Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâma oğlu İsmâil'i (aleyhisselâm) kurban etmesini emir buyurarak onları imtihân etti. İbrâhim aleyhisselâm, Allahü teâlânın emrine uyarak oğlunu kurban etmek için yatırıp boynuna bıçak çaldı. İsmâil aleyhisselâm da Allahü teâlânın emrine rızâ gösterip, babasına itâat ederek başını fedâ kıldı. Kendisini boğazlamak için elinde bıçak bekleyen babasına teslim olup, hükm-i kazâya rızâ gösterdi. Hükm-i kazâya rızâ ve rızânın hakîkati hakkında İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: Allahü teâlânın kazâsına rızâ göstermek, makâmların en yükseğidir ve bundan üstün başka bir makâm yoktur. Çünkü muhabbet, makâmların en iyisi; Allahü teâlânın kazâsına rızâ ise, bunun netîcesidir. Bu da her muhabbetten değil, ancak kemâl üzere olan muhabbetten ileri gelir. Bunun için Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Allahü teâlânın kazâsına rızâ büyük makâmdır” buyurmuştur. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâb-ı kirâmdan (radıyallahü anhüm) bir topluluğa; “Sizin îmânınızın alâmeti nedir?” diye sorunca; “Belâlara sabrederiz, nîmetlere şükrederiz, kazâya râzı oluruz” diye cevap verdiklerinde; “Kâbe'nin Rabbine yemîn ederim ki, siz mü’minsiniz.” buyurdu. Diğer bir rivâyette ise, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Onlar, hikmet sâhibi âlimlerdir. Dinde anlayışlarının yüksekliğinden ötürü peygamberler gibidirler.” buyurdu. Yine şöyle buyurdu:”Kıyâmet günü ümmetimden bir kısmına Cennet’e uçmaları için kanat yaratılır. Melekler onlara; “Hesâbınız, ameliniz tartıldı mı, sıratı gördünüz mü?” derler. Biz bunların hiç birini görmedik diye cevap verince, melekler; “Siz kimsiniz?” derler. “Hazret-i Muhammed'in ümmetiyiz” derler. Melekler; “Ne amel islediniz ki, bu ihsâna kavuştunuz?” derler. “Bizim iki hasletimiz vardır; biri, yalnız iken günah işlemeye utanırdık; ikincisi Allahü teâlânın bize verdiği az bir rızka râzı olurduk” derler. Melekler; “Bu dereceye kavuşmak hakkınızdır” derler.” Mûsâ aleyhisselâma kavmi; “Allahü teâlâya sorun; neden râzı ise onu yapalım” deyince, vahiy geldi ve; “Benden râzı olun, sizden râzı olayım” buyruldu. Dâvûd aleyhisselâma vahiy geldi ki: “Evliyâ kullarımın üzüntü ile inlemeleri, kalblerinde, benimle münâcâtın tatlılığını arttırır, Ey Dâvûd! Dostlarımdan benim sevdiğim, rûhânî olanlardır. Onlar, bir şeye üzülmezler. Dünyâda hiç bir şeye gönül bağlamazlar.” Peygamber efendimiz de (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Allahü teâlâ buyuruyor: “Ben O Allah'ım ki, benden başka ilâh yoktur, belâlarıma sabretmeyene, nîmetlerimin şükrünü yerine getirmeyene ve kazâma râzı olmayana söyle, benim semâmın altından çıksın ve kendisine başka Rab arasın.” Resûlullah efendimiz yine buyurdu: “Allahü teâlâ buyuruyor, takdir ettim, tedbir ettim ve kendi sun'umu muhkem eyledim (ölçtüm biçtim ve sağlam yaptım). Olacak şeylerin hepsine hüküm verdim. Râzı olandan râzı olurum, râzı olmayana hışım ederim. Bana kavuşuncaya kadar böyle devam eder.” Yine buyurdu:”Allahü teâlâ buyuruyor ki, iyilik ve kötülüğü yarattım. Ne mutlu o kimseye ki, onu hayır için yarattım ve hayrı, iyiliği onun elinde kolay eyledim. Kötülük için yarattığıma yazıklar olsun. Onların elinde kötülük kolay olur. Niçin ve nasıl diyene de yazıklar olsun.”
Enes (radıyallahü anh) der ki: Yirmi sene Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) hizmet ettim. Yaptığım hiç bir şey için; “Bunu niçin yaptın?” demedi. Yapmadıklarım için de; “Niçin yapmadın?” demedi. Fakat Ehl-i Beyt'ten biri, bana kızınca; “Bırakın, eğer mukadder olaydı olurdu” buyururdu. Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma vahyedip; “Ey Dâvûd! Sen istersin, ben de isterim, ancak benimki olur. İstediğimi kabûl edersen istediğinde sana yetişirim. Elbette benim istediğimden başkası olmaz” buyurdu.
Ömer bin Abdülaziz buyurdu ki: “Takdir edilene sevinirim.” “Acabâ takdir nedir? Ne istersin?” dediklerinde; “Allahü teâlânın alnıma yazdığını isterim” dedi. İbn-i Mes’ûd (radıyallahü anh) buyuruyor ki: “Olan bir şeye; Keşke olmasa idi veya olmayan bir şeye; Keşke olsaydı demektense taş yemeyi tercih ederim.”
Benî İsrâil'de uzun zamandır çok ibâdet eden bir âbid vardı. Sonra rüyâsında; “Cennet’te senin arkadaşın filan kişidir” dediler. Ona gidip, ibâdetini görmek istedi. Farzlardan başka ne gece namazı, ne de nâfile oruç gördü. “Senin amelin nedir, söyle?” dedi. “Gördüğün kadardır” diye cevap verdi. Fazla ısrâr edince nihâyet hatırladı ve; “Bende bir haslet vardır, o da; başıma bir belâ gelse veya hastalansam kurtulmak istemem. Güneşte oturursam gölgeye gitmeyi; gölgede olursam güneşe çıkmayı aslâ arzu etmem ve Allahü teâlânın yaptığına râzı olurum." Abid bunu duyunca, elini başına koydu ve; “Bu büyük bir haslettir” dedi.
Allahü teâlâyı sevmeyi ve O'nun sevgisi ile meşgûl olmayı kabûl eden, rızâyı inkâr edemez. Çünkü seven, sevdiğinin her yaptığına râzı olur. Sevgi gâlib olunca, isteklere uymayan şeylere rızâ iki şekilde mümkündür. Birincisi; aşka öyle dalmış ve kendinden o derece geçmiş olur ki, hiç bir şeyden haberi olmaz. Nitekim bir kimse, düşman karşısında kendini unuturcasına harbeder de, yaralansa farkına varamaz ve görünce anlar. Bir kimse mühim bir hizmete giderken, ayağına batan dikeni hissetmez. Kalb meşgûl olunca, açlık ve susuzluk aklına gelmez. Bütün bunlar, bir mahlûkun aşkında ve dünyâ hırsında mümkünken, Allahü teâlânın aşkında ve âhıret sevgisinde niçin olmasın. Kalbdeki mânevî sûretlerin güzelliğinin, aslında çöplük ve pislik üzerine çekilmiş bir deriden ibâret olan dış görünüş güzelliğinden daha büyük olduğunu herkes bilir. Kalb güzelliklerini idrâk eden basîret gözü, çok defâ yanılan baş gözünden daha açık ve daha keskindir. Büyüğü küçük, uzağı yakın görür. İkincisi; acı hisseder, fakat bilir ki sevdiğinin rızâsı bundadır. Bundan dolayı râzı olur. Nitekim bir sevdiği ona; Kan aldır veya şu acı ilacı iç dese, sevdiğinin rızâsını kazanmak için buna râzı olur. O hâlde Allahü teâlânın rızâsının kendi başına gelende olduğunu bilen kimse, fakirliğe, hastalığa, belâya sabreder, râzı olur. Nitekim dünyâ emellerine kavuşmak için sıkıntılı yolculuklara, denizdeki tehlikelere ve zor işlere râzı olur. Sevenlerin birçoğu bu dereceye kavuşmuşlardır. Cüneyd-i Bağdâdî diyor ki: “Sırrî-yi Sekatî'ye; “Muhib (seven) acı duyar mı?” diye sordum. “Hayır” dedi. Kılıçla kesilse yine duymaz mı?” deyince; “Hayır, bir değil yetmiş kılıç vursalar yine duymaz” dedi.” Evliyâdan biri buyurdu ki: “O'nun sevdiğini ben de severim.” Bişr-i Hafî buyurdu ki: “Bağdat'ta bir kimseye bin değnek vurdular, ağzından hiç ses çıkmadı. Niçin feryâd etmedin? dedim; “Sevdiğim hazır idi, beni görüyordu” dedi. “O âzametli mâşûku, sevgiliyi görseydin ne yapardın?” dedim, feryâd edip canını teslim etti.” Kur’an-ı kerîmde, Yûsuf aleyhisselâma bakan kadınların, onun âzamet ve celâlinden ellerini kesip haberleri olmadığı bildirilmektedir. Mısır'da kıtlık olmuştu. Aç olanlar Yûsuf aleyhisselâmı görmeye gider, açlıklarını unuturlardı. Bu bir mahlûkun güzelliğinin tesiridir. Her şeyi yaratan Allahü teâlânın güzelliği, bir kimseye gösterilirse, belâları duymamasına niçin şaşılsın. Sahrada oturan bir kimse vardı. Allahü teâlânın her hükmettiğine; “Bu hayırlıdır” derdi. Eşyasını kollayan bir köpeği, yükünü yüklediği bir merkebi, bunları ve kendilerini uyandıran bir de horozu vardı. Aç bir kurt gelip merkebi parçaladı. “Bunda bir hayır var” dedi. Horozu da köpek öldürdü. Yine; “Bir hayır var” dedi. Köpek de başka bir sebeple öldü. Yine; “Bir hayır var” dedi. Hanımı ve çocukları üzülüp; “Her ne olursa, bunda bir hayır var diyorsun, bu ne biçim hayırdır. Elimiz, ayağımız bunlar idi, hepsi öldü” dediler. “Belki hayır bunlarda olur” dedi. Ertesi gün kalkınca, etrafında bulunanları; merkep; horoz ve köpek sesleri sebebi ile hırsızların öldürüp, mallarını almış olduklarını ve bunlarınkiler öldüğü için kendilerini bulamadıklarını gördü. Hanımına; “Allahü teâlânın her işinde, bunda bir hayır var demenin hikmetini anladın mı?” dedi.
Îsâ aleyhisselâm; kör, cüzzamlı, iki tarafı felç, elsiz, ayaksız bir kimseye uğradığında; “Allahü teâlâya hamdolsun ki, bir çok insanların tutuldukları belâdan beni korudu” dediğini duydu. “Sana verilmeyen belâ yok, seni hangisinden korudu” buyurdu. Cevabında; “Kalbinde, benim kalbimde olan mârifetin yaratılmadığı kimseden sıhhatliyim” dedi. Sonra Îsâ aleyhisselâm elini ona sürdü, hastalığı geçti, yüzü güzelleşti. Îsâ (aleyhisselâm) ile bir müddet sohbet ve ibâdet eyledi.
Şiblî'yi deli diye hastahaneye kaldırdılar. Yanına birkaç kişi geldi. “Siz kimsiniz?” dedi. Sizi sevenleriz dediler. Onlara taş atmaya başlayınca, kaçtılar. Bunun üzerine; Yalan söylüyorsunuz. Beni sevseydiniz meşakkatime sabreder, attığım taşlardan kaçmazdınız buyurdu.
Din düşmanları; “Rızânın şartı, duâ etmemektir. Olmayanı Allahü teâlâdan istemeyin. Olana râzı olun. Günah ve fıskı kötü görmeyin, nehy-i münker yapmayın. Onlar da Allahü teâlânın kazâsı iledir. Bir şehirde, günah, vebâ ve belâ çok olursa, oradan kaçmak, kazâdan kaçmak olur” diyorlar. Bunların hepsi yanlıştır. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) duâ etti ve; “Dua, ibâdetlerin özüdür.” buyurdu. Hakikatte duâ; kalbe incelik, kırıklık, yalvarma, âcizlik, tevâzû verir ve Allahü teâlâya sığınmaya sebep olur ki bütün bunlar beğenilen sıfatlardır. Belânın gitmesi için duâ etmek de böyledir. Hattâ bir sebep olarak bildirilen ve yapılması emredilen şeyi yapmamak, rızâsızlık olur. Çünkü. Allahü teâlâ; “Dua ediniz, benden isteyiniz.” buyuruyor. Günaha râzı olmak, nasıl câiz olur? Bu yasak edilmiştir. Nitekim; “Günaha rızâ gösteren, onu işleyene ortak olur.” ve; “Doğuda bir kimseyi öldürseler, batıda bulunan bir kimse, buna râzı olsa, günahta ona ortak olur.” buyurmuştur. Günah, Allahü teâlânın kazâsı, yaratması ise de, iki tarafı vardır. Biri, kul bunun kendi ihtiyârında olduğunu bilir. Bunu işleyenin, Allahü teâlânın düşmanı olacağını da bilir. Diğeri, Allahü teâlânın kazâ ve takdiri ile olduğunu bilmesidir. Allahü teâlâ, âlemin günah ve küfürden tamâmen kurtulamayacağını ezelde takdir etmiştir. Yâni ilk kazâya rızâ gösterilir. Fakat günah ve küfrün, insanın ihtiyârı ile olduğunu, onun sıfatı olduğunu ve Allahü teâlânın bunu sevmediğini bildiği hâlde günaha rızâ göstermek olamaz. Burada bir tenâkuz yoktur. Bir kimsenin sevmediği bir kimse ölse, o kimse kendisini sevmese de hem üzülür, hem de sevinir. Bir bakıma sevinir. Bir bakıma üzülür. Tenâkuz olması için ikisi de aynı cinsten olmalıdır! Bunun gibi, günah işlemenin gâlib olduğu yerden kaçmak lâzımdır. Kur’an-ı kerîmde meâlen; “Yâ Rabbî! İnsanları zâlim olan bu yerden, bizi çıkar.” (Nisâ sûresi: 75) buyruldu. Geçmiş büyüklerimiz, başkalarına zarar vermese de günahın zulmetinden korunmak için, başka şehirlere gitmişlerdir. Bir şehirde kıtlık ve sıkıntı olsa, başka yere gitmek câizdir. Yalnız tâûn (vebâ) hastalığının bulunduğu yerden başka yere gitmek yasak edilmiştir. Çünkü sağlam olanlar, giderse, hastalara bakacak kimse kalmaz, hepsi helâk olurlar. Başka şehre gitmeleri karantina bakımından da yasak edilmiştir. Diğer belâlar böyle değildir. Bilakis, O'nun hükmü olduğu için emre uyup, bildirilen sebeplere başvurmak gerekir. Emri yerine getirdikten sonra râzı olmak ve bunda bir hayır vardır demek lâzımdır.
İmâm-ı Ebü'l-Kâsım, “Kuşeyrî Risalesi”nde buyurur ki: Râbiat-ül-Adviyye'ye; “Kul ne zaman rızâ mertebesine ulaşır?” denilince; “Allahü teâlânın nîmeti kadar, musîbeti de kendisini memnun edince” diye cevap verdi.
Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) Ebû Mûsa'l-Eş'arî’ye (radıyallahü anh) yazdığı mektubunda; “Hayrın tamamının rızâda olduğunda şüphe yoktur. Gücün yeterse rızâdan ayrılma! Aksi hâlde sabırlı ol!” buyurdu.