Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Asıl ismi “Sa’d bin Mâlik” olan Ebû Said, Medineliydi. Babası Mâlik bin Sinan, Medine’de İslamiyet’in yayıldığı ilk sıralarda Müslüman olmuştu. Ebû Said o sı­ralar henüz çocuk yaştaydı. Böylece hayatı yeni anlamaya başladığı bir sırada kendisini Müslüman bir ailenin içinde buldu.
Ebû Said’in minik kalbindeki iman o kadar coşmuştu ki, Peygamberimizle birlikte bulunmak, onun feyizli sohbetini dinleyerek cennetten anlar yaşamak için gayret ediyordu. Ayrıca kendi gücüne kuvvetine bakmadan, Peygamberi­mizin işaret ettiği her hizmete koşmak için can atıyordu. Mescid-i Nebevî inşa edilirken mübarek mabede o da taş taşıyordu.
Bedir Savaşı’na katılmayı o kadar arzu etmesine rağmen yaşının küçüklüğün­den dolayı kabul edilmemişti. Uhud Savaşı için ordu hazırlandığında da 13 ya­şındaydı. İçine artık iyice cihat aşkının ateşi düşmüştü. Epeyce savaş eğitimi yapmıştı. Kendi boyu kadar da olsa, kılıç taşıyıp müşriklerin karşısına dikilece­ğinden emindi. Kendisine güveniyordu. Uhud Savaşı’na katılmak için babasın­dan ricada bulundu. O da elinden tutarak Peygamberimize götürdü. Sonrasını kendisi şöyle anlatır:
“Uhud Harbi’ne katılmak üzere, babam elimden tutarak beni Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) götürdüğü zaman 13 yaşında idim. Re­sû­lul­lah ile karşılaştığımızda, harbe katılmak isteğimi bildirdi. Babam, “Kemikleri iridir.” diyerek, harbe katıl­mam için gerekçeler gösterdiği hâlde, yaşımın küçüklüğünü sebebiyle Re­sû­lul­lah kabul etmedi.”[1]
Ebû Said’in babası, Uhud Savaşı’na katıldı. Çok büyük kahramanlıklar göster­di. Neticede ise şehadet mertebesini kazandı. Şehitler defnedilirken Peygambe­rimiz, Hz. Mâlik’in başı ucunda şöyle buyurdu:
“Kanım kanına karışan kimseye cehennem ateşi erişemez.”
Hz. Mâlik bir ara Rasulullah’ın mübarek yüzünün kanadığını görmüş, ağır yaralı olduğu hâlde Peygamberimizin mübarek kanını emmiş, yere damlatmamıştı.[2]
Ebû Said (r.a.) hem Peygamberimizin cemalini görmek, hem de babasını kar­şılamak için annesiyle birlikte Uhud yolu üzerine çıkmıştı. At üzerinde bulunan Re­sû­lul­lah’a yaklaştı ve mübarek dizlerinden öpmeye başladı. Peygamberimiz babasının şehit olduğunu haber verdi ve “Allah, babana mükâfatını versin!” bu­yurdu.
İslamiyet, ilim ehli ile fakirlerin bir çeşit kalesi olmuştu. Müslümanlar dünya fakirliğini, gerçek zenginlik olan uhrevi zenginlik karşısında unutuyordu. Hele İki Cihan Güneşi‘nin iman ışığıyla aydınlanan sahabiler, bütün ıstırap ve sıkıntılarının Peygamberimizde güzelleştiğini görüşüyorlardı. İşte bu bahtiyarlardan birisi de Ebû Sâid el-Hudrî idi. (r.a.)
Ebû Said’in (r.a.) babası fakir birisiydi. Kıt kanaat geçinebiliyorlardı. Onun Uhud’da şehit olmasından sonra zaruret içerisinde kalmışlardı. Bir gün annesi onu bir şeyler istemek için Re­sû­lul­lah’a gönderdi. Ebû Said (r.a.) başlan­gıçta buna razı olmamıştı. Ama annesinin ısrarlarına daha fazla dayanamadı. Peygamberimizin huzur-u saadetlerine gitti. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) o sırada şöyle bir hutbe irat ediyordu:
“Ey iman edenler! Artık sizin için iffet ve başkalarından bir şey istememe za­manı gelmiştir. İffetli yaşayana Allah verir. İstiğna göstereni (gözü tok olanı) Allah zengin eder. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, kişiye sa­bırdan daha geniş bir rızık verilmemiştir. Mutlaka benden isterseniz, ben ancak bende olanı veririm.”
Peygamberimizin bu hutbesinin sebebi, bazılarının ısrarla kendisinden bir şeyler istemiş olmasıydı.[3]
Ebû Said (r.a.), Re­sû­lul­lah’ın bu sözlerini duyduktan sonra istemekten vazgeçti. Annesine gelip durumu bildirdi. Kendisi bundan sonraki hâlini şöyle an­latır:
“Re­sû­lul­lah’tan bir şey istemeden döndükten sonra, Cenâb-ı Hak bize rızkımızı gönderdi. İşimiz öyle düzeldi ki, Ensar’ın zenginlerinden olduk.”
Yaşının küçüklüğü sebebiyle Bedir ve Uhud Savaşlarına katılamayan Ebû Said sonraki bütün gazalara iştirak etti. “Re­sû­lul­lah ile beraber Benî Mustalık Gazvesi’ne katıldığım zaman 15 yaşındaydım.” der.[4]Hendek Savaşı’nın en dehşetli ânında Ebû Said (r.a.) Peygamberimize gelerek, “Yâ Re­sû­lal­lah, canla­rımız ağzımıza geldi. Okuyacağımız bir dua yok mu?” diye sordu. Peygamberi­miz, “Evet, var.” buyurdu. Sonra da, “Ya Rab, [düşmanın hücum edebileceği] açık yerlerimizi kapat. Bizi bütün korktukları­mızdan emin eyle, diye dua edin.” buyurdu. Bütün sahabiler bu duayı yaptılar. Biraz sonra şiddetli bir fırtına çıktı, düşman karargâhını alt üst etti. Müşrikler kuşatmayı kaldırıp Mekke’ye dön­mek zorunda kaldılar.[5]
Ebû Said (r.a.), maddi ve manevi cihadın heyecanını birlikte yaşıyordu. Bir ta­raftan cihat meydanlarında çarpışırken, diğer taraftan da Suffe Medresesi’ne devam ediyor, hadis ezberliyor, ilim tahsil ediyordu. Zamanının çoğunu Suffe’de geçiriyordu. Bu sebeple zaman zaman Re­sû­lul­lah’ın iltifatına mazhar olu­yordu. Kendisi bununla ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:
“Ensar’dan meydana gelen bir halka içinde idim. Bazımız bazımızın açık yer­lerini örtmeye çalışıyordu. Birisi Kur’ân okuyor, biz de dinliyorduk. Bu arada, âniden Re­sû­lul­lah yanımıza geldi. Kendisini de bizden sayarcasına aramıza oturdu. Bunun üzerine Kur’ân okuyan zat, okumasını kesti. Re­sû­lul­lah, ‘Ne ya­pıyorsunuz?’ diye sordu. Biz de, okunan Kur’ân-ı Kerim’i dinlediğimizi söyle­dik. Re­sû­lul­lah, sonra eliyle işaret ederek, bir halka teşkil etmemizi istedi. Hal­ka teşekkül etti. Re­sû­lul­lah’ın benden başkasını tanımadığını gördüm. Bizlere şöyle buyurdu: ‘Ey fakirler topluluğu, size müjdeler olsun! Sizler, zenginlerden yarım gün önce cennete gireceksiniz. Bu da 500 senedir.’”[6]
Ebû Said (r.a.), karşılaştığı yeni bir meselede Re­sû­lul­lah’a sormadan hareket etmez­di. Bir defasında Peygamberimiz onları bir vazife için göndermişti. Arap yurtlarından birine misafir olmak istedilerse de onlar kabul etmediler. Fakat bi­raz sonra Arap kabilesinin reislerini bir akrep soktu. Ne yaptılarsa çaresini bula­madılar. Sahabilere geldiler ve bununla ilgili bir şey bilip bilmediklerini sordu­lar. Ebû Said (r.a.), “Ben biliyorum.” dedi. “Ancak bizi misafir etmeniz için size başvurduğumuz hâlde kabul etmediniz. Karşılığında bir şey vermezseniz oku­mam!” Araplar kabul ettiler. Hep birlikte reisin yanına gittiler. Ebû Said (r.a.) yedi defa Fatiha’yı okudu. Biraz sonra reis eski sıhhatine kavuştu. Bedeviler bu­na karşılık sahabilere bir sürü koyun verdiler. Onlar bunu aralarında paylaşmak istedilerse de, Ebû Said (r.a.), “Hayır. Re­sû­lul­lah’a sormadan bunu yapamayız. Hadiseyi Re­sû­lul­lah’a anlatırız, koyunları da kendilerine arz ederiz. Neyi uygun görürlerse öyle hareket ederiz.” dedi. Hepsi bunu kabul ettiler. Medine’ye döndüklerinde Ebû Said (r.a.), olayı Peygamberimize nakletti. Re­sû­lul­lah da sürüyü paylaşmalarında bir mahzurun bulunmadığını söyledi.[7]
Ebû Said (r.a.), Peygamberimizin vefatından sonra hadis ve fıkıh ilmiyle meş­gul oldu. Birçok talebe yetiştirdi. Re­sû­lul­lah’ın terbiyesi altında büyüyen Hz. Ebû Said, 1170 hadis rivayet etti. Böylece, “en çok hadis rivayet eden sahabilerin yedincisi” oldu. Onun rivayet ettiği hadislerin bazıları şu mealde­dir:
“Allah için birbirlerini sevenler, cennette odalarının doğudan ve batıdan do­ğan yıldızlar gibi parlak olduğunu göreceklerdir. Cennette ‘Bunlar kimlerdir?’ diye sorulur. Şöyle cevap verilir: ‘Bunlar, Allah için birbirlerini sevenlerdir.”[8]
“Kim helalinden yer, sünnete göre hareket eder, insanlara kötülük ve eziyet etmezse cennete girer.”[9]
“Şüphesiz ki sizler, sizden önceki milletlerin kötü âdetlerine, karışı karışına, arşını arşınına öyle uyacaksınız ki, onlar bir kertenkele deliğine girseler siz de arkalarından gireceksiniz.” “Sözünü ettiğiniz kimseler Yahudiler ve Hıristi­yanlar mıdır?” dedik. “Onlardan başka kim olacak?!” cevabını verdi.[10]
“Mümin cennete kavuşuncaya kadar, kulağına gelen hayırlı söz ve hikmete doymaz.”[11]
Hicrî 74’te 86 yaşındayken vefat eden Ebû Said el-Hudrî (r.a.), hak bildiği bir şeyi söylemekte insanlardan korkmaz, doğru bildiği bir meseleyi tatbik etmekte muhalefet edilmesinden çekinmezdi. Onun bu husustaki ölçüsü, Re­sû­lul­lah’tan rivayet ettiği, “Hak bildiğiniz ve gördüğünüz bir şeyi söylemek hususunda insanlardan korkmak gibi şeyler sizi caydırmasın.” hadisiydi.
Allah ondan razı olsun!

_______________________________________
[1]Müstedrek, 3: 563.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 4: 281; İsâbe, 3: 345.
[3]Hilyetü’l-Evliyâ, 1: 370.
[4]Üsdü’l-Gàbe, 5: 211.
[5]Müsned, 3: 3.
[6]Müsned, 3: 63.
[7]Tirmizî, Tıb: 20.
[8]Fethü’r-Rabbânî, 19: 156.
[9]Tirmizî, Kıyâme: 60.
[10]Müslim, İlim: 6; İbni Mâce, Fiten: 17.
[11]Tirmizî, İlim: 19.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Peygamberimizin Medine’yi teşrifinden sonra İslam dairesine giren Hz. Ebû Ruhm (r.a.), Ensar’ın ileri gelenlerindendir. Rıdvan Biatı’nda hazır bulunarak Peygamberimize bağlılık yemini eden ve bu vesileyle İlahî medhe mazhar olan bahtiyarlar arasında o da vardır. Gıfar kabilesine mensup olup, asıl ismi “Külsüm bin Husayn”dır; fakat “Ebû Ruhm” lakabıyla meşhur olmuştur.
Hayatı boyunca imanı uğrunda üstün fedakârlıklar gösteren Hz. Ebû Ruhm, birçok defa da Peygamberimizin takdir ve iltifatına ermiştir. Uhud Gazvesi’nde sebat edip düşmanın hücumunu püskürten, Hz. Peygamber’i ve İslam’ın izzetini koruyan mücahitler arasında Hz. Ebû Ruhm da bulunmaktaydı. Göğsünü düş­man oklarına kahramanca geriyordu. Harbin en kızgın ânında bir düşman oku gelerek Hz. Ebû Ruhm’un göğsüne saplandı. Ağır şekilde yaralandı. Kendisini Peygamberimize getirdiler. Peygamberimiz mübarek tükrüğüyle yarasını mes­hetti. Ânında şifa bulan Hz. Ebû Ruhm, cihada devam etti. Bu hadiseden sonra Ashâb ona, “göğsüne ok saplanan kimse” manasında “menhur” unvanını verdi­ler.
Hz. Ebû Ruhm, Hayber’in fethine de iştirak etti. Burada gösterdiği kahramanlıklarından dolayı Peygamberimiz ganimet taksiminde ona iki hisse verdi. Hz. Ebû Ruhm, Hudeybiye Barışı’nda da Peygamberimizin yakınında bulunan sahabiler arasındaydı. Bundan bir sene sonra gerçekleşen Kaza Umresi’nde ve Mekke’nin Fethi’nde Peygamberimiz, Medine’de kendi yerine vekil olarak Hz. Ebû Ruhm’u bıraktı. Böylece, her ne kadar Mekke’nin Fethi’ne katılamamışsa da, bundan daha büyük bir şerefe ermiş oldu.
Huneyn Muharebesi’nden sonra meydana gelen Tâif Muhasarası’nda görev yapan İslam ordusunda Hz. Ebû Ruhm da hazırdı. Bu seferden dönüş esnasında Hz. Ebû Ruhm, Peygamberimizin yakınında gidiyordu. Bir ara devesini zaptedemedi; deve, Peygamberimizin devesinin yanına iyice yaklaştı. Bu sırada Ebû Ruhm’un, kenarları çok sert olan ayakkabıları Peygamberimizin bacağını yara­ladı ve acıttı.
Bunun üzerine Peygamberimiz, “Ayakkabılarını geri çek!” buyurarak elindeki kamçıyla ayaklarını itti. Dikkatli olması için de ikazda bulundu.
Hz. Ebû Ruhm, Allah Resûlü’nü incittiği için çok üzüldü ve mahcup oldu. Elinde olmadan yaptığı bu dikkatsizlikten dolayı da çok korktu, hakkında bir âyetin ineceğinden endişe etti. O geceyi Ci’rane mevkiinde geçirdiler. Sabah ol­duğunda Hz. Ebû Ruhm develeri otlatmakla meşguldü. Fakat içindeki korku hâlâ gitmemişti. Peygamberimizin kendisini çağıracağından ve korktuğunun başına geleceğinden endişe ediyordu.
Hz. Ebû Ruhm ortalıkta görünmüyordu. Sahabiler, Peygamberimizin baca­ğındaki yaranın nasıl olduğunu sordular. Ağır bir durum olmadığını öğrendiler. Sahabilerden birisi Hz. Ebû Ruhm’u bularak, kendisini Peygamberimizin istedi­ğini haber verdi. İstendiğini duyan Hz. Ebû Ruhm’un endişesi büsbütün arttı. “Vallahi bir âyet nazil oldu!” dedi. Nasıl bir tehditle karşılanacağını ve ne çeşit bir ceza göreceğini merak ederek üzgün bir şekilde Peygamberimizin huzuruna vardı.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen, Allah’ın Habib’i, sahabisini üzgün hâlde görünce gülümsedi. Çünkü o ne bir kral ve ne de bir hükümdardı. İdaresi altın­dakilere şefkat ve merhamet gösteriyordu. Hz. Ebû Ruhm yanına yaklaşınca, “Yâ Ebâ Ruhm, sen ayağınla benim bacağımı acıttın, ben de elimdeki kamçıyla senin ayağını ittim ve incittim. Bu yaptığıma karşılık şu koyunu al, götür.” bu­yurdu ve iltifat etti.
Ummadığı bir lütuf ve ihsanla karşılaşan Hz. Ebû Ruhm çok sevindi ve sevin­cini şöyle dile getirdi:
“Resûl-i Ekrem’in benden razı olması ve onun rızasını ka­zanmam, bana dünya ve içindeki bütün varlıklardan daha değerli ve daha kıy­metlidir.”
Tebük Seferi için hazırlıklar yapılıyordu. Her taraftan asker toplanıyor, Pey­gam­be­rimiz teçhizat için herkesi yardıma çağırıyordu. Bu arada münafıklar da boş durmuyor, Müslümanları cihattan vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Peygam­berimiz, Hz. Ebû Ruhm’u çağırarak kabilesine gönderdi. Kabilesine varan Hz. Ebû Ruhm, onları cihada teşvik etti, eli silah tutan bütün erkekleri toplayarak se­fere katılmalarını sağladı. Bu sefere en çok Gıfar kabilesinden katılan olmuş­tu.
Bu seferden dönüşte Hz. Ebû Ruhm yine Peygamberimizin yakınında gidi­yordu. Bir ara Peygamberimizin devesi hastalandı. Bunun üzerine Hz. Ebû Ruhm bineğini Peygamberimize verdi, kendisi yaya yürümeyi tercih etti. Gece­nin zifirî karanlığında yapılan bu yolculukta yaptığı bu iyilikten dolayı da Pey­gamberimizin ayrıca sevgisini kazandı.
Hz. Ebû Ruhm’un ne kadar yaşadığı, nerede ve kaç senesinde vefat ettiği hak­kında bir bilgi bulunmamaktadır.
Allah şefaatlerine nail etsin ve onlardan razı olsun![1]

___________________________________________

[1]Üsdü’l-Gàbe, 5: 197; Tabakât, 4: 244-245.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Hz. Ebû Râfi (r.a.), İslamiyet’in getirdiği hürriyet ve eşitlik nimetinin mücessem bir misalidir. Ebû Râfi, Mısırlı bir köleydi. Bir savaşta esir düşmüş, Mekke’ye getirilmişti. Peygamberimizin amcası Hz. Abbas, onu hizmetine aldı. Hz. Ebû Râfi, Hz. Abbas’ın (r.a.) işlerini görüyordu. Kureyş kabilesi içinde bulundu­ğundan, bazen mühim işler için gönderildiği de olurdu. Çünkü zeki bir insandı. İstenileni en güzel şekilde yerine getirirdi. Ebû Râfi’nin asıl ismi “Sâlim”di, ama künyesiyle meşhur olmuştu.
Kureyşliler, Ebû Râfi’yi bir mesele için Peygamberimize gönderdiler. Ebû Râfi için sıradan bir hizmet olmakla beraber, ruh dünyasında inkılaplar meyda­na getirecek bir hadiseye de vesile olacaktı. Kendisi şöyle anlatır:
“Re­sû­lul­lah’ı görür görmez oracıkta kalbime İslam’ın nuru damladı. Kendimi tutamadım, ‘Tekrar o müşriklerin yanına dönmek istemiyorum, yâ Re­sû­lal­lah!’ dedim. Re­sulullah razı olmadı: ‘Ben ahde vefasızlık gösteremem, sözümü yerine getiririm. Senin kalbine şu anda İslam doğmuş olsa da, seni gönderen kimselerin yanına dön.’ buyurdu”[1]
Peygamberimiz ona bir elçi gözüyle bakıyordu. Bunun için yanında kalması­nı istemedi. Hz. Ebû Râfi iman etti, saadet kapısından İslam sarayına girdi. Fa­kat inancını gizledi. Uzun müddet böyle devam etti. Çünkü o bir köleydi. İstedi­ği gibi hareket edemiyordu.
Hicret’ten sonra Mekke’de kalan Müslümanlar arasında Hz. Ebû Râfi de vardı. Bedir Savaşı cereyan ettiği sırada Mekke’de idi. Azılı müşriklerden Ebû Leheb, Bedir Savaşı’na katılmamış, yerine bir başkasını göndermişti. Savaş bitmiş, za­fer Müslümanların olmuştu. Kâbe’nin civarında toplanan Mekkeliler merak içinde bekliyorlardı. Ebû Süfyân’ın döndüğünü görünce, Ebû Leheb ona yakla­şarak savaşın nasıl geçtiğini sordu. Ebû Süfyân anlatmaya başladı:
“Savaşta birçok adamımızı yakaladılar, öldürdüler, bir kısmımızı da esir etti­ler. Savaş esnasında yerle gök arasından, kır atlara binmiş ak benizli bir alay süvari göründü. Onlara karşı koymak mümkün değildi. Hiçbirimizi ayakta bı­rakmadılar.”
O sırada Ebû Râfi, Zemzem Kuyusu’nun kenarında oturuyordu. Anlatılanları duyunca sevindi, heyecanlandı, kendisini tutamayarak, “Onlar, vallahi melek­lerdir!” dedi. Bu sözü duyan Ebû Leheb çılgına döndü. Hz. Ebû Râfi’ye bir tokat atarak yere yıktı, dövmeye başladı. Hz. Abbas’ın hanımı Ümmü Fadl da oraday­dı. Kölesinin dövüldüğünü görünce yerden bir çadır direği aldı, Ebû Leheb’in başına indirdi. Kafası kırılan Ebû Leheb oradan zelil ve perişan bir vaziyette ay­rıldı. Bir hafta geçmeden de kahrından öl­dü.[2]
Hz. Ebû Râfi, Bedir Savaşı’ndan sonra Medine’ye hicret etti. O sırada Müslüman olan, fakat imanını gizleyen Hz. Abbas, Hz. Ebû Râfi’yi Peygamberimizin hizmetine verdi. Hz. Ebû Râfi, yıllardır özlediği hasrete kavuşmuştu. Bu, kendisi için büyük saadetti.
Amcasının Müslüman olmasına çok sevinen Peygamberimiz, Ebû Râfi’yi hürriyetine kavuşturdu. Fakat Hz. Ebû Râfi azat olunca ağladı. Niçin ağladığını soranlara ise şu cevabı verdi:
“Re­sû­lul­lah bir defasında ‘Köle, Rabb’ine ve efen­disine itaat ettiği zaman onun için iki sevap vardır.’ buyurmuştu. Fakat ben şimdi hür olunca o sevabın birisini kazanama­yacağım!”[3]
Azat olunca Peygamberimizin hizmetinden ayrılmak istemedi. Bu isteğini Peygamberimiz kabul etti. Hz. Ebû Râfi, Re­sû­lul­lah’ın hayatı boyunca ona hiz­mette bulundu. Sıradan bir köle iken Peygamberimize yakın olmak şerefine er­di. Bu, pek az kimseye nasip olan bir saadetti.
Hz. Ebû Râfi, zeki, ferasetli ve anlayışlı bir insandı. Peygamberimizin hususi âdetlerini ve alışkanlıklarını iyi bilenlerdendi. Onun ne zaman nasıl davranaca­ğını çok iyi tahmin ederdi. Bu sadakatinden dolayı Peygamberimiz onun için büyük bir iltifatta bulunmuştu. Şöyle ki:
Peygamberimiz, Mahzum kabilesinden zekât toplaması için bir sahabiyi va­zife­len­dirdi. Bu zat, Hz. Ebû Râfi’ye gelerek, kendisine arkadaş olmasını istedi.
Toplanan zekâttan kendisinin de faydalanabileceğini söyledi. Çünkü zekât top­layan kimseler de zekât alabilirdi. Bu teklif üzerine Hz. Ebû Râfi, Peygamberi­mize gelerek durumu anlattı. Peygamberimiz, Ebû Râfi’ye en büyük taltif olan şu cümleyi söyledi:
“Sadaka almak Ehl-i Beyt’im için caiz değildir; bir kavmin azatlı kölesi de kendilerinden sayılır.”[4]
Peygamberimiz bu sözleriyle, Hz. Ebû Râfi’yi Ehl-i Beyt’e dâhil ediyordu.
Nitekim Ebû Râfi’yi Peygamberimiz, birçok hususi hizmette istihdam et­ti. Mekke’de bulunan kızlarını ve Hz. Âişe’yi (r.a.) Medine’ye getirmeleri için Hz. Ebû Râfi ile Zeyd bin Hârise’yi (r.a.) vazifelendirdi.[5]Hz. Meymune (r.a.) ile evlenmesinde Hz. Ebû Râfi’yi dünür olarak gönderdi.[6]Azatlı cariyelerden Hz. Selma’yı onunla evlendirerek Ebû Râfi’yi bir aile yuvasına kavuşturdu. Pey­gamberimizin Hz. Mâriye’den (r.a.) olan oğlu İbrâhim’in ebeliğini, Hz. Ebû Râfı’nin hanımı Hz. Selma yaptı. Çocuk doğunca Hz. Ebû Râfi’yi çağırdı. Selma, İbrâhim’in doğduğunu haber verdi. Ebû Râfi de koşarak Peygamberimize, bir oğlunun olduğunu müjdeledi. Peygamberimiz çok sevindi ve kendisine hediye­ler verdi.[7]
Peygamberimizin torunu Hz. Hasan doğunca onu kucağına aldığını ve kula­ğına ezan ve kamet okuyarak ismini koyduğunu, Hz. Ebû Râfi rivayet etmekte­dir.[8]
Hz. Ebû Râfi’nin, Peygamberimizin bazı hususi ahvaline vâkıf olduğu, şu hadiseden anlaşılmaktadır:
Bir gece yarısı Peygamberimiz yanına Hz. Ebû Râfi’yi alarak Bâki Mezarlığı’na gider. Kabir ehline uzunca istiğfarda bulunur. Daha sonra Peygamberimiz, Ebû Râfi’ye şöyle der:
“Ey Ebû Râfi, Cenâb-ı Hak beni dünya hazinesi ve orada ebedî kalmak ile cennet ve Kendisine kavuşmaya mazhar olmak arasında serbest bıraktı. Ben, Allah rızasını ve O’na kavuşmayı tercih ettim!”[9]
Peygamberimizin vefatına kadar hizmetinde bulunan Hz. Ebû Râfi, Bedir’den başka bütün savaşlara katıldı. Bilhassa Hayber’de Hz. Ali’nin (r.a.) yanında büyük kahramanlıklar gösterdi.[10]
Hz. Ebû Râfi, Peygamberimizin hususi hâlleriyle alakalı 68 hadis rivayet et­miştir. Bunlardan birisi Buhârî’de, üçü Müslim’de, 19’u da Müsned’de bulun­maktadır. Hadis sahasında da pek çok talebe yetiştirdi.
Kıptî bir köle iken Peygamberimizin hususi hizmetkârlığına yükselen bu zat, İslam tarihinin kaydettiği eşitlik timsallerinden birisidir.
Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman (r.a.) devirlerinde büyük hizmetler gören Hz. Ebû Râfi, Hz. Ali’nin hilafetinin ilk günlerinde vefat etti.[11]
Allah on­dan razı olsun!

_______________________________________
[1]Müsned, 6: 8.
[2]Sîre, 2: 301-302.
[3]Müsned, 2: 344.
[4]age., 6: 10.
[5]age., 6: 9.
[6]Tabakât, 8: 134.
[7]age., 1: 135.
[8]Müsned, 6: 9.
[9]Tabakât, 2: 204.
[10]Sîre, 3: 349.
[11]Üsdü’l-Gàbe, 1: 77.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget