Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Adâletu's-Sahâbe
Hz. Peygamber (s.a.s)'le Mü’min olarak görüşme şerefine nail olan, ebedî hayata Mü’min olarak göçen kimselerin gerek hadîs rivayetinde, gerekse öteki hususlarda tam manasıyla adaletli ve güvenilir kimseler olmaları demektir. İslâm Tarihinde önemli bir konudur. Ehl-i Sünnet alimlerine göre, Hz. Peygamber'in ölümünden kısa bir süre sonra çıkan olaylara karışmış olsun veya olmasın, sahabîlerin hepsi adaletlidir. Sahabilerin adalet sahibi olduklarına Kur'ân-ı Kerim ve hadislerde hayli deliller vardır. En önemli bir kaçı şunlardır:

a) Ayetinde 37 bulunan “vasatan” kelimesi “adûlen” yani adaletli manasınadır. Bu duruma göre bu ayetin manası “sizi böylece en adaletli ümmet kıldık” demektir.
b) Ayetinin 38muhatabı, bu ayet indiği sıralarda Hz. Peygamberin çevresinde bulunan sahabîlerdir. Dikkat edilirse “insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet” olarak övülmüşlerdir. Aynı ayette sahabîlerin iyiliği emrettiklerine, kötülükten men ettiklerine ve Allah'a iman ettiklerine işaret edilmiştir. Böyle üstün vasıflara sahip olmakla nitelenen insanların adaletli olduklarına şüphe yoktur. Kaldı ki, Enfal: 8/64; Tevbe: 9/100; Fetih: 48/18 ve 29 ayetleri, Haşr: 59/8 ayeti de sahabîlerin faziletlerine delâlet etmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadislerinde 
“İnsanların en hayırlısı benim asrımda yaşayan insanlardır. Sonra, onları takip edenler gelir. Sonra da onlardan sonrakiler...” buyurarak39 sahabîlerin hayırlı insanlar olduklarına işaret etmiştir.
Sahabenin adaletine aklî deliller de getirilir. Bir defa bu nesil, Hz. Peygamber'in sohbetinde bulunmak, onun terbiyesi altında yetişmek gibi sair müslümanların erişemeyecekleri ulvî bir şerefe kavuşmuşlardır. Bunun yanı sıra İslâmiyet ve Hz. Peygamber uğruna insan gücünün gösterebileceği fedakârlığı en üst seviyede göstermişlerdir. Hepsi de iman sahibi, Hz. Peygamber'i seven, yoluna hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan, gerektiğinde canlarını feda etmekte tereddüt göstermemiş kimselerdir. Dinleri uğruna mallarından, mülklerinden, işlerinden güçlerinden, yurtlarından ayrılmaktan; gerektiği zaman en yakın akrabalarına bile karşı koymaktan çekinmemişlerdir. Bunca fedakârlık ancak onların imanlarının ve Hz. Peygamber'e bağlılıklarının, bir de ihlas ve samimiyetlerinin açık belgesini teşkil eder. Çoğunun olağanüstü fedakârlığı ancak imanı ile açıklanabilir. Bir kısmı insanlık gereği bazı hatalar yapmışlarsa da affedildikleri bir gerçektir. İçlerinde daha sağ iken bir Mü’minin alabileceği en güzel müjde ile Cennet'le müjdelenenler olmuştur.
Hz. Peygamber'in ebedî hayata göç etmesinden sonra sahabe arasında çıkan bazı anlaşmazlıklar hiçbir şekilde mevki, şan-şeref, dünya menfaati gibi sebeplere bağlanamaz; zira onlar, eğer bunları isteselerdi, dinleri uğruna bunca sıkıntıya göğüs germelerine lüzum kalmadan kolayca elde edebilirlerdi. Kaldı ki, uğruna ölümü bile göze aldıkları Peygamberleri, kendisine vadedilen dünya menfaatlerine bir an bile olsun kulak asmamıştı. O böyle yapınca ona gönülden bağlı sahabîlerin de yapması tabiî idi. Dahası bir kısım sahabîler, fetihler sonucu İslâm ülkesine katılan yerlere gitmişler; orada itibarın her türlüsünü görmüşlerdi. Bu durumda Hz. Peygamber'i görmüş olma, onunla bir arada bulunma, sözlerini duyma şerefini her şeyin üstünde tutmuşlar; başka bir şeye ihtiyaç hissetmemişlerdi.
Bu ve öteki naklî ve aklî deliller göz önünde tutan Ehli Sünnet âlimleri sahabenin tümünün adaletli olduklarına hükmederek onları cerh dışında tutarak adaletlerini araştırma yönüne gitmemişlerdir. İmâmu'l-Haremeyn el-Cuveyni'ye göre sahabenin adalet yönünden araştırmaya tabi tutulmayışının sebebi, onların İslâm şeriatının ilk hamilleri oluşlarıdır. Eğer onlar Hz. peygamber'den görüp işittiklerini, öğrendiklerini rivayet etmeselerdi İslâm Dinî o devre mahsus bir din olarak kalır; sonraki devirlere intikal etmezdi.
Bununla birlikte bazı İslâm âlimleri sahabîlerin mutlak olarak adaletli olup olmadıklarının araştırılması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Bir kısım alimler ise sahabenin adaletinin araştırılmasının fitneden sonra gerekli hale geldiği görüşündedirler. Mu'tezile'ye göre Hz. Ali ile savaşanlar hariç bütün sahabe adaletlidir. Mu'tezile'nin bu görüşünü pek çok İslâm âlimi doğru bulmamıştır.
el-Mâzirî ise sahabenin adaletli oldukları hükmüne bütün Hz. Peygamber'i görenlerin, yahut ziyaretine gelenlerin, yahut da bir maksatla onunla bir an için bir araya gelip sonra ayrılanların dahil edilemeyeceği, bu hükmün sadece devamlı bir arada bulunan, ona destek olup yardımına koşanlar için geçerli olacağı görüşündedir. Ne var ki, el-Alâ'i bu görüşü garip bulur. Ona göre bu görüş kabul edildiği takdirde Vâ'il b. Hucr, Mâlik b. Huveyris, Osman b. Ebî'l-As gibi Hz. Peygamberle sohbetiyle ve ondan hadis rivayet etmekle tanınmış ancak huzuruna gelip görüştüğü halde yanında çok az kalıp geri gitmiş; ondan yalnızca tek bir hadis rivayet etmiş, bir de Hz. Peygamber'in yanında ne kadar kaldığı bilinmeyen çeşitli Arap kabilelerinden yüzlerce sahabînin adalet hükmünden hariç kalması gerekir. O halde sahabenin adaleti konusundaki doğru hüküm cumhurun açıkladığı umumi adalet hükmüdür. Geçerli olan da budur. 40
Öte yandan başta Şi'a ve Râfiziler olmak üzere kimi mezhep mensupları ile onların tesirinde kalanlar sahabîlerin adil olmadıklarını ileri sürmüşlerdir. Ancak bu iddia indî bir görüş olmaktan öte gitmemiştir. Şu da var ki. bu görüşün, müslümanların büyük çoğunluğunun sahabîlerin adaletli oldukları görüşü karşısında ilmî, aklî ve mantıkî bir tarafı da yoktur.

Adâletu'r-Râvî
Bk. Adalet.
Sözlükte doğrultmak, aynı seviyeye getirmek, insaflı ve dürüst hareket etmek, hakkı gözetip yerine getirmek, doğru hüküm vermek gibi geniş ve şümullü manalara gelir. Hadis usulü ilminde, hadisleri nakleden ravilerin rivayetlerinin kabul edilebilmesi için taşımaları şart olan özelliklerden biri ve en önemlisidir. Adâletu'r-Râvi şeklinde de kullanılır. İster kısaca adalet denilsin, isterse adâletu'r-râvî, rivayet ettikleri hadislerin makbul sayılabilmesi için ravide aranan şartların başında gelir.
İslâm alimlerinin bir kısmına göre adalet, genel manada, insanı kebâ'ir denilen büyük günahları işlemekten, bir demet bakla çalmak gibi önemsenmeyen küçük günahlarda ısrar etmekten alıkoyan bir melekedir. Bazılarına göre de, insana şahitliğinin ve rivayetinin kabul edilmesini gerektirecek şekilde ta'at ve mürüvvetin hakim olmasıdır; zira işlerinde daha çok ta'at ve mürüvvet görülenlerin şahitliği de rivayeti de makbuldür. İşlerinde ta'atsizlik ve günah işlemek daha çok görülenin ise ne şahitliği kabul edilir, ne de rivayeti.
el-Hatîbu'1-Bağdâdî'nin naklettiğine göre şahit ve ravide aranan adalet, kişinin dininde istikameti, mezhebinde selameti, adaleti iptal ettiğinde ittifak edilen fısk ile fısk yerine geçen kalp ve organların men edilmiş işlerden uzak durmalarını gerektiren adalettir. Buna göre adalet, Allah'ın emirlerine uymak adaleti yok eden men edilmiş işlerden kaçınmaktan ibarettir. Bununla birlikte bilinen bir gerçektir ki, mükellef insanlar çeşitli günahlardan, emrolundukları şeylerin bir kısmını terk etmekten kurtulamazlar. Öyle olunca da üzerlerine düşen her şeyi Allah için yapıp çıkamazlar. Bu, oldukça zordur. Buna göre adalet sahibi insan, üzerine farz olan vazifelerini yerine getiren, emrolunduğu şeylere sımsıkı sanları, men edilenlerden kaçınan, kendisini adeletten düşürecek kötülüklerden uzak kalan, davranışlarında hak ve vacip olanı araştıran, nihayet dinine ve mürüvvetine ters- düşen sözlerden dilini korumakla tanınan kimsedir. Böyle birinin adaletli olabilmesi için işleyenlere fâsık denmesine yol açan büyük günahlardan sakınması yetmez. Bunun yanında büyük günah olduğu şüpheli olan, hatta bir buğday tanesi kadar bile olsa yanlış tartmak, değersiz de olsa bir şey çalmak büyük günah olmayan bir şeyle müslümanları kandırmak gibi küçük günah olduğu söylenebilecek hususlardan da kaçınması gerekir. 
Gazali'ye göre rivayet ve şehadette adalet, kişinin dinî gidişatının (siretinin) doğruluğundan ibarettir. Bu, kısaca ruh metanetine racidir ve ruhun, bütünüyle takva ve mürüvvete ayrılmaz bir şekilde bağlanmasını sağlar. Sonunda böyle bir insanın doğruluğu hakkında nefislerde güven duygusu uyanır. Böyle olduğu içindir ki, yalan söylemesine mani olacak şekilde Allah'tan korkmayanın sözüne güvenilmez. Şu da var ki, bir kimsenin adaletli olabilmesi için sadece günahlardan kaçınması şart değildir. Böyle birinin büyük günahlardan sakınması yetmez. Bir soğan tanesi çalmak veya bir buğday tanesi kadar bile olsa, kasıtlı olarak noksan tartmak gibi kısaca dünya menfaati için yalan söyleyecek kadar din duygusunun gevşekliğine delalet eden küçük günahlardan uzak durması gerekir. Bunda görüş birliği vardır. Kaldı ki, yolda bir şeyler yemek, sokaklarda su dökmek, rezillerle sohbet etmek ve ağır şakalar yapmak gibi mürüvveti zedeleyen azı mubah işlerden kaçınmak da adaletin şartıdır.32 Görüldüğü gibi İslâm alimlerinin anlayışına göre bir kimsenin adaleti, onun dininde dürüst olmasıyla, önemsiz bile olsa adaleti yok eden hallerden, özellikle büyük veya küçük, bütün günahlardan kaçınmasıyla gerçekleşir. Adil veya adi denilen ve adalet sahibi olduğuna hükmedilen kişi ise Allah'ın kendisine farz kıldığı vazifeleri eksiksiz yerine getiren, emrolunduklanna sıkı sıkıya bağlı, günahlardan ve kötülüklerden uzak kalan, kendisini adaletten düşüren her türlü günahtan sakınan, iş ve davranışlarında üzerine düşeni araştıran ve yerine getiren, nihayet mürüvvetini yok eden kötü sözlerden ve yakışıksız hareketlerden uzak duran kimsedir.

Bir haberin doğru oluşu, önce onu nakledenin doğruluğuna bağlıdır. Hadislerin sıhhati ise öncelikle ravilerinin adalet sahibi olmalarıyla mümkündür, Ravilerin adaleti, onların gerek dinî hayatlarının, gerekse dünya işlerindeki tutumlarının inceden inceye takip edilip araştırılmasıyla bilinir. Böyle bir araştırma sonunda ravinin adalet vasfına sahip olup olmadığına dair galip zandan ibaret bir bilgi hasıl olur. 
İmam Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve öteki bazı İslâm alimlerinin büyük çoğunluğu adaleti bilinmeyen ravilerin rivayetlerinin makbul sayılamayacağı görüşündedirler, İmam-ı A'zam Ebu Hanîfe ve ona tabi olanlar ise rivayetin kabulü konusunda ravisinin İslâm oluşunun açığa çıkmasını yeterli görmüşlerdir. Bunlara göre kişinin adaleti, İslâm olduğunun bilinmesi ile görünür bir fısktan uzak olmasından ibarettir. Bu görüşü savunanların delili, bir Arab’ın Hz. Peygamber (s.a.s)'in huzurunda Ramazan ayının girdiğine dair şahitlik edişi hakkındaki hadistir. İbn Abbas'dan rivayet edildiğine göre çölden gelen bir Arap, Ramazan hilalini gördüğünü söylemiştir. Hz. Peygamber ona
“Allah'tan başka hak ilah olmadığına şehadet eder misin?” sorusunu sormuştur. Adam
“Evet, ederim” cevabını verince
“Muhammed'in O'nun Resulü olduğuna şahitlik eder misin?” diye sormuş,
“Evet” cevabını alınca orada bulunan Bilal'e,
“Halka duyur Bilal, yarın oruca başlasınlar” emrini vermiştir.”34 Kişinin adaletinin gerçekleşmesi için müslüman olduğunu açıklaması ile açık bir fısk halinin görülmemesini yeterli görenler bu hadisi şöyle yorumlamışlardır: “Hz. Peygamber (s.a.s) çölden gelen Arab’ın haberini, müslümanlığını söylemesi üzerine kabul etmiştir. Bu ise doğrudan doğruya onun adaletli olduğuna hükmetmesinden ibarettir. Bu görüşte olanlar ayrıca sahabilerin, kadınların, kölelerin, küçük yaşta hadis öğrenip erginlik çağma erdikten so a rivayet edenlerin haberleriyle amel ettiklerini, bunda da sadece islâmiyet'in açığa çıkarılmasına dayandıklarını delil olarak almışlardır.
Bu delillere itiraz eden el-Hatîbu'l-Bağdâdî şunları söylemiştir: “Ramazan hilâlini gördüğünü söyleyen kişinin çölden gelen bir Arap oluşu adaletine mani teşkil etmez. Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.s)'in onun adaletine vakıf olmasına yahut halkın bu Arab’ın halini Allah Resulüne arz etmiş olmalarına, yahut da bu adamın söylediklerinin tasdik edilmesine dair o anda belki de bir vahiy gelmiş olmasına da mani değildir. Kısacası Hz. Peygamber (s.a.s) 'in o Arab’ın haberini sadece müslümanlığını açıklamasıyla yetinerek kabul ettiğini bilmiyoruz. Sahabilerin kadınların, kölelerin, küçük yaşta hadis öğrenip erginlik çağına girdikten so a rivayet edenlerin haberleriyle amel ettiklerine gelince bu, sahih değildir. Ayrıca biliyoruz ki sahabe, bir kimsenin haberini ancak onun halini araştırdıktan ve güvenilir olduğuna, hal ve gidişatının doğruluğuna kesin kanaat getirdikten so a kabul etmişlerdir.”
“Bir hadis ravisinde adaletin sabit olması için bazı delillere ihtiyaç vardır. Bu deliller, ya iki âlimin o ravinin adaleti hakkında şehadette bulunmasıdır ki, so adan bu şehadet hadisciler arasında şayi olur; ya da ravinini adaleti, hadişciler ve sair ilim ehli arasında hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak surette şöhret kazanır. Mesela, Mâlik b. Enes. Sufyan es-Sevri, Sufyân b. Uyeyne, el-Evzâ'î, eş-Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve öteki bazı alimler adaletlerine şahitlik edecek herhangi bir mu'addile muhtaç değillerdir. Aynı şekilde muhaddislerden el-Leys b. Sa'd, Şu'be İbnu'l-Haccâc, Abdullah İbnul-Mubârek, Vekf İbnu'l-Cerrah, Yahya b. Ma'în, Ali İbnu'l-Medînî gibileri, ilim ehli arasında adaletleriyle şöhret kazanmış kimseler olup hiç kimse, bunları adalet yönünden incelemeye tabi tutmaz. Meselâ, Ahmed b. Hanbel'e İshak b. Râhûye hakkında soru sorulduğu zaman “İshak gibisi sorulur mu?” demiş; Ebu Ubeyd'i soranlara da Yahya b. Ma'în, “Benim gibisine Ebu Ubeyd sorulur mu? Ebu Ubeyd'e başkaları sorulur, cevabını vermiştir.”
Hadis ravilerinin adaleti, diğer mühim bir şart olan zabtla birlikte hem güvenilir olmalarının hem de rivayet ettikleri hadislerin sıhhatinin adeta göstergesidir.

Adalet
Sözlükte doğrultmak, aynı seviyeye getirmek, insaflı ve dürüst hareket etmek, hakkı gözetip yerine getirmek, doğru hüküm vermek gibi geniş ve şümullü manalara gelir. Hadis usulü ilminde, hadisleri nakleden ravilerin rivayetlerinin kabul edilebilmesi için taşımaları şart olan özelliklerden biri ve en önemlisidir. Adâletu'r-Râvi şeklinde de kullanılır. İster kısaca adalet denilsin, isterse adâletu'r-râvî, rivayet ettikleri hadislerin makbul sayılabilmesi için ravide aranan şartların başında gelir.
İslâm alimlerinin bir kısmına göre adalet, genel manada, insanı kebâ'ir denilen büyük günahları işlemekten, bir demet bakla çalmak gibi önemsenmeyen küçük günahlarda ısrar etmekten alıkoyan bir melekedir. Bazılarına göre de, insana şahitliğinin ve rivayetinin kabul edilmesini gerektirecek şekilde ta'at ve mürüvvetin hakim olmasıdır; zira işlerinde daha çok ta'at ve mürüvvet görülenlerin şahitliği de rivayeti de makbuldür. İşlerinde ta'atsizlik ve günah işlemek daha çok görülenin ise ne şahitliği kabul edilir, ne de rivayeti.

el-Hatîbu'1-Bağdâdî'nin naklettiğine göre şahit ve ravide aranan adalet, kişinin dininde istikameti, mezhebinde selameti, adaleti iptal ettiğinde ittifak edilen fısk ile fısk yerine geçen kalp ve organların men edilmiş işlerden uzak durmalarını gerektiren adalettir. Buna göre adalet, Allah'ın emirlerine uymak adaleti yok eden men edilmiş işlerden kaçınmaktan ibarettir. Bununla birlikte bilinen bir gerçektir ki, mükellef insanlar çeşitli günahlardan, emrolundukları şeylerin bir kısmını terk etmekten kurtulamazlar. Öyle olunca da üzerlerine düşen her şeyi Allah için yapıp çıkamazlar. Bu, oldukça zordur. Buna göre adalet sahibi insan, üzerine farz olan vazifelerini yerine getiren, emrolunduğu şeylere sımsıkı sanları, men edilenlerden kaçınan, kendisini adeletten düşürecek kötülüklerden uzak kalan, davranışlarında hak ve vacip olanı araştıran, nihayet dinine ve mürüvvetine ters- düşen sözlerden dilini korumakla tanınan kimsedir. Böyle birinin adaletli olabilmesi için işleyenlere fâsık denmesine yol açan büyük günahlardan sakınması yetmez. Bunun yanında büyük günah olduğu şüpheli olan, hatta bir buğday tanesi kadar bile olsa yanlış tartmak, değersiz de olsa bir şey çalmak büyük günah olmayan bir şeyle müslümanları kandırmak gibi küçük günah olduğu söylenebilecek hususlardan da kaçınması gerekir. 
Gazali'ye göre rivayet ve şehadette adalet, kişinin dinî gidişatının (siretinin) doğruluğundan ibarettir. Bu, kısaca ruh metanetine racidir ve ruhun, bütünüyle takva ve mürüvvete ayrılmaz bir şekilde bağlanmasını sağlar. Sonunda böyle bir insanın doğruluğu hakkında nefislerde güven duygusu uyanır. Böyle olduğu içindir ki, yalan söylemesine mani olacak şekilde Allah'tan korkmayanın sözüne güvenilmez. Şu da var ki, bir kimsenin adaletli olabilmesi için sadece günahlardan kaçınması şart değildir. Böyle birinin büyük günahlardan sakınması yetmez. Bir soğan tanesi çalmak veya bir buğday tanesi kadar bile olsa, kasıtlı olarak noksan tartmak gibi kısaca dünya menfaati için yalan söyleyecek kadar din duygusunun gevşekliğine delalet eden küçük günahlardan uzak durması gerekir. Bunda görüş birliği vardır. Kaldı ki, yolda bir şeyler yemek, sokaklarda su dökmek, rezillerle sohbet etmek ve ağır şakalar yapmak gibi mürüvveti zedeleyen azı mubah işlerden kaçınmak da adaletin şartıdır.32 Görüldüğü gibi İslâm alimlerinin anlayışına göre bir kimsenin adaleti, onun dininde dürüst olmasıyla, önemsiz bile olsa adaleti yok eden hallerden, özellikle büyük veya küçük, bütün günahlardan kaçınmasıyla gerçekleşir. Adil veya adi denilen ve adalet sahibi olduğuna hükmedilen kişi ise Allah'ın kendisine farz kıldığı vazifeleri eksiksiz yerine getiren, emrolunduklanna sıkı sıkıya bağlı, günahlardan ve kötülüklerden uzak kalan, kendisini adaletten düşüren her türlü günahtan sakınan, iş ve davranışlarında üzerine düşeni araştıran ve yerine getiren, nihayet mürüvvetini yok eden kötü sözlerden ve yakışıksız hareketlerden uzak duran kimsedir.
Bir haberin doğru oluşu, önce onu nakledenin doğruluğuna bağlıdır. Hadislerin sıhhati ise öncelikle ravilerinin adalet sahibi olmalarıyla mümkündür, Ravilerin adaleti, onların gerek dinî hayatlarının, gerekse dünya işlerindeki tutumlarının inceden inceye takip edilip araştırılmasıyla bilinir. Böyle bir araştırma sonunda ravinin adalet vasfına sahip olup olmadığına dair galip zandan ibaret bir bilgi hasıl olur. 
İmam Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve öteki bazı İslâm alimlerinin büyük çoğunluğu adaleti bilinmeyen ravilerin rivayetlerinin makbul sayılamayacağı görüşündedirler, İmam-ı A'zam Ebu Hanîfe ve ona tabi olanlar ise rivayetin kabulü konusunda ravisinin İslâm oluşunun açığa çıkmasını yeterli görmüşlerdir. Bunlara göre kişinin adaleti, İslâm olduğunun bilinmesi ile görünür bir fısktan uzak olmasından ibarettir. Bu görüşü savunanların delili, bir Arab’ın Hz. Peygamber (s.a.s)'in huzurunda Ramazan ayının girdiğine dair şahitlik edişi hakkındaki hadistir. İbn Abbas'dan rivayet edildiğine göre çölden gelen bir Arap, Ramazan hilalini gördüğünü söylemiştir. Hz. Peygamber ona
“Allah'tan başka hak ilah olmadığına şehadet eder misin?” sorusunu sormuştur. Adam
“Evet, ederim” cevabını verince
“Muhammed'in O'nun Resulü olduğuna şahitlik eder misin?” diye sormuş,
“Evet” cevabını alınca orada bulunan Bilal'e,
“Halka duyur Bilal, yarın oruca başlasınlar” emrini vermiştir.”34 Kişinin adaletinin gerçekleşmesi için müslüman olduğunu açıklaması ile açık bir fısk halinin görülmemesini yeterli görenler bu hadisi şöyle yorumlamışlardır: “Hz. Peygamber (s.a.s) çölden gelen Arab’ın haberini, müslümanlığını söylemesi üzerine kabul etmiştir. Bu ise doğrudan doğruya onun adaletli olduğuna hükmetmesinden ibarettir. Bu görüşte olanlar ayrıca sahabilerin, kadınların, kölelerin, küçük yaşta hadis öğrenip erginlik çağma erdikten so a rivayet edenlerin haberleriyle amel ettiklerini, bunda da sadece islâmiyet'in açığa çıkarılmasına dayandıklarını delil olarak almışlardır.
Bu delillere itiraz eden el-Hatîbu'l-Bağdâdî şunları söylemiştir: “Ramazan hilâlini gördüğünü söyleyen kişinin çölden gelen bir Arap oluşu adaletine mani teşkil etmez. Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.s)'in onun adaletine vakıf olmasına yahut halkın bu Arab’ın halini Allah Resulüne arz etmiş olmalarına, yahut da bu adamın söylediklerinin tasdik edilmesine dair o anda belki de bir vahiy gelmiş olmasına da mani değildir. Kısacası Hz. Peygamber (s.a.s) 'in o Arab’ın haberini sadece müslümanlığını açıklamasıyla yetinerek kabul ettiğini bilmiyoruz. Sahabilerin kadınların, kölelerin, küçük yaşta hadis öğrenip erginlik çağına girdikten so a rivayet edenlerin haberleriyle amel ettiklerine gelince bu, sahih değildir. Ayrıca biliyoruz ki sahabe, bir kimsenin haberini ancak onun halini araştırdıktan ve güvenilir olduğuna, hal ve gidişatının doğruluğuna kesin kanaat getirdikten so a kabul etmişlerdir.”
“Bir hadis ravisinde adaletin sabit olması için bazı delillere ihtiyaç vardır. Bu deliller, ya iki âlimin o ravinin adaleti hakkında şehadette bulunmasıdır ki, so adan bu şehadet hadisciler arasında şayi olur; ya da ravinini adaleti, hadişciler ve sair ilim ehli arasında hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak surette şöhret kazanır. Mesela, Mâlik b. Enes. Sufyan es-Sevri, Sufyân b. Uyeyne, el-Evzâ'î, eş-Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve öteki bazı alimler adaletlerine şahitlik edecek herhangi bir mu'addile muhtaç değillerdir. Aynı şekilde muhaddislerden el-Leys b. Sa'd, Şu'be İbnu'l-Haccâc, Abdullah İbnul-Mubârek, Vekf İbnu'l-Cerrah, Yahya b. Ma'în, Ali İbnu'l-Medînî gibileri, ilim ehli arasında adaletleriyle şöhret kazanmış kimseler olup hiç kimse, bunları adalet yönünden incelemeye tabi tutmaz. Meselâ, Ahmed b. Hanbel'e İshak b. Râhûye hakkında soru sorulduğu zaman “İshak gibisi sorulur mu?” demiş; Ebu Ubeyd'i soranlara da Yahya b. Ma'în, “Benim gibisine Ebu Ubeyd sorulur mu? Ebu Ubeyd'e başkaları sorulur, cevabını vermiştir.”
Hadis ravilerinin adaleti, diğer mühim bir şart olan zabtla birlikte hem güvenilir olmalarının hem de rivayet ettikleri hadislerin sıhhatinin adeta göstergesidir.

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget