Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Ebû Fukeyhe (r.a.) bir köleydi. Kalbi İslam’la nurlanmıştı. Fakat efendisi bunu haz­medemiyordu. Çünkü kendisi, kör, sağır, cansız putlara tapmaktaydı. “Nasıl olur da, bir köle olduğu hâlde bizim yolumuzu terk eder?!” diyor, vazgeçirmeye çalışıyordu.
Ebû Fukeyhe’yi çeşitli işkencelere tabi tutuyor, eza cefa çektiriyordu. O kadar ki, gü­­neşin alev alev yanan sıcağında onu çöllere götürüyor, kızgın çakıl taşları­nın ve kum­­ların üzerine sırt üstü yatırıyor, üzerine kalkamayacağı kadar ağır taşlar koyuyordu.
Ebû Fukeyhe’de imanından zerre kadar pişmanlık duygusu görülmüyordu. O an için Allah’a sığınmak ve sabretmekten başka silahı da yoktu.
Efendisi her geçen gün onu daha değişik işkencelere maruz bırakıyordu. Ayağına bağladığı kocaman zincirlerle sokak sokak dolaştırıyordu. Ayrıca Ebû Fukeyhe, çeşit çeşit hakaretlere maruz kalıyor, taş yağmuruna tutuluyor, alaya alınıyordu.
Bir ara müşriklerden Safvan b. Ümeyye, onu gördü. Alay ederek, “Söyle ba­kalım, senin Rabb’in ve mabudun benim babam değil mi?” dedi.
Ebû Fukeyhe, yaydan fırlayan ok gibi haykırdı:
“Baban da kim oluyormuş?! Benim de senin de, babamın da babanın da Rabb’i ve mabudu ancak Allah’tır.”
Bu cevap müşriki hiddete getirmeye yetmişti. Ebû Fukeyhe’nin boğazına ta­kılı bulunan ipi çekmeye başladı. Yanındakilerin de kışkırtmasıyla o kadar çekti ki, Ebû Fukeyhe neredeyse nefesi kesilmiş, boğulacak dereceye gelmişti.
Bu sıkıntıları niçin çekiyordu? Hak ve hakikate inandığı için değil miydi? Hak dava uğruna canını feda etmeye hazırdı. Dava için yeri gelince feda edilme­yen canın malın ne ehemmiyeti olabilirdi?!
Ebû Fukeyhe, imtihanı kazanmıştı. Cenâb-ı Hak bir sebep halk etti, tam o an­da Hz. Ebû Bekir çıkageldi. Şefkat dolu kalbi bu işkenceye dayanamadı. Onu satın aldı ve hürriyetine kavuşturdu.
Ebû Fukeyhe (r.a.) hürriyetine kavuştuktan sonra, ikinci kafileyle Habeşis­tan’a hicret etti. Hicret’ten hemen sonra, Bedir Gazvesi’nden önce vefat etti.[1]
Allah ondan razı olsun!

_________________________________
[1]Tabakât, 4: 123.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Mekke ufuklarında İslam güneşinin doğmasının üzerinden seneler geçmişti… Komşu şehir Medine, gelen hidayet haberleriyle dalgalanıyordu. Ruh ve kalplerini bu nurlu güneşin ziyasıyla aydınlatmak isteyen Medineliler, Mekke yol­larına düşüyorlardı. Peygamber de (a.s.m.) onları emin bir yerde karşılamak için Mekke dışına çıkıyordu. Zira Mekke, müşriklerin inananlara olan zulüm ve işkenceleriyle kaynıyordu. Gelen heyetlerle Mekke dışında, Akabe’de görüşülüyordu. Bu sebepten, bu görüşmeler tarihe “Aka­be Biatları” olarak geçmiş­tir.
İkinci Akabe Biatı’nda bulunup Peygamber’e (a.s.m.) biat edenler arasında, “Ebû Eyyûb el-Ensârî” diye anılan Hz. Hâlid bin Zeyd de vardı. Hz. Hâlid, Medi­ne’nin ileri gelen iki kabilesinden biri olan Hazreç’in Neccaroğulları koluna mensup ve hattâ Neccaroğullarının reisi mevkiinde bulunuyordu.
Ebû Eyyûb el-Ensârî, Medine’ye döner dönmez İslamiyet’i yaymaya başladı. Önce yakın çevresinden başlayarak eşine dostuna ve bütün akrabasına yeni dinin yüceliğini anlattı. Kısa zamanda bütün kabilesi Müslüman oldu.
O sıralar Mekke, Müslümanlar için dayanılmaz bir işkence yeri hâlini almıştı. Müşrik baskıları giderek artmış, Müslümanlar hayatlarını devam ettiremeye­cek bir duruma gel­­mişlerdi. Bunun üzerine Medine’ye hicret izni çıktı. Bütün Müslümanlar kafileler hâ­­linde akın akın Medine’ye göç etmeye başladılar. En son Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ile onun sadık sahabisi Ebû Bekir’in (r.a.) hicreti kalmıştı. Yola çıktıkları haberi Medine’ye ulaşınca Müslümanlar büyük bir sevinç ve merakla beklemeye koyuldular. Ebû Ey­­yûb el-Ensârî her gün Medine dışına çıkıyor, bu aziz misafirleri karşılamak istiyordu.
Nihayet meraklı ve sevinçli bekleyiş, bu iki aziz misafirin ufukta görünmesiyle tarif edilmez bir hâl aldı. Haber Medine’nin her tarafına yayıldı. Yedisin­den yetmişine bütün Medineliler sokaklara döküldüler. Neccaroğulları bu teşri­fi karşılamak üzere şiirler söylediler, defler çaldılar.
Re­sû­lul­lah (a.s.m.), mübarek devesi Kasva ile yol alıyordu. Bütün Medinenilerin gönlünde, Allah’ın bu en şerefli misafirini ağırlama arzusu yatıyordu. Aca­ba bu şeref kime nasip olacaktı?
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz, kimsenin gönlünü kır­mak istemi­yordu. Herkesi razı edecek bir teklif yine ondan geldi. Buyurdu ki: “Şu hayvanı kendi hâline bırakınız; kimin kapısı önünde çökerse, oraya misafir olacağız.”
Gözler Kasva’ya dikildi. Ağır adımlarla yol alan bu mübarek hayvan, gele gele Hz. Ebû Eyyûb’un evinin önünde çöküverdi. Günlerdir Medine dışına çıkıp dua eden ve hâ­lis temennilerle bu günü bekleyen Ebû Eyyûb’un duası kabul ol­muştu. Kimse buna bir itirazda bulunamadı. Ebû Eyyûb hemen koşup yükleri indirdi, evine taşıyıp yerleştirdi.
Re­sû­lul­lah gelenlerle görüşmek kolay olsun diye, önce bu evin alt katına yer­leşti. Ancak Ebû Eyyûb ve hanımı bu durumdan hiç de rahat değillerdi. Kâinatın en şerefli misafirinin evin alt kısmında olması, uykularını kaçırıyordu. Ebû Eyyûb dayanamadı: “Yâ Re­sû­lal­lah, ben yukarıda, siz aşağıda olmaz!” dedi. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) önce, “Bizim için aşağısı daha uygundur.” dedi. Ancak Ebû Eyyûb ve hanımının ısrarı üzerine sonradan üst kata çıkmaya razı oldu.[1]
O günden itibaren yedi ay misafir kaldıkları bu mübarek ev, bir saadet hanesi ve nur dağıtan bir dershane hâline geldi.
Bu hane-i saadet, Peygamber mucizesiyle de ayrı bir şeref kazandı. Şöyle ki: Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evine Peygamber’in (a.s.m.) teşrif ettiği ilk günlerdi… Ebû Eyyûb, misafirlerine yetecek iki kişilik bir yemek yapmıştı. Yemek Resulullah’ın (a.s.m.) önüne konulunca, Ebû Eyyûb’a, “Ensar’ın eşrafından 30 kişiyi çağır.” buyurdu. Ebû Eyyûb, Peygamberimizin emrine uyarak Ensar’ın ileri ge­lenlerinden 30 kişiyi davet etti. Hepsi gelip o yemekten yediler. Sonra, “60 daha çağır.” buyurdu. Onlar da gelip yediler. Daha sonra, “70 daha ça­ğır.” buyurdu. Ebû Eyyûb onları da çağırdı. Onlar da gelip yediler. Üstelik kapta daha yemek kalmıştı. Bu mucize karşısında, gelenlerin hepsi İslamiyet’e girip biat ettiler.[2]
Cenâb-ı Hak, âdeta Mekke’de ve hicret sırasında sabredilen meşakkatlere bir mükâfat olarak, böyle bir mucizeyle iki kişilik yemekten 160 kişiyi doyu­ruyor, onları İslamiyet’le şereflendiriyor, Müslümanları taltif ediyordu. “Her zorluktan sonra bir kolaylık vardır.”[3]gerçeği bir kere daha tahakkuk etmiş olu­yordu.
Re­sû­lul­lah (a.s.m.), Medineli Ensar ile Mekkeli Muhacirler arasında ikişer ikişer kar­deşlik bağı tesis etmişti. Ebû Eyyûb ile de, Muhacirlerin ileri geleni Mus’ab bin Umeyr arasında kardeşlik kurmuştu.[4]
Ebû Eyyûb el-Ensârî, bundan böyle “Mihmandâr-ı Nebevî,” yani “Allah Resûlü’nü evinde misafir edip ağırlayan kimse” olarak anılmaya başlandı. Sahabilerin mümtaz simaları arasına girdi. Bundan böyle Re­sû­lul­lah ile birlikte hazarda ve seferde hep beraber oldu. Bedir, Uhud, Hendek dâhil büyüklü küçüklü bütün gazalara iştirak etti.
Onun İslam uğrundaki cihadı, sadece Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) sağlığına münha­sır değildir. Ondan sonra yapılan bütün gazalara katılmış, mücahitleri teşvik et­miştir.
Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) sonsuz bir muhabbetle bağlı olan Ebû Eyyûb, onun vefatından sonra bir gün mübarek kabrini ziyarete gitti. Ravza-i Mutahhara’ya girip başını Merkad-i Nebevî’ye dayadı ve ağladı. Onu o hâlde gören birisi, Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) hür­metsizlik zannedip, “Sen ne yaptığını biliyor musun?!” diye çıkış­tı. Sesin Mervan’a ait olduğunu anlayan Ebû Eyyûb, ona doğru dönerek, “Evet.” dedi ve şöyle devam etti:
“Mervan, ben bu mezarın taşlarına gelmedim. Ben, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) şu sözünü duymuşum: ‘Bu dinin işleri ehlinin elinde olur­sa ona ağlayamayınız. Fakat bu din ehliyetsizler eline düşerse o zaman ağlayınız!’”[5]
Ebû Eyyûb el-Ensârî, takvada da çok ileriydi. Hemen hemen birçok sahabi, kendi­sinden ilim ve hikmet dersleri almıştı. Kur’ân ve hadisin doğru anlaşılması için kendisine müracaatta bulunuyorlardı. Her gittiği yerde, “Mihmandâr-ı Nebevî” olarak büyük alaka ve hürmet görmüştü.
Hz. Ali’nin (r.a.) hilafeti zamanıydı… Basra Valisi İbni Abbas’ın yanına gitmişti. İbni Abbas kendisini görünce ona pek çok hürmet etmiş ve konağını ailesine tahsis etmiştir.
Hz. Muâviye zamanında Mısır’ı da ziyaret eden Ebû Eyyûb, burada da büyük hürmet ve alaka ile karşılanmıştı. Mısır valisi, Ukbe bin Âmir idi. Vali ile arala­rında şöyle bir hadise geçti:
Vali bir gün akşam namazına gecikti. Cemaat bir hayli bekledi. Nihayet cemaate gelip imam oldu, namazı geç de olsa kıldırdı. Cemaat arasında Ebû Eyyûb da vardı. Namazdan sonra Ebû Eyyûb, valiye şöyle dedi:
“Ey Ukbe! Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) akşam namazını geciktirenler hakkında şu sözünü duymadın mı?: ‘Ümmetim akşam namazını yıldızların gökyüzünü kaplamasına kadar tehir etmedikçe, hayır üzeredir yahut fıtrat üzeredir.’”
Ukbe, “Evet.” diye cevap verince, “O hâlde akşam namazını niçin bu kadar ge­cik­tir­diniz?” diye sordu. Ukbe meşguliyeti sebebiyle bu gecikmenin vaki oldu­ğunu ifade edince, Ebû Eyyûb, “Yemin ederim ki, senin bu yaptığını görerek halkın, ‘Re­sû­lul­lah da böyle yapardı.’ zehabına düşmesinden endişe ederim!” de­di ve valiyi ikaz ve irşat etti.[6]
Onun Mısır seyahatinin asıl sebebi, bir hadis-i şerifi validen tahkik etmekti. O hadisi Resûl-i Ekrem’den (a.s.m.) bizzat duyanlardan, Hz. Ukbe’den başkası ha­yatta kalmamıştı. Ebû Eyyûb durumu Ukbe’ye bildirip kendisini dinlemek iste­diğini söyledi. Ukbe mezkûr hadisi şu şekilde anlattı:
“Resûl-i Ekrem (a.s.m.) buyurdu ki: ‘Her kim bu dünyada bir müminin kusu­runu örterse, Cenâb-ı Hak da kıyamet gününde onun kusurunu örter.’”[7]
Ebû Eyyûb böylece, bir hadisi tahkik etmenin gönül huzuruyla Medine’ye döndü. Bu sahabi için, Allah yolunda cihat maksadıyla cepheye gitmek ne ise, bir hadis için de uzun yolları katetmek aynı derecede mukaddes bir vazifey­di.
Hz. Ebû Eyyûb, Dört Halife devrini idrak etti. Hattâ Hz. Muâviye’nin İstanbul’un fethi için teşkil ettiği orduya da yetişti. Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) İstanbul fethi için verdiği müjdeyi kalbinin derinliğinde bir sır gibi saklıyordu. Yaşı ilerlemesine rağmen, bu müjdeye nail olma şerefi ve heyecanı ile dolu idi.
Hicret’in 52. senesiydi… Mısır’da katıldığı bu orduyla İstanbul önlerine kadar gelen Hz. Ebû Eyyûb, çarpışmalar sırasında hastalandı ve yatağa düştü. Hasta yatağından harbin seyrini takip ediyor ve bir an önce iyileşip savaşmayı arzuluyordu. Ordu kuman­danı Yezîd bin Muâviye, kendisini bizzat ziyaret edip iyi olması temennisinde bulundu. Yezîd’in ziyaretinden memnun olan Ebû Eyyûb, ecelinin yaklaştığını hissederek şu vasiyette bulundu:
“Şayet burada vefat edersem, cenazemi hemen defnetmeyin. Ordunun gide­bileceği yerin en ileri noktasına kadar götürün ve beni oraya defnedin.”
Mihmândâr-ı Nebevî, demek ki, manevi olarak defnedileceği yeri görmüş ve Müslümanların hayali olan İstanbul fethine bir adım daha yaklaşmak istemişti. Gerçekten, bir müddet sonra sayılı ömür dakikalarını tüketen Hz. Ebû Eyyûb, ruhunu Rahmân’a teslim eyledi.
Vasiyeti üzerine askerler, naaşını elleri üzerinde ordunun vardığı en uç noktaya taşıdılar. Tekbir ve dualarla defnettiler.[8]
Hz. Ebû Eyyûb, sağlığında göremediği o fethi vefatından sonra kabrinden temaşa et­mek istemişti. Bu bakımdan, “İstanbul’un manevi fatihi” olarak kabul edilen Ebû Ey­yûb el-Ensârî, bu toprakları asırlardır şereflendirmiş ve nurlandırmıştır.
Onun defnedilmesinden sonra ordu kumandanı Yezîd, mezarına bir zarar gelmemesi için, Bizans imparatoruna bir elçi gönderdi. Orada yatanın Peygam­ber Mihmandârı olduğunu ve ona gelecek en küçük bir zararın, İslam dünyasın­da bulunan bütün kilisele­rin yıkılıp yerle bir olmasına sebep olacağını ihtar etti. Gerek bu tehdit gerekse Hz. Pey­gamber’in büyük sahabisi olması sebebiyle, Hıristiyanlar onun mezarına ilişememişlerdir. Fakat zamanla bu mübarek zatın kadir ve kıymetini takdir edemeyen Bizanslılar, mezarın metruk bir hâlde bıra­kılıp yerinin dahi belirsiz hâle gelmesine aldırış etmemişlerdir.
Bundan sonra İstanbul üzerine 11 sefer daha tertip edilmiştir. Ancak her defa­sında muhkem kalelerle korunan şehir fethedilememiş, bu şeref Osmanlı Padi­şahı Fatih Sultan Mehmed ve askerlerine nasip olmuştur.
Fetihten sonra Fatih’in hocası ve mana büyüğü Akşemseddin, bir murakabe sonunda, Hz. Ebû Eyyûb’un mezarının bulunduğu yeri keşfetmiştir. Ondan sonra Ebû Eyyûb, “İstanbul’un manevi bir sultanı” olarak hep ziyaret edilegelmiştir.
Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî birçok hadis-i şerif rivayet etmiştir. Onun ruhunu şad etmek maksadıyla bunlardan birkaçını teberrüken kaydediyoruz:
Bir gün Hz. Hâlid bin Velid’in oğlu Abdurrahman, muharebe sırasında yaka­ladığı dört esirin katlini emretmişti. Dördünün de atılacak oklarla can vermesini istemişti. Ebû Eyyûb bunu haber alınca Abdurrahman’ı ikaz etmiş ve “Resûl-i Ekrem’den (a.s.m.), işkenceli ölümleri nehyettiğini duydum.” diyerek bir hadis nakletmişti.[9]
Bir başka rivayeti de şudur:
“Bir adam Re­sû­lul­lah’a gelerek, ‘Yâ Re­sû­lal­lah, bana veciz şekilde nasihat eder misin?’ dedi. Bunun üzerine Re­sû­lul­lah (a.s.m.), nasihat isteyen o adama şöyle dedi: ‘Namazını kıldığın zaman, sanki dünyaya veda ediyormuşsun gibi ol, yarın özür dileyeceğin bir sözü söyleme, insanların elindekinden ümidini kes…’”[10]
İstanbul’umuzun bu aziz ve şerefli misafiri, Mihmandâr-ı Nebevî Ebû Eyyûb el-Ensârî, yani Hâlid bin Zeyd’e Cenâb-ı Hak’tan mağfiret diler, onun manevi him­met ve feyzinin kıyamete kadar bu güzel şehrin üzerinden eksik olmamasını niyaz ederiz.

___________________________________________
[1]Müsned, 5: 415.
[2]Mektûbât, s. 105; Şifâ-i Şerif, 1: 563.
[3]İnşirah Sûresi, 5.
[4]Tabakât, 1: 236-237; 3: 120.
[5]Müsned, 5: 422.
[6]Müsned, 4: 147.
[7]age., 4: 153.
[8]Üsdül-Gàbe, 2: 82.
[9]Müsned, 5: 422.
[10]age., 5: 412.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Ebû Dücâne (r.a.), cesur bir sahabiydi. Allah ve Resûlü yolunda her an canını vermeye hazırdı. Bedir Savaşı’nda olduğu gibi Uhud Savaşı’nda da bunun alame­ti olarak ba­şına kırmızı bir sarık sardı. Bunu gören Ensar, “Ebû Dücâne yine ölüm sarığını sardı!” dediler.[1]
Hz. Ebû Dücâne, Peygamberimizin, hakkını vermek şartıyla kendisine teslim
et­tiği kılıç elinde olduğu hâlde, çalımlı ve gururlu bir şekilde düşman saflarına
doğ­ru ilerlemeye başladı.[2]
Bu arada Sahabe-i Kirâm, Ebû Dücâne’nin gururlu bir şekilde yürümesini hoş karşılamadılar. Bu hareketi sebebiyle onun helak olmasından korktular. Bunun üzerine Peygamberimiz, düşmana karşı çalımlı yürünebileceğine, bunun caiz olduğuna işaretle şöyle buyurdu:
“Allah bu yürüyüşü, şu harp meydanlarından başka yerde sevmez.”
Peygam­berimizin vermiş olduğu kılıç, Ebû Dücâne’nin elinde müşriklere ölüm kusu­yor, onlara aman vermiyordu. Önüne çıkanı saf dışı bırakan Ebû Dücâne, çarpı­şa çarpışa, def çalıp şarkı söyleyerek, müşrikleri savaşa teşvik eden kadınların bulunduğu yere kadar geldi. Kendisi bunu şöyle anlatıyor:
“Uzaktan birini gördüm. Halka kızıyor, hırslanıyordu. Üzerine yürüyüp vur­mak için kılıcımı kaldırdığımda bağırdı. Onun bir kadın olduğunu görünce, Re­sû­lul­lah’ın kılıcının şerefini gözettim ve onu bir kadına vurmadım.”
Uhud Harbi’nin birinci safhasında Hz. Ebû Dücâne ve diğer sahabilenn gay­retleri neticesinde ilk anda büyük bir zafer kazanılmıştı. Bunun için mücahitler, müşriklerin bırakmış olduğu ganimetleri toplamaya başladılar. Bu arada yerle­rini bırakmamaları hususunda Peygamberimizin kesin talimatı olmasına rağmen okçular da yerlerini terk ederek ganimet peşine düştüler. İşte, ne oldu ise o anda oldu. Savaşın başından beri okçuları kollayan ve fırsat bekleyen müşrik at­lıları, mücahitlere arkadan saldırıya geçtiler. Bunun üzerine birçok mücahit şe­hit düştü, bir kısmı da paniğe kapılarak sağa sola dağıldılar.
Bu arada Peygamberimizin “ölüm haberi” şayiası yayıldı. Mücahitlerin mo­ralleri iyice bozuldu, pek çoğu harbi bırakıp tenha bir yere oturdu. Oysa müşrik­ler, Re­sû­lul­lah’ı değil, ordunun sancağını taşıyan Mus’ab bin Umeyr’i (r.a.) şehit etmişlerdi. Onu Peygamberimiz zannederek, “Muhammed’i öldürdük!” diye ba­ğırmaya başlamışlardı. Peygamberimiz ise o sırada düşmana ok ve taş atıyor, yerinde sebat ederek hiçbir tarafa ay­rılmıyordu. Bu arada 7’si Muhacirler­den, 7’si de Ensar’dan olmak üzere 14 fedai, Re­­sû­lul­lah’ı kordon altına al­mış, müşrik saldırılarından koruyorlardı. Bu gözüpek imanlı sineler, kendi can­larını feda etme pahasına Peygamberimizi yalnız bırakmamak üzere söz birliği etmişlerdi. İşte, Ebû Dücâne de bunlardan birisiydi. Re­sû­lul­lah’ın dua­sına mazhar olan bu sahabilerden hiçbirisi şehit olmadı. Savaşın sonuna kadar vü­cut­la­rı­nı Peygamberimize siper ettiler.
Ebû Dücâne ise, Re­sû­lul­lah’ın üzerine eğiliyor, atılan oklardan onu koruyor­du. Oklar sırtına çarpıp hiç yaralamadan arka tarafına düşüyordu. Bu arada azılı müşriklerden Abdullah bin Humeyd, Peygamberimizin sağ olduğunu ve sahabilerin onu koruduğunu gördü. Vakit kaybetmeden atını o yöne sürdü. Ne pa­hasına olursa olsun, Re­sû­lul­lah’ın canına kıyma emelini besliyor, şöyle sesleni­yordu:
“Ben Züheyr’in oğluyum. Bana Muhammed’i gösterin. Vallahi ya onu öldürürüm yahut ben ölürüm!” diye çığırtkanlık yapıyordu. Tepeden tırnağa zırha bürünmüştü. Müslümanlardan hiç kimsenin karşısına çıkamayacağını tahmin ediyordu. Sinsi sinsi ilerliyordu. Birden karşısında Ebû Dücâne’yi görünce afal­ladı. Ebû Dücâne, bu gözü dönmüşü görür görmez, “Gel yanıma! Ben, Re­sû­lul­lah’ın uğruna kendi vücudumu siper eden birisiyim.” dedi ve akabinde kılıcını İbni Humeyd’in atının bacaklarına çaldı. At çökünce de, “Al, bu da ben Hareşe’nin oğlundan!” diyerek bir vuruşta müşriği cansız yere serdi. Ebû Dücâne’nin kendi­sini korumak hususundaki bu gayretini gören Pey­gamberimiz, ona şöyle duada bulundu:
“Allah’ım, Hareşe’nin oğlundan ben nasıl razı isem Sen de razı ol!”
Ebû Dücâne, manevi mükâfatını âdeta peşin olarak alıyordu...
Ebû Dücâne gibi kahraman sahabilerin gayretleri sonucunda müşrikler fazla bir zarar veremeden çekilmek zorunda kaldılar. Savaş bittiğinde Peygamberimiz, Ebû Dü­câ­ne Hazretleri’ne verdiği kılıcı geri aldı. Kılıcın üzerindeki müşrik kanlarını silmesi için, kızı Hz. Fâtıma’ya (r.anha) verdi. Bu arada Hz. Ali de (r.a.) kendi kılıcını Fâtıma’ya uza­tarak, “Şunu al, bu gazada çok işe yaradı.” dedi. Bu­nun üzerine Peygamberimiz, “Sen bu savaşta canla başla çalıştın. Sehl bin Hâris ile Ebû Dücâne de üstün muvaffakiyet gösterdi.” buyurarak onları takdir ve teb­rik etti.[3]
Cesaret ve kahramanlığı kadar üstün fazileti ile de tanınan Ebû Dücâne Hazretleri boş şeylerle meşgul olmaz, hiç kimse hakkında kötü bir şey düşünmez­di. Bir gün hastalandı. Ağır hasta olmasına rağmen, üstünde sanki hastalık eseri yoktu. Yüzü nurlu ve pırıl pırıldı. Ziyaretine gelenlerden birisi, “Yüzünün böyle olmasının sebebi nedir?” diye sordu. Hz. Ebû Dücâne şu cevabı verdi:
“Güvenebileceğim ve beni kurtarabilecek iki amelim var: Birisi malayaniyle meşgul olmayışım, diğeri de hiçbir Müslüman hakkında kalbimde en küçük bir kötülük bulundurmayışım ve düşünmeyişimdir.”[4]
Ebû Dücâne, Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) halifeliği sırasında vuku bulan Yemâme Savaşı’nda şehit olmuştur.
Allah ondan razı olsun!

________________________________________
[1]Sîre, 3: 73.
[2]Müslim, Fezâilü’s- Sahabe: 128; Üsdü’l-Gàbe, 5: 184.
[3]age., 3: 557.
[4]age.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget