Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Medine’de kurulan İslam Devleti gün geçtikçe büyüyordu. Kavim kavim, kabile kabile Medine’ye akın eden halk, Peygamberimizin sohbetinde bulunuyor, İslam’ın yüce hakikatlerini dinledikten sonra Müslüman oluyorlardı. Re­sû­lul­lah bir yandan Medine’ye gelen heyetlerle meşgul olurken, diğer yandan da komşu devlet ve hükümdarlara elçiler göndererek onları İslam’a davet ediyordu. İşte el­çi olarak vazifelendirilen bu sahabilerden birisi de Alâ bin Hadramî’dir (r.a.). Peygamberimiz onu Hicret’in 8. yılında, bugünkü Basra Körfezi’nin batı­sında bir sahil ülkesi olan Bahreyn’e gönderdi. Mecusi olan Bahreyn Hükümda­rı Münzir bir Sâvâ’ya da bir mektup yazdı. Hz. Ebû Hureyre’yi (r.a.) yanına al­masını ve yol arkadaşına iyi davranmasını tavsiye etti.[1]
Hz. Alâ bin Hadramî, ilk Müslümanlardandı. Uzun zaman Peygamberimizin sohbetinde bulunmuş, feyiz almıştı. İyi bir hatipti. İkna kabiliyeti yerinde, yu­muşak sözlü bir tabiata sahipti. Muhatabının içinde bulunduğu durumu nazara alarak konuşur, onu kırmamaya incitmemeye azami gayret gösteririrdi. Zaten Peygamberimiz tarafından böyle mühim bir hizmet için vazifelendirilmesinin sebebi de buydu.
Alâ bin Hadramî vakit geçirmeden yola çıktı. Bir yandan yol alıyor, bir yan­dan da düşünüyordu. Zira yüzlerce insanın İslamiyet’i kabul veya reddetmesi, kendisinin tebliğine bağlıydı. Diğer taraftan, bir hükümdara gidiyordu. Bu se­beple dikkatli olması gerekiyordu. Gittiği topluluk gerçi Mecusi idi. Allah yeri­ne Allah’ın yarattığı ateşe ibadet ediyorlardı. Ama muhatap kim olursa olsun, Müslüman “kavl-i leyyin” ile davet etmek zorundaydı. Zira Cenâb-ı Hak, bir âyet-i kerimede bu hususta şöyle buyuruyordu:
“İnsanları Rabb’inin yoluna hikmetle, güzel öğütlerle çağır ve onlarla olan mücadeleni en güzel şekilde yap.”[2]
Nihayet Bahreyn’e ulaştı. Bahreyn hükümdarı, Mekke’den bir peygamber çık­tığını işitmişti. Fakat İslamiyet hakkında bir bilgiye sahip değildi. Peygamberi­mizin elçisini hemen huzuruna kabul etti. Böylece Re­sû­lul­lah’a değer verildiği­ni, elçiye göstermek istiyordu.
Nübüvvet mektebinden ders alan Hz. Alâ, gayet olgun bir şekilde içeri girdi. Sade, fakat temiz bir elbise giymişti. Peygamberimizin mektubunu hükümdara takdim etti. Hükümdar saygılı bir biçimde mektubu aldı ve tercümanına vererek okumasını istedi. Mektup okunurken, Alâ bin Hadramî ne konuşacağını düşünüyordu. Etrafına şöyle bir baktı. Hükümdarın ileri gelen adamlarından hemen hepsi oradaydı. O hâlde onların önünde hükümdarı ve tabi oldukları dini küçül­tücü ifade kullanmamalıydı. Bilakis hükümdarın milleti içindeki mevkiini de göz önüne alıp ona göre İslamiyet’e davet etmeliydi. Mektubun okunması bittik­ten sonra şu mealde bir konuşma yaptı:
“Ey Münzir! Şüphesiz sen dünya işlerinde büyük bir akla sahipsin. Bak, iyi düşün! Hiç yalan söylemeyen bir kimseyi tasdik etmemek, verdiği sözden hiç caymayan kimseye itimat etmemek, inanmamak sana yakışır mı?! İşte böyle olan o ümmi peygamberdir ki, vallahi aklı başında olan hiç kimse, hiçbir zaman onun emrettiği şeyin yasaklanmasını, onun yasakladığı şeyin de emredilmesi gerekeceğini söyleyemez.”
Münzir gerçekten akıllı bir insandı. Peygamber Efendimizin mektubu ve Alâ’nın konuşması üzerine biraz düşündü. Sonra da Hz. Alâ’dan İslamiyet hak­kında biraz daha bilgi vermesini rica etti. O konuştukça Münzir’in yüzünde iman nuru parlamaya başladı. Nihayet İslam sarayına girmek için daha fazla beklemeyi uygun bulmadı. Düşüncelerini şu şekilde ifade etti:
“Elimdeki saltanata baktım; onu, ahiret dışında, sadece dünyaya yarayacak şekilde buldum. Sizin dininize baktım; onun dünyayı da, ahireti de birlikte mütalaa ettiğini gördüm. Kendisinde dünyada rahat bir şekilde yaşama ve ahirette de ebedî bir hayat bulunan böyle bir dini kabul etmeme ne mâni var?” dedi ve Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldu. Hükümdar Münzir’den sonra Mecusi rahip Sibuht’un da Müslüman olması, halktan birçok kimsenin daha İslamiyet’le müşerref olmasına sebep oldu.[3]
Alâ bin Hadramî, Peygamberimize bir mektup yazarak müjdeli haberi arz et­ti. Bundan sonra da nasıl hareket etmesi gerektiği hususunda malumat istedi.
Peygamber Efendimiz, bu mektubu alınca çok memnun oldu. Alâ bin Hadramî’yi bu başarısından dolayı tebrik ve takdir etti. Bir taltif olarak da, bu bölge­nin İslam ülkesi olması üzerine onu Bahreyn valiliğine tayin etti. Bir mektup ya­zarak Bahreynlilere İslamiyet’i öğretmesini, zengin Müslümanlardan zekât, gayrimüslimlerden de cizye (vergi) alarak fakir halka dağıtmasını ve ihtiyaçtan fazlasını Medine’ye göndermesini emretti.[4]
Hz. Alâ bin Hadramî, hitabet ve tebliğde olduğu gibi, idarecilikte de örnek bir şahsiyetti. İslam’ı bir hayat nizamı hâline getirmek için çok üstün gayret göster­di. Çok geçmeden Bahreynlilere kendini sevdirdi. Hükümdar Münzir ve rahi­bin yardımlarıyla İslamiyet’in Bahreyn’de kökleşmesini temin etti. Topladığı zekât ve cizyeyi Bahreyn’deki fakirlere dağıttı, arta kalanını da Medine’ye gön­derdi. O sırada Medine’de Müslümanlar maddi bakımdan sıkıntı içerisindeydi­ler. Hiç ummadıkları bir zamanda bu kadar para gelmesine sevindiler ve bu ikra­mından dolayı Cenâb-ı Hakk’a şükrettiler.[5]
Alâ bin Hadramî, Peygamberimizin vefatından sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer zamanında da aynı vazifeye devam etti. Çünkü Peygamber Efendimiz onu, maharet ve salahatı sebebiyle bu vazifeye getirmişti.
Hz. Alâ aynı zamanda yüksek cesaret ve kahramanlığı ile de tanınmış bir Sa-habiydi. İyi bir kumandandı. Hz. Ömer onu o bölgenin fethiyle vazifeli olan or­dunun başına kumandan tayin etti. Ayrıca şöyle bir mektup yazarak bazı hatır­latmalarda bulundu:
“Cenâb-ı Hak, insanları ve bu varlığı hangi gaye ile yarattığını bize bildirmiş­tir. Sen de ne için yaratılmış isen o şeye çalış ve başka şeylerden vazgeç. Çünkü dünya geçicidir, ahiret ise ebedîdir. Dünyanın geçici lezzetleri seni ebedî olan ahiret lezzetlerini görmekten alıkoymasın. Allah’ın yasak kıldığı şeyleri işle­mekten sakın. İstediği kimseye ilim ve hikmetiyle üstünlük veren, Cenâb-ı Hak’­tır. Allah bizi de seni de kendisine itaat etmeye ve azabından kurtulmaya mu­vaffak eylesin.”[6]
Bu büyük sahabi, kumandanlık vazifesini de başarıyla yerine getirdi.
Cenâb-ı Hak katında duası kabul edilen bir sahabi olarak tanınan Hz. Alâ’dan, bazı kerametler zuhur ettiği de olurdu. Birçok defa onunla beraber bulu­nan Hz. Ebû Hürey­re, gördüğü manevi hâller sebebiyle ona olan sevgisinin de­vamlı arttığını söyler.
Alâ bin Hadramî’nin kumandasındaki ordu İran topraklarında ilerlerken, mücahitlerin suları tükenmişti. Düşman askerleri, Müslümanları hâlsiz düşürmek için o havalideki bütün kuyuları kapatmışlardı. Su bulmak mümkün değildi. Hava çok sıcaktı. Hz. Alâ, mücahitlerle birlikte iki rekât namaz kıldı. Daha sonra da ellerini dergâh-ı İlahîye açarak Cenâb-ı Hakk’a duada bulundu. Hemen sonra Yüce Allah’ın yardımı yetişti. Kumların altından su kaynamaya başladı. Müca­hitler o sudan içtiler, abdest aldılar, su kaplarını doldurdular ve oradan ayrıldı­lar. Askerlerden birisi konak yerinde bazı eşyalarını unutmuştu. Almak için döndüğünde, biraz evvelki su kaynağının kaybolmuş olduğunu gördü…
Hz. Ebû Hüreyre, Hz. Alâ ile olan bir diğer hatırasını da şöyle anlatıyor:
“Alâ ile Basra’ya gitmek üzere yola çıktım. Liyas mevkiine vardığımızda Hz. Alâ vefat etti. Yanımızda onu yıkayacak kadar su yoktu. Cenâb-ı Hak o esnada yağ­mur yağdırdı. Yağmur suyuyla onu yıkadık. Kılıçlarımızla kabir kazdık ve def­nettik. Sonra oradan ayrıldık.”
Allah onlardan razı olsun!

____________________________________
[1]Tabakât, 4: 360.
[2]Nahl Sûresi, 125.
[3]İnsânü’l-Uyûn, 3: 300-330.
[4]Tabakât, 1: 276; 4: 363.
[5]age., 4: 15-16.
[6]age., 4: 362.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Delilsiz, araştırmasız ve sadece taklidî olarak bir davayı benimseyenlerin, ileri­de karşılaşacakları küçük sarsıntılar karşısında tereddüde düşmeleri, hattâ o davadan vazgeçmeleri mümkündür. Düşünerek, akıl ve muhakeme ile bir dava­yı benimseyenlerin ise, ideallerine cansiperane sarıldıkları ve daha önce batıl davalarda gösterdikleri gayret ve sebatın fazlasını, girdikleri hak davada göster­dikleri görülmüştür.
İslam tarihi bu hakikatin birçok misalleriyle doludur. İşte, İslamiyet’e girdik­ten sonra sahabiler arasında mümtaz bir mevki kazanan Adiyy bin Hâtem de bunlardan biridir.
Cömertliğiyle meşhur Hâtem-i Tâî’nin vefatından sonra, Tayy kabilesinin başına gelen zatın oğlu olan Adiyy, Hıristiyan idi. Kendi dinine sıkı sıkıya bağ­lıydı. Peygamberimizin (a.s.m.) İslam davasını ilan etmesinden, kendi inançlan hesabına çok müteessir olmuştu. Yıllardan beri atalarının izinden giden Arapla­rın böyle yeni çıkan birisinin peşinden gitmelerini bir türlü hazmedemiyordu. Çok huzursuz oldu ve başını alıp Arap Yarımadası’nı terk ederek, Hıristiyanlı­ğın yaygın olduğu Anadolu içerilerine geldi. Hattâ bir rivayete göre, İstanbul’a kadar gelerek kayserin huzuruna çıktı.
Bir müddet sonra avare şekilde dolaşmaktan bıktı ve kendi kendine şöyle de­di:
“Şu zata [Hz. Muhammed’e] niçin gitmiyorum ki?! Eğer yalan söylüyorsa, ben onu fark ederim. Yok, eğer doğru söylüyorsa ona tabi olurum.”
Bu düşüncesinden sonra kalkıp Re­sû­lul­lah’ın huzuruna geldi. Sahabe-i Kirâm, Adiyy’in âniden çıkıp gelmesine çok şaşırmışlardı. Re­sû­lul­lah ile aralarında şöy­le bir konuşma geçti:
“Ey Adiyy! Müslüman ol ki kurtulasın.” (Re­sû­lul­lah bu sözü üç defa tekrarladı.)
“Benim dinim var.”
“Ben senin dinini senden daha iyi biliyorum.”
“Benim dinimi benden daha iyi nasıl biliyorsun?!”
“Evet, sen Rakusiye’den değil misin? Kavminin dörtte bir ganimetini yemi­yor musun? Bu senin dininde sana helal değildir.”
Bu konuşmalardan sonra Adiyy tekrar ortalıktan kayboldu. Kendi iç âlemin­de devamlı olarak manevi fırtınalar kopuyordu. İslamiyet’i kabul hususunda ar­tık tereddütleri başlamıştı. Bir ay kadar sonra Adiyy tekrar Re­sû­lul­lah ile karşı­laştı. Re­sû­lul­lah şöyle buyurdu:
“Ben senin İslam’a girmene mâni olan şeyi biliyorum. Sen bu dine, ‘Sadece za­yıflar, kuvvetli olmayanlar giriyor, zaten Araplar da böyle kimseleri içlerinden atmışlardır.’ diye düşünüyorsun. Hîre’yi bilir misin?
“Görmedim, ama duydum.”
“Nefsim kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah bu dini mutlaka ta­mam­la­ya­cak ve hâkim kılacak. O kadar ki, bir kadın kimseye ihtiyaç duyma­dan, tek başına Hîre’den kalkarak gelip Kâbe’yi tavaf edecek. Kisra bin Hür­müz’ün hazineleri ele geçirilecek.”
“Kisra bin Hürmüz’ün hazineleri mi?!”
“Evet, Kisra bin Hürmüz’ün hazineleri… Servet bollaşacak. O kadar ki, varlıklı kimseler yardım yapmak için fakir bulamayacak.”
Yıllar sonra, hayat hikâyesini ve Re­sû­lul­lah ile aralarında geçen konuşmaları naklederken Adiyy şöyle demiştir:
“Kimsesiz bir kadının Hîre’den gelip Kâbe’yi tavaf ettiğine şahit oldum. Kisranın hazinelerini ele geçirmeye giden askerî birliğin öncüsü idim. Nefsim kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, üçüncüsü de mutlaka olacaktır. Çünkü bunu Re­sû­lul­lah (a.s.m.) söylemiştir.”[1]
Adiyy bin Hâtem, kendisinden önce Müslüman olan kız kardeşi Sefane bint-i Hâtem’in de teşvikleriyle Miladi 630 yılında Müslüman olmuştu. Resûl-i Ek­rem’le (a.s.m.) iki sene gibi kısa bir zaman beraber olmasına rağmen birçok hadis-i şerif nakletmiştir.
Hz. Adiyy, tıpkı babası ve Hâtem-i Tâî gibi çok cömert idi. Sahabe arasında kendisine çok hürmet gösterilirdi. Resûl-i Ekrem’in yanına geldiğinde de Re­sû­lul­lah kendisine ikramlarda bulunurdu.
Kendisi çok şefkatliydi. Karıncalara bile şefkatle muamele eder, “Bunlar bi­zim komşularımızdır. Onların da hakkı vardır.” diyerek, karıncalara yemek ve­rirdi.
İbadetine öylesine düşkündü ki, “Her bir namaz vaktini iştiyakla bekliyo­rum.” derdi.
Hz. Ebû Bekir zamanında meydana gelen irtidat hadiselerinde halifeye sadakatle hiz­met etmiş ve kavminin hadiselere karışmaması için cansiperane bir mücadele vermiş­ti.
Irak muharebelerinde Hâlid bin Velid’in yardımcısı olarak büyük kahra­manlıklar gösterdi. Kadisiye ve Mihrân Savaşlarında da Ebû Ubeyde’nin ku­mandası altında cansiperane gayretlerinden geri kalmadı.
Uzun müddet kendi kabilesi arasında, diğer sahabilerden uzak kalmıştı. Bir gün Hz. Ömer’in halifeliği zamanında Medine’ye geldi. Kendisini tanıma­dığını zannederek Hz. Ömer’e, “Ey Müminlerin Emiri, beni tanımadınız mı?!” dedi. Hz. Ömer şöyle karşılık verdi:
“Sizi nasıl tanımam?! Siz ki Cenâb-ı Hakk’ın ikramına mazhar olmuşsunuz. Birçokları hak yoldan ayrılırken siz sebat ettiniz. Birçokları inkâr ederken, siz hakkı tasdik ettiniz. Onlar ihanet ederken, siz sadakat gösterdiniz. Onlar sırt çevirirken, siz göğüs gerdiniz…”[2]
Nefsinin methedilmesinden hoşlanmayan Adiyy bin Hâtem, “Yeter, ey Ömer!” diyerek Hz. Ömer’in sözünü kesti.
Adiyy bin Hâtem, mümtaz hizmetlerle geçen uzun bir ömre mazhar olmuş ve Hicret’in 68. yılında Kûfe’de vefat etmiştir.
Allah şefaatine nail etsin!

_______________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 3: 393.
[2]İsâbe, 2: 468.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Hz. Abdurrahman, Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) oğluydu. Peygamberimizin kayın­bira­de­riy­di. Hz. Ebû Bekir’in bütün ailesi kendisiyle birlikte İslam’la müşerref olduğu hâlde, Abdurrahman bir türlü Müslüman olmaya yanaşmamıştı. Bedir ve Uhud Savaşlarında müşriklerin safında yer aldı. Hattâ bu savaşlarda mey­dana çıkarak çarpışacak er diledi. Hz. Ebû Bekir, haddini aşan bu oğlunu ce­zalandırmak için meydana çıkmak istediyse de, Peygamberimiz ona mâni ol­du, “Kılıcını kınına koy, sen bize lazımsın.” buyurdu.
Abdurrahman (r.a.) ancak Hudeybiye Sulhü’nden sonra Müslüman oldu ve Medine’ye hicret etti.
Abdurrahman’ın asıl ismi “Abdüluzza” idi. Peygamberimiz, bir put ismi olan ve “Uzza’nın kulu” manasına gelen bu ismi “Abdurrahman” olarak değiş­tirdi.
Hz. Abdurrahman, Müslüman olduktan sora artık Peygamberimizin sohbe­tinde bulunmaya, ondan feyiz almaya başladı.
Hz. Abdurrahman, İslam’ın mücahit bir eriydi. Hudeybiye Sulhü’nden sonra vuku bulan bütün gazalara iştirak etti. Çok büyük kahramanlıklar gösterdi. Mürtetlere karşı yapılan Yemâme Savaşı’nda âdeta şahlandı. Düşman safları­nı darmadağın etti. Düşman kumandanlarından Muhkem bin Tüfeyl’i öldürdü.
Abdurrahman (r.a.), Yezîd’in halifeliğini kabul etmedi. Yapılan para teklif­lerine kar­şı da, “Biz dünya için dinimizi satmayız.” cevabını verdi. Sonra da Medine’den Mek­ke’ye gitti. Mekke yakınlarında Habeşî mevkiinde ikamet et­ti. Hicret’in 53. yılında da vefat etti. ‘[1]
Allah ondan razı olsun!

__________________________________
[1]Müstedrek, 3: 473-477.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget