Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Medâric-ün-nübüvve kitabında buyruldu ki: Şereflerin en yücesine mazhar olan annelerin en bahtiyârı hazret-i Âmine, hâmileliğini şöyle anlatır; “O servere hâmile olduğum günlerde, hiç acı ve elem görmedim. Hamile olduğumu hissetmezdim!. Ancak altı aydan sonra bir gün, uyku ile uyanıklık arasında bir kimse bana; “Senin hâmile olduğun kimdir, bilir misin?” dedi. “Bilmiyorum” cevâbını verince; “Bilmiş ol ki, Peygamberlerin sonuncusuna hâmilesin!” haberini verdi. Doğum zamanı yaklaşınca, o kimse tekrar geldi, dedi ki: “Ey Âmine! Çocuk doğunca, ismini Muhammed” koy. Başka bir rivâyette de; “Ey Âmine! Çocuk doğunca, ismini Ahmed koy” şeklinde bildirilmiştir.” Hazret-i Âmine vâlidemiz, doğum anını da şöyle anlatır: “Doğum anı geldiğinde, heybetli bir ses işittim, ürpermeye başladım. Sonra beyaz bir kuş gördüm, gelip kanadı ile beni sıvazladı. Korku ve ürpertiden eser kalmadı. O anda susamış, sanki harâretten yanıyordum. Yanımda süt gibi beyaz, bir kâse şerbet gördüm. O şerbeti, içmem için bana verdiler. İçtim, baldan tatlı ve soğuk idi. Artık susuzluğum kalmamıştı. Sonra büyük bir nûr gördüm, evim o kadar nûrlandı ki, O nûrdan başka bir şey görmüyordum. O sırada etrâfımı sarıp, bana hizmet eden pek çok hanım gördüm. Boyları uzun, yüzleri güneş gibi parlıyordu. Bunlar, Abdü Menaf kabîlesinin kızlarına benzerlerdi. Bunların birden bire ortaya çıkmalarından hayret içinde idim.
Onlardan biri dedi ki: “Ben Fir’avn'un hanımı Âsiye'yim!” Diğeri de; “Ben de Meryem binti İmrân'ım. Bunlar da Cennet hûrileridir” dedi. Yine o esnada beyaz, uzun ve gökten yere kadar uzanmış ipek bir kumaş gördüm. “Onu insanların gözünden örtün” dediler. O anda bir bölük kuş peydâ oldu. Ağızları zümrütten, kanatları yâkuttandı. Korkudan terlemiştim, düşen ter damlalarından misk kokusu yayılıyordu. O hâlde iken gözümden perdeyi kaldırdılar. Bütün yeryüzünü doğudan batıya kadar gördüm. Etrâfımı melekler kuşatmıştı. Muhammed aleyhisselâm doğar doğmaz, mübârek başını secdeye koydu, şehâdet parmağını kaldırdı. Sonra gökten, onu bürüyen, beyaz bir bulut parçası indi. Bir ses işittim; “O'nu mağripten meşrıka kadar her yerde gezdirin. Gezdirin ki cümle âlem O'nu ismiyle, cismiyle ve sıfatıyle görsünler. O'nun isminin Mâhî olduğunu yâni Allahü teâlâ, O'nunla şirk eserlerini yok ettiğini bilsinler” diyordu. O bulut da gözden kayboldu ve Muhammed'i (sallallahü aleyhi ve sellem) bir beyaz yünlü kumaş içinde sarılı gördüm. Yine o sırada, yüzleri güneş gibi parlayan üç kişi geldi. Birinin elinde gümüşten bir ibrik, birinin elinde zümrütten bir leğen, birinin elinde de bir ipek vardı. İbrikten sanki misk damlıyordu. Mübârek oğlumu leğenin içine koydular. Mübârek başını ve ayağını yıkayıp, ipeğe sardılar. Sonra mübârek başına güzel koku sürdüler, mübârek gözlerine sürme çektiler ve gözden kayboldular.
İndiler gökden melekler sâf sâf.
Kâbe gibi kıldılar evim tavâf.
Geldi hûrîler bölük bölük buğur,
Yüzleri nûrundan evim doldu nûr.
Hem hava üzre döşendi bir döşek,
Adı Sündüs döşeyen ânı melek.
Çün göründü bana bu işler ayân,
Hayret içre kalmış idim ben hemân.
Yarılıp divâr çıkdı nâgehân,
Üç bile hûrî bana oldu ayân.
Bâzıları der ki, ol üç dilberin,
Âsiye'ydi biri ol mâh-peykerin.
Biri Meryem Hâtun idi aşikâr,
Birisi hem hûrilerden bir nigâr.
Geldiler lûtf ile ol üç mâh-cebîn,
Verdiler bana selâm ol dem hemîn.
Çevre yanıma gelip oturdular,
Mustafa'yı birbirine muştular.
Dediler oğlun gibi hiç bir oğul,
Yaradılalı cihân gelmiş değül.
Bu senin oğlun gibi kadri cemil,
Bir anaya vermemişdir ol Celîl.
Ulu devlet buldun ey dildârı sen,
Doğacaktır senden ol hulkı hasen.
Muhammed aleyhisselâm doğduğu sırada, Hazret-i Âmine vâlidemizin yanında Abdurrahmân bin Avf'ın annesi, Şifâ Hâtun, Osman bin Ebil-Âs'ın annesi Fâtıma Hâtun ve Peygamberimizin halası Safiyye Hâtun vardı. Bunlar da gördükleri nûru ve diğer hâdiseleri haber verdiler. Şifâ Hâtun şöyle anlatıyor: Ben, o gece Âmine'nin yanında yardımcı olarak bulunuyordum. Muhammed aleyhisselâmın, doğar doğmaz duâ ve niyaz ettiğini işittim. Gâibden; “Yerhamüke Rabbüke” diye söylendi. Sonra bir nûr çıkıp o kadar ışık verdi ki, doğudan batıya kadar her yer göründü... Bundan başka birçok hâdiseye şâhid olan Şifâ Hâtun; “Ne zaman ki, O'na peygamberliği bildirildi, hiç tereddüt etmeden ilk îmân edenlerden biri de ben oldum” demiştir.
Cümle zerrât-ı cihân edip nidâ,
Çağrışarak dediler kim merhâbâ.
Merhabâ ey Âl-i sultân merhâbâ
Merhabâ ey Kân-ı irfân merhâbâ
Merhabâ ey sırr-ı Fürkan merhâbâ
Merhabâ ey derde derman merhâbâ
Merhabâ ey Bülbül-i bâğ-ı cemâl,
Merhabâ ey aşina-yi Zü'l-Celâl.
Merhabâ ey mâh u hurşîd-i Hudâ,
Merhabâ ey Hak'dan olmayan cüdâ,
Merhabâ ey âsî ümmet melcei,
Merhabâ ey çâresizler melcei.
Merhabâ ey cân-ı bakî merhâbâ,
Merhabâ uşşâka sâkî merhâbâ.
Merhabâ ey kurret-ül-ayn-ı Halîl,
Merhabâ ey hâs-ı mahbub-i Celîl.
Merhabâ ey rahmeten lil-âlemîn.
Merhabâ sensin şefî'ül-müznibîn.
Merhabâ ey pâdişah-ı dü cihân,
Senin için oldu kevn ile mekân.
Safiyye Hâtun da şöyle anlatmıştır: “Muhammed aleyhisselâm doğduğu sırada, her tarafı bir nûr kapladı. Doğar doğmaz secde etti, mübârek başını kaldırıp açık bir dil ile “Lâ ilâhe illallah, innî resûlullah” dedi. O'nu yıkamak istediğimde, biz onu yıkanmış olarak gönderdik denildi. Göbeği kesilmiş ve sünnet edilmiş olarak görüldü. Doğar doğmaz secde etti. O sırada hafif sesle bir şeyler söylüyordu, kulağımı mübârek ağzına yaklaştırdım “Ümmetî, Ümmetî!” (Ümmetim, ümmetim) diyordu...
Şöyle Beytullah'a karşı ol Resûl,
Yüz yere sürmüş ve secde kılmış ol.
Secdede başı dili tahmîd eder,
Hem getirmiş parmağın tevhid eder.
Der ki, ey Mevla yüzüm tutdum sana,
Yâ İlâhî ümmetim vergîl bana.
Hakk'a bağlayıp gönülden himmeti,
Der idi kim ümmeti vâ ümmetî.
Dedesi Abdülmuttalîb, sevgili Peygamberimiz doğduğu sırada Kâbe'de Allahü teâlâya yalvarıp duâ ediyordu. Bu zamanı müjde verdiler. Muhammed aleyhisselâmın doğduğu günde birçok hâdiseler gören Abdülmuttalîb, bu müjdeye çok sevinip; “Bu oğlumun şanı, şerefi çok yüce olacaktır” dedi.
Abdülmuttalîb, böylesine büyük bir mutluluğu kutlamak için, doğumun yedinci gününde Mekke halkına üç gün ziyâfet verdi. Ayrıca şehrin her mahallesinde develer keserek, insan ve hayvanların istifâdesine sundu. Ziyafet sırasında çocuğa hangi ismi koydun diyenlere; MUHAMMED (sallallahü aleyhi ve sellem) ismini verdim dedi. Neden atalarından birinin ismini vermedin diyenlere ise; “Allahü teâlânın ve insanların O'nu medhetmelerini, övmelerini istediğim için” cevâbını verdi. Başka bir rivâyette de Muhammed ismini koyanın Âmine Hâtun olduğu bildirilmiştir.
Ey cemâli gün yüzü bedr-i münîr,
Ey kamu düşmüşlere sen destegîr.
Ey gönüller derdinin dermanı sen,
Ey yaradılmışların sultânı sen.
Sensin ol Sultân-ı cümle enbiyâ,
Nûr-ı çeşm-i evliyâ vü asfiyâ.
Ey risalet tahtının sen hatemi,
Ey nübüvvet mührünün sen hâtemi.
Çünkü nûrun rûşen etdi âlemi,
Gül cemâlin gülsen etdi âlemi.
Oldu zail zulmet-i cehl ü dalâl,
Buldu bâğ'ı ma'rifet ayn-ı kemâl.
Yâ Habîballah bize imdad kıl,
Son nefes dîdârın ile şâd kıl.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Yedi kat yer, yedi kat gök; kısaca âlem büyük bir hürmet ve sevinç içinde Seyyid-il-Mürselîn, Hâtem-ül-enbiyâ, Habîb-i Huda olan efendisini beklemekte idi. Bütün mahlûkât hâl lisânı ile “Hoş geldin yâ Resûlallah!” demek için hazırlanmıştı. Hicretten 53 sene evvel Fil vaka’sından iki ay kadar sonra, Rebîul-evvel ayının onikinci Pazartesi gecesi sabaha karşı Mekke'nin Hâşimoğulları mahallesinde, Safâ tepesi yakınında bir evde hasretle beklenen, Allahü teâlânın nûru (Muhammed Mustafa sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) doğdu. O'nun teşrîfiyle âlem, yeniden hayat buldu. Karanlıklar, birden “Nur” ile aydınlandı...
Bu gece, ol gecedir, kim ol şerîf,
Nur ile âlemleri eyler latîf.
Bu gece dünyâyı ol Cennet kılar,
Bu gece eşyaya Hak rahmet kılar.
Bu gece şâdân olur erbâb-ı dil,
Bu geceye cân verir eshâb-ı dil.
Rahmeten lil-alemindir Mustafa,
Hem şefî-ül-müznibîndir Mustafa,
Doğdu ol saatte ol Sultân-ı Dîn.
Nûra gark oldu semâvatü zemin.
Yaratılmış cümle oldı şâdımân
Gam gidip âlem yeniden buldu cân.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Fahr-i kâinat efendimiz doğmadan önce, bütün âlem, mânevî yönden müthiş bir zulmet ve karanlık içinde idi. İnsanlar hadsiz, hudutsuz derecede azgınlaşmışlar, Allahü teâlânın gönderdiği dinler unutulmuş; ilâhî hükümler yerine, insan kafasından çıkan fikirler, düşünceler yer almıştı. Bütün mahlûklar, insanların vahşet ve zulmünden iyice bunalmıştı. Yeryüzünde bulunan bütün milletlerde Allahü teâlâ unutulmuş, huzûrun, saâdet ve sevincin kaynağı olan Tevhid inancı ortadan kalkmıştı. Küfür fırtınası, kalblerden îmânı söküp atmış, gönüllerde Allahü teâlâya inanma yerine, putlara tapma fikri yerleşmişti. Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği din unutulmuş, Tevrât bozulmuştu. İsrâiloğulları birbirlerine düşmüştü. Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hıristiyanlık da büsbütün bozulmuş, din ile hiç bir alakası kalmamıştı. Teslis, yâni üçlü tanrı fikri kabûl edilmişti. İncîl’in aslı kaybolmuş, papazlar onu istedikleri gibi değiştirmişlerdi. Her iki kitap da, Allah kelâmı olmaktan çıkmıştı. Mısır'da, bozulmuş Tevrât'ın hükmü, Bizans’ta yine değiştirilmiş hıristiyanlık vardı. İran'da ateşe tapılıyor, ateşperestlerin ateşi tam bin senedir söndürülmüyordu. Çin'de Konfüçyüsizm, Hindistan'da Budizm gibi uydurma dinler hüküm sürüyordu.
Arabistan'ın insanları daha da şaşırmış ve sapıtmışlardı. Bunlar, Allahü teâlânın çok kıymet verdiği Kâbe-i muazzamaya, üçyüzaltmış adet put yerleştirmişlerdi. Kâbe-i muazzama ise, Arş'ta meleklerin ziyâret ettiği Beyt-i Mamûrun aynı büyüklükte bir numunesi idi. Kim Kâbe'ye hürmetsizlikte bulunmuşsa, cenâb-ı Hak onu, en kısa zamanda helâk eylemişti. Cürhüm kabîlesi de zina ve fuhuşta ileri gitmişti. Bu kabîlenin çok saygısız ve pek alçakça hareketlerini gören hükümdârları, onlara; “Ey Cürhümîler! Allahü teâlânın Harem-i şerîfini ve Harem'in emniyetini gözeterek kendinize geliniz. Sizden önce gelen Hûd, Sâlih ve Şuayb'ın (aleyhimüsselâm) ümmetlerinden her birinin başlarına gelen hâlleri ve nasıl helâk olduklarını biliyorsunuz. Birbirlerinize iyiliği emrediniz, kötülüklerden sakındırınız. Geçici kuvvetinize güvenerek aldanmayınız. Mekke'de, Hak’tan yüz çevirmekten ve zulümden sakınınız. Çünkü zulüm, insanların helâkine sebeb olur. Allahü teâlâya yemîn ederek söylüyorum ki, bir kimse bu bölgede otursun, zulüm yapsın, Hak’tan yüz çevirsin de Allahü teâlâ onların soylarını kesmemiş, köklerini kazımamış ve yerlerine başka bir kavmi getirmemiş olmasın. Azgınlığına devam eden ve Hak'tan yüz çeviren Mekke halkı için, burada devamlı kalmak yoktur. Sizden önce bu bölgede oturan, sizden daha uzun ömürlü, sizden daha kuvvetli, sizden daha kalabalık ve zengin olan Tasm, Cedis ve Amâlikalıların başına gelenleri biliyorsunuz. Onların, Harem-i şerîfi hafife almaları, Hak’tan yüz çevirerek zulme dalmaları, bu mübârek yerden çıkarılıp atılmalarına sebeb olmuştur. Allahü teâlânın, bâzılarına küçük karıncaları musallat ederek, kimini kıtlıkla, bâzılarını da kılınçla çıkardığını görmüş ve işitmişsinizdir!” diyerek onlara nasîhat eyledi. Fakat onlar dinlemediler. Netîcede Allahü teâlâ onları da, bu azgınlıkları sebebiyle, perişân eyledi.
İşte böyle bir zamanda, yeryüzünün merkezi olan mübârek Mekke’de, küfür sel gibi akıyor, Beytullah'ın içine, Lat, Uzzâ, Menat gibi yüzlerce put dolduruluyordu. Zulüm son haddine varıyor, ahlâksızlık, iftihar vesilesi olarak kabûl ediliyordu. Arabistan, dîni, rûhî, içtimaî ve siyasî bakımlardan, yaygın bir karanlık, tam bir câhiliyet, taşkınlık, azgınlık ve sapıklık içerisinde idi. Câhiliyye devri denilen bu zamanda, insanlar genellikle göçebe hayatı yaşıyorlardı ve kabîlelere bölünmüşlerdi. Devamlı çekişme hâlinde olan Arab kabîleleri, baskın ve yağmacılığı, kendileri için bir geçim vâsıtası sayıyorlardı. Zulmün ve yağmacılığın yaygınlaştığı kabîlelerden meydana gelen Arabistan'da, siyasî bir nizâm, içtimaî bir düzen de mevcût değildi. Ayrıca içki, kumar, zina, hırsızlık, zulüm, yalan ve ahlâksızlık namına ne varsa alabildiğine yayılmıştı. Zulme, güçlünün güçsüze karşı kullandığı en amansız ve tüyleri ürpertici bir vâsıta olarak başvuruluyor; kadın, elde basit bir mal gibi alınıp satılıyordu. Bir kısmı da kız çocuklarının doğmasını bir felaket ve yüz karası sayıyorlardı. Bu korkunç telakkî o dereceye çıkmıştı ki, küçük kız çocuklarını, kumlar üzerinde açtıkları çukurlara diri diri yatırıp; “Babacığım! Babacığım” diyerek boyunlarına sarılmalarına ve acı acı feryâd etmelerine hiç kulak asmadan, üzerlerini toprakla kapatarak ölüme terkediyorlardı. Bu hareketlerinden dolayı vicdanları hiç sızlamıyor, hattâ bunu bir kahramanlık sayıyorlardı. Netîce îtibâriyle o zamanın insanları arasında şefkât, merhamet, iyilik ve adâlet gibi güzel hasletler yok olmuş gibiydi.
Ancak bu devirde Arablar arasında, dikkate değer bir husûs vardı. O da edebiyatın, belâgatin ve fesâhatin değer kazanıp zirveye çıkmasıydı. Şaire ve şiire çok önem verirler, bunu büyük bir iftihar vesilesi sayarlardı. Güçlü bir şâir, hem kendisi hem de kabîlesi için îtibâr sağlardı. Muayyen zamanlarda panayırlar kurulur. Şiir ve hitâbet yarışmaları yapılırdı. Birinci gelenlerin şiirleri veya hitâbeleri Kâbe duvarına asılırdı. Câhiliye devrindeki Kâbe duvarına asılan en meşhûr yedi şiire, Muallakât-us-Seb’a yâni yedi askı denilirdi.
O zaman Arabistan'da insanlar, inanç bakımından da, bölük bölüktü. Bir kısmı tamâmen inançsız ve dünyâ hayatından başka bir şey kabûl etmiyor. Bir kısmı ise Allahü teâlâya ve âhıret gününe inanıyor, fakat insandan bir peygamberin geleceğini kabûl etmiyordu. Bir kısmı da Allahü teâlâya inanıyor, âhırete inanmıyordu. Diğer büyük bir kısmı da, Allahü teâlâya şirk koşup putlara tapıyordu. Müşriklerin her birinin evinde bir put bulunuyordu. Bütün bunlardan başka, Hazret-i İbrâhim'in bildirdiği din üzere olan ve Hanifler denilen kimseler de vardı. Bunlar Allahü teâlâya inanır ve putlardan uzak dururlardı. Peygamber efendimizin babası Abdullah, dedesi Abdülmuttalîb, annesi ve bâzı kimseler, bu din üzere idiler. Haniflerden başka bütün gruplar bâtıl yolda olup, büyük bir zulmet ve karanlık içinde idiler.
Âlem, öylesine kararmış ve zulmet o şekilde kaplamıştı ki, insanlar her şeyin yaratıcısı olan Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeyi bırakmışlardı. Şaşkınlıklarından kâinatta cereyan eden hâdiselere ve cenâb-ı Hakk'ın yarattığı eşyaya, bilhassa elleriyle yonttukları taştan ve tahtadan putlara ilâh diye tapınıyorlardı.
Âlem mahzûn, varlıklar mahzûn, gönüller mahzûndu ve yüzler gülmeyi unutmuştu. Allahü teâlânın, diğer mahlûklardan üstün olarak yarattığı insanların, Cehennem’den kurtulmalarına sebep olacak bir kahraman lâzımdı. Nitekim doğmasına çok az bir zaman kalmıştı. Âlem, Âdem aleyhisselâmdan bugüne kadar, temiz alınlardan temiz alınlara geçerek gelen nûrun sâhibini karşılamak için hazırlanıyordu. İnsanlara ve cinne ebedî saâdeti gösterecek eşsiz insan geliyordu!... Şefkât ve merhamet menbaı, Rabbinin ahlâkı ile ahlâklanmış yüksek insan geliyordu!...
Makâm-ı mahmûd sâhibi, şefâatçilerin baş tâcı geliyordu!... Kâinatın hocası, varlıkların özü, insanların efendisi geliyordu! Mahşer gününün imdada yetişicisi, peygamberlerin sultânı geliyordu!... Allahü teâlânın habîbi, sevgilisi, hürmetine yaratıldığımız, âlemlere rahmet olan sevgili Peygamberimiz geliyordu!... Sallallahü aleyhi ve sellem.
Bu gelen ilm-i ledün sultânıdır,
Bu gelen tevhidü irfân kânıdır.
Bu gelen aşkına, devr eyler felek,
Yüzüne müştâk durur insü melek.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget