün devam eden çarpışmalarda İslam ordusu sadece on beş kadar şehit vermişti.[26]

Medine’ye Dönüş

Hz. Hâlid, Allah’ın yardımıyla mahvolmaktan kurtardığı ordusuyla Me­dine’ye doğru yola koyuldu. Düşman ise, şaşkın şaşkın seyretmekle yetini­yordu. Sanki oldukları yerde çivilenmişlerdi. İslam ordusunu takip etme cesa­retini bulamamaları, elbette kendileri hesabına büyük bir hezimetti.
Mücahitler, Medine’ye, parlak bir zaferi kazanmanın vakar ve haşmetiyle yaklaşıyorlardı. Bu arada, mücahit­ler­den Ya’lâ b. Ümey­ye, önden giderek, he­nüz ordu Me­di­ne’ye varmadan Hz. Re­sû­lul­lah’ın huzuruna çıktı. Olup biten­leri anlatmak isteyince Resûl-i Kibriya, “İstersen, olup bitenleri, ben sana an­latayım!” buyurdu ve harp safahatını olduğu gibi anlattı. Bu mucize karşısında Hz. Ya’la, “Seni hak din ve kitapla peygamber gönderen Allah’a yemin ede­rim ki sen mücahitlerin hadiselerinden anlatmadık bir harf bile bırakmadın!”[27]dedi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz ise, “Allah, yeryüzünü (aradaki mesafeyi) orta­dan kaldırdı; ben de savaş meydanını gözlerimle gördüm!”[28]buyurdu.

Pey­gam­be­ri­mizin, Hz. Cafer’in Şehit Olduğunu, Ailesine Haber Vermesi

Hz. Cafer’in Mu’te’de şehit olduğu gündü.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, harbin safahatını anlatıp üç kumandanın şehit olduğunu ashab-ı kirama haber verdikten sonra, Hz. Cafer’in evine gitti.
Hz. Cafer’in hanımı Esmâ bint-i Ümeys, her şeyden ha­ber­siz, işleriyle meş­guldü. Çocuklarının yüzlerini tertemiz yıkamış, başlarını taramıştı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ey Esmâ! Cafer’in oğulları nerede?” diye sordu.
Hz. Esmâ’nın hâlâ bir şeyden haberi yoktu. Çocukları çok seven Hz. Re­sû­lul­lah’ın bu isteği altında herhangi bir mana aramadı. Oğullarını tutup yanına getirdi. Resûl-i Kibriya Efendimiz, onları bağrına bastı, öptü, kokladı. Bu es­nada kendisini zaptedemeyerek gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
İşte o anda, Hz. Esmâ’nın yüreği dağlanır gibi oldu. “Yâ Re­sû­lal­lah” dedi. “Anam babam sana feda olsun! Sen niçin ağlıyorsun? Yoksa Cafer ve arkadaş­larından sana acı bir haber mi erişti?”[29]
Hz. Re­sû­lul­lah acı gerçeği teessür içinde haber verdi: “Evet, onlar bugün şehit oldular!”[30]
Hz. Esmâ’nın gözlerinden bir anda yaşlar seller gibi bo­şan­maya başladı. Ka­dınlar, başına toplandılar. Hz. Re­sû­lul­lah’ın ona emri şu ol­du:
“Ey Esmâ! Ağzından uygunsuz ve kaba söz kaçırma ve göğ­sünü de döv­me!”[31]
Daha sonra Efendimiz, hâne-i saadetine geldi; zevcelerine, “Cafer ailesi için yemek yapmayı ihmâl etmeyiniz” buyurdu. Bunun üzerine, Hz. Cafer’in ev hal­kına üç gün yemek yapılıp yedirildi. İslam’da ölünün ev halkı için yapılan ilk yemek budur.
Peygamber Efendimiz, Hz. Cafer için üç günden sonra ağlamayı da yasak­ladı.[32]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Cafer’in kesilen iki eline karşılık, Cenab-ı Hakk’ın ona iki kanat verdiğini ve cennette, onunla istediği gibi uçup durdu­ğunu haber vermiştir. Bu sebeple ona “Cafer-i Tayyar” denilmiştir.[33]

Peygamber Efendimizin, Zeyd b. Hârise’nin Kızının Bakışına Dayana­mayıp Ağlaması

Henüz, İslam ordusu Mu’te’den Medine’ye dönmemişti.
Hz. Re­sû­lul­lah, bir ara, harpte şehit olan Zeyd b. Hârise Hazretlerinin kızını gördü. Masum kız, Resûl-i Kibriya’nın mübarek yüzüne hüzünlü ve ağlamaklı bakıyordu. Bu manzarayı seyre dayanamayan Efendimiz, şefkat ve merhame­tinden ağlamaya başladı.
Sa’d b. Ubâde Hazretleri, “Yâ Re­sû­lal­lah, nedir bu?” diye sordu.
Efendimiz izah etti: “Bu, sevgilinin, sevgilisine hasretidir.”[34]

İslam Ordusunun Karşılanışı

Oldukça sıcak bir gündü.
Hz. Re­sû­lul­lah’ın ak sancağının Medine ufuklarında par­lamaya başladığı görüldü. Gelen, artık Zeyd ordusu değil, “Sey­fullahi’s-Sarim [Allah’ın Keskin Kılıcı]” unvanının sahibi Hz. Hâlid b. Velid ordusu idi.
Tecessüm etmiş ruh ve cesaret âbidesini andıran mücahit­ler, üç kumandan dâhil on beş kadar mücahidi kaybetmiş ol­manın derin hüznü, ama İslam’a parlak bir zafer ka­zan­dır­manın vakar ve sevinci içinde, Medine’ye, semâda sü­zü­len parlak yıldızlar misâli akıyorlardı.
Bu sırada Resûl-i Ekrem, ashab-ı kirama, “Toplanınız da kardeşlerinizi kar­şılayalım!” buyurdu.
Müslümanlar, kızgın sıcağa rağmen derhal bu emre itaat edip mücahitleri karşılamak üzere adeta Medine’yi tamamen boşalttılar.
Kâinatın Efendisi de, bu mücahitleri karşılamaya çıkıyor­du; onlara “Hoş geldiniz” demeye gidiyordu. Çoluk çocuk herkes onun etrafını yıldız misâli sarmıştı. Çocukların bineklere bindirilmesini emredip, kutsî şehâdet mertebe­sine erişen Hz. Cafer’in biricik oğlunun da kendisine verilmesini istedi. Getiri­len yavruyu, şefkat kahramanı Kâi­natın Efendisi önüne bindirdi; yoluna öylece devam etti.
Medine’nin Cürüf mevkiinde, mücahitlerle karşılayıcılar birbirlerine ka­vuştular ve ulvî bir manzara teşkil ettiler.
Bu arada, mücahitlerin kulağına bazı nâhoş sözler geldi: “Allah yolunda sa­vaşmaktan kaçan kaçaklar!”[35]Mücahit­ler, işittikleri bu sözlerden üzüntü duy­dular; durumu Hz. Resûl-i Ekrem’e şikayet ettiler. Kâinatın Efendisi, “Siz­ler, Allah yolunda savaşmaktan kaçanlar değil, dönüp dönüp vuruşanlarsınız!”[36]buyurarak onları teselli etti.
Hz. Re­sû­lul­lah’ın bu sözleri üzerine, Müslümanlar da, mücahit­leri o tür sözleri söyleyerek kınamaktan ve üzmekten vazgeçtiler.

ZÂTÜ’S-SELÂSİL SEFERİ

(Hicret’in 8. senesi Cemaziyelahir ayı / Milâdî 629)

Bazı Arap kabileleri, Mu’te Harbi’nin neticesini Müslümanlar için zâhirî bir mağlubiyet ve gerileme olarak değerlendirmiş olacak­lar ki Medine’ye saldır­mak maksadıyla bir araya gelmişlerdi. Bunlar, Kuzaa, Beliy, Cüzam, Lahm ve Âmile adındaki kabilelerdi.[37]
Durumu haber alan Peygamber Efendimiz, derhal Amr b. Âs Hazretlerini yanına çağırdı ve “Ey Amr! Silahını kuşan, yol­culuk elbiselerini üzerine giy ve he­men yanıma gel!” buyurdu.
Hz. Amr, hemen gidip silahını kuşandı ve sefer elbiselerini de giyerek Efendimizin yanına vardı.
Resûl-i Ekrem, “Ey Amr!” dedi. “Seni selamete ve zenginliğe erdirsin diye as­­kerî bir birliğin başında bir yere göndermek istiyor, en iyi dileğimle senin için zenginlik diliyorum!”
Hz. Amr, “Yâ Re­sû­lal­lah! Ben zengin olayım diye Müslüman olmadım; hiç­bir karşılık beklemeden ve cihatlara katılıp, zâtınızın yanında bulunmayı ar­zu­ladığım için Müslüman oldum!” diye karşılık verdi.
Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Ey Amr! Zenginliğin faydalısı, insanların hayırlı ve faydalısına ne güzel yaraşır!”[38]diye buyurdu.
Resûl-i Ekrem Efendimizin Amr’ı tercih edişinin bir se­be­bi vardı: O da, Hz. Amr’ın, Beliy kabilesiyle akraba olu­şuy­du. Babaannesi Beliy kabilesindendi. Amr’ı gönder­mek­le, onları akrabalık noktasından bir derece yumuşat­mak ve İslamiyete ısındırmak istiyordu!
Ayrıca Efendimiz, üzerine yürüyeceği kabileleri İslam’a davet etmesi için de Amr Hazretlerine emir verdi.
Bütün bunlardan sonra Hz. Amr, emrindeki muhacir ve ensar­dan müteşek­kil üç yüz mücahitle Medine’den yola çıktı. Müşrik kabilelerin toplandığı böl­geye yaklaştığında, fazlaca kalabalık olduklarını gördü. Bunun üzerine, ashap­tan Râfi’ b. Mekîs’i Peygamber Efendimize göndererek ace­le yardım istedi. Me­dine’ye gelen bu sahabe, durumu Pey­gamber Efendimize haber verdi. Resûl-i Ekrem Efen­di­miz, bu istek üzerine, Hz. Ebû Ubeyde b. Cerrâh ku­man­da­sında iki yüz kişilik bir takviye kuvveti gönderdi. Bunlar arasında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ile ensar ve muhacirin ile­ri gelenlerinden birçok kimse vardı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Amr b. Âs’la buluşup hep bir­likte hareket etmele­rini de Hz. Ebû Ubeyde’ye sıkı sıkıya tembih etti.[39]
Takviye birliği süratle yol alarak Hz. Amr’ın yardımına yetişti.
Amr (r.a.), Ebû Ubeyde Hazretlerine, “Sizin de kumandanınız benim! Çün­kü Re­sû­lul­lah’a haber gönderip bana yardım etmenizi kendisinden ben iste­dim!” dedi.
Fakat Ebû Ubeyde Hazretleri, kendi birliğine kumandanlık etmek istedi ve “Ben, emrim altındaki birliğin kumandanıyım; sen ise, emrin altındaki birliğin kumandanısın!”[40]diye karşılık verdi.
Hz. Amr ise, aynı şekilde, onların da kumandanı olduğunu, imam­lığa yet­kili olanın da kendisi bulunduğunu ifade etti. Bu küçük münakaşaya muhacir Müslümanlar da Ebû Ubeyde Hazretlerinin tarafını tutarak katıldılar.
Ebû Ubeyde, Hz. Re­sû­lul­lah’ın tembihini hatırlayınca, mü­nakaşanın uza­masına meydan vermedi. “Ey Amr! Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.), Medine’den ayrılır­ken en son sözü, ‘Arkadaşının yanına varınca, birbirinize itaat ediniz, sakın aranızda ihtilâfa düşmeyiniz’ emir ve tavsiyesi olmuştur. Eğer sen bana itaat etmezsen, ben sana itaat ede­rim”[41]dedi.
Böylece, başkumandanlık, münakaşa uzamadan Amr b. Âs Hazretlerinde kaldı. Namazı da mücahitlere o kıldırmaya başladı.[42]
Varılan yerde hava oldukça soğuk ve sert idi. Mücahit­ler, ateş yakmak için et­raftan odun toplayarak ısınmak istedilerse de Kumandan Hz. Amr, buna kat’i­yetle müsaa­de etmedi. Bu durum, asha­bın itirazına sebep oldu.
Hz. Ebû Bekir, meseleyi kendisiyle konuşmak isteyince, Hz. Amr b. Âs, “Sen, beni dinlemek ve bana itaat etmekle emr­olundun, değil mi?” diye sordu.
Hz. Ebû Bekir, “Evet...” dedi.
Bunun üzerine Hz. Amr, “O halde, neye emrolundunsa onu yap!”[43]dedi.
Hz. Ömer, bu sözlere tahammül edemedi ve gidip Hz. Amr’a çatmak iste­diyse de, Hz. Ebû Bekir buna mani oldu ve “Bırak onu; istediğini yapsın. Re­sû­lul­lah (a.s.m.), onu ancak harpteki mahareti sebebiyle başımıza kumandan ta­yin etti. Mademki o şu anda kumandandır, onun işine karışmak doğru ol­maz”[44]diye konuştu.
Bunun üzerine Hz. Ömer, hiddetini yenip sustu.
Aslında Hz. Amr, güzel bir taktik ve tedbir icabı mücahit­lerin ateş yakmala­rına müsaade etmiyordu. O da şuy­du: Düşman çok, mücahitler ise onlara na­zaran sayıca az idiler. Ateş yakıldığı takdirde sayıları ortaya çıkacak ve düş­man hiçbir endişe ve korkuya kapılmadan üzerlerine hücum edecekti; fakat yakılmadığı takdirde düşman, mücahitlerin sayısını tam bilmeyecek ve ihti­yatlı hareket et­mek durumunda kalacaktı. Nitekim de aynı durum cere­yan etti: Müslümanların oldukça kalabalık oldukları zan­nı­na kapılan düşman kuvvet­leri, çarpışmayı bile göze ala­ma­dan her biri bir tarafa da­ğıldı. Az sayıda bir bir­lik karşı koy­maya direndi; ancak onlar da bir müddet sonra mücahitlerin top­tan hücumu karşısında dayanamayarak kaç­ma­ya mecbur kaldılar.[45]Harp sa­natını iyi bilen Ko­mu­tan Amr (r.a.), kaçanları, “Mücahitlere bir pusu kurul­muş olabi­lir” ihtimalini göz önüne alarak takipten vazgeçti. İslam ordusu, ga­yesine ulaşmış olmanın huzurunu içinde Medine’ye döndü.

Amr b. Âs’ın Pey­gam­be­ri­mize Suali

Mücahitlerle Medine’ye dönen Kumandan Amr b. Âs (r.a.), iç âleminde bir duyguya kapılmıştı. Bu duygusunu bizzat kendisi şöyle anlatır:
“Re­sû­lul­lah (a.s.m.), beni askerî bir birliğin başında Za­tü’s-Selâsil’e gön­dermişti. Askerî birliğin içinde Ebû Bekir ve Ömer de bulunuyordu.
“‘Re­sû­lul­lah’ın yanında benim yerim daha üstün olmazsa, herhalde beni, Ebû Bekir ve Ömer’in başına kuman­dan tayin ederek göndermezdi’ diye içime doğdu.
“Hemen Re­sû­lul­lah’ın yanına varıp, ‘Yâ Re­sû­lal­lah! Halkın sana en sevgilisi hangisidir?’ diye sordum.
“‘Âişe’dir’ buyurdu.
“‘Erkeklerden kimdir?’ diye sordum.
“‘Âişe’nin babasıdır’ buyurdu.
“‘Ondan sonra kimdir?’ diye sordum.
“‘Ondan sonra Ömer’dir’ buyurdu; birtakım erkeklerin daha isimlerini say­dı.
“Kendi kendime, ‘Artık bu sorumu tekrarlamayayım!’ dedim ve beni en sonraya bırakmasından korkarak sustum!”[46]
Hakikat-ı halde, Amr b. Âs Hazretleri, ashab-ı kiramın büyüklerindendi. Fakat o vakit sahabeler arasında ona nisbetle Allah indinde ve Hz. Re­sû­lul­lah katında daha sevgili ve daha efdal pek çok zât ve onun tabakasının üst tara­fında hayli tabaka vardı. İşte, bunu anlayan Hz. Amr, sözü daha fazla uzatma­yıp kısa kesmiştir.

SİFÜ’L-BAHR SEFERİ

(Hicret’in 8. senesi, Receb ayı)

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı muhacir ve ensardan mü­te­şekkil üç yüz kişilik bir birliğin başına kumandan tayin ederek Cüheyne­ler­den bir kabilenin üzerine gönderdi.[47]Maksat, bu İslam düşmanı ka­bileyi te’dip edip gereken dersi vermekti. Mücahitler arasında Hz. Ömer de bulunu­yordu.
Yolda son derece açlık sıkıntısı çeken, hatta ağaç yapraklarını bile ısıtıp ye­meye kalkan mücahitler, nihayet Sîfü’l-Bahr’e [Deniz Sahili] vardılar. Açlıkla kıvranıp durdukları bu sırada, Rezzak-ı Zülcelâl, denizden, dalgalarla, koca­man bir balığı çıkarıp onlara ikram etti.[48]Orada kaldıkları müddetçe bu balık­tan yediler. Hiç kim­seyle karşılaşmayan mücahitler, Medine’ye döndüler. Mü­cahit­ler, Peygamber Efendimize, deniz sahilinde yedikleri balıktan bah­sedip, bundan dolayı herhangi bir şey yapmaları gerekip gerek­me­diğini sordular. Peygamber Efendimiz, “O, Allah’ın sizin için de­niz­den çıkardığı bir rı­zıktır” buyurdu ve ilave etti: “Yanınızda, o ba­lığın etinden bir şey varsa, bize de ye­dirseniz!”
Mücahitlerden bir kısmı, yolda azık olsun diye beraberinde o balıktan ge­tirmişti. Peygamber Efendimize de bir parça verdiler. Efendimiz ondan yedi.[49]

_________________________________________________________
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 128; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 173; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 153.
[2] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 128; İbn Kayyim, a.g.e., c. 2, s. 173.
[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 128; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 455.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 128; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 787.
[5] Müslim, Sahih, c. 3, s. 1357; Ebû Dâvûd, Sünen, c. 4, s. 162-163; Halebî, a.g.e., c. 2, s. 787.
[6] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 5, s. 358; Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1357-1358; Ebû Dâvûd, a.g.e., c. 3, s. 37
[7] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 16.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 17; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 129.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 17; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 173.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 19; İbn Kayyim, a.g.e., c. 2, s. 173.
[11] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 20; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 129.
[12] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 20.
[13] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 38.
[14] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 20; İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 38.
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 20-21; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 109.
[16] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 21; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 109.
[17] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 21.
[18] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 21.
[19] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 130.
[20] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 21; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 129-130.
[21] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 22; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 5, s. 299; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 110.
[22] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 129; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 5, s. 299; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 467.
[23] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 467; Halebî, a.g.e., c. 2, s. 788.
[24] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 469; Halebî, a.g.e., c. 2, s. 788.
[25] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 253; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 472.
[26] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 30; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 407; c. 4, s. 141.
[27] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 468.
[28] İbn Kayyim, a.g.e., c. 2, s. 174; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 468.
[29] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 22; İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 282.
[30] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 22; İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 282.
[31] İbn Sa’d , a.g.e., c. 8, s. 282.
[32] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 477
[33] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 1, s. 242.
[34] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 47.
[35] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 24; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 129.
[36] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 24; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 129; Halebî, a.g.e., c. 2, s. 792.
[37] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 131.
[38] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 197.
[39] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 272; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 131.
[40] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 272; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 517.
[41] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 272.
[42] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 272; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 104; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 617.
[43] Halebî, a.g.e., c. 3, s. 199-200.
[44] Halebî, a.g.e., c. 3, s. 200.
[45] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 517.
[46] Buharî, Sahih, c. 5, s. 113; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 203; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 521.
[47] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 132.
[48] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 281; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 411; Taberî, Tarih, c. 3, s. 105.
[49] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 411; Müslim, Sahih, c. 3, s. 1536.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget