Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Asıl adı “Abdullah bin Kays” olan Ebû Mûsâ (r.a.), Yemenlidir. Memleketinde bulunduğu sırada Son Peygamber’in (a.s.m.) zuhur ettiğini ve Mekke’den Medi­ne’ye hicret ettiğini işitince hiç tereddüt etmeden Müslüman oldu. İslamiyet’in Yemen’de yayılması için büyük gayret sarf etti. Gün geçtikçe, Yemen’de Müs­lüman olanların sayısı artmaya başladı. Kabileler, kendi aralarında Medine’ye hicret kafileleri düzenlediler.
Ebû Mûsâ da kendi kabilesinden olan Eş’arîlerden bir kafileyle Medine’ye hicret etmek üzere hazırlandı. Kendisi bu hadiseyi şöyle anlatıyor:
“Biz Eş’arîler Yemen’deyken, Re­sû­lul­lah’ın peygamber olarak gönderildiğini ve Me­dine’ye hicret ettiğini duyduk. Biz de (ben ve kardeşlerim Ebû Bürde ile Ebû Ruhm) kavmimizden 53 kişiyle birlikte Re­sû­lul­lah’ın yanına gitmek üzere muhacir olarak Yemen’den çıkmıştık. Bir gemiye bindik. Fakat havanın muhalefetiyle gemimiz bizi Habeşistan hükümdarı memleketine çıkardı.”[1]
Eş’arîler orada, Mekke’de iken müşriklerin ağır işkencelerine dayanamaya­rak Habeşistan’a hicret eden Hz. Câfer ve diğer Müslümanlarla karşılaştılar. Habeşistan’da bir müddet kaldıktan sonra Medine’ye hicret ettiler.
O sırada Müslümanlar bir hayli kuvvetlenmişler, müşrikler ve Yahudilerle yaptıkları savaşlarda birçok muvaffakiyet elde etmişlerdi. Habeşistan’dan ge­len muhacirler Medine’ye ulaştıklarında İslam mücahitlerinin, Yahudilerin elinde bulunan Hayber’in fethine gittiklerini öğrendiler. Kendileri de cihat aş­kıyla yanıp tutuşuyorlardı. Hiç vakit kaybetmediler. Medine’de kalmadan hemen Hayber’e hareket ettiler. Fakat oraya vardıklarında fethin tamamlandığını gördüler.
Peygamberimiz, onların dönmelerine çok sevindi. Habeşistan muhacirlerini karşılayarak onların hepsine, savaşa iştirak etmiş gibi ganimetten hisse ver­di.[2]
Muzaffer ordu Hayber’den dönüyordu. Peygamberimiz, Hz. Ebû Mûsâ’yı bi­neğinin terkisine almıştı. Bir ara ona şöyle seslendi:
“Yâ Abdullah! Sana cennet hazinelerinden bir kelime söyleyeyim mi?”
Ebû Mûsâ, “Annem babam sana feda olsun, söyle yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. Peygamberimiz, “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah, de.” buyurdu.[3]
Eş’arîler Medine’ye yerleştiler. Bir seferinde Re­sû­lul­lah, onlara şu müjdeyi verdi:
“Ey gemi yolcuları! Emin olunuz ki, sizin için iki hicret sevabı var­dır.”[4]
Eş’arîler için hiçbir söz, Peygamberimizin bu mübarek sözü kadar güzel ve se­vindirici olmadı. Onların sevinci bununla da kalmadı. Peygamberimiz, “Eş’arîler bendendir, ben de onlardanım.”[5]buyurunca sevinçleri kat kat arttı.
Ebû Mûsâ el-Eş’arî, Tebük Savaşı’na, Mekke’nin Fethi’ne ve Huneyn Savaşı’na iştirak etti. Huneyn’de mücahitler tarafından bozguna uğratılan Havazinlerden bir kısmının Evtas Vadisi’nde toplandıkları görüldü. Peygamberimiz, Ebû Âmir el-Eş’arî Hazretleri’ne bir sancak vererek, bazı mücahitlerle birlikte, toplanan düşmanın üzerine yolladı. Evtas’ta mevzilenen düşman, kendisini savunmaya geçti.
Teke tek yapılan vuruşmada, kumandan Hz. Ebû Âmir, Havazinlerden birço­ğunu yere serdi. Mızraklarla vuruşma başlayınca, Hz. Ebû Âmir yaralandı san­cağı Ebû Mûsâ’ya vererek onu kumandan tayin etti.
Kumandanlığa geçen Ebû Mûsâ, savaşa girişti ve düşman kuvvetlerini dağıt­maya muvaffak oldu. Bu arada, Ebû Âmir’i yaralayan müşriki de öldürdü. Müş­rikler savaş meydanından kaçınca, Ebû Âmir’in yanına geldi. Ona isabet eden ok hâlâ duruyordu. İsteği üzerine Ebû Mûsâ oku çıkardı. Okun çıktığı yerden şid­detli bir şekilde kan akmaya başladı. Ebû Âmir şehit olacağını anlayınca şöyle dedi:
“Re­sû­lul­lah’a benden selam söyle ve ona kendisinden dua istediğimi haber ver.”
Bir müddet sonra da, aldığı yaranın tesiriyle şehit olarak hayata gözlerini yumdu.
Hz. Ebû Mûsâ, neticeyi haber vermek için Peygamberimizin yanına gitti. Re­sû­lul­lah, iplerle örülmüş bir sedirde yatıyordu. İpler sırtında ve yanlarında iz bı­rakmıştı. Hz. Ebû Mûsâ, amcası oğlu Ebû Âmir’in şehit olduğunu haber verince, kalktı ve abdest aldı. İki elini kaldırarak, “Yâ Rabbi, Ebû Âmir’i affet!” buyurdu. Ebû Mûsâ kendisine de dua etmesini isteyince ona da şöyle dua etti:
“Allah’ım! Abdullah bin Kays’ın da günahlarını bağışla. Onu kıyamet gününde mak­bul bir makama kavuştur.”[6]
Ebû Mûsâ hayatı boyunca Peygamberimize hizmet etti. O mübarek nuru bir gölge gibi takip etti. Ebû Mûsâ’nın, Peygamberimizin yanında ayrı bir yeri var­dı. O “Sahib-i Re­sû­lul­lah (Peygamber Dostu)” olarak meşhurdu. Peygamberi­miz bazen onu fedakârlıklarından, azim ve sebatından, ilme ve ibadete olan düşkünlüğünden dolayı şevklendirmek için müjdeler verirdi. Bu müjdelerden birisi şudur:
Bir akşam Hz. Ebû Mûsâ, yatsı namazını Peygamberimizle kılabilmek için mescide gitti. Ancak Peygamberimiz her zamanki vakitten biraz geç geldi. Ebû Mûsâ, Peygamberimiz gelinceye kadar bekledi. Peygamberimiz, bekleyenlere yatsı namazını kıldırdıktan sonra şu müjdeyi verdi:
“Gitmek için acele etmeyiniz, sizlere müjdem var: İnsanlar arasında sizden başka bu saatte namaz kılan hiç kimsenin bulunmaması, Allah’ın size bir nime­tidir.”[7]
Ebû Mûsâ el-Eş’arî, Peygamberimizi Hayber’in fethinden sonra görmesine rağmen, zaruri ihtiyaçları haricinde huzurundan hiç ayrılmadı. Her seferinde yeni bir şey öğrenmek, yeni bir hikmet duymak için can atardı.
Bir Kur’ân bülbülü olan Ebû Mûsâ, Kur’ân öğrenmek için her türlü fırsatı ga­nimet bilir, Allah’ın kelamını en güzel şekilde okumaya çalışırdı. O, Kur’ân’ı se­siyle süsleyen sahabilerden birisiydi. Çok güzel okurdu. Bir defa Kur’ân okur­ken Peygamberimiz ona şu sözleriyle iltifat etti:
“Sana Dâvud’un (a.s.) nağme­lerinden [okuyuşundan] bir nağme verilmiştir.”[8]
Bilindiği gibi, Hz. Dâvud (a.s.), Zebur’u çok güzel okurdu.
Hicret’in 9. yılında birçok kabile İslam’la şereflenmiş, birçok memleket de İslam top­raklarına katılmıştı. Bu memleket halkına İslamiyet’in öğretilmesi ge­rekiyordu. Pey­gamber Efendimiz bu maksatla Hicret’in 9. yılı Muharrem ayında, İslam’ın yayıldı­ğı bütün beldelere valiler gönderdi. Bu gayeyle vazifelendirdiği sahabilerden birisi de Ebû Mûsâ’dır. Peygamberimiz onu Zebid, Aden ve Sahil bölgelerine vali olarak gönderdi. Ebû Mûsâ’nın vazifesi, halka dinî vazifelerini öğretmek, idari işlerle meşgul olmak ve halk arasında çıkan davaları İslami hükümlere göre halletmeye çalışmaktı. Pey­gam­berimiz, Muâz bin Cebel’i ve Ebû Mûsâ’yı yolcu ederken onlara şu tavsiyede bu­lun­du:
“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.”[9]
Hz. Ebû Mûsâ, Hicret’in 10. yılında Peygamberimiz Veda Haccı’nda iken Mekke’ye geldi ve Re­sû­lul­lah ile görüştü.
Hz. Ebû Bekir zamanında Medine’de ikamet eden Hz. Ebû Mûsâ, Hz. Ömer’in hilafetinde Irak’ın fethi için Sa’d bin Ebî Vakkas komutasında hazırlanan mücahit ordusuna katıldı. Çok büyük muvaffakiyetler gösterdi. Hz. Sa’d, onu Nusaybin’in ve Harran’ın fethine memur etti. Hz. Ebû Mûsâ, Nusaybin ve Har­ran’ın fethini gerçekleştirdi. Baş­ta İsfehan ve Huzistan olmak üzere İran toprakla­rının fethini sağlayan, Ebû Mûsâ idi.
Irak’ın fethi tamamlandığında Hz. Ömer onu Basra valiliğine tayin etti. Basralılara da şöyle bir mektup yazdı:
“Ebû Mûsâ’yı size vali olarak gönderiyorum. Tâ ki, zayıfınızın hakkını kuvvetliden alsın. Sizinle birlikte düşmanlarınıza kar­şı mücadele etsin. Yollarınızda emniyet ve asayişi temin etsin…”
Hz. Ebû Mûsâ, Basra’ya gittiğinde onlara, “Emîre’l-Müminîn Ömer bin Hattab, beni size, Allah’ın kitabını ve Peygamber’in sünnetini öğretmek için gönder­di.”[10]diyerek, en mühim vazifesini dile getirdi.
Ebû Mûsâ gerçekten de Basra’da kaldığı müddetçe bütün vaktini Kur’ân öğ­ret­mekle geçirdi. Bir gün Hz. Ömer, Basra’dan gelen Enes bin Mâlik’e, Ebû Mûsâ’nın ne yaptığını sordu. Hz. Enes, onun devamlı olarak halka Kur’ân öğret­mekle meşgul olduğu­nu haber verdi.[11]
Hz. Ömer, valilerine, “Yanınızda ne kadar Kur’ân okuyucuları varsa bir liste hâlinde bana bildirin. Onları Kur’ân-ı Kerim öğretmek için etrafa gönderece­ğim.” şeklinde bir mektup yazdı. Bu mektuba gelen cevaplardan sonra, halka Kur’ân öğreten valiler içerisinde ön sırayı Ebû Mûsâ’nın aldığı ortaya çıktı. Onun Kur’ân öğrettiği Müslümanların sayısı 300 kişiyi geçmiş bulunuyordu.
Ebû Mûsâ bir yandan Basralılara Kur’ân ve sünneti öğretiyor, bir yandan da onlara vaaz veriyordu. Onun vaazları halk üzerinde çok tesir uyandırıyordu. Vaazını dinleyenler gözyaşlarını tutamıyorlardı.
Hz. Ebû Mûsâ, Basra şehrinin imarı için de çalıştı. Hz. Ömer’in emri üzerine, içme suyunu Basralıların ayağına taşıyacak bir kanal açtırdı. Bu kanala “Ebû Mûsâ Kanalı” denildi. Kanal yapılmadan önce halk, altı mil mesafeden içme su­yu taşıyordu. Hepsi bu kanaldan faydalandılar. Her ev bu suyu kullanmaya baş­ladı.[12]
Ebû Mûsâ bir müddet Basra valiliği yaptıktan sonra, Kûfelilerin isteği üzeri­ne Kûfe valiliğine tayin edildi.
Ebû Mûsâ sünnete son derece bağlıydı. Onun için en güzel rehber ve örnek, Peygamberimizin hayatıydı. Her sözünde, her fiilinde, her hareketinde Resûl-i Ekrem’i taklit ederdi. Öyle ki, en basit işlerinde bile Peygamberimizi örnek alır­dı. “Ben Resûl-i Ekrem’in izini takip eder, onun yaptığını yapmaya çalışırım.”[13]sözü, onun sünnete bağlılığını ifade ettiği gibi, şu hareketleri de buna canlı bir misaldir:
Bir gün oğlu aksırdı. Ona “Yerhamükellah.” demedi. Başka birisi aksırdı. Ona “Yerhamükellah.” diye cevap verdi. Kendisinden bunun sebebi sorulduğunda şu cevabı verdi:
“Peygamber’in, ‘Herhangi biriniz aksırdığı zaman, eğer “Elhamdülillah.” derse, siz de ‘Yerhamükellah.’ deyin, demezse, siz ona ‘Yerhamükel­lah.’ demeyin.’ buyurduğunu işittim.”[14]
Hz. Ebû Mûsâ bir defasında Halife Hz. Ömer’i ziyarete gelmişti. Huzuruna girmek için izin istedi. İstediğine karşılık alamayınca geri döndü. Hz. Ömer onun döndüğünü görünce sebebini sordu. Ebû Mûsâ ona şu cevabı verdi:
“Siz­den üç kere müsaade istedim, ama izin vermediniz. Bunun üzerine geri dön­düm. Zira Resûl-i Ekrem’in, ‘Herhangi biriniz bir yere girmek istediğinde üç de­fa müsaade istesin, müsaade edilmezse geri dönsün.’ buyurduğunu işittim.”[15]
Hz. Ebû Mûsâ, son derece iffetli, temiz ve her türlü günahtan uzak kalmaya çalışan bir zattı. Onun her hâl ve hareketinde takva ve fazilet göze çarpardı. Kal­binde en iyi yer eden his, “Allah korkusu”ydu. Son derece rikkat sahibiydi. Ahireti çok düşünür, ölü­mü çok hatırlardı. Çünkü ölüm kadar tesirli bir nasihatçi yok­tu.
Bir gün Enes bin Mâlik’e, “Ey Enes! Bugünkü insanlar ahiret hususunda ne kadar geridedirler! Ahireti hiç düşünmüyorlar.” dedi. Hz. Enes, “Nefsani arzu ve istekler ile şeytan, onları bu gaflet ve uykuya sürüklemiştir.” cevabını verince, şunları söyledi:
“Hayır, öyle değil! Dünya onlara peşin olarak gösterilmiş, ahiret ise onlardan perdelenmiştir. Eğer dünyayı gördükleri gibi ahireti de hakkıyla görmüş olsalardı, ahiretten yüz çevirmez ve bu dünyaya bu kadar sarılmazlardı.”[16]
Ebû Mûsâ, âlim sahabilerdendi. Peygamberimiz, kendisine fetva vermek üzere izin vermişti. Hz. Ömer devrinde fetva veren dört sahabiden birisiydi. Hz. Ali, Ebû Mûsâ hakkında, “Bu zat baştan aşağı ilimdir.” diyerek onu methetmek­tedir. Buna rağmen o son derece mütevaziydi. İlim öğrenmekten gayesi “Allah rızası” olduğundan, bilmediği bir hususta “Bilemiyorum.” derdi. Verdiği fetva­nın daha isabetlisini işitirse, “Doğrusu budur.” diyerek hakkı kabul ederdi.
Ebû Mûsâ’nın en kıymetli hasletlerinden birisi de tevekkülüydü. Hiçbir tehli­ke onu korkutmaz, hiçbir mihnet ve meşakkat onu endişeye düşürmezdi. Başına ne gelse rıza gösterir, kader perdesinin arkasındaki güzel neticeleri düşünür­dü.
Hz. Ebû Mûsâ, hadis ilminde de önde gelen sahabilerdendi. Peygamberimiz­den 360 hadis rivayet etmiştir. Bu hadisler, Buhârî, Müslim, Müsned ve diğer hadis kitaplarında yer alır. Onlardan ikisi şu mealdedir:
“İyi arkadaş ile kötü arkadaşın benzeri, misk satan ile ateş üfleyip saçan de­mirci körüğü gibidir. Misk sahibi ya bir miktar bu güzel kokudan sana hediye eder yahut satın alırsın yahut da onun güzel kokusundan istifade edersin. De­mirci körüğünün nefesi ise ya senin elbiseni yakar ya da ondan ağır bir koku koklamak zorunda kalırsın.”[17]
Bir diğer hadis de şu mealdedir:
“Peygamberimiz mübarek parmaklarını birbirine geçirdi ve ‘Mümin diğer mümin kardeşleriyle, parçaları birbiriyle kenetlenmiş bina gibidir. Birbirlerini sımsıkı tutarlar.’ buyurdu.”[18]
Ebû Mûsâ vefat edeceği zaman, gençlerden, kendisi için bir mezar kazmalarını istedi. Gençler mezarı kazıp geldikten sonra da şu ibretli sözleri söyledi:
“Allah’a yemin ederim ki, bana kazdığınız bu kabir iki yerden biri olacaktır. Ya o kadar genişletilecek ki, her bir köşesi 40 arşın olacak ve onda cennete açılan bir kapı bırakılacaktır. Ben o kapıdan cennetteki köşküme ve Cenâb-ı Hakk’ın benim için hazırladığı nimetlere bakacağım. O kabirden cennetteki evimi, dünyadaki evimden daha çabuk bulup kıyamete kadar onun güzel koku­sundan ve güzel havasından istifade edeceğim. Ya da —Allah korusun, kötü bir kimse isem—benim kabrim o kadar daraltılacaktır ki, mızrağın başındaki sivri demirden daha dar olacaktır. Orada cehenneme bakan bir kapı açılacak; ben o kapıdan cehennemdeki yerimi dünyadaki evimden daha çabuk bulup, onun pis kokusundan ve zehirli havasından kıyamete kadar eza duyacağım.”[19]
Hz. Ebû Mûsâ 63 yaşındayken Mekke’de vefat etti.
Allah ondan razı olsun!

___________________________________________
[1]Buhârî, Megâzî: 40.
[2]Tabakât, 2: 108.
[3]Buhârî, Daavât: 15.
[4]age., Megâzî: 40.
[5]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 167.
[6]age., 165.
[7]Buhârî, Salat: 134.
[8]Müslim, Misafirîn: 235; Fethü’r-Rabbânî, 22: 400.
[9]Müsned, 4: 417.
[10]Hayâtü’s-Sahâbe, 2: 165.
[11]Tabakât, 2: 345.
[12]Ömer Rıza Doğrul, Asr-ı Saadet, 4: 373.
[13]Müsned, 4: 419.
[14]age., 4: 418.
[15]age., 4: 418.
[16]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 431-432.
[17]Buhârî, Salât: 88; Müslim, Birr: 65.
[18]Buhârî, Zebâih: 31.
[19]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 429.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Ebû Mes’ud el-Bedrî (r.a.), Medineliydi. Akabe Biatı’nda bulunup hayatı pahası­na Re­sû­lul­lah’ı koruyacağına dair söz verenlerdendi. Peygamberimizle birlikte bütün savaşlara iştirak etti. Çok büyük kahramanlıklar gösterdi.[1]
Hayatı hakkında fazla bir bilgi bulunmayan Ebû Mes’ud’un (r.a.), birçok hadi­sin bize kadar ulaşmasında büyük hizmetleri oldu. 102 hadis rivayet etti. Bu hadislerden ikisi şu mealdedir:
“Bir zat Re­sû­lul­lah’a gelerek, ‘Benim binek devem öldü. Bana başka bir deve temin eder misin?’ dedi. Peygamberimiz (a.s.m.), ‘Benim yanımda deve yoktur.’ diye cevap verdi. Bunun üzerine orada hazır bulunanlardan biri, ‘Yâ Re­sû­lal­lah, ben onu, kendisine binek temin edebilecek birine götüreyim.’ deyince, Peygam­ber Efendimiz şöyle buyurdu: ‘Bir hayra vesile olan, o hayrı yapanın sevabı ka­dar sevap kazanır.’”[2]
“Geçmiş peygamberlerden bize ulaşan sözlerden biri de şudur: Utanmadıktan sonra istediğini yap.”[3]

___________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 5: 296.
[2]Müslim, İmare: 133; Müsned, 4: 120.
[3]İbni Mâce, Zühd: 17; Müsned, 4: 122


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Hz. Ebû Lübâbe (r.a.) Ensar’dandır. Hicret’ten önce Müslüman olmuştu. İkinci Akabe Biatı’na katılan 75 sahabiden birisi de Ebû Lübâbe idi. İslam’ın Medi­ne’de yayılmasında büyük gayret sarf etmiştir.
İslam nurunu söndürmek için harekete geçen Mekke müşriklerine Bedir’de karşı koy­mak üzere hazırlanan mücahit ordusunda Ebû Lübâbe de bulunuyor­du. Deve sayısı az olduğundan bir deveye üç sahabinin nöbetleşe binmesi gere­kiyordu. Ebû Lübâbe, Pey­gamberimizle aynı deveye binme şerefine kavuştu. Üçüncü zat da Hz. Ali idi. Deve­ye ilk önce Re­sû­lul­lah binmişti. Her ikisi de Pey­gamberimizin deveden hiç inmemesi­ni arzu ediyorlardı. Re­sû­lul­lah yaya yürürken, kendilerinin deveye binmesi uygun ol­mazdı. Nitekim yaya yürüme sı­rası Peygamberimize geldiğinde ikisi birden şöyle dediler:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Siz inmeyin, biz yaya yürüyebiliriz.”
Onların bu teklifleri karşısında, âlemlere rahmet olarak gönderilen Yüce Nebî şu ibretli karşılığı ver­di:
“Siz yürümekte benden daha güçlü değilsiniz. Kaldı ki, ben de sizin kadar sevaba muhtacım.”[1]
Zaten o Saadet Güneşi hiçbir şekilde kendisinde bir imtiyaz görmezdi. Her meselede eşit muameleden hoşlanırdı.
Ebû Lübâbe cihat aşkıyla yanıyor, Allah’ın düşmanlarıyla bir an önce karşı­laşmaya can atıyordu. Henüz düşmanla karşılaşılmamıştı. Peygamberimiz, Hz. Ebû Lübâbe’yi yerine vekil olması için tekrar Medine’ye gönderdi. Ebû Lübâbe’nin vazifesi, Medine’deki kadın ve çocukları Yahudilerin ve münafıkların muhtemel hücumlarına karşı korumaktı.
Bedir Savaşı galibiyetle neticelenmişti. Müşrikler hezimete uğramış, bir miktar da ganimet ele geçmişti. Peygamberimiz mücahitlere ganimet mallarını taksim ederken Ebû Lübâbe’ye de savaşa bizzat katılmış gibi hisse ayırdı. Daha sonra Ebû Lübâbe, Uhud ve Hendek Savaşlarına katıldı. Bu savaşlarda çok büyük kahramanlıklar gösterdi.
Peygamberimiz Medine’ye hicret ettiğinde, diğer Yahudi kabileleriyle oldu­ğu gibi, Benî Kurayza Yahudileriyle de anlaşma yapmıştı. Benî Kurayzalılar, Medine’ye hariçten bir baskın yapıldığı takdirde şehri Müslümanlarla birlikte koruyacaklarına söz vermişlerdi. Ancak Hendek Savaşı gibi kritik bir devrede ahitlerini bozdular. Müslümanlara yardım edecekleri yerde müşriklere destek­te bulundular. Mücahitleri arkadan vurmak istediler. Hattâ öyle ki, Medine’deki kadınlara ve çocuklara geceleyin baskın tertip etmek için müşriklerden yardım istediler... Müslümanları bir yandan müşriklerle savaşırken, bir yandan da Yahu­dilerle uğraşmak zorunda kaldılar. Peygamberimiz 500 kişilik bir kuvveti Me­dine’ye gönderdi.
Benî Kurayza Yahudileri, müşriklere silah tedarik ettiler. Onlara yakın bir mevkiye pazar kurarak yiyecek ihtiyaçlarını karşıladılar. Bununla da kalmaya­rak, müşriklerle bir olup 10 gün Müslümanlarla savaştılar.
Hendek Savaşı bittiğinde Peygamberimiz, Medine’ye döndü. Üzerindeki si­lahları çıkarıp bir kenara koydu. Bu sırada Cebrail (a.s.) geldi. Başındaki tozları silkti ve Peygamberimize hitaben, “Ey Allah’ın Resûl’ü, sen silahını çıkardın mı? Vallahi biz daha silahlarımızı çıkarmadık. Düşman sana geldiğinden beri melekler silahlarını çıkarmadılar. Müşrikleri takip etmedikçe de dönmediler. Allah seni bağışlasın! Kalk, silahını kuşan ve onların üzerine yürü!” dedi. Pey­gamberimiz “Nereye, kimlerin üzerine?” diye sordu. Hz. Cebrail, eliyle Benî Kurayza Yahudilerine doğru işaret etti ve “İşte oraya! Ben şimdi yanımdaki me­leklerle onların kalelerine gidiyorum.” dedi.[2]
Peygamberimiz ve Müslümanlar, hiç istirahat etmeden, ihanetlerinin cezası­nı vermek için Benî Kurayza Yahudilerinin üzerine yürüdüler. Ve onları muhasara ettiler. Bu muhasara 20 günden fazla sürdü. Nihayet Yahudiler âciz ka­lınca anlaşma yapmak istediler. Bunun için de Re­sû­lul­lah’tan Ebû Lübâbe’yi kendilerine göndermesini istediler. Çünkü Ebû Lübâbe’nin malları ve çocukları Benî Kurayzalıların yanında bulunuyordu. Bunun için kendilerine yardımcı olacağını ve lehlerinde hüküm vereceğini umuyorlardı.
Peygamberimiz, Hz. Ebû Lübâbe’yi yanına çağırarak, “Müttefiklerinin yanı­na git. Onlar seni çağırıyorlar.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ebû Lübâbe, Yahudile­rin yanına gitti. Neler konuşacağı, nasıl hareket edeceği hususunda Peygambe­rimiz kendisine bilgi vermişti.
Kadınlar ve çocuklar ağlıyor, Ebû Lübâbe’den yardım umuyorlardı. Erkekler de onu karşıladılar ve şöyle dediler:
“Ey Ebû Lübâbe! Bizler senin müttefikin bulunuyoruz. Bizde savaşmaya güç kalmadı. Görüşün nedir? Ne yapmamızı emredersin? Muhammed’in emrine boyun eğerek teslim olmamızı sen uygun görür müsün?”
Ebû Lübâbe, “Evet, teslim olmanızı uygun görürüm.” dedi. Bunu söylerken de elini bo­ğazına götürdü. Bu işaretle, “Bu, boğazlanmak­tır. Re­sû­lul­lah’ın hükmüne göre teslim olursanız, sizi boğazlar!” demek iste­di.[3]
Ebû Lübâbe bu hareketiyle Peygamberimizin bir sırrını açığa vurmuş oluyor­du. Çünkü Peygamberimiz kendisini elçi olarak gönderirken, onlar hakkında nasıl bir muamele yapacağını kendisine söylemişti. Onlar sözlerinde durmadıkları, Müslümanlara ihanet ettikleri için toptan ölümü hak etmişlerdi. Nitekim daha sonra Peygamberimiz, Allah’ın izni mucibince, bu ihanetlerinden dolayı Kurayza Yahudilerinin erkeklerini kılıçtan geçirecekti. Zaten böyle bir hüküm, Yahudilerin kendi kitabı olan Tevrat’ta da mevcuttu. Böyle bir akıbeti bilmiyor değillerdi.
Ebû Lübâbe, Benî Kurazya Yahudilerine Peygamberimizin sırrını açıkladık­tan hemen sonra, hata ettiğini anladı ve pişman oldu. Hz. Ebû Lübâbe, pişmanlı­ğını ve tövbesini şöyle anlatıyor:
“Vallahi onların yurdundan daha ayaklarım ayrılmamıştı ki, bu hareketimle Allah’a ve Resûlüne karşı kusur işlemiş olduğumu anladım. Çok pişman oldum! ‘Hepimiz Allah’a aitiz ve tekrar O’na döneceğiz.’ dedim. Yahudiler, ‘Ey Ebû Lübâbe, sana ne oldu?’ dediler. ‘Allah’a ve Resûlüne hainlik ettim!’ dedim. Göz­lerimden akan yaşlar, saka­lımı ıslattı. Kaleden aşağı indim. Kalenin arkasında başka bir yoldan mescide kadar git­tim. Kendimi direğe bağlattım. ‘Allah kalbi­mi biliyor.’ dedim. Tövbemi kabul etmedik­çe buradan ayrılmayacağım. Artık ben bir daha ne Benî Kurayzalılara yaklaşınm, ne de içinde Allah ve Resûlüne hainlik ettiğim bir memleketi bir daha görmek isterim…”[4]
Her insan hata yapabilirdi. Mühim olan, hatadan dönme faziletini göstermek ve o ha­tayı işlediğine pişman olmaktı. Ebû Lübâbe’nin hatasından sonra kimseye görünme­me­si ve kendisini direğe bağlatması, onun ne derece pişman oldu­ğunu göstermeye kâfi­dir.
Ebû Lübâbe’nin hatası Kur’ân-ı Kerim’de şöyle haber verilir:
“Ey iman eden­ler! Allah’a ve Resûlüne hainlik etmeyiniz. Siz kendi emanetlerinize bile bile ihanet eder misiniz?”[5]
Hz. Ebû Lübâbe’nin gelişi gecikince Peygamberimiz, Ashâbına, “Ebû Lübâbe’ye ne ol­du? Onlarla konuşması bitmedi mi?” diye sordu. Ashâb-ı Kirâm du­rumunu Peygambe­rimize anlattılar. Bunu duyunca Re­sû­lul­lah, “Bana gelseydi, onun için Allah’tan af di­lerdim. Artık Cenâb-ı Hak onun hakkında hüküm verin­ceye kadar onu çözmeyeceğim.” buyurdu.[6]
Ebû Lübâbe bir hafta mescidin direğinde bağlı kaldı. Hava çok sıcaktı. Nihayet bir hafta boyunca ne gece ne gündüz hiçbir şey yiyip içmedi. Nihayet ku­lakları duymaz hâle geldi. Namaz vakti olunca hanımı geliyor, bağını çözüyor, namazını kıldıktan sonra da tekrar bağlıyordu.
Nihayet Peygamberimiz, hanımı Hz. Ümmü Seleme’nin evinde bulunduğu bir sırada vahiy geldi. Re­sû­lul­lah gülmeye başladı. Ümmü Seleme, “Niçin gülüyorsun, yâ Re­sû­lal­lah?” dedi. Peygamberimiz, “Ebû Lübâbe’nin tövbesi kabul oldu.” buyurdu. Re­sû­lul­lah’ın müsaadesi üzerine Ümmü Seleme, odasının kapısı­na dikildi, mescitte bulunan Ebû Lübâbe’ye, “Ey Ebû Lübâbe, seni müjdele­rim! Allah senin tövbeni kabul buyurdu.” diyerek müjdeyi ulaştırdı.
Ashâb, onu bağlı bulunduğu direkten çözüp salıvermek için koşuştular. Ebû Lübâ­be, “Hayır, vallahi beni Re­sû­lul­lah eliyle salıvermedikçe bağlandığım di­rekten ayrılmam!” dedi. Peygamberimiz sabah namazına giderken, yanına uğra­yıp onu salıverdi.[7]
Hz. Ebû Lübâbe, tövbesi kabul edildiği takdirde yerini yurdunu terk edip Re­sû­lul­lah’a hizmette bulunacağına ve malının tamamını Allah ve Resûlü yolunda sadaka vereceğine söz vermişti. Mademki Cenâb-ı Hak tövbesini kabul etmişti, öyle ise bu ahdini yerine getirmesi ve bununla tövbesini pekiştirmesi gerekiyor­du. Hemen Peygamberimizin huzuruna çıktı ve şöyle dedi:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Ben tövbe ederken, tövbem kabul olursa yerimi yurdumu terk ederek kalan hayatımı sizin hizmetinizde geçireceğime ve malımın tama­mını Allah ve Resûlü yolunda tasadduk edeceğime söz vermiştim.”
Peygamberimiz onun hizmet düşüncesini uygun buldu. Ancak malının ta­mamını tasadduk etmesini doğru bulmadı ve “Malının üçte birini sadaka olarak vermen yeter.” buyurdu.[8]
Çünkü ailesinin nafakasını temin etmek, insanın mühim bir vazifesiydi. İnsan malının tamamını Allah yolunda sadaka olarak verdiği takdirde bu vazifeyi ihmal edecek, kendisi ve ailesi zor durumda kalacaktı. Bu ise uygun bir hareket değildi. Bunun içindir ki Re­sû­lul­lah, Ebû Lübâbe’nin malının tamamını tasadduk etmesine müsaade etmedi.
Ebû Lübâbe halim selim, temiz ahlaklı, iyi kalpli, Re­sû­lul­lah’a gönülden bağ­lı bir insandı; ona hizmet etmeyi dünyanın en mutlu bir işi olarak bilirdi. Onunla geçen anlarını ebedî hayattan bir parça olarak kabul ederdi.
Peygamberimiz zaman zaman gönlünü alır, latife yapardı. Bir cuma günüy­dü... Çok­tandır yağmur yağmamış, Medine’de kuraklık hüküm sürüyor idi. Böyle durumlarda Peygamberimiz dua eder, Allah’tan rahmet isterdi. Yüce Allah da Habib’inin niyazını boş çevirmezdi.
Namazdan sonra Peygamberimiz mübarek ellerini kaldırdı, üç defa “Al­lah’ım, bize rahmetini gönder!” diye dua buyurdu. O sırada Ebû Lübâbe de orada hazır bulunuyordu. Peygamberimiz dua ettiği zaman yağmurun yağacağını bi­liyordu. Yağmur şiddetli yağarsa ambarı su basar ve hurmalar bozulabilirdi. Bu endişe içinde Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına geldi, saf bir şekilde, “Yâ Resulallah, ambarda hurma var. Yağmur yağarsa zarar görebiliriz!” dedi.
Peygamberimiz umumun menfaati için Allah’tan yağmur istiyordu, fakat Ebû Lü­bâ­be ise kendi hurmalarının derdindeydi… Onun bu safça niyetini bilen Peygamberimiz, mes­cidinin önünde sahabilerin de hazır bulunduğu bir yerde latife olarak duasına şunları da ekledi:
“Ya Rabbî, Ebû Lübâbe, ambarının delik­lerini elbisesiyle tıkamaya mecbur kalıncaya kadar yağmur ver.”
Ebû Lübâbe, “Gökyüzünde hiç bulut yoktur, yâ Re­sû­lal­lah!” demeye kalmadı, hava karardı, şimşekler çaktı, şakır şakır, bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Kısa zamanda her taraf su doldu. Ebû Lübâbe telaşlıydı. Sahabiler etrafına top­lanarak şöyle dediler:
“Ey Ebû Lübâbe, sen Re­sû­lul­lah’ın dediğini yapıncaya ka­dar bu yağmur kesilmez.”
Sonunda Ebû Lübâbe o hâle geldi ki, hurma ambarı­nın açık yerlerini tıkamaya bir şey bulamadı, nihayet sırtından elbisesini çıkar­dı, su giren yerlere tıkamaya başladı. Böylece yağmur da kesildi. Ebû Lübâbe birazcık olsun zarar görmüşse de, susuzluk ve kuraklık gitmişti. Peygamberi­mizin latifesine muhatap olan Ebû Lübâbe tam olarak “rahmet”e kavuşmuş­tu.[9]
Peygamberimizin nurlu ve bereketli sohbetinde sık sık bulunan Ebû Lübâbe, hadis ilmine hizmeti bulunan sahabiler arasında yer aldı. Ebû Lübâbe’nin rivayet ettiği hadisler bugün müminlere ışık tutmaktadır. Bu mümtaz sahabi, Resûl-i Ekrem Efendimizin ahiret yurduna hicretinden sonra da, üç halife devrinde imanı uğrunda hizmet etmekten bir an için geri kalmadı. Canla başla sünnetin yayılmasına çalıştı. Nihayet Hz. Ali’nin hilafeti devresinde beka âlemine göçtü. Allah ondan razı olsun!
İbni Mâce ve Müsned’de Ebû Lübâbe’nin şöyle bir rivayeti yer alır:
Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu: “Şüphesiz Allah indinde günlerin efendisi ve büyüğü cuma günüdür. Allah katında, Kurban ve Ramazan Bayramı günlerinden daha faziletlidir. O günde beş meziyet vardır: Allah, Âdem’i o günde yarattı. Âdem’in ruhunu o günde aldı. O günde öyle bir saat vardır ki, kul haram bir şey istemedikçe Allah’tan ne isterse mutlaka Allah onu cevapsız bırakmaz. Kıyamet de o gün kopacaktır.”[10]

___________________________________
[1]Tabakât, 1: 21.
[2]Sîre, 3: 244.
[3]age., 3: 247.
[4]Sîre, 3: 247; Üsdü’l-Gàbe, 2: 183.
[5]Enfal Sûresi, 27.
[6]Hayâtü’s-Sahâbe, 2: 537-538.
[7]Sîre, 3: 248; Üsdü’l-Gàbe, 2: 183.
[8]Müsned, 3: 453.
[9]Üsdü’l-Gàbe, 5: 285.
[10]İbni Mâce, İkame: 79; Müsned, 3: 430.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget