Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Ebû Akîl, Allah Resûlü’nü bağırlarına basan, onun uğruna canlarını, mal ve mülklerini feda eden, onun sevgisi yoluna hayatlarını hiçe sayan, nurlu sohbe­tinden istifade etmek için can atan, Kur’ân’ın methettiği bir fertti. Ensar’dandı. Ebû Akîl, Peygamberimizin davetine tereddütsüz icabet edip saadet halkasına giren bahtiyar zatlardan biriydi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, davasına gönül veren bu hizmet erlerini hak dinin birer sadık elemanı olarak yetiştirirken, kalp ve kafalarını İslam’ın berrak suyuy­la temizleyip aydınlatıyor, Cahiliye’den kalma dalalet ve hurafe izlerini de birer birer siliyordu. Araplar umumiyetle puta tapan bir millet olduklarından, çocuk­larına ya bizzat putların isimlerini takıyorlar veya “falan putun kulu” manasın­da isimler veriyorlardı.
İşte, Peygamberimiz, insanın şahsiyetine doğrudan tesir eden isim üzerinde yaptığı bazı değişikliklerle, insan üzerinde küfrün her türlü izini silmeyi hedef alıyordu. Pek çok kadın ve erkek sahabinin Müslüman olduktan sonra yeni bir isim almalarındaki hikmet hep bu sebebe dayanıyordu. Ebû Akîl’in önceki ismi de, “Uzza” adındaki meşhur putun kulu manasında “Abdüluzza” idi. İman nuru, Hz. Ebû Akîl’de o kadar parla­mıştı ki, daha önce uğrunda kurban olacak kadar bağlı bulunduğu putlara, Allah’tan baş­ka mabut olarak tanınan zavallı şeylere o derece düşmanlık besliyordu ki, onun bu hissiyatını anlayan Sevgili Peygambe­rimiz, “Abdüluzza”yı “Abdurrahman” olarak değiştirdi ve lakap olarak da “put­ların düşmanı” manasında “Adüvvü’l-Evsân” unvanını verdi.[1]
İsim ve lakabının tam adamı olan Hz. Ebû Akîl, Resûl-i Ekrem’le birlikte müşriklere karşı yapılan bütün savaşlara katıldı. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te ve bütün gazalarda, putperest güruhun karşısında yılmaz bir mücahit kesildi.
Ebû Akîl, fedakâr ve gözüpek bir insandı. İzzet-i nefis sahibi, tok gönüllü ve kanaatkâr bir zattı. İslam’ın yayılması, yücelmesi ve muhtaç gönüllere ulaştırılması için canıyla ve nefsiyle gayret ettiği gibi, imkânı nispetinde malıyla da ka­tılmaya çalışırdı. Ebû Akîl maddi cihetten fakirdi; ama öyle bir niyet taşıyordu ki, elinde olsa bütün varını harcayabilirdi. Bu hâlis niyetinin mükâfatını da za­man zaman görüyordu.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir konuşmasında sahabilerini Allah için sa­daka vermeye teşvik etti. Böyle bir davet vaki olduğu zaman sahabiler, İslam için mühim ve büyük bir hizmetin yapılacağını bildiklerinden, herkes elinden gelen yardımı yapmaya çalışırdı. Bu sefer de sahabilerin zenginlerinden Abdurrahman bin Avf başta olmak üzere bütün Ashâb, teker teker, sahip oldukları varlıklarından bir miktar getirmeye başla­dılar.
Hz. Abdurrahman bin Avf bütün sermayesi ve serveti olan 8000 dirhemi yarıya böldü; 4000’ini evine bıraktı, 4000 dirhemini de alarak Re­sû­lul­lah’ın huzuruna getirdi ve teslim etti. Peygamberimiz ona şu duada bulundu:
“Allah, sadaka olarak verdiğini de, kendin için bıraktığını da sana mübarek kılsın!”
Bu dua bereketiyle Hz. Abdurrahman’ın serveti o kadar çoğaldı ki, vefat ettiğinde hanımlarından birisine düşen sekizde bir miras, 160 bin dirhem­di.
Onun peşinden Âsım bin Adiyy de 100 vesak (yaklaşık 20 ton) hurma getirip Allah Resûlü’ne teslim etti. Peygamberimiz ona da duada bulundu. Bu kadar büyük bir sadaka karşısında şaşkına dönen münafıklar, bu güzel davranışa kendile­rine göre bir kulp taktılar, “Bunların yaptığı, gösterişten başka bir şey değildir.” diye laf attılar.
Ebû Akîl oradaydı. Eve gitti, bir miktar hurmayla döndü. “Yâ Re­sû­lal­lah!” di­ye söze başladı, “Önceki akşam ücret karşılığında bir hurma bahçesini suladım. İki sa’ (ölçek) hurma kazandım. Birisini aileme bıraktım, bir ölçeğini de Allah yolunda harcamanız için size getirdim.” dedi ve Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) uzattı. Pey­gamberimiz de yığının üzerine dökmesini söyledi.
Ebû Akîl, kazancının ve elinde olanının yarısını vermişti. Ancak bu kadar ya­pa­bil­mişti. Bununla, imkânı nispetinde en büyük yardımı yapmış oluyordu. Bu sebeple, kalbi müsterihti; elinde harmanlar dolusu hurma da olsa, yarısını ver­meye hazırdı. Ebû Akîl’in bu mütevazi hareketini geriden gözetleyen münafık­lar yine rahat durmadılar. Gül­meye başladılar. Alaylı bir tavırla, “Ebû Akîl, di­ğer zenginlerle birlikte anılmak için bir sa’ hurma getirdi. Allah, Ebû Akîl’in ge­tirdiği bu hurmaya muhtaç mıdır ki?!” diye söylenmeye başladılar.[2]
Ebû Akîl, münafıkların bu sataşmaları üzerine üzüldü, fakat cevap da vereme­di. Bu üzüntü içinde bulunuyorken, Hz. Cebrail şu mealdeki âyet-i kerimeyi vahyetti:
“İçlerinden gelerek sadaka veren müminleri ve güçlerinin yettiğinden fazla veremeyenleri ayıplayanları ve onlarla alay edenleri Allah maskaraya çevirir. Onlar için can yakıcı bir azap vardır!”[3]
Cenâb-ı Hak, Ebû Akîl’i ve diğer sahabileri müdafaa ederken, münafıkları mahcup ve perişan ediyordu.
Peygamberimizin irtihâlinden sonra yalancı peygamber olarak boy gösteren­ler arasında Müseylime başı çekiyordu. Hz. Ebû Bekir hiç vakit geçirmeden, bu kendini bilmez cüretkârlara haddini bildirmek istedi. Büyük bir kuvveti Müseylime’nin üzerine gön­derdi. Müseylime, Arabistan’ın doğu kısmında bulunan Yemâme’de yaşıyordu. Ye­mâ­me Savaşı’na katılan pekçok sahabi vardı. Ebû Akîl de bu mücahit ordunun içinde yer alıyordu.
Ebû Akîl, Allah düşmanı bu gözü dönmüşlerin hesabını görmek için sabırsız­la­nı­yor­­du. Gayet atik ve cesur bir bünyeye sahip olan Hz. Ebû Akîl, ne yazık ki, hücum es­na­­sında ilk yaralanan mücahit oldu. Bir düşman oku fırlayıp gelerek omuzu arasına sap­­landı. Ok iç organlarına temas etmediği için ölümüne sebep olmadı. Sadece sol tarafı felç oldu. Arkadaşları oku çıkardılar, kendisini de ça­dıra çektiler. Vakit öğleden önceydi…
Bu arada savaş iyice kızışmıştı. Bir ara düşman kuvvetleri baskın gelerek İslam askerini dağıtmaya çalışıyorlardı. O sırada Ebû Akîl, yerinden kımıldayamayacak kadar ağır yaralıydı. Yerinden kalkamıyordu. Müslümanlar kaçışıp çadırların arasından geçiyorlardı. Bu duruma tahammül edemeyen Ma’n bin Adiyy (r.a.), Ensar’a şöyle bağırıyordu:
“Allah’tan korkun, Allah’tan korkun! Siperinizi terk etmeyin, düşmanın üze­rine dönün!”
Hz. Ma’n, düşmana tekrar hücum etmek için acele ediyor, “Bu tara­fa gelin, bu tarafa gelin.” diye sesleniyordu. Sonunda Ensar teker teker ayrılıp bir araya toplandılar.
Hz. Ma’n’in sesini duyan Ebû Akîl, onlara katılmak için ayağa kalkmak istedi. Fakat ayakta duracak hâlde olmadığı iyice belliydi.
“Ey Ebû Akîl, ne yapıyorsun? Sen savaşamazsın!”
Ebû Akîl, “Görmüyor musunuz, beni çağırıyorlar?!” dedi. “O, Ensar’ı çağırıyor, yaralıları değil.” demeleri üzerine, Ebû Akîl, “Ben de Ensar’danım, sürünerek de olsa davete icabet edeceğim ve peşlerinden gideceğim.” dedi, kendini topladı, belini bağlayarak ayağa kalktı. Kılıcını da sağ eline aldı, arkadaşlarının arasına gitti. Kendisini sapasağlam hissediyordu. Yarasını beresini unutmuştu. İslam ordusunun mağlup olmasını tahayyül edemiyordu. Arkadaşlarına şöyle şevk veriyordu:
“Ey Ensar! Huneyn günü düşmanın üzerine tekrar dönüp zaferi kazandığınız gibi tekrar dönün, onlara göz açtırmayın!”
Bunun üzerine Ensar’ın hepsi toplanıp İslam ordusunun önünde yer aldılar. Büyük bir şecaatle düşmana hücuma geçtiler, onları kendi bahçelerinin duvarı­na kadar sürüp sı­kıştırdılar. Orada iki ordu birbirine girdi, sadece kılıçlar inip kalkıyordu.
Ebû Akîl’in bundan sonraki durumunu Abdullah bin Ömer şöyle anlatıyor:
“Bir ara gözüm Ebû Akîl’e ilişti. Yaralı olan kolu, omuzundan ayrılmış, yere düşmüştü. Bundan başka, hepsi de öldürücü olan 14 yara daha almıştı. So­nunda Allah düşmanı Müseylime de vuruldu.
“Savaştan sonra Ebû Akîl’in yanına vardım, son nefesini veriyordu. ‘Ey Ebû Akîl!’ dedim. Peltek bir dille, ‘Buyur!’ diye cevap verdi ve hemen savaşı kimin kazandığını sordu.
‘”Müjde sana!’ dedim, sesimi yükselterek, ‘Allah düşmanı gebertildi!’
“Bu müjde üzerine parmağını yukarı kaldırdı. ’Elhamdülillah!’ diyebildi ve ruhunu teslim etti.
“Medine’ye döndüğümüzde olanları babama anlattım. Babam, ‘Allah rahmet etsin! O hep şehitlik isteyip duruyordu. Ve ben onu tanıyalıberi o, Peygamber Ashâbı’nın en seçkinlerinden ve İslam’a ilk girenlerdendi.’ dedi.”[4]
Allah onlardan razı olsun!

____________________________________
[1]Tabakât, 3: 473-4.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 5: 257; Sîre, 4: 196; İbni Kesîr, 2: 375
[3]Tevbe Sûresi, 79.
[4]Tabakât, 3: 474-475.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

İslamiyet’in tebliğinden sonra aileler ikiye ayrıldı. Bir kısmı Peygamberimize ve onun Rabb’inden getirdiği hakikatlere iman etme saadetini kazanırken, bir kısmı da batıl inançlarında körü körüne ısrara devam ediyordu. İşte, kardeşleri Hâlid ve Amr (r.a.) İslamiyet’le müşerref olduğu hâlde, putperestlik üzere kal­makta ısrar edenlerden birisi de Eban bin Sâid idi. Kardeşlerinin Müslüman ol­masını bir türlü hazmedemiyor, “Keşke Zarîbe’de ölmüş olsaydım da, Amr ile Hâlid’in dine iftira ettiğini görmeseydim!” mealinde şiirler söylüyordu. Bedir Savaşı’nda müşriklerin safında yer almıştı.
Eban tüccardı. Ticaret maksadıyla Şam’a gidip gelirdi. Bir defasında Şam’da bir rahiple karşılaştı. Tanıştılar. Rahip onun Kureyş kabilesinden olduğunu du­yunca memleketinde yeni bir haberin olup olmadığını sordu.
Eban, “Bir adam çıktı. Kendisinin Re­sû­lul­lah olduğunu, Mûsâ ve İsâ’ya gele­nin ken­disine de geldiğini söylüyor.” dedi.
Rahibin yüzü birdenbire değişti. Zaten böyle bir haber bekliyordu. Kitapla­rında bu kabileden bir peygamber çıkacağını, Hz. Mûsâ ve İsâ’nın yolunu takip edeceğini okumuştu. Sonra da çıkan zatın ismini sordu. Eban “Muhammed” de­yince rahibin heyecanı bir kat daha arttı. Çıkacak olan son peygamberin, kitap­larda okuduğu bazı sıfatlarından bahsetti. Eban da heyecanlanmıştı. “Bu saydı­ğın sıfatların hepsi onda var.” diyebildi. Rahip sevinçliydi. Şimdiye kadar bekle­diği peygamber nihayet çıkmıştı. Fakat yanına gitmek için imkânı yoktu. Pey­gamber’in Arap âleminin iktidarını ele geçirdikten sonra onun dininin bütün dünyaya yayılacağını haber verdi. Sonra Re­sû­lul­lah’a selam götürmesi için rica­da bulundu.
Eban, Medine’ye döndüğünde artık değişmişti. Kalbinde iman ateşi yanmaya başlamıştı. Bu arada Peygamberimiz, Umre Seferi için Medine’den ayrılmış, Mekke’ye ha­reket etmişti. Fakat müşrikler onları Mekke’ye sokmamaya karar­lıydılar. Bunun üzeri­ne Re­sû­lul­lah (a.s.m.), Hz. Osman’ı Mekke’ye elçi olarak gönderdi. Eban bin Sâid, Hz. Osman’ı karşıladı. “Hoş geldin. Hiç çekinmeden dilediğini yap.” dedi. Onu himayesine aldı. Hz. Osman da emniyet içerisinde el­çilik vazifesini yerine getirdi.
Eban, Hudeybiye Sulhü’nden sonra daha fazla bekleyemedi. Hayber’in fet­hinden önce Müslüman oldu. Peygamberimiz onu Necid taraflarına bir vazife için gönderdi. Hz. Eban bu vazifede muvaffak oldu. Fakat vazifede olduğu için Hayber Savaşı’na katılamamıştı. Bunun üzüntüsünü yaşıyordu. Peygamberimiz bu savaşa katılmış gibi Hz. Eban’a Hayber ganimetinden hisse verdi.
Daha sonra da Bahreyn’e zekât ve sadakaları toplamak üzere gönderdi. Eban (r.a.), Re­sû­lul­lah’ın vefatına kadar bu vazifede kaldı. Peygamberimizin kendisi­ne tevdi ettiği görevi layıkıyla yerine getirdi.
Sonraları Hz. Ebû Bekir, onu aynı vazifesinde bırakmak istedi. Hz. Eban, “Re­sû­lul­lah’tan başka kimsenin teklifini kabul etmem!” dediyse de Hz. Ebû Bekir’in ısrarı üzerine vazifesine devam etti.
Hz. Eban’ın Ecnadin Savaşı’na katıldığı ve bu muharebede şehit edildiği rivayet edil­mektedir.
Allah ondan razı olsun![1]

____________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 1: 35-37.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Mekke için için kaynıyordu. Her sokak başı, her ev, her kervan hep ondan bah­sedi­yordu. Muhammed’den (a.s.m.), onun getirdiği davadan söz ediyordu... Ba­zıları onu dinlediği bir sokak başında kalbinden vurulmuşcasına sarsılıp davasına teslim oluyor, bazıları kin ve inadında daha da ileri gidiyordu. Hidaye­te yol bulanlar onun etrafında toplanıyordu. Daire günden güne genişliyordu. Müşriklerin azılıları ise bu gidişten endişeleniyor, şirkin yıkılışına seyirci kala­mayacaklarını anlıyorlardı.
Kendilerini atalarının putlarından uzaklaştıran, yeni bir din ile mükellef kılan bu zatın önüne nasıl geçilecekti? İşin şakaya gelir yanı yoktu. “Bu iş devam et­mez, biter.” di­­yenler hep aldanıyordu; çünkü en umulmadık kimseler onun tara­fına geçiyordu.
Günlerden bir gündü... Mekke’de bir sokak başında bir araya gelmiş müşrik ileri gelenleri dertleşiyordu. Muhammed’in (a.s.m.) nurunu nasıl söndürüp, bu gidişin önüne nasıl geçeceklerini müzakere ediyorlardı.
Hidayet güneşini söndürme azimlilerinin başında Ebû Cehil geliyordu. Bu azılı müş­rik, her türlü düşmanca planların yanında ve başında idi. Beraberinde Utbe bin Re­bia ve Ümeyye bin Halef gibi iki meşhur İslam düşmanı da bulunu­yordu. Konuşan yine Ebû Cehil’di. Cehaletin, şirk ve zulmün babası Ebû Ce­hil şöyle dedi:
“Bu adam, birliğimizi parçaladı. Ümidimizi suya düşürdü. Ölenlerimizi dalalette olmakla suçladı. İlahlarımızı kınayıp tahkir etti…”
Etrafındakileri tahrik edici bu sözler aynı zamanda İlahî dava karşısında du­yulan can sıkıntısının da bir tezahürüydü.
Kızgın Ümeyye söze karıştı:
“Bu adam gerçekten delidir!” dedi.
Aslında bu ifade de kinle karışık bir acziyet beyanıydı.
Meşhur cinci Dımâd oradan geçerken bu konuşulanları duydu. Ümeyye’nin “Delidir.” demesi onda Muhammed’e (a.s.m.) karşı düşmanlıktan ziyade bir acı­ma hissi uyandırmıştı. Onun gerçekten deli olduğunu sandı ve mesleğinin zaten böylelerini iyileştirmek olduğunu düşündü. Hem Muhammed (a.s.m.) onun es­ki bir dostuydu; onu bu dertten kurtarmak en azından bir vefa borcu sayılır­dı.
Dımâd, Muhammed’i (a.s.m.) arayıp bulmaya, derdini öğrenip onu iyileştir­meye karar verdi. Çünkü Mekke’nin ve o havalinin yegâne ruh doktoru o idi. Doğruca yola koyuldu ve o gün akşama kadar araştırdı. Muhammed’i (a.s.m.) bulamadı.
Ertesi gün ilk işi, yeniden aramak oldu. Sonunda onu Kâbe’de namaz kılarken buldu. Makam-ı İbrâhim’in arkasında tahiyyatta idi. Namazını biti­rip selam verince yanına yaklaştı. Tedbirli bir tavırla ona doğru yürüdü. Çünkü tedavi ettiği hastalarının ne zaman ne yapacağı pek belli olmazdı.
“Ey Abdülmuttâlib’in torunu, bana dön bakalım!” dedi.
Re­sû­lul­lah (a.s.m.) yönünü döndü ve ”Ne istiyorsun?” dedi.
“Ruh hastalıklarını tedavi ederim. İstersen senin derdine de bir çare bulayım. Hastalı­ğını büyütme. Senden daha ağır hasta olanlarını iyileştirdim. Kavmin sendeki birtakım kötü hasletlerden bahsediyor. Ümitlerini iyice kırmışsın, ce­maatlerini parçalamışsın. Ölenlerini sapıklıkla itham etmişsin, İlahlarını kına­mışsın… Bunları ancak cinnet getiren bir kimse yapar!”
Re­sû­lul­lah (a.s.m.), Dımâd’ı sabır ve sükûtla dinledi. Çünkü o, önce konuşanı dinler, sonra ne söylemek gerekiyor, nasıl davranmak icap ediyorsa en güzelini yapardı. He­nüz cehalet bataklığında olup kafasında putların inancını taşıyan Dımâd’a da şöyle hitap etti:
“Hamd Allah’a mahsustur. Yalnız O’nu medheder ve O’ndan yardım isterim. Allah kime hidayet ederse, kimse onu saptıramaz. Kimi de saptırırsa, onu kimse hidayete erdiremez. Tek olup hiçbir ortağı olmayan Allah’tan başka ilah olma­dığına şehadet ederim.” diye sözlerine başladı ve kendisine isnat edilenlere ce­vap verdi.
Dımâd şaşırmıştı. Çünkü dinlediği sözler, değil cinnet eseri, dünyanın en akıllı insanının dahi söyleyemeyeceği kadar veciz ve güzeldi. Beyninden vu­rulmuşa döndü. Nasıl olur da, Kureyş’in en uluları onu “delilik”le itham edebilirlerdi? Yoksa kendisi mi deli olmuştu ki, onun saçma sözlerini çok mükemmel görüyordu? Dayanamadı:
“N’olur, bu söylediklerini bir kere daha tekrar et!” dedi.
Vazifesi davasını zihinlere tespit etmek olan Yüce Peygamber, tekrardan usa­nır mıydı? Aynı hakikatleri aynı veciz üslupla Dımâd’a bir kere daha tekrar etti. Bunun üzerine Dımâd daha fazla dayanamadı ve şöyle haykırmaya başladı:
“Ben kâhinlerin, sihirbazların ve şairlerin sözlerini işittim. Vallahi bu sözle­rin benzerini hiç duymadım! Senin sözlerin, deryaların enginliklerine nüfuz etti. Bu sözlerin sahibi bir mecnun, bir sihirbaz ve bir şair olamaz. Haydi uzat elini, İslam’a girmek üzere sana biat edeyim.” dedi.
Re­sû­lul­lah (a.s.m.) elini uzattı, Dımâd uzanan eli yakaladı. Böylece şirk cep­hesi bir zayiat verirken, İslam davası bir kişi daha kazanmış oldu.
Dımâd bin Sa’lebe, çevresi ve kabilesi tarafından sevilen ve itibar gören biri­siydi. En çaresiz sanılan dertlere, ruh hastalıklarına deva olurdu. Bu yönünü bi­len Re­sû­lul­lah (a.s.m.), biat elini uzatırken, ”Bu anlaşma, aynı zamanda kavmin adına da olsun mu?” buyurdu. O da tereddütsüz,”Evet, kavmim adına da olsun.” cevabını verdi.
Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) yanında bir müddet kalıp ondan Kur’ân öğrenen Dımâd, sonra sonsuz bir sürur ve saadet içinde, mensubu olduğu Ezdu Şenue kabilesine döndü.[1]
(Hz. Dımâd’ın bundan sonraki hayatı hususunda, elimizdeki kaynak­larda herhangi bir bil­giye rastlamadık.)

_______________________________________

[1]Müslim, Cumua: 13, 46; Üsdü’l-Gàbe, 3: 41.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget