Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Hz. Cebbar, Medineliydi. İkinci Akabe Biatı’nda bulundu. Başta Bedir olmak üzere Peygamberimizle birlikte bütün savaşlara iştirak etti.
Hayber fethedildikten sonra Peygamberimiz kendisini Hayber vergisini top­lamak üzere vazifelendirdi. Cebbar (r.a.) aynı vazifeyi Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer devirlerinde de yürüttü.
Hz. Cebbar, Peygamberimize olan bağlılığıyla temayüz etmişti. Re­sû­lul­lah bir şeyin yapılmasını istediğinde o hemen, “Ben yapayım.” derdi. Bir yolculuk esnasında Peygamberimiz (a.s.m.), “Biriniz bizden evvel gitse de su kablarını doldursa…” diye bir te­mennide bulundu. Hz. Cebbar hemen kalktı ve “Ben gide­rim yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. Pey­gamberimiz onun bu bağlılığından memnun oldu. Bundan sonrasını Hz. Cebbar şöy­le anlatıyor:
“Hemen kalkıp gittim, suyu doldurdum. Fakat çok yorgundum. Daha fazla tahammül edemedim. Olduğum yerde uyuyakalmışım. Bir müddet sonra biri­nin ‘Ey havuz sahibi!’ diye seslendiğini duydum. Bir de ne göreyim? Bu gelen zat, Re­sû­lul­lah imiş! He­men kalktım. Re­sû­lul­lah bana, ‘Su kabını al da beni takip et.’ buyurdu. Birlikte abdest aldık namaza durduk. Re­sû­lul­lah mübarek eliyle beni sağ tarafına getirdi. İkimiz birlikte namaz kıldık. Çok geçmeden diğer sahabiler de bize yetiştiler.”
Hz. Cebbar, Hicret’in 30. yılında Hz. Osman devrinde vefat etti.
Allah ondan razı olsun![1]

____________________________________
[1]Tabakât, 3: 576; Müsned, 3: 421.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Peygamberimiz tebliğ vazifesi yanında ibadetlerini de müşriklerden gizli yapı­yordu. Bu sebeple İslamiyet’in ibadet tarzı pek bilinmiyordu. Bir gün Re­sû­lul­lah (a.s.m.), Hz. Ali’yle beraber namaz kılarken kardeşi Câfer bunu gördü. Merak et­ti. Daha sonra Hz. Ali’yi buldu ve yaptıkları hareketin ne olduğunu sordu. Hz. Ali de bunun Cenâb-ı Hakk’a karşı yapılan bir ibadet olduğunu söyledi. İslami­yet hakkında açıklamada bulun­du. Bu sözler Câfer’in çok hoşuna gitti ve he­men oracıkta Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldu.
Müslümanlar bu sıralarda hem sayıca az, hem de zayıftılar. Bu sebeple diğer Müslümanlar gibi, Hz. Câfer de müşriklerin akıl almaz eza ve cefalarıyla karşı­laştı. Ancak o, imanından taviz vermedi.
Müşriklerin Müslümanlara yaptıkları bu insanlık dışı işkenceler Peygambe­rimizi üzüyor ve düşündürüyordu. Nihayet bir grup Müslüman’ın Hz. Câfer ku­mandasında Habeşistan’a hicret etmelerine karar verildi. Neticede 92 kişiden müteşekkil muhacirler yurtlarını yuvalarını terk ederek Habeşistan’a göçtüler.
Fakat müşrikler peşlerini bırakmadılar. Gerek Habeş hükümdarı Necâşî için, gerekse ileri gelen devlet adamları için çok kıymetli hediyeler hazırladılar. Amr bin Âs ile Abdullah bin Ebî Rebîa’yı Habeşistan’a gönderdiler. Habeşistan’a git­tiklerinde önce devlet adamlarına birçok hediye vererek onları kendi safları­na aldılar. Sonra da Necâşî’nin huzuruna çıkarak onu da ikram ve ihsana boğdu­lar. Hükümdarı da tesir altında bırakmak için şöyle konuştular:
“Ey hükümdar! Aramızdan çıkıp işlerimizi bozan, şimdi de senin dinini, ül­keni ve halkını bozmak için çalışan bu adamlar hakkında seni ikaz ediyor, uyarıyoruz. Bunlar bi­zim bazı aklı ermez gençlerimizdir. Milletimizin dininden ay­rıldılar, senin dinine de gir­mediler. Bizim ve senin bilmediğin yepyeni bir dinle ortaya çıktılar. Onlar Meryem’in oğlu İsâ’yı da ilah tanımazlar. Huzuruna girin­ce sana secde etmezler. Sen onları bize iade et, biz onların haklarından geli­riz!”
Daha önceden hediyelerle satın alınmış olunan Habeş halkının ileri gelenleri de onları tasdik ettiler. “Bunlar doğru söylüyorlar. Onlar kendilerinden olanları elbette başkalarından daha iyi bilirler.” dediler.
Fakat Habeş hükümdarı Necâşî basiretli birisiydi. Onların sözlerine kanma­dı. Hadiseyi tahkik etmek, doğruluk derecesini öğrenmek istedi. Ve Muhacirle­ri huzuruna davet etti. Müslümanlar Hz. Câfer’i aralarında temsilci seçtiler. Necâşî’nin suallerine onun cevap vermesini istediler ve vakit geçirmeden huzura çıktılar. Hükümdarı selamla­dılar, fakat ona secde etmediler.
Hükümdar onlara ülkesine niçin geldiklerini sordu ve Peygamberimiz hak­kında bilgi istedi. Ayrıca niçin secde etmediklerini sordu. Hz. Câfer zeki biri­siydi. Hitabeti kuvvetliydi. Hükümdardan, müşriklerin elçilerinden sadece biri­sinin konuşması ricasında bulundu. Daha sonra da müşriklere şu sualleri sordu:
“Biz efendisinden kaçan köle miyiz? Biz haksız yere birinin kanını mı döktük ki bizi istiyorlar? Üzerimizde alıp da ödeyemediğimiz malları mı var, borçlu mu­yuz?...”
Cevap verme işini üzerine alan Amr bin Âs, onların köle olmayıp hür oldukla­rını, kimsenin kanını dökmediklerini ve kimseye borçları bulunmadığını söyle­di. Ve “Biz onları, bizim dinimizi bırakıp Muhammed’in dinine girdikleri için is­tiyoruz.” dedi.
Bunun üzerine söz alan Hz. Câfer, Necâşî’yi ikna ve tatmin eden, onun İslamiyet’i ka­bul etmesine vesile olan şu beliğ konuşmayı yaptı:
“Muhterem hükümdar! Biz cahil bir millettik, putlara tapardık. Laşeleri yer, her kötülüğü işlerdik. Akrabamızla münasebetlerimizi keser, komşularımı­za kötülük yapardık. Kuvvetli olanlarımız zayıf olanlarımızı ezerdi. Biz böyle bir durumda idik. Yüce Allah bize kendimizden, soyunu, doğruluğunu, eminliğini, iffet ve nezahetini bildiğimiz bir peygamber gönderdi. O bizi, Allah’a ve Allah’ın birliğine inanmaya, O’na ibadet etmeye, atalarımızdan bu yana taptığı­mız putları bırakmaya davet etti. Doğru sözlü olmayı, emanetleri yerine getir­meyi, komşularla güzel geçinmeyi, günahlardan ve kan dökmekten sakınmayı emretti. Her türlü ahlaksızlıktan, yalan söylemekten, yetimlerin malını yemekten, namuslu kadınlara iftira etmekten bizi menetti.”
Hz. Câfer, bir cemiyetin ahlaki esaslarını ihtiva eden bu konuşmalardan sonra, huzura girdiklerinde sec­de etmemelerinin sebebini de, “Biz Allah’tan başkasına secde etmekten Allah’a sığınırız!” diye cevaplandırdı.
Bu konuşmalardan sonra Necâşî’nin, “Sizin yanınızda Allah’tan gelmiş bir şey var mı?” suali üzerine Hz. Câfer, Meryem Sûresi’nden birkaç âyet okudu. Ar­tık Necâşî’nin gönlünde hidayet güneşi doğmuştu. Şöyle söylemekten kendini alamadı:
“Sizi ve yanından geldiğiniz zatı tebrik ederim! Şehadet ederim ki o, Allah’ın Resûl’üdür. Vallahi eğer o, ülkemde olsaydı, gidip onun ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım...”
Necâşî daha sonra müşriklerin rüşvet olarak getirdikleri hediyelere ihtiyacı olmadığını söyledi ve geri iade edilmesini emretti.
Necâşî’nin Müslüman olmasından ve “Bir dağ altına malik olma pahasına da olsa sizden birisinin üzüntüye uğratılmasına razı olmam. Gidiniz ülkemde em­niyet ve huzura kavuşmuş olarak yaşayınız.” diyerek sahip çıkmasından sonra Muhacirler, Habeşistan’da huzur içinde yaşadılar. İslamiyet’in orada yayılması için gayret gösterdiler. Bir müddet sonra da Medine’ye hicret ettiler.
Muhacirler döndükleri sırada mücahitler Hayber’i fethetmiş bulunuyorlardı. Peygamberimiz bilhassa Hz. Câfer’in döndüğüne çok sevindi. Onu kucakladı, bağrına bastı, alnından öptü ve sevincini şöyle izhar etti:
“Ben hangisine sevine­ceğimi bilemiyorum. Hayber’in fethine mi, yoksa Câfer’in gelişine mi?...”[1]
Peygamber Efendimize ahlakça ve vücutça en çok benzeyen sahabi, Hz. Ali’nin kardeşi Hz. Câfer idi (r.a.). Onun, Peygamberimizin yanında apayrı bir yeri vardı. Hz. Câ­fer için “fakirlerin babası” derdi. Câfer (r.a.) bütün fakirleri korumakla beraber, bilhas­sa mescitte devamlı ilim ve iman hizmetiyle meşgul olan Ashâb-ı Suffe’yi himaye eder, ihtiyaçlarını karşılardı. Ashâb-ı Suffe’nin ileri gelenlerinden olan Ebû Hürey­re’nin (r.a.) onun hakkındaki şu sözleri bunu çok güzel ifade eder:
“Biz, Câfer bin Ebû Tâlib’e ‘fakirlerin babası’ diye hitap ederdik. Kendisine git­tiğimiz zaman hazırda ne varsa ikram ederdi. Birçokları bana ‘Çok fazla hadis rivayet ediyorsun.’ diyorlar. Ben, karın tokluğuyla iktifa ederek daima Re­sû­lul­lah ile beraber bulunuyordum. Ne yemeğin lezzetlisini ne de elbisenin yenisini arardım. Kimsenin bana hizmet etmesini de istemezdim. Bazen açlığı bastırmak için karnıma taş bağladığım olurdu! Fakirlere en çok yardım eden zat olan Câfer bin Ebû Tâlib bizi alır, evine götürür, ne varsa yedirirdi.”[2]
Hz. Câfer beliğ bir hatip, fakirleri koruyan bir hayırsever olduğu gibi, Allah yolunun kahraman bir mücahidiydi de… Onun Bizanslılarla yapılan Mute Har­bi’nde gösterdiği kahramanlık tarihe altın bir sayfa olarak kaydoldu. Zeyd bin Hârise’nin (r.a.) şehit olmasından sonra, Re­sû­lul­lah’ın talimatı üzerine sancağı o aldı. Fakat nefsi ona dünyayı sevdirmeye ve ölümü çirkin göstermeye çalışı­yordu. Hz. Câfer nefsin bu sesine karşı, “Sen bana dünyayı sevdirmek istiyor­sun. Hâlbuki bu an, müminlerin kalplerindeki imanı pekiştirmek zamanıdır.” di­yerek susturuyordu.
Kahramanca düşman saflarına hücuma geçti. Şehit olacağını bile bile kılıç sallamaya devam etti. Bir yandan kılıç sallıyor, bir yandan da, “Cennet de, ona yaklaşmak da ne güzeldir… Onun şerbetleri tatlı ve soğuktur.” diyerek mücahitleri coşturuyordu. Hz. Zeyd’in şehit olması mücahitlerin biraz da morallerini bozmuş, şevklerini kırmıştı. Fakat Hz. Câfer’in gösterdiği cesaret ve kahra­manlık sayesinde yeniden güçlendiler. Bir kartal atılganlığıyla hücuma geçti­ler.
Fakat düşman gözler, Hz. Câfer’in üzerinden ayrılmıyor, onu şehit etmenin yollarını arıyordu. Nihayet sinsice yaklaşan bir askerin kılıç darbesiyle sağ eli kesildi. Hemen sancağı sol eline aldı. Sol eli de kesilince kesik kollarıyla sanca­ğa sarıldı. Şehit oluncaya kadar sancağı yere düşürmedi. Nihayet şehit oldu.
Abdullah bin Ömer (r.a.), Hz. Câfer’in vücudunda 90’ın üzerinde kılıç ve mızrak yarası tespit ettiklerini haber veriyordu.
Mute Savaşı cereyan ederken Peygamber Efendimiz, Medine’de minber üze­rinde müminlere nasihat ediyordu. Cenâb-ı Hak savaş sahnesini olduğu gibi ona gösterdi. Di­ğer kumandanlarla birlikte Hz. Câfer’in de şehit düştüğünü, Ashâbına haber verdi. Ve “Allah ona, kesilen iki koluna bedel iki kanat verdi. On­larla cennete uçtu.” buyurdu.[3]Bundan sonra Hz. Câfer, sahabiler arasında iki kanatlı manasında “Zülcenâheyn” ve “Tayyar” unvanlanyla anıldı.
Allah ondan razı olsun!

____________________________________
[1]Sîre, 1: 356.
[2]Tabakât, 4: 34; Tirmizî, Menâkıb: 30.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 1: 358.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Uhud Harbi hazırlıkları günden güne ilerliyordu. Müslümanlar bir taraftan Hz. Peygamber’in (a.s.m.) nezaretinde erzak hazırlıklarını tamamlarken, kılıç ve ok talimlerini de ihmal etmiyorlardı. Bu arada eli kılıç tutan genç ve yiğit Müslümanlar da Peygamberimize (a.s.m.) müracaat ediyor, harbe katılmak için müsa­ade istiyorlardı.
Bedir Savaşı’na katılamamanın ıstırabı ve hüznü ile yanıp tutuşan bir genç de, savaşa katılabilmek için Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) müracaat etmişti. Re­sû­lul­lah (a.s.m.), gidip babasından izin aldığı takdirde savaşa katılabileceğini kendisine bildirdi. Biraz üzgün ve heyecanlı şekilde babasına giden bu genç, çocuk dene­cek kadar küçük bir yaşta babasıyla birlikte İkinci Akabe Biatı’nda Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) tabi olmuş olan Câbir bin Abdullah’tan başkası değildi:
Hz. Câbir’in babası Abdullah bin Amr (r.a.), oğlunun arzusuna şöyle cevap verdi:
“Sevgili evladım, yedi kız kardeşine bakıp himaye edecek başka bir kimse olsaydı, senin Uhud’da gözlerimin önünde şehit olmanı ne kadar ister­dim!”[1]
Câbir’in babası, oğlunu Uhud’da şehit olarak göremedi, ama kendisi aynı harpte kahramanca çarpışarak şehit oldu.
Babasının şehit olmasından sonra aile reisliğini de üzerine almış olan Câbir (r.a.), genç yaşta Müslüman olmuş ve mümtaz vasıflarıyla Hz. Peygamber’in (a.s.m.) defalar­ca takdirlerine mazhar olmuştu. Re­sû­lul­lah sık sık evlerine mi­safir gider, yemeğe kalırdı.
Câbir’e babasından epey bir miktar borç miras kalmıştı. Alacak sahipleri de Yahudi’ydi ve devamlı olarak Câbir’i sıkıştırıyorlardı. Abdullah bin Amr’ın geride bıraktığı mik­tar çok az olduğu gibi, ancak küçücük bir hurma bahçesine sahip olan Câbir’in bah­çe­sindeki hurmaların geliri birkaç senede bile babasının borcunu ödeyecek durumda değildi.
Çok zor durumda kalan Câbir (r.a.) bir çare bulma ümidiyle bir seferinde Peygamberimize geldi:
“Ey Allah’ın Resûl’ü, babam Uhud’da şehit düştü. Büyük miktarda da borç bı­raktı. Ala­caklılar sıkıştırıyorlar. Yardım ediniz de borcun bir kısmı gelecek se­neye kalsın...”
Peygamberimiz, Hz. Câbir’in teklifini kabul etti. Ertesi gün hazırlığa başladı. Kâina­tın Efendisi, hanesini teşrif edecekti. Hanımına da tembih ederek, “Bize Re­sû­lul­lah gelecek, sakın onu rahatsız etmeyelim!” dedi.
Ertesi sabah Peygamberimiz, Hz. Câbir’in evine gitti. Ev sahibi bir koyun kes­ti. Pey­gamberimiz, Hz. Ebû Bekir ve bazı sahabilerle Hz. Câbir’in davetinde bu­lundular. Daha sonra Peygamberimiz, alacaklıları çağırmasını söyledi. Hz. Câbir onları çağırmaya gitti. Hanımı Peygamberimizi görünce perde gerisin­den, “Yâ Re­sû­lal­lah, bana ve kocama dua et.” diye niyazda bulundu. Peygambe­rimiz de, “Allah seni ve kocanı mağfiret etsin.” diyerek en hayırlı duayı yap­tı.
Bu arada olup bitenler “Mektûbât”ta şöyle anlatılır:
“Câbir, pederinin asıl malını guremaya [alacaklılara] verdi. Kabul etmediler. Hâlbuki bağındaki meyveleri kaç senede deynine [borcuna] kâfi gelmeyecek. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: ‘Bağın meyvelerini koparı­nız, harman ediniz.’ Öyle yaptılar. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm har­man içinde gezdi, dua etti. Sonra Câbir harmandan pederinin bütün guremasının borçlarını verdikten sonra yine bir senede bağdan gelen mahsulat kadar har­manda kaldı. Bir rivayette, bütün guremaya ver­diği kadar kaldı. O hadiseden borç sahipleri Yahudiler çok taaccüp edip hayrette kal­dılar.”[2]
Hz. Câbir daha sonra hanımının Peygamberimizin duasını istediğini duyunca ona, “Ben sana Peygamberimizi rahatsız etmemeni söylememiş miydim?!” diye çıkıştı. Hanımı da, “Resûl-i Ekrem benim evime gelir de, ben ondan bana ve ko­cama dua etmesini nasıl istemem?! Biz zaten Resûl-i Ekrem’in himmet ve yardı­mı ile borcumuzdan kurtulduk,” diye cevap verdi.
Bedir ve Uhud’da bulunamamanın üzüntüsünü her zaman hisseden Câbir, ba­basının vefatından sonra hiçbir sefer ve gazadan geri kalmadı ve Re­sû­lul­lah ile (a.s.m.) birlikte 19 gazaya iştirak etti.
Babasının Uhud’da şehit olmasından sonra Hz. Câbir dul bir kadınla evlen­mişti. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) bu evlenmeden haberdar olduğu zaman, biraz da taaccüple kendisine, “Bakire mi, dul mu aldın?” diye sormuştu. Câbir (r.a.) şöyle ce­vap verdi:
“Ey Allah’ın Resûl’ü, biliyorsunuz, benim yedi kız kardeşim vardır. On­lara bakıp saçlarını tarayacak, besleyip büyütecek tecrübeli birisini almak iste­dim. Onun için dul bir kadını tercih ettim.”
Fevkalade yakışıklılığı ve kahramanlığıyla istediği kızla evlenebilecek du­rumda olan Câbir’in bu davranışı Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) çok hoşuna gitti ve “İsa­bet ettin, ey Câbir!” diyerek kendisini teyit buyurdu.[3]Câbir’in (r.a.) evlendiği Süheyme binti Mes’ud isimli kadın, daha sonraları İslam’a büyük hizmetlerde bulunmuştur.[4]
Ensar’ın ileri gelenlerinden olan Hz. Câbir, Medine’ye iki kilometre kadar uzak bir me­safede oturmasına rağmen, Peygamber Mescidi’nde, Peygamberi­mizin (a.s.m.) imam­lığında kılınan bütün vakit namazlarına iştirak ederdi. Hz. Câbir’in kabilesi olan Selemeoğulları bir ara Mescid-i Nebevî civarında boş olan yere yerleşmek istedi. Bunu haber alan Re­sû­lul­lah, “Ey Selemeoğulları! Yurtlarınızdan ayrılmayınız ki, izleriniz [sevaplarınız] çok olsun.” buyurdu.[5]
Hendek Harbi sırasında Müslümanlar en sıkıntılı günlerini yaşıyorlardı. Müslümanlar bir taraftan hendek kazarak muhasara için hazırlık yapıyorlar, di­ğer taraftan da açlık tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyorlardı. Hz. Câbir’in (r.a.) rivayet ettiği bir hadise, Müslümanların bu harpte çektikleri sıkıntı ve ıstıraplarının açık bir misalidir.
Hendek kazmakla meşgul olan sahabiler, bir kaya parçasına tesadüf ederler ve onu bir türlü yerinden oynatamazlar. Re­sû­lul­lah (a.s.m.), kayanın üzerine bi­raz su serpmelerini söyler ve eline aldığı balyozu üç defa taşa vurur, taş paramparça olup dağılır. Hz. Câbir der ki: “Dikkat ettim, Re­sû­lul­lah (a.s.m.) bu işi yaptığı sırada karnına açlığını bastırmak için taş bağlamıştı.”[6]
İşte bu sıkıntılı ve ıstıraplı günlerden birinde, Hz. Câbir’in evinde bir miktar arpa ile bir oğlak vardı. Hanımıyla konuşarak, onları Re­sû­lul­lah (a.s.m.) ve be­raberinde bulunan birkaç sahabeye ikram etmeye karar verdi. Zaten daha fazla­sına da güçleri yetmezdi. Câbir, Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) gelip, “Biraz yemeğim var. Siz ve birkaç kişi buyurun.” dedi. Re­sû­lul­lah, “Peki, hanımına söyle, ben gelin­ceye kadar yemeği ocaktan indirmesin, arpa ekmeğini de tandırdan çıkarmasın.” buyurdu.
Biraz sonra Hz. Câbir, Hendek mahallinden ayrılarak evine döndü. Bu arada Peygamberimiz (a.s.m.), iki elini ağzına götürerek bütün Ensar ve Muhacirîn’e işittirecek bir sesle, “Ey Hendek ahalisi! Câbir bir yemek hazırlamış, bizi davet ediyor. Haydi gidelim.” diye bağırdı.
Açlıklarını karınlarına bağladıkları taşlarla gidermeye çalışan yüzlerce sa­habe bu da­vete icabet ederek Câbir’in (r.a.) evinin yolunu tuttu. Sahabiler gruplar hâlinde evin içi­ni ve civarını doldurmuştu. Bu arada, Hz. Câbir bir pişen yemeğe, bir de gelenlere ba­karak, şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez bir vazi­yette, “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.” demekten kendisini alamadı.
Sonra Re­sû­lul­lah (a.s.m.) geldi ve yemeği ortaya koymalarını emretti. Yeme­ğin başına geçerek dağıtmaya başladı. Biraz ekmek alıp, üzerine bir miktar piş­miş et koyarak, sıraya dizilmiş olan sahabilere dağıtıyordu. Yüzlerce sahabe karnını doyurduğu hâlde, birkaç kişilik olan yemek bir türlü bitmek tükenmek bilmiyordu. Herkes yemeğini aldıktan sonra, Re­sû­lul­lah Efendimiz de bir mik­tar alıp yedi. Ve geride hâlâ ekmek ve et duruyordu. Hz. Câbir şöyle der:
“Bütün bin adam o sa’dan [arpadan], o oğlaktan yediler, gittiler. Daha tence­remiz dolu kaynıyor, daha hamurumuz ekmek yapılıyor. [Zira Re­sû­lul­lah] o ha­mura, o tencereye mübarek ağzını koyup bereketle dua etmişti.”[7]
Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) bu nevi iltifatlarına birçok defa mazhar olan Câbir (r.a.), ilmi önce Re­sû­lul­lah’tan tahsil etmiş, daha sonra Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Ebû Ubeyde ve Talha’dan (r.a.) tahsile devam etmişti. Bildikleri­ni başkalarına aktarmakta ve öğretmekte de çok cömert davrandı ve naklettiği 500’den fazla hadis-i şerif yanında İmam-ı Bakır, Muhammed bin Münkedir, Sâid bin Minâ, Âsım bin Ömer bin Katâde gibi çok kıymetli ilim adamlarını talebe olarak miras bıraktı.
Uzunca bir ömre mazhar oldu. Müslümanlardan herkese karşı şefkatli ve merhametli davranmakta çok hassas idi. Hz. Ali ile Muâviye arasındaki ihtilafta Hz. Ali’nin yanında yer almakla birlikte, daha sonraki ihtilafların dışında kaldı. Müslümanlar arasındaki ihtilaflardan söz edildiği zamanlarda şu hadis-i şerifi naklederdi:
“İnsanlar Allah’ın dinine cemaatler hâlinde girdiler. Yine zaman gelecek, ce­maatler hâlinde ondan çıkacaklar.”[8]
Ömrünün sonlarına doğru Haccâc’ın valilerinin zulüm ve sıkıntıları yüzün­den fazlaca müteessir olmuş ve çökmüştü. Hicret’in 74. senesinde 94 yaşındayken vefat etti. Haccâc da dâhil binlerce Müslüman, Hz. Câbir’in (r.a.) cenaze namazına iştirak etti. Sağlığında olduğu gibi cenazesiyle de Müslümanların bir araya gelerek kaynaşmasına vesile olan Hz. Câbir’in şefaatinden Cenâb-ı Hak bizleri mahrum etmesin!

_________________________________
[1]Müsned, 3: 395.
[2]Mektûbât, s. 108; Müsned, 3: 373.
[3]Buhârî, 2: 580.
[4]Müsned, 3: 334.
[5]Müslim, Mesâcid: 281.
[6]Müsned, 3: 303.
[7]Müsned, 3: 337; Mektûbât, s. 103.
[8]Müsned, 3: 343.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget