Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

İslam ordusu Mekke’yi fethetmiş, küçük gruplar hâlinde devam eden sokak ça­tış­maları sona ermiş ve Kâbe putlardan temizlenmişti. Re­sû­lul­lah’ın engin şef­kati ve mü­samahası yine kendini göstermiş, kılıçlarını terk edip Kâbe’ye sığı­nanlara eman veril­mişti.
İslam ordusunun haşmeti ve Re­sû­lul­lah’ın müsamahası karşısında kalplerinin katılıkları erimiş, hakkı görmüş olan birçok kimse, hattâ müşriklerin ileri gelen­lerinden bazıları teker teker İslam’a girmeye başlamıştı. Resûl-i Ekrem her bi­rinden teker teker biat alıyor, sanki aralarında hiçbir düşmanlık geçmemişcesıne, şefkatle İslam’ın sinesine ka­bul ediyordu. Çünkü İslam, samimi tövbe ve ne­dametten sonra geçmişten hesap sor­mazdı.
Fetih gününün gecesi Müslümanlar, yıllardan beri Kâbe’de ibadet edebilme ar­zu­suyla yanan gönüllerinin hasretini dindirmek, çileli, işkenceli ve ıstıraplı günlerden sonra “fetih müjdesi”ne nail kılan Rab’lerine minnet ve şükranlarını sunabilmek maksadıyla Beytullah’ı doldurmuşlardı. Kimi yalnız başına kimi de cemaatler hâlinde ibadet ediyorlardı. Kimi rükûda, kimi secdede, kimi kıyamda idi. Kâbe cıvıl cıvıl kaynıyordu. Tıpkı bir mahşer gibiydi. “Lebbeyk”ler, “Allahü ekber”ler yeri göğü çınlatıyor, gönüllerden kalplerden süzülen dualar du­daklarda şekilleniyor, berraklaşıyor ve semaya açılan ellerden Rab’lerine ulaşı­yordu.
Bu ulvi manzarayı yüksekçe bir yerden seyreden birisi vardı. Manzara bu seyircinin heyecanını gittikçe artırıyor, iç âleminde ruhi inkılaplar meydana getiriyordu. Bu seyirci, Uhud Harbi’nde İslam kahramanı Hz. Hamza’yı (r.a.) Vahşî’ye öldürten, daha yeni Müslüman olmuş müşrik reislerinden Ebû Süfyân’ın karısı Hind bint-i Utbe idi. Kâbe’deki kutsi manzara Hind’in kalp katılığını gidermiş ve şirki bertaraf etmişti. Hind gece yarısına doğru kocası Ebû Süfyân’a kesin kararını açıklamıştı: “Ben Muhammed’e (a.s.m.) biat etmek istiyorum!” Karısının bu sözüne şaşı­ran Ebû Süfyân şöyle karşılık verdi:
“Ama sen İslam’ı inkâr ediyordun!”
Hind de kocasına şöyle cevap verdi:
“Evet. Vallahi öyle idim. Ancak şimdi, ben şuna kesinlikle inanıyorum ki, bu geceden önce bu mescitte [Kâbe’de] Allah’a hakkıyla kulluk edilmemiştir. Ye­min ederim ki, Müslümanlar bütün geceyi namaz kılarak, ayakta, rükûda ve secdede geçirdiler.”
Karısının kesin kararlı olduğunu gören Ebû Süfyân şöyle dedi:
“Öyle ise akrabandan birisini yanına al ve Muhammed’e git.”
Ertesi günü Hind’in kardeşi Ebû Huzeyfe, Hind ve diğer kardeşi Fâtıma’yı da alarak Re­sû­lul­lah’a geldiler. Re­sû­lul­lah onlara İslam’ı anlattı ve bazı şartlarda biatlarını kabul edeceğini bildirdi. Hind tam Re­sû­lul­lah’a biat edeceği sırada şöyle dedi:
“Ben sana hırsızlık etmemek üzere biat edemem! Zira sen Ebû Süfyân’ın cim­riliğini bilirsin. Bana kâfi derecede mal ve yiyecek vermez, ben ise onun malın­dan çalarım!”
Re­sû­lul­lah, gidip Ebû Süfyân’dan helallik dilemesini, aksi takdirde biatını kabul edemeyeceğini bildirdi. Hind doğruca Ebû Süfyân’a gitti ve durumunu anlattı. O da kendisine helallik verdi. Hind sevinç içinde Re­sû­lul­lah’a geldi. Bu gelişi öncekinden farklıydı. Örtünmüştü. Re­sû­lul­lah biatını kabul etti. Sonra Hind, Re­sû­lul­lah’a karşı içinden geçenleri şöyle ifade etti:
“Ey Allah’ın Resûl’ü! Burada senin çadırından daha çok hiçbir çadıra kin duy­mazdım. Senin çadırından daha fazla hiçbir çadırın yağmalanmasını istemez­dim. Fakat Allah’a yemin ederim ki, bugün Allah’ın, senin çadırını mamur et­mesini ve mübarek kılmasını temenni ediyorum.”
Bu sözlere karşı Re­sû­lul­lah’ın cevabı şu oldu:
“Allah’a yemin olsun ki, beni çocuklarınızdan, anne ve babanızdan daha çok sevmedikçe gerçekten iman etmiş olmazsınız.”
Eve döndüğünde Hind’in (r.anha) ilk işi, oradaki putu kırıp parçalamak oldu. Pu­ta vurduğu her bir darbede Hind’in ağzından şu sözler dökülüyordu:
“Biz seninle beraberken aldanmıştık!”
Artık o da İslam’ın sonsuz saadetine kavuşmuştu.[1]

_____________________________
[1]İsâbe, 4: 425.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Hz. Hamne, Peygamberimizin halası Ümeyme bint-i Abdülmuttâlib’in kızıy­dı. Aynı zamanda müminlerin annelerinden Zeyneb bint-i Cahş’ın (r.anha) kardeşi olduğundan Re­sû­lul­lah’ın baldızı olma şerefini kazanmıştı. İslamiyet’in ilk yıllarında Müslüman olmuştu. Peygamberimize bütün kalbiyle bağlıydı. Bü­yük sahabilerden Mus’ab bin Ümeyir (r.a.) ile evliydi. Aile hayatlarında İslam prensipleri hâkimdi. Birlikte mesut bir hayat yaşıyorlardı.
Hz. Mus’ab, Uhud Savaşı’na katılmış, çok büyük kahramanlıklar göstermişti. Neredeyse büyük bir zafer kazanılacaktı. Fakat Re­sû­lul­lah’ın yerleştirdiği okçu­ların yerlerini terk etmesi üzerine, savaşın akışı değişti. Müslümanlar mağlup duruma düştüler. “Re­sû­lul­lah’ın şehit edildiği” şayiası yayıldı.
Medine’de bulunan kadın sahabiler bunu haber alır almaz cepheye koştular. Bunlar arasında Mus’ab bin Ümeyir’in hanımı Hamne bint-i Cahş da (r.a.) vardı. Bu hanımlar Re­sû­lul­lah’ın sıhhat haberini alınca çok sevindiler.
Fakat Hz. Mus’ab bu savaşta şehit olmuştu. Ayrıca Hz. Hamne’nin kardeşi Abdullah bin Cahş (r.a.) ve dayısı Hz. Hamza da (r.a.) şehadet mertebesini ka­zanmıştı. Bu haberi Hamne’ye, Peygamber Efendimiz vermek istiyordu. Ham­ne yanına geldiğinde, “Ey Hamne, sabret ve Allah’tan sevabını bekle!” buyurdu. Hamne (r.anha), “Kimin için sabredeyim, yâ Re­sû­lal­lah?” diye sordu. Peygamberi­miz, “Dayın Hamza için.” buyurdu. Hz. Hamne kadere teslim olmuş biriydi. “Bizler Allah’ın kullarıyız ve O’na döneceğiz. Allah ona rahmet ve mağfiret et­sin, onu şehitlik sevabıyla sevindirsin ve müjdelesin!” dedi.
Peygamberimiz tekrar, “Ey Hamne, sabret ve Allah’tan sevabını bekle.” bu­yurdu. Hz. Hamne, “Kimin için sabredeyim, yâ Re­sû­lal­lah?” diye sordu. Re­sû­lul­lah (a.s.m.), “Kardeşin için.” buyurdu. Hz. Hamne yine sabır ve metanet içerisinde, “Bizler Allah’ın kullarıyız ve O’na döneceğiz. Allah ona rahmet ve mağfi­ret etsin, onu şehitlik sevabıyla müjdelesin ve sevindirsin!” dedi.
Peygamberimiz yine, “Ey Hamne, sabret ve mükâfatını Allah’tan bekle!” bu­yurdu. Hamne (r.anha) merakla, “Kim için sabredeyim, yâ Re­sû­lal­lah?” diye sor­du.
Peygamberimiz (a.s.m.), “Mus’ab bin Ümeyir için.” buyurunca, şimdiye ka­dar sabır ve metanetini hiç bozmayan Hamne (r.anha) birden değişti. Yetim kalan çocuklarını düşündü. “Vay benim başıma gelenlere!” diye ağlamaya başladı. Bunun üzerine Re­sû­lul­lah (a.s.m.) şöyle buyurdu:
“Hiç şüphesiz, kadının yanında beyinin ayrı bir değeri vardır. Hamne dayısı­nın, kar­deşinin ölümüne dayanabildi; fakat kocasının vefatını duyunca meta­netini koruyamadı.”[1]
Hz. Hamne, kocası için aynı sabrı gösterememiş olmakla beraber, kadere iti­raz da etmedi. Re­sû­lul­lah’ın dua ve tesellisi ile sakinleşti.
Hamne (r.anha), daha sonra cennetle müjdelenen 10 sahabiden Talha bin Ubey­dul­lah ile (r.a.) evlendi. Onunla da mesut bir hayat yaşadılar. “Muhammed ve İmrân isminde iki çocukları dünyaya geldi.

_____________________________
[1]Sîre, 3: 104.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Mekke’nin havası yeni doğan çocuklara yaramıyordu. Sıhhatli ve gürbüz büyü­melerine mâniydi. Bu sebeple çocuklarının sıhhatli yetişmesini isteyen bazı ai­leler onları çölde yaşayan sütanneye veriyorlardı. Çünkü hem çölün havası gü­zel, suyu temiz ve tatlı idi, hem de orada yetişen çocuklar Arapça’yı daha düzgün bir şekilde konuşuyordu.
Sütanne olacak kadınlar yılda iki kez Mekke’ye gelirler, küçük çocukları ala­rak yurtlarına götürürlerdi. Peygamberimizin dünyaya teşrif etmesinden he­men sonra, Benî Sa’d kabilesine mensup kadınlar, beyleriyle birlikte Mekke’ye geldiler. Bunlardan biri de Hz. Halime’ydi. Halime’nin bindiği hayvan zayıf ve topal olduğu için, arkadaşlarından geriye kalmıştı. O, Mekke’ye girdiğinde ka­dınların hemen hepsi emzirecek bir çocuk bulmuş, sevinç içerisinde yurtlarının yolunu tutmuşlardı bile.
Abdülmüttâlib de sevgili torunu Peygamberimizi bir sütanneye vermeyi çok istiyordu. Fakat kadınlardan kime teklif ettiyse, “Yetimdir.” diyerek almaya ya­naşmadılar. Hiç kimse bu çocuk hürmetine berekete kavuşacaklarını hayal bile edemiyordu. Re­sû­lul­lah’ın dedesi çaresizlik içerisinde dolaşırken, emzirecek bir çocuk bulamamanın üzüntüsünü kalbinde hisseden Halime ile karşılaştı. “Sen hangi kabiledensin?” diye sordu. Hz. Halime, “Benî Sa’d kabilesinden.” cevabı­nı verdi. Abdülmüttâlib, ona ismini sordu. Halime olduğunu öğrenince gülüm­sedi ve “Çok güzel! Sa’d ve hilim iki haslettir ki, dünyanın hayrı da, ahiretin iz­zet ve şerefi de bunlara bağlıdır. Ey Halime, benim yanımda yetim bir çocuk var. Diğer kadınlar, ‘Biz götüreceğimiz çocukların babalarından faydalanmayı umuyoruz; yetimi alıp da ne yapacağız?!’ diyerek onu almak istemediler. Bari sen bunu al. Belki onun yüzünden mutluluğa erersin.” dedi. Halime (r.anha) biraz ilerde bulunan kocasına danışmak için müsaade isteyip kocasının yanına gitti. Kocası da, “Almanda bir mahzur yok. Belki onun yüzünden berekete kavuşu­ruz.” dedi. Halime, hiç olmazsa bir çocuk bulabilmiş olmanın sevinciyle Pey­gamberimizin dedesinin yanına geldi. Çocuğu almak istediğini söyledi. Abdülmüttâlib buna çok sevindi. Onu Hz. Âmine’nin yanına götürdü. Âmine, Halime’yi, “Hoş geldin, safa geldin!” diyerek karşıladı. Birlikte Re­sû­lul­lah’ın uyudu­ğu odaya gittiler.
Peygamberimiz beyaz bir kundağa sarılmıştı. Altına da yeşil bir kumaş seril­mişti. Sırtüstü yatmış, mışıl mışıl uyuyor, etrafa misk gibi kokular yayıyor­du.
Hz. Halime, Peygamberimizi görünce güzelliğine ve sevimliliğine hayran kaldı. Böyle bir çocuğu yanına aldığı için çok sevinçliydi. Peygamberimizi ku­cağına aldı. Re­sû­lul­lah (a.s.m.), sütannesine gülümsedi. Halime de onu öptü. Sevinçliydi. Hz. Âmine ise, üzgündü. Yavrusu ancak birkaç gün yanında kala­bilmişti. Hasretine nasıl dayanacaktı? Fakat sevgili oğlunun sıhhatli büyümesi için buna mecbur olduğunu düşünerek teselli buldu.
Hz. Halime, Peygamberimiz kucağında olduğu hâlde, kocasının yanına geldi. Sonra sağ memesini Peygamberimize, sol memesini de oğluna verdi. Emdiler ve uyudular. Bundan böyle Re­sû­lul­lah (a.s.m.) hep sağ memeden emecek, sol memeyi hiç almayacaktı.
Hz. Halime’nin sütü çok azdı. Daha önce kendi oğluna bile yetmiyor, çocuk açlıktan ağlayıp duruyordu. Şimdi her ikisinin de doyduğunu görünce sevindi­ler. Hemen sonra, daha önce çok az sütü olan devenin memelerinin de sütle dol­duğunu görünce sevinçleri bir kat daha arttı. Halime’nin kocası, “Ey Halime, bilmiş ol ki sen mübarek ve uğurlu bir çocuk almışsın!” dedi. Gerçekten de bun­dan böyle bu aileyle birlikte Sa’doğulları kabilesi, kuraklıktan kıtlıktan kurtu­lup bolluk ve berekete kavuşacaktı.
Bütün hazırlıklarını tamamlayan Hz. Halime ve kocası biraz sonra yola çıktı­lar. Bu arada binek hayvanlarında büyük bir değişikliğin olduğunu gördüler. Gelirken çok gerilerde kalan merkep, sonradan çıktığı hâlde kafilenin bütün hayvanlarını geride bırakıyordu. Diğer kadınlar bunu görünce şaşırıp kaldılar, “Ey Halime, başına rahmet yağsın! Yoksa bu merkep gelirken bindiğin hayvan değil mi?! Dur da bizi bekle!” diyerek, şaşkınlıklarını ifade ettiler. Yorucu bir yolculuktan sonra kafile, yurtlarına vardı.
O yıl Sa’doğulları yurdunda büyük bir kuraklık hâkimdi. Hayvanların yayılıp karınlarını doyurabilecekleri hiçbir otlak yoktu. Bu yüzden, koyunlar sabahle­yin ayrıldıkları gibi akşamleyin aç olarak eve dönüyorlardı. Hayvanlar iyice cı­lızlaşmışlardı. Fakat Hz. Halime bolluk ve berekete mazhar olmuştu. Diğerle­rinden farklı olarak koyunları da akşamleyin eve karınları doymuş, memeleri sütle dolmuş bir şekilde dönüyordu. Bu durum kabile halkının dikkatini çek­mişti. Çobanlarına çıkışıyorlar, “Yazıklar olsun size! Siz de bizim koyunlarımızı, Halime’nin çobanının koyunlarını otlattığı yerde otlatsanıza…” diyorlardı.
Halime ve kocası, bu bolluk ve iyiliğe, yetim diye kimsenin almaya yanaşma­dığı çocuk yüzünden kavuştuklarını biliyor, şükrediyorlardı. Günler böylece geçti.
Peygamberimiz (a.s.m.) gün geçtikçe gelişiyor, gürbüzleşiyordu. Onun ço­cukluğu da diğer çocuklara benzemiyordu. Daha sekiz aylıkken konuşuyor, ko­nuşulanı da dinliyordu. Dokuz aylıkken çok düzgün bir şekilde konuşmaya baş­lamıştı. 10 aylık olunca ok atmaya başlamış, iki yaşına geldiğinde ise gösterişli bir çocuk olmuştu. Artık sütten de kesilmişti. Onun sütten kesilmesi Hz. Halime’yi de, kocasını da derinden üzdü. Onun yüzünden hayır ve berekete nail ol­dukları için bir müddet daha yanlarında kalmasını çok istiyorlardı. Fakat artık onu yanlarında tutamazlardı. Annesine teslim etmeleri gerekiyordu. Bir gün yanlarına aldılar ve Mekke’ye gittiler. Hz. Âmine birden ciğerparesini karşısında görünce çok heyecanlandı. Ne kadar da büyümüş, gürbüzleşmişti! Artık bundan sonra hep beraber olacaklarını düşünüyor, seviniyordu. Fakat Hz. Halime, Peygamberimizin annesine, “Oğulcuğumu büyüyünceye kadar yanım­da bıraksan iyi olur. Onun Mekke vebasına tutulmasından korkarım!” dedi. Hz. Âmine, oğlunun hasta olmasını düşünmek bile istemiyordu. Artık hasretine ra­zıydı. Yeter ki biricik oğlu hastalanmasındı. Bu düşünceyle Hz. Halime’nin tek­lifini kabul etti. Böylece Peygamberimiz bir müddet daha Benî Sa’d yurdunda kalmak üzere Mekke’den ayrıldı.
Peygamberimiz sütannesinin yanında, sütkardeşi Abdullah ile birlikte ko­yun otlatacak kadar büyümüştü. Bir gün yine evin arkasında yeni doğan kuzula­rın yanında bulundukları bir sırada, iki kişi geldi, Peygamberimizi yere yatırdı. Sonra da göğsünü açarak kalbini yardılar. Kan pıhtısına benzer bir şeyi çıkara­rak, “Bu, sende bulunan şeytana ait bir şeydi.” dediler.
Re­sû­lul­lah’ın sütkardeşi Abdullah, bu iki yabancının sevgili kardeşine yaptıkları şe­yi görünce çok korktu. Koşarak eve geldi ve anne-babasına, “Koşun, Kureyşli kardeşim öldürüldü!” diye bağırdı. Onun bu feryadı üzerine karı-koca hemen dışarı fırladılar, Re­sû­lul­lah’ın bulunduğu yere doğru koştular. Peygam­berimiz ayakta idi. Yüzü sararmıştı. Fakat gülümsüyordu. “Yavrum sana ne ol­du?” diye sordular. Peygamberimiz, “Beyaz elbiseli iki kişi gelip beni yere ya­tırdı. Sonra da karnımda bilmediğim bir şeyi aradılar.” cevabını verdi. Hz. Hali­me ile kocası çok korkmuşlardı. Re­sû­lul­lah’a bir zarar gelmesinden endişe edi­yorlardı. Hâris, Halime’ye, “Halime, ben bu çocuğun başına bir felaket gelme­sinden korkuyorum! Başına bir şey gelmeden önce onu götür, ailesine teslim et!” dedi. Halime de hiç vakit geçirmeden Peygamberimizi alıp Mekke’ye götür­dü. Fakat Mekke’de onu bir ara kaybetti. Buna çok üzüldü. Bütün aramalara rağmen bulamadı. Hemen Abdülmuttâlib’e gitti. Üzüntü içerisinde durumu haber verdi. O da birkaç kişiyle birlikte onu aramaya çıktı. Nihayet Peygamberimiz bulun­du.
Hz. Âmine, oğlunu tekrar gördüğüne sevinmiş, hemen geri getirilmesine ise bir mana verememişti. Halime’ye, “Çocuğu niçin getirdin? Onu yanında tutmak için ısrar edip durmuştun!” dedi. O da, “Artık oğulcuğumu Allah büyüttü. Ben üzerime düşeni yapmış bulunuyorum. Onun başına bir felaket gelmesinden korkuyorum! Sana getirip sağ salim teslim etmek istedim.” cevabını verdi.
Aradan yıllar geçti, Peygamberimizin annesi, dedesi vefat etti. Peygamberi­miz de artık büyüyüp evlendi. Zaman zaman Hz. Halime’yi görürdü. Sütannesi­ne karşı derin bir sevgi beslerdi. Onu gördükçe “Anneciğim, anneciğim!” der, saygı gösterirdi. Hemen üzerindeki fazla elbiseyi çıkarır, onun altına serer, bir ihtiyacı varsa derhâl yerine getirirdi. Bir gün Halime onu ziyarete gelmişti. Sa’doğulları yurdunda yine kıtlık olduğunu, hastalıktan hayvanların kırıldığını söy­ledi. Peygamberimizin ona verebilecek fazla bir şeyi yoktu, fakat Hz. Hatice validemiz sevgili beyinin sütannesini boş olarak göndermeye gönlü razı olma­dı. 40 koyun ile 1 deve verdi. Hz. Halime bu ikram karşısında memnuniyetini bildirdi. Sevinç içerisinde evine döndü.
Sonraki yıllarda Müslüman olarak sahabiye olma şerefini kazanan Hz. Hali­me, Cennetü’l-Baki Kabristanı’na defnedilmiştir.
Allah ondan razı olsun![1]

_______________________________________
[1]Tabakât, 1: 110; Üsdü’l-Gàbe, 5: 427


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget