Mekke ufuklarında İslam güneşinin doğmasının üzerinden seneler geçmişti… Komşu şehir Medine, gelen hidayet haberleriyle dalgalanıyordu. Ruh ve kalplerini bu nurlu güneşin ziyasıyla aydınlatmak isteyen Medineliler, Mekke yollarına düşüyorlardı. Peygamber de (a.s.m.) onları emin bir yerde karşılamak için Mekke dışına çıkıyordu. Zira Mekke, müşriklerin inananlara olan zulüm ve işkenceleriyle kaynıyordu. Gelen heyetlerle Mekke dışında, Akabe’de görüşülüyordu. Bu sebepten, bu görüşmeler tarihe “Akabe Biatları” olarak geçmiştir.
İkinci Akabe Biatı’nda bulunup Peygamber’e (a.s.m.) biat edenler arasında, “Ebû Eyyûb el-Ensârî” diye anılan Hz. Hâlid bin Zeyd de vardı. Hz. Hâlid, Medine’nin ileri gelen iki kabilesinden biri olan Hazreç’in Neccaroğulları koluna mensup ve hattâ Neccaroğullarının reisi mevkiinde bulunuyordu.
Ebû Eyyûb el-Ensârî, Medine’ye döner dönmez İslamiyet’i yaymaya başladı. Önce yakın çevresinden başlayarak eşine dostuna ve bütün akrabasına yeni dinin yüceliğini anlattı. Kısa zamanda bütün kabilesi Müslüman oldu.
O sıralar Mekke, Müslümanlar için dayanılmaz bir işkence yeri hâlini almıştı. Müşrik baskıları giderek artmış, Müslümanlar hayatlarını devam ettiremeyecek bir duruma gelmişlerdi. Bunun üzerine Medine’ye hicret izni çıktı. Bütün Müslümanlar kafileler hâlinde akın akın Medine’ye göç etmeye başladılar. En son Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ile onun sadık sahabisi Ebû Bekir’in (r.a.) hicreti kalmıştı. Yola çıktıkları haberi Medine’ye ulaşınca Müslümanlar büyük bir sevinç ve merakla beklemeye koyuldular. Ebû Eyyûb el-Ensârî her gün Medine dışına çıkıyor, bu aziz misafirleri karşılamak istiyordu.
Nihayet meraklı ve sevinçli bekleyiş, bu iki aziz misafirin ufukta görünmesiyle tarif edilmez bir hâl aldı. Haber Medine’nin her tarafına yayıldı. Yedisinden yetmişine bütün Medineliler sokaklara döküldüler. Neccaroğulları bu teşrifi karşılamak üzere şiirler söylediler, defler çaldılar.
Resûlullah (a.s.m.), mübarek devesi Kasva ile yol alıyordu. Bütün Medinenilerin gönlünde, Allah’ın bu en şerefli misafirini ağırlama arzusu yatıyordu. Acaba bu şeref kime nasip olacaktı?
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz, kimsenin gönlünü kırmak istemiyordu. Herkesi razı edecek bir teklif yine ondan geldi. Buyurdu ki: “Şu hayvanı kendi hâline bırakınız; kimin kapısı önünde çökerse, oraya misafir olacağız.”
Gözler Kasva’ya dikildi. Ağır adımlarla yol alan bu mübarek hayvan, gele gele Hz. Ebû Eyyûb’un evinin önünde çöküverdi. Günlerdir Medine dışına çıkıp dua eden ve hâlis temennilerle bu günü bekleyen Ebû Eyyûb’un duası kabul olmuştu. Kimse buna bir itirazda bulunamadı. Ebû Eyyûb hemen koşup yükleri indirdi, evine taşıyıp yerleştirdi.
Resûlullah gelenlerle görüşmek kolay olsun diye, önce bu evin alt katına yerleşti. Ancak Ebû Eyyûb ve hanımı bu durumdan hiç de rahat değillerdi. Kâinatın en şerefli misafirinin evin alt kısmında olması, uykularını kaçırıyordu. Ebû Eyyûb dayanamadı: “Yâ Resûlallah, ben yukarıda, siz aşağıda olmaz!” dedi. Resûlullah (a.s.m.) önce, “Bizim için aşağısı daha uygundur.” dedi. Ancak Ebû Eyyûb ve hanımının ısrarı üzerine sonradan üst kata çıkmaya razı oldu.[1]
O günden itibaren yedi ay misafir kaldıkları bu mübarek ev, bir saadet hanesi ve nur dağıtan bir dershane hâline geldi.
Bu hane-i saadet, Peygamber mucizesiyle de ayrı bir şeref kazandı. Şöyle ki: Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evine Peygamber’in (a.s.m.) teşrif ettiği ilk günlerdi… Ebû Eyyûb, misafirlerine yetecek iki kişilik bir yemek yapmıştı. Yemek Resulullah’ın (a.s.m.) önüne konulunca, Ebû Eyyûb’a, “Ensar’ın eşrafından 30 kişiyi çağır.” buyurdu. Ebû Eyyûb, Peygamberimizin emrine uyarak Ensar’ın ileri gelenlerinden 30 kişiyi davet etti. Hepsi gelip o yemekten yediler. Sonra, “60 daha çağır.” buyurdu. Onlar da gelip yediler. Daha sonra, “70 daha çağır.” buyurdu. Ebû Eyyûb onları da çağırdı. Onlar da gelip yediler. Üstelik kapta daha yemek kalmıştı. Bu mucize karşısında, gelenlerin hepsi İslamiyet’e girip biat ettiler.[2]
Cenâb-ı Hak, âdeta Mekke’de ve hicret sırasında sabredilen meşakkatlere bir mükâfat olarak, böyle bir mucizeyle iki kişilik yemekten 160 kişiyi doyuruyor, onları İslamiyet’le şereflendiriyor, Müslümanları taltif ediyordu. “Her zorluktan sonra bir kolaylık vardır.”[3]gerçeği bir kere daha tahakkuk etmiş oluyordu.
Resûlullah (a.s.m.), Medineli Ensar ile Mekkeli Muhacirler arasında ikişer ikişer kardeşlik bağı tesis etmişti. Ebû Eyyûb ile de, Muhacirlerin ileri geleni Mus’ab bin Umeyr arasında kardeşlik kurmuştu.[4]
Ebû Eyyûb el-Ensârî, bundan böyle “Mihmandâr-ı Nebevî,” yani “Allah Resûlü’nü evinde misafir edip ağırlayan kimse” olarak anılmaya başlandı. Sahabilerin mümtaz simaları arasına girdi. Bundan böyle Resûlullah ile birlikte hazarda ve seferde hep beraber oldu. Bedir, Uhud, Hendek dâhil büyüklü küçüklü bütün gazalara iştirak etti.
Onun İslam uğrundaki cihadı, sadece Resûlullah’ın (a.s.m.) sağlığına münhasır değildir. Ondan sonra yapılan bütün gazalara katılmış, mücahitleri teşvik etmiştir.
Resûlullah’a (a.s.m.) sonsuz bir muhabbetle bağlı olan Ebû Eyyûb, onun vefatından sonra bir gün mübarek kabrini ziyarete gitti. Ravza-i Mutahhara’ya girip başını Merkad-i Nebevî’ye dayadı ve ağladı. Onu o hâlde gören birisi, Resûlullah’a (a.s.m.) hürmetsizlik zannedip, “Sen ne yaptığını biliyor musun?!” diye çıkıştı. Sesin Mervan’a ait olduğunu anlayan Ebû Eyyûb, ona doğru dönerek, “Evet.” dedi ve şöyle devam etti:
“Mervan, ben bu mezarın taşlarına gelmedim. Ben, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) şu sözünü duymuşum: ‘Bu dinin işleri ehlinin elinde olursa ona ağlayamayınız. Fakat bu din ehliyetsizler eline düşerse o zaman ağlayınız!’”[5]
Ebû Eyyûb el-Ensârî, takvada da çok ileriydi. Hemen hemen birçok sahabi, kendisinden ilim ve hikmet dersleri almıştı. Kur’ân ve hadisin doğru anlaşılması için kendisine müracaatta bulunuyorlardı. Her gittiği yerde, “Mihmandâr-ı Nebevî” olarak büyük alaka ve hürmet görmüştü.
Hz. Ali’nin (r.a.) hilafeti zamanıydı… Basra Valisi İbni Abbas’ın yanına gitmişti. İbni Abbas kendisini görünce ona pek çok hürmet etmiş ve konağını ailesine tahsis etmiştir.
Hz. Muâviye zamanında Mısır’ı da ziyaret eden Ebû Eyyûb, burada da büyük hürmet ve alaka ile karşılanmıştı. Mısır valisi, Ukbe bin Âmir idi. Vali ile aralarında şöyle bir hadise geçti:
Vali bir gün akşam namazına gecikti. Cemaat bir hayli bekledi. Nihayet cemaate gelip imam oldu, namazı geç de olsa kıldırdı. Cemaat arasında Ebû Eyyûb da vardı. Namazdan sonra Ebû Eyyûb, valiye şöyle dedi:
“Ey Ukbe! Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) akşam namazını geciktirenler hakkında şu sözünü duymadın mı?: ‘Ümmetim akşam namazını yıldızların gökyüzünü kaplamasına kadar tehir etmedikçe, hayır üzeredir yahut fıtrat üzeredir.’”
Ukbe, “Evet.” diye cevap verince, “O hâlde akşam namazını niçin bu kadar geciktirdiniz?” diye sordu. Ukbe meşguliyeti sebebiyle bu gecikmenin vaki olduğunu ifade edince, Ebû Eyyûb, “Yemin ederim ki, senin bu yaptığını görerek halkın, ‘Resûlullah da böyle yapardı.’ zehabına düşmesinden endişe ederim!” dedi ve valiyi ikaz ve irşat etti.[6]
Onun Mısır seyahatinin asıl sebebi, bir hadis-i şerifi validen tahkik etmekti. O hadisi Resûl-i Ekrem’den (a.s.m.) bizzat duyanlardan, Hz. Ukbe’den başkası hayatta kalmamıştı. Ebû Eyyûb durumu Ukbe’ye bildirip kendisini dinlemek istediğini söyledi. Ukbe mezkûr hadisi şu şekilde anlattı:
“Resûl-i Ekrem (a.s.m.) buyurdu ki: ‘Her kim bu dünyada bir müminin kusurunu örterse, Cenâb-ı Hak da kıyamet gününde onun kusurunu örter.’”[7]
Ebû Eyyûb böylece, bir hadisi tahkik etmenin gönül huzuruyla Medine’ye döndü. Bu sahabi için, Allah yolunda cihat maksadıyla cepheye gitmek ne ise, bir hadis için de uzun yolları katetmek aynı derecede mukaddes bir vazifeydi.
Hz. Ebû Eyyûb, Dört Halife devrini idrak etti. Hattâ Hz. Muâviye’nin İstanbul’un fethi için teşkil ettiği orduya da yetişti. Resûlullah’ın (a.s.m.) İstanbul fethi için verdiği müjdeyi kalbinin derinliğinde bir sır gibi saklıyordu. Yaşı ilerlemesine rağmen, bu müjdeye nail olma şerefi ve heyecanı ile dolu idi.
Hicret’in 52. senesiydi… Mısır’da katıldığı bu orduyla İstanbul önlerine kadar gelen Hz. Ebû Eyyûb, çarpışmalar sırasında hastalandı ve yatağa düştü. Hasta yatağından harbin seyrini takip ediyor ve bir an önce iyileşip savaşmayı arzuluyordu. Ordu kumandanı Yezîd bin Muâviye, kendisini bizzat ziyaret edip iyi olması temennisinde bulundu. Yezîd’in ziyaretinden memnun olan Ebû Eyyûb, ecelinin yaklaştığını hissederek şu vasiyette bulundu:
“Şayet burada vefat edersem, cenazemi hemen defnetmeyin. Ordunun gidebileceği yerin en ileri noktasına kadar götürün ve beni oraya defnedin.”
Mihmândâr-ı Nebevî, demek ki, manevi olarak defnedileceği yeri görmüş ve Müslümanların hayali olan İstanbul fethine bir adım daha yaklaşmak istemişti. Gerçekten, bir müddet sonra sayılı ömür dakikalarını tüketen Hz. Ebû Eyyûb, ruhunu Rahmân’a teslim eyledi.
Vasiyeti üzerine askerler, naaşını elleri üzerinde ordunun vardığı en uç noktaya taşıdılar. Tekbir ve dualarla defnettiler.[8]
Hz. Ebû Eyyûb, sağlığında göremediği o fethi vefatından sonra kabrinden temaşa etmek istemişti. Bu bakımdan, “İstanbul’un manevi fatihi” olarak kabul edilen Ebû Eyyûb el-Ensârî, bu toprakları asırlardır şereflendirmiş ve nurlandırmıştır.
Onun defnedilmesinden sonra ordu kumandanı Yezîd, mezarına bir zarar gelmemesi için, Bizans imparatoruna bir elçi gönderdi. Orada yatanın Peygamber Mihmandârı olduğunu ve ona gelecek en küçük bir zararın, İslam dünyasında bulunan bütün kiliselerin yıkılıp yerle bir olmasına sebep olacağını ihtar etti. Gerek bu tehdit gerekse Hz. Peygamber’in büyük sahabisi olması sebebiyle, Hıristiyanlar onun mezarına ilişememişlerdir. Fakat zamanla bu mübarek zatın kadir ve kıymetini takdir edemeyen Bizanslılar, mezarın metruk bir hâlde bırakılıp yerinin dahi belirsiz hâle gelmesine aldırış etmemişlerdir.
Bundan sonra İstanbul üzerine 11 sefer daha tertip edilmiştir. Ancak her defasında muhkem kalelerle korunan şehir fethedilememiş, bu şeref Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmed ve askerlerine nasip olmuştur.
Fetihten sonra Fatih’in hocası ve mana büyüğü Akşemseddin, bir murakabe sonunda, Hz. Ebû Eyyûb’un mezarının bulunduğu yeri keşfetmiştir. Ondan sonra Ebû Eyyûb, “İstanbul’un manevi bir sultanı” olarak hep ziyaret edilegelmiştir.
Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî birçok hadis-i şerif rivayet etmiştir. Onun ruhunu şad etmek maksadıyla bunlardan birkaçını teberrüken kaydediyoruz:
Bir gün Hz. Hâlid bin Velid’in oğlu Abdurrahman, muharebe sırasında yakaladığı dört esirin katlini emretmişti. Dördünün de atılacak oklarla can vermesini istemişti. Ebû Eyyûb bunu haber alınca Abdurrahman’ı ikaz etmiş ve “Resûl-i Ekrem’den (a.s.m.), işkenceli ölümleri nehyettiğini duydum.” diyerek bir hadis nakletmişti.[9]
Bir başka rivayeti de şudur:
“Bir adam Resûlullah’a gelerek, ‘Yâ Resûlallah, bana veciz şekilde nasihat eder misin?’ dedi. Bunun üzerine Resûlullah (a.s.m.), nasihat isteyen o adama şöyle dedi: ‘Namazını kıldığın zaman, sanki dünyaya veda ediyormuşsun gibi ol, yarın özür dileyeceğin bir sözü söyleme, insanların elindekinden ümidini kes…’”[10]
İstanbul’umuzun bu aziz ve şerefli misafiri, Mihmandâr-ı Nebevî Ebû Eyyûb el-Ensârî, yani Hâlid bin Zeyd’e Cenâb-ı Hak’tan mağfiret diler, onun manevi himmet ve feyzinin kıyamete kadar bu güzel şehrin üzerinden eksik olmamasını niyaz ederiz.
___________________________________________
[1]Müsned, 5: 415.
[2]Mektûbât, s. 105; Şifâ-i Şerif, 1: 563.
[3]İnşirah Sûresi, 5.
[4]Tabakât, 1: 236-237; 3: 120.
[5]Müsned, 5: 422.
[6]Müsned, 4: 147.
[7]age., 4: 153.
[8]Üsdül-Gàbe, 2: 82.
[9]Müsned, 5: 422.
[10]age., 5: 412.