Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Kâinatın Efendisi, otuz sekiz yaşına girince gaibten bazı sesler duymaya ve bazı taraflarda birtakım ışıklar görmeye başladı. Bazen de kendilerine gaibten “Yâ Muhammed!” diye nidâ ediliyordu.
Fakat Efendimiz, bu garip seslerin ve parlayıp geçen ışıkların ne demek is­tediklerine henüz o sırada tam manasıyla vâkıf değildi. Bununla beraber, bu hadiselerin manasız ve boşu boşuna cereyan etmediklerini biliyordu ve gün­le­rini onları düşünmekle geçiriyordu.
Zaman zaman da sadece muhterem zevcesi Hatice-i Küb­ra’­ya bu sırları anla­tır ve konuşurlardı. O anda yeryüzünde maddî hayatta tek teselli kaynağı Hz. Hatice validemiz de Resûl-i Ekrem Efendimizi bir siyanet meleği gibi koru­yor ve konuşmaları, sohbetleriyle onu teselliye çalışıyordu.
Kâinatın Efendisinin bu hali tam bir sene devam etti.

Sâdık Rüyalar

Kâinatın Efendisi otuz dokuz yaşında iken “sâdık rüyalar” devri başladı. Gündüzün meydana gelecek hadiseler kendilerine geceden, uyku ile uyanıklık arasında bir hal içinde gösteriliyor ve bildiriliyordu. Öyle ki geceden gördüğü rüyalar, o gecenin sabahında şafak aydınlığı gibi berrak ve apaçık ortaya çıkı­yordu.[1]
Peygamber Efendimizi, vahiy almaya bir nevi hazırlama maksadına mebni olan bu durum altı ay devam etti.

Yalnızlık Araması

Kâinatın Efendisinin mübarek ruhu, bu altı aylık devreden sonra artık ta­mamıyla yalnızlık arıyordu. Cemi­yet­ten uzak dur­mak, düşünceleriyle başbaşa kalmak, en büyük arzusuydu. Çünkü ruhu, içinde bulunduğu cemiyetin ah­lâksızlığından, zu­lüm ve zulmetinden sıkılıyordu.
Ona adeta yalnızlık sevdirilmişti. Öyle ki her şeyinden vaz­geçebelir, fakat insanlardan uzak, kâinatla ve kendi tefekkür âlemiyle başbaşa kalmaktan asla vazgeçemezdi.
Bu sebeple, onun Mekke içinde pek durmadığı ve hep insanlardan uzak ıs­sız yerleri seçtiği, buralarda hususî tefekküre daldığı görülüyordu.
Ve bu yalnızlık sırasında, adeta dağdan taştan, yerden gökten, kâinatın ni­çin yaratıldığını, insanların bu dünyaya niçin gönderildiklerini, gaye ve mak­satlarının neler olduğunu soruyordu. Ne var ki bu suallerine ne Hira’nın ka­ya­ları, ne uçsuz bucaksız çöller, ne gündüz âleminin lâmbası güneş, ne gece âle­minin kandili ay, ne pırıl pırıl parlayan yıldızlar ve ne de gelip geçen bu­lut­la­rın hiçbiri cevap veremiyordu. Ve o, bu su­allerine cevap bulamayışın hay­reti için­de gün ve gecelerini geçiriyordu.
Evet, Fahr-i Kâinat’ın mübarek ruhu, zâhiren yalnızlık isti­yor­du; hakikatte ise, kâinatın yaratıcısı Cenab-ı Hak­k’a mu­hatab olmak arzusunu ruhunun de­rinliklerinde taşı­yordu. Yalnızlık içinde sonsuz varlığa kavuşmak arzusuydu bu...
Bu hal, az veya çok, hemen hemen bütün peygamberlerin vahiy almadan az önceki hayatlarında görülmüştür. Hz. Musa, peygamberliğinden önce kırk gün kadar Tur dağında, dünyadan uzak, oruç tutmakla vakit geçirmiştir. Yine Hz. İsa, sâkin bir ormanda kırk gün kadar her şeyden uzak ibadetle meşgul olmuş­tur.[2]

KÂİNATIN EFENDİSİ, HİRA’DA

Sene Milâdî 610.
Kâinatın Efendisi kırk yaşında.
Yıllardan beri devam edip gelen bir âdetleri vardı: Her senenin Ramazan ayını Hira dağının[3]tepe­sindeki mağa­rada tefekkür, ibadet ve dua ile geçirirdi. Burası sessiz ve sâkindi. Tefekkürüyle başbaşa kalması için en müsait yerdi. Cemiyetin bozuk havasın­dan sıkılan mü­barek ruhları bu­rada adeta tenef­füs ediyor ve huzur bulu­yordu.[4]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hira mağarasında rastgele değil, ceddi Hz. İbra­him’in Hanif dini üzere ibadet ve tâatte bulunuyordu.[5]
Ömr-ü saadetlerinin bu kırkıncı senesinin Ramazan ayını da aynı şekilde Hira’da ibadet ve tâatle geçirecekti. Zevcesi Hatice-i Kübra’nın hazırladığı azı­ğıyla Hira dağına doğru ilerliyordu.
Kâinat, o anda adeta Efendisinin attığı her adımı hürmetle takip ediyor ve derin bir sükûnete gömülü duruyordu. Fakat bu sükût ve sükûnet manasız de­ğildi; ibret ve hikmetle doluydu.
hira mağarası
Hira Mağarası
nur dağı
Nur Dağı

Kâinatın bu manalı sükûtuna, Pey­gam­be­ri­miz de derin düşüncesiyle katılı­yordu ve adeta bir ahenk meydana getiriyorlardı. Sanki kâinat, onun muazzam ruhuna derinden derine fısıldıyordu: “Se­beb-i vücudum, sensin. Manamı da en güzel izah edecek, sensin. Bir kitab-ı Rabbanî olduğumu bildirecek, sensin. Onun için sana min­nettarım, sana hürmetkârım.”

Kâinatın Efendisi, artık sessiz sâkin ve İlâhî tecelli mazhariyetine erecek Hira dağının tepesindeki mağaradaydı. Burada ibadetiyle, tâatiyle, dua ve tefek­kürü ile meşguldü.


_________________________________________________________________________________

[1] Buharî, Sahih, c. 1, s. 6; Müslim, Sahih, c. 1, s. 97; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 2, s. 153.
[2] Seyyid Süleyman Nedvî, Asr-ı Saadet, Terc.: Ali Genceli, c. 1, s. 44-45.
[3] Hira dağı: Resûl-i Ekrem Efendimizin evinin bulunduğu yerden takriben 5 km kadar uzaklık­ta­dır. Mağara ise, dağın tam tepesindedir. Mağaranın üç tarafı ve kemeri, yı­kılmış, yı­ğılmış ka­yalardan meydana gelmektedir. Başı kemere değmeksizin bir ada­mın içinde durabile­ceği kadar yükseklik ve uzunluktadır. Gariptir ki mağaranın uzandı­ğı cihet, kıble istikametidir. Giriş kapı­sı oldukça yüksekte, sadece bir deliktir. Bu­ra­ya kayadan yapılmış birkaç basamakla çıkılarak varılır.
[4] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 252.
[5] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 260.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Kâinatın Efendisine peygamberlik vazifesinin verilmesinden bir­kaç yıl ön­ceydi.
Arapların Câhiliyye devrinde iki meşhur panayırından biri olan Hicaz’daki “Sûk-i Ukâz“ renk renk yüzlerce insanla dolup taşmıştı. İçlerinde pek çok Arap beliğleri de vardı. Bu sırada, kızıl tüylü bir deve üstünde yüz yaşını aşmış bir pir-i fani peydahlandı. Gözleri çukura kaçmış, yaşlılıktan iki büklüm olmuş, fakat ruhu aydınlık bu süvari, İyad kabilesinin büyüğü Kuss b. Saide idi. Cenab-ı Hakk’ın varlık ve birliğine, haşir ve neşre inanan Kuss, Arapların şâiri, hatibi ve hakîmi idi. Fesahatiyle dillere destan olmuş bu zât, dikkat kesilmiş ve derin bir sükûta dalmış yüzlerce insana beligane şöyle hitabediyordu:
“Ey insanlar! Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz! İbret alınız! Yaşayan ölür, ölen fena bulur! Olacak neyse olur. Yağmur ya­ğar, otlar biter; çocuklar doğar, an­ne­lerinin ve babalarının yerini alır. Derken, hepsi ölüp gider! Hadiselerin ardı ar­kası ke­silmez; hepsi birbirini kovalar. Kulak tutunuz, dikkat kesiliniz; gökte haber, yerde ibret alınacak şeyler var. Yeryüzü bir büyük dîvan, gökyüzü yük­sek bir tavan. Yıldızlar yürür, denizler du­rur. Gelen kalmaz, giden gelmez. Acaba vardıkları yerden hoşnut olup da mı kalıyorlar? Yoksa, orada kalıp da uykuya mı dalıyorlar? Yemin ederim, yemin ederim ki Allah’ın indinde bir din vardır ki şimdi içinde bulunduğunuz dinden daha sevgilidir! Ve Allah’ın gele­cek bir peygamberi vardır ki gelmesi pek yakındır. Gölgesi başınızın üstüne geldi! Ne mutlu o kimseye ki ona iman eder; o da kendisine hidayet eyleye! Yazıklar olsun, ona isyan ve muhalefet edecek bedbahta! Yazıklar olsun, ömür­leri gafletle geçen ümmetlere!
“Ey insanlar! Hani ya babalar, dedeler, atalar? Nerede soy sop? Hani o süs­lü saraylar ve mermer binalar yükselten Âd ve Semûd kavimleri? Hani ya, dünya varlığından gururlanıp da kavmine, ‘Ben sizin en büyük Rabbiniz değil miyim?’ diyen Firavun’la Nemrud? Onlar, zenginlikçe, kuvvet ve kudretçe siz­den çok daha üstün idiler. Ne oldular? Bu yer, onları değirmeninde öğüttü, toz etti, dağıttı. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri yıkılıp ıssız kaldı. Yerle­rini yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor. Sakın, onlar gibi gaflete düşmeyin, on­ların yolundan gitmeyin! Her şey fanidir; bâkî olan, ancak Allah’tır. Ki O, bir­dir, şeriki ve nâziri yoktur! İbâdet edilecek, ancak O’dur. Doğmamış ve do­ğur­mamıştır! Evvel gelip geçenlerde, bize ibret alacak şey çoktur! Ölüm bir ır­mak­tır. Girecek yerleri çok, ama çıkacak yeri yoktur! Büyük küçük hep göçüp gidi­yor! Giden geri gelmiyor! Kat’î bildim ki herkese olan, size ve bana da ola­cak­tır.”[1]
Gariptir ki bu muazzam hitabesini verip, Hâtemü’l-Enbiya’­nın pek yakında geleceğini haber veren Kuss b. Saide, o anda kendisini dikkatle dinleyenler ara­sında, geleceğinden söz ettiği zâtın bulunduğundan habersizdi!
Câhiliyye devrinde Cenab-ı Hakk’ın kalplerine hidayet ihsan ettiği bahti­yarlardan biri olan Kuss b. Saide’nin bu hitabesinden az zaman sonra Kâinatın Efendisine nübüvvet ve risâlet geldi.
Fakat Kuss, bu sırada hayata gözlerini yummuştu. Haliyle, pek yakında ge­leceğini müjdelediği Efendimizle görüşmek kendisine nasip olmadı.
Aradan yıllar geçti...
Benî İyad’ın muvahhid ve Hz. İsa’nın dinine mensup bulunan büyüğü Câ­rûd b. Alâ adındaki zât, kavminin ileri gelenleriyle birlikte, vasıflarını öğren­mek üzere Re­sû­lul­lah Efendimizin huzuruna vardı. Peygamber Efendi­mize ne ile gönderildiğini sorup öğrendikten sonra, “Seni hak peygamber ola­rak gön­deren Allah’a yemin ederim ki senin vasfını İncil’de buldum. Seni, Meryem’in oğlu müjdeledi. Sana devamlı selam olsun ve seni gönderen Al­lah’a da ham­dolsun. Elini uzat. Ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve sen, Allah’ın resûlüsün!” diyerek Müs­lüman oldu. Onu takiben de diğer arkadaşla­rı İslami­ye­te girdiler.[2]
Bu durumdan fazlasıyla memnun olan Fahr-i Kâinat Efendimiz, sordu: “İçinizde Kuss b. Saide’yi bilen var mı?”
Cârûd, “Elbette yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Hepimiz onu biliriz. Hu­susan ben, hep onun yolunda gidenlerdenim!”
Bunun üzerine Resûl-i Zîşan Efendimiz şöyle buyurdular:
“Kuss b. Saide’nin bir zamanlar Sûk-i Ukâz’da bir deve üze­rinde, ‘Yaşayan ölür, ölen fena bulur, olacak neyse olur!’ diye okuduğu hutbesi hiç hatırımdan çıkmaz. O, bir hayli söz daha söylemişti. Zannetmem ki hepsi hatırımda kalmış olsun!”
Mecliste hazır bulunan Hz. Ebû Bekir (r.a.) atılarak, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Ben de o gün Sûk-i Ukâz’da hazırdım. Kuss b. Saide’nin söylediği sözler hep hatırımdadır. Müsaade buyurursanız okuyayım!”
Sonra da mezkûr hutbeyi başından sonuna kadar huzur-u Ri­sâ­let­te okudu.
Bunun üzerine heyetten de bir kişi ayağa kalktı ve Kus­s’­un şiirlerinden bir­kaçını daha okudu. Bu şiirlerinde de o, Harem-i Şerif’­te, Hâşimoğullarından Mu­hammed’­in (a.s.m.) peygamber gönderileceğini açıkça zikr ve beyan et­miş­ti.
Bütün bunlardan sonra Re­sû­lul­lah Efendimiz de, Câ­hi­liy­ye devrinde hida­yet yolunu bulmuş bu bahtiyar için şöyle buyurdu:
“Ümit ederim ki Cenab-ı Hak, kıyamet gününde Kuss b. Sai­de’­yi ayrı bir üm­met olarak haşreder!”[3]

____________________________________________________________________
[1] Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c. 1, s. 62.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 221; İbn Sa’d, Tabakat, c. 6, s. 560; Taberî, Tarih, c. 3, s. 161.
[3] Ahmed Cevdet Paşa, a.g.e., c. 1, s. 62.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Dünya haritası üzerinde siyasî, coğrafî ve ticarî açıdan mühim bir yer işgal eden Arabistan’ın da, diğer dünya ülkelerinden farklı bir tarafı kalmamıştı. Orada da —lisan ve edebiyat istisna edilirse— her şey çağırından çıkmış, bü­tün müesseseler bozulmuştu.
Kısaca göz atalım:

Dinî Durum

İnanç yönünden Arabistan, kelimenin tam manasıyla anarşi içinde kıvranı­yordu. Garip itikadlar burada da kol geziyordu.
Bir kısmı tamamen inkârcı idiler. Dünya hayatından başka hiçbir şeyi kabul etmiyorlar,“Bi­zim için dünya hayatından başka bir hayat yoktur; yaşarız ve ölürüz. Bizi öldüren, zamandan başka bir şey değildir”[1]diyerek, güya keyiflerince hayat sü­rüyorlardı!
Resûl-i Ekrem Efendimize vahiy gelmeye başlayınca, Kur’an-ı Kerim’inde Cenab-ı Hak, bu inancı taşıyanlara şöyle hitap edecektir:
“Ey Resûlüm! Onlara de ki:
“‘Sizi Allah diriltiyor, sonra sizi O öldürecek. Sonra da sizi, vukuunda şüp­he olmayan kıyamet günü (diriltip bir araya) toplayacak yine O’dur. Fakat in­sanların çoğu bu gerçeği bilmez.’”[2]
Yine o zaman Arapların bir kısmı Allah’a ve ahiret gününe inanıyor, ancak insandan bir peygamberin olacağını kabul et­mi­yor­lar­dı.
Kur’an, şu ayetiyle, bu inanç sahiplerinin hallerini anlatıyor:
“Mekkelilere doğru yolu gösteren Peygamber, onlara Kur’an’la geldiği za­man, insanların iman etmelerine, ancak şöyle demeleri mani oldu:
“‘Allah, bir insanı mı peygamber gönderdi?’”[3]
Peygamberin insan nev’inden gelmiş olmasını akıllarına sığdıramayıp, bir meleğin bu vazifeyle gönderilmesini arzu eden bu gürûha yine Kur’an, şu ayetiyle cevap vererek, isteklerinin ne kadar mantıksız olduğunu ilan edi­yordu:
“(Ey Resûlüm! Mekkelilere) Şöyle de:
“‘Eğer insanlar gibi yeryüzünde yürüyüp duran melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir melek peygamber gönderirdik.’”[4]
Diğer bir kısmı ise, Allah’ın varlığını kabul edip inanıyor, ancak ahiret ha­yatını, öldükten sonra dirilme gerçeğini, oradaki ceza ve mükâfatı kabul etmi­yordu.
Kur’an-ı Kerim, bu gruba da şu ayetiyle işaret eder:
“(Nutfeden) yaratılışını unutarak, bize bir de misâl getirdi: ‘Bu kemikleri kim diriltir, onlar çürüyüp dağılmışken?’ dedi.”[5]
Bu haddini bilmezlere de şu şekilde cevap veriliyordu:
“(Ey Resûlüm!) De ki:
“‘Onları ilk defa yaratan, diriltir ve O, her yaratılanı tamamıyla bilir.’”[6]
Bir kısmı ise, puta tapıyorlardı ve bunlar, çoğunluğu teşkil ediyordu. Hem taştan, tahtadan, hatta zaman zaman helvadan yaptıkları putlara tapıyor, hem de şöyle diyor­lardı:
“Biz, putlara ancak bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz!”[7]
Evet, Arapların ekserisi taştan, tahtadan, zaman zaman sefere çıkarken de helvadan yaptıkları putlara tapıyor, onlardan medet ve yardım umacak kadar zavallı bir vaziyete düşmüş bulunuyorlardı. Yeryüzünün ilk tevhid evi Beytullah’ı, bu inançlarının eseri olarak 360 adet putla doldurmuşlardı.
Bütün bunlar yanında, Arabistan’da Hz. İbrahim’in tevhid dininin izlerine de rastlanıyordu. Gaflete ve aradan uzun zaman geçmesine rağmen silinmeyen bu dinî izlerle amel edenlere, Hz. İbrahim’e nisbetle “Hanifler” denilirdi. Zira, Kur’an-ı Kerim’de “Hanif” tâbiri Hz. İbrahim için kullanılır: “İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan... O, Hanif Müslüman idi.”[8]
Hanifler diye anılan bu insanlar, putlara nefret beslerler, Allah’ın varlık ve birliğine inanırlardı. Nitekim putlardan birinin şerefine kurulan bir panayırda Varaka b. Nevfel, Ubeydullah b. Cahş, Osman b. Hüveyris, Zeyd b. Amr adındaki şahıslar, haddizâtında cansız, dilsiz, sağır, zarar veya menfaat vermekten mahrum birtakım putlara secde edip hürmet göstermeyi zillet saymışlar ve bunu açıkça ilan etmişlerdi.[9]
Yine akıl ve fikirlerini çalıştırarak, birtakım cansız putlara tapmanın mana­sızlığını idrak edip bu bâtıl itikada karşı mücadele verenler de vardı. Taif hal­kı­nın reisi ve Arapların meşhur şâirlerinden Ümeyye b. Ebî Salt, bunlardan bi­riydi. Bu zât, Câhiliyye devrinde mukaddes kitapları okumuş, putperestliği terk ederek Hz. İbrahim’in dinine girmişti.
“Bismike Allahümme” tâbirini ilk defa bu şâir bulmuştu. Sonra bu tâbir Arapların hoşuna gitmiş ve kitaplarının evveline de yazmaya başlamışlardır.
Şiirlerinde bir peygamberin lüzumundan bahseder, insanlık için nübüvve­tin kat’î bir ihtiyaç olduğunu beyan ederdi. Araplardan bir peygamberin zuhur edeceğini, geç­miş mukaddes kitaplardan öğrendiği için, o makamı kendisi ar­zu ediyordu. Buna binaendir ki Efendimize risâlet vazifesi verilince, haset ve kıskançlığının esiri oldu ve onu tasdik etmedi. Hatta Bedir Muharebesi’nde öl­dü­rülen müş­rikler için mersiyeler söyledi.[10]
Hicret’in 2. senesinde iman etmeden ölen Ümeyye hakkında, Hz. Resûl-i Ekrem’den birkaç hadis de rivayet olunmuştur.
Efendimiz bir gün, terkisinde Şerîd b. Süveyd’le gidiyor­du. Sahabeye, “Ümeyye’nin şiirlerinden bir şey biliyor mu­sun?” diye sor­du.
“Evet, biliyorum” cevabında bulunan sahabe, arkasından da Ümeyye’nin şiirinden beyitler okudu. Okunanları pek beğenen Efendimiz, Şerid’den (r.a.) biraz daha okumasını istedi.
Sahabe, kasideyi okuyup bitirdi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, şöyle bu­yurdular:
“Ümeyye, Müslüman olmaya yaklaşmıştır.”[11]
Bir diğer rivayete göre ise, “Ümeyye’nin şiiri iman etmiş, fakat kendisi da­lâlette kalmıştır”[12]buyurdular.
Bu meyanda adından bahsedeceğimiz bir başkası da şüp­hesiz, meşhur Arap hatiblerinden Kuss b. Saide’dir. Efen­dimizin peygamberliğinden haber veren bu zâtın hutbesinden ileride bahsedeceğiz.

Putlar

Mekke’ye ilk defa put getirmenin de bir hikâyesi var:
Amr b. Luhay, şehre ilk defa putu getirip, halkı putlara tapmaya teşvik eden adamdır.[13]
Amr Şam’a gittiği bir sırada, Maab denilen yere de uğrar ve burada Hz. Nuh’un sülâlesinden bir kabilenin putlara taptığını görür. Bunların ne işe ya­ra­dığını, niçin kendilerine taptıklarını sorunca da, “Bunlardan yardım isteriz, yardım ediliriz; yağmur isteriz, yağ­mu­ra kavuşuruz” cevabını alır.
Bunun üzerine Amr, Mekke’ye götürmek için bir put ister. İsteğini kabul ederler ve kendisine Hübel adını taşıyan putu verirler.[14]
Amr, Hübel’i Mekke’ye getirir ve diker; halkı, bu puta tap­maya teşvik eder. Câhil halk bu teşvike kapılarak Hübel’e tapmaya başlar.
İşte, Mekke’ye ilk defa put getirme ve burada puta tap­ma hikâyesi böylece başlamış oldu.

Her Kabilenin Ayrı Putu Vardı

Bundan sonra putperestlik Mekke’de yayılmaya başladı. Her kabilenin de kendisine âit putları vardı.
Ku­reyş, en büyük put olarak Uzzâ’yı kabul eder ve ona hürmet ederdi.
Evs ve Hazreç kabilelerinin taptığı put, Menat adını taşıyordu. Bu put, Mekke ile Medine arasında Müşellel denilen yerde bulunuyordu. Sonraları bu iki kabile Me­nat’­tan başka, Lât ve Uzzâ putlarına da tapmaya başlamışlardı.
Kelb kabilesinin putu Vedd idi ve Dûmetü’l-Cendel denilen mevkide bulu­nu­yordu.
Huzeyl kabilesi, Suva putuna tapardı ve bu put Gatafan mevkiin­de idi.
Hemdan kabilesinin bir kolu olan Hayvan boyu, Yauk putuna tâzim ederdi. Bu put, Hemdan civarında bulunuyordu.
Tayy ve Mezhiç kabilelerinin putu, Yeğûs idi; Him­ye­rî­le­rin­ki ise, Nesr...
Bekroğulları ve Kinâne kabilelerinin putu ise, Sa’d idi.[15]
İşte, yukarıda saydığımız kabileler, adlarını verdiğimiz bu putlara tapar, onlardan yardım diler, yağmur ister, zafer talep ederlerdi. İtikadlarınca, cansız, ruhsuz, taştan veya ağaçtan olan bu cisimler, isteklerini yerine getirme güç ve kuvvetinin sahibi bulunuyorlardı.
Hâlbuki, her aklı başında insan bilir ve kabul eder ki cansız, ruhsuz cisim­lerden insana ne zarar gelir, ne de fayda... Onlarda insana yardım edecek ne güç vardır, ne de kuvvet...
Ne var ki o zamanın Arapları bu gerçeği düşünemeyecek kadar muhake­meden mahrum bulunuyorlardı.
İşte, Allah Resûlü Hz. Muhammed (a.s.m.), inanç yönünden böy­lesine ce­halet ve dalâlet içinde kıvranan bu insanları ilim ve hidayet nuru ile kurtar­maya geliyordu. Onlara nur ve huzur vermek vazifesini yüklenecekti.

Ahlâkî Durum

Câhiliyye devrinde Arabistan, ahlâkî cihetten de tam bir sefâlet içindeydi. Cemiyete hâkim olan, süflî arzu ve emeller idi. İçki, kumar, zina, yalan, hırsız­lık, zulüm, hülâsa ahlâksızlık nâmına ne varsa yarımadanın dört bir yanında hüküm sürüyordu.
Zulüm, güçlünün güçsüze karşı kullandığı en amansız bir kırbaçtı. Kuvvetli olan, aynı zamanda haklıydı. Kuvvetli olan, zayıf ve güçsüzlere istediğini zorla yaptırabiliyordu. İnsana ve onun hayatına bir sinek kadar bile önem verilmi­yordu. Yapılan baskınlarla yakalanan insanlar, işkenceler altında inim inim in­letilerek öldürülüyorlar veya pazarlarda basit bir mal gibi köle olarak satışa çı­karılıyorlardı.
Kadın, elde basit bir meta, alınır satılır âdi bir mal telâkki ediliyordu. Genç cariyeler, fuhuşa teşvik edilerek, hatta zorlanarak, sırtlarından para kazanma yoluna gidiliyordu. Kur’an, insan haysiyetine yakışmayan bu hareketten bah­sediyor ve onları, insan hayatına hürmeti katleden bu çirkin âdetten nehye­di­yordu:
“... Dünya hayatının geçici menfaatini kazanacağız diye, cariyelerinizi fuhuşa zorlamayın; hele iffetli olmak isterlerken... Kim onları zinaya mecbur ederse, muhakkak ki Allah bu mecbur edilişlerinden ve tevbelerinden sonra onlar (o cariyeler) hakkında Gafûr’dur [çok affedicidir], Rahîm’dir.”[16]
Bir kadın, birkaç erkekle birden müşterek hayat yaşayabiliyordu. Böyle bir kadın, evinin damına diktiği bir işaretle, kendisini halka ilan ediyordu.
Üvey anne, babanın terekesi arasında ev eşyasıymış gibi oğula miras olarak intikal ediyordu.

Kız Çocuğunu Diri Diri Gömme Âdeti

Çöl Araplarının bir kısmı kız çocuklarının dünyaya gelmesini bir felâket, bir yüz karası sayarlardı. Bu sebeple, doğan çocuk kız olunca, bazen kimsenin görmesine bile fırsat verilmeden gaddar babaları tarafından diri diri toprağa gömülüyor veya kuyulara atılıyorlardı.
Bu gaddarca hareketlerine sebep olarak hayalî bazı gerekçeleri gösteriyor­lardı:
Diyorlardı ki:
”Bunlar bir gün gelip şerefimizi lekeleyecekler veya sefâlete düşeceklerdir. Ayrıca maişet cihetiyle de bize yük olacaklar ve rı­zık­la­rı­nı temin edemeyece­ğiz.”[17]
Bazen de anneler, doğum yaklaşınca çukur kazdırırlardı. Dünyaya gözlerini açan yavru kız ise, hemen çukura atılır, üzeri toprakla örtülürdü.
Babalar, öldürmeyi kararlaştırdıkları kızlarını, altı yaşına gelince, güzel el­biseler giydirerek, sanki akraba ziyaretine gidiyorlarmış gibi çöle götürürlerdi. Zavallı çocuk, orada daha ön­ce kendisi için hazırlanmış mezara bırakılır, üze­rine de toprak atılarak diri diri gömülürdü.
Gömmek istemedikleri kız çocuklarına ise, kalın yün kumaştan bir cübbe giydirip, onlara deve veya koyun çobanlığı yaptırarak ce­mi­yetten tecrit etme yoluna giderlerdi.
Kur’an-ı Kerim, çöl Araplarının bu çirkin ve vahşet saçan âdetlerini şu aye­tiyle bize haber verir:
“Onlardan birine, kız doğum haberi müjdelendiği zaman, öfkelenerek yüzü kararıyor. Verilen müjdenin bıraktığı kötü tesirle utanıp kavminden gizleniyor. Acaba o çocuğu zillet ve horluğa katlanarak saklayacak mı, yoksa toprağa mı gömecek? Bak ki hüküm verdikleri şeyler ne kötü!”[18]
Câhiliyye zamanında bu çirkin âdete tevessül etmiş biri, bilâhare İsla­mi­yet­le müşerref olduktan sonra gözyaşları arasında Re­sû­lul­lah’­a bu du­rumunu şöyle anlatmıştı:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Biz, Câhiliyye devrini de yaşamış insanlarız. Putlara tapar, çocuklarımızı öldürürdük. Benim de bir kızım vardı. Çağırdığım zaman ya­nıma sevinçli sevinçli gelirdi.
“Bir gün, yine onu çağırmıştım. Koşarak geldi, arkama düştü. Kendisini evi­mizden pek uzak olmayan bir kuyumuza götürdüm. Elinden tutup kuyuya atı­verdim.
“Onun, bana son sözleri şu oldu:
“‘Babacığım! Babacığım!’”
Kâinatın Efendisi, tasvir edilen vahşetengiz manzara karşısında kendisini tutamamış ve ağlamıştı. Öyle ki mübarek gözlerinden akan yaşlar sakalını ıs­lattı. Sonra da şöyle buyurdular:
“Şüphesiz, Allah yeniden yapmadıkça Câhiliyye icabı olarak yap­tıklarınızı orada bırakır, İslamiyet devrine geçirmez.”[19]
İşte, o zamanlar şefkat ve merhamet denilen yüce hasletler, ruh, kalp ve vic­danlardan böylesine sökülüp atılmıştı. Zaten, Kâinat Sultanına gerçek ima­nın bulunmadığı bir kalpte, o sultandan korkunun bulunmadığı bir vicdanda, şef­kat, merhamet ve faziletin yeri olmaz ki!

Siyasî Nizam

Câhiliyye devrinde Arabistan, siyasî bir nizam ve içtimaî bir düzenden de mahrum bulunuyordu. Ahalinin ekserisi göçebe hayatı yaşıyordu. Kabilelere bölünmüşlerdi.
Kabile, içtimaî düzenlerini kendi aralarında temin eden bir toplumdur.
Bu göçebeler, devamlı surette birbirleriyle çekişme halinde idiler. Her an başkasına saldırmaya, gayrın malını talan etmeye, namusunu lekelemeye hazır bir hayat tarzı içinde bulunuyorlardı. Baskın ve yağmacılığı, adeta kendileri için bir geçim vasıtası kabul etmişlerdi. Kendilerine düşman olan kabileye bas­kınlar düzenler, develerini sürüp götürürler, kadın ve çocuklarını esir alırlardı.
Aralarında düşmanlık eksik olmazdı. Bir kabilenin diğerine yaptığı kötü­lükleri, karşı kabile de aynıyla yapmaya uğraşırdı.
Harp, baskın, çarpışma, ruh ve hayatlarına öylesine işlemişti ki başka kabi­leler arasında üzerlerine saldıracak kabileler bulamazlarsa, birbirleriyle sava­şırlardı. Şâir Kutamî, bu hususu, “Kardeşlerimizden olan Bekrlerden baş­kasını bulamazsak, onlara saldırırız!”[20]beytiyle anlatmak ister.
Öteden beri, kabileler ve aşiretler halinde yaşıyorlardı. Merkezî bir hükû­met etrafında toplanmayı düşünmemişlerdi. Bu sebeple, yarımada, me­denî ve sosyal kanunlardan mahrum bu­lunuyordu. Bu yüzden de karşılıklı zulümler eksik olmuyor, çarpışmalar, vuruş­malar devam edip gidiyordu. İste­yen istedi­ğini, gücü yettiği tak­dir­de yapabiliyordu. Güçlünün ve itibarlının yaptıkları daima yanına kâr kalırdı.[21]
Edebî Durum
Bütün bunlar yanında, inkârı mümkün olmayan bir gerçektir ki İslamiyetin zuhuru sırasında Araplar, edebiyat, belâgat ve fesahat konularında tekâmülün zirvesinde bulunuyorlardı. Bu hususta ken­dileriyle boy ölçüşecek, yer­yüzünde hiçbir millet mevcut değildi.
Şâir ve şiir onlar için her şeydi. Çünkü şiir, atalarının cemiyet hayatını, âdet ve inançlarını aksettiren tek güvenilir ayna idi.
Cemiyette şâirler, büyük değer sahibi idiler ve büyük hürmet görürlerdi. Öyle ki kabilelerinde güçlü bir kahraman yerine bir şâirin çıkmasını her zaman tercih ederlerdi. Zira, yegâne gayeleri olan şöhreti, en güzel şekilde yayabile­cek olan, ancak şâirdi. Yılandan korkar gibi, şâirlerin hicivlerinden çekinir ve korkarlardı.
Şâirler, onlar tarafından birer kahraman kabul ediliyordu. Öyle ki bir şâirin bir tek sözü üzerine kabileler birbirleriyle kıyasıya çar­pı­şıyorlardı. Yine bu şâi­rin bir tek sözüyle de, yıllardan beri birbirleriyle kanlı bıçaklı olanlar bir anda barışabiliyorlardı.
Eski zamanda şiire, “Arabın Defteri” deniliyordu. Zira, Arapların ahlâk ve âdetleri, diyanet ve akîdeleri, ancak şiirle biliniyor ve onunla nesilden nesile in­tikal edip geliyordu.
Bu devirde, şiiri besleyen ve teşvik eden birçok unsur vardı. Güç­lü bir şâir, hem kendisi hem de kabilesi için itibar sağ­lıyordu.
Yine muayyen zamanlarda kurulan panayırlar, şiirin gelişmesinde büyük rol oynuyorlardı. Kurulan bu panayırlar, bir nevi edebiyat şöleniydi. Panayır­larda, jüri huzurunda şiir ve hitabet müsabakaları düzenlenirdi. Çeşitli yerler­den gelen şâirler ve hatibler, burada şiirler okur, hitabelerde bulunurlar, bir­birlerine üstün gelmek için bütün güçlerini ortaya koyarlardı. Üstünlük sağla­makla da son derece iftihar ederlerdi.
Sonunda, jüri tarafından birinci seçilen şiir, keten bez üzerine altın yaldızla yazılarak Kâbe duvarına asılırdı.
Taif’le Nahle arasında bulunan Sûk-i Ukâz, panayırların en büyüğü idi. Ço­ğunlukla şiir yarışmaları burada tertip edilirdi.
Panayırlar, aynı zamanda bir çeşit fuar mahiyetini de taşıyordu. Bütün ka­bilelerin bir araya geldiği ticarî, içtimaî ve siyasî faaliyet sa­halarıydı. Zilhicce ayında açılan panayırlar, yirmi gün devam ederdi. Esirini fidyeyle kurtarmak, davasını halletmek, düşmanını bulmak, şiir okumak, hutbe irad etmek isteyen herkes bu panayırlara koşardı. “Şiire bu derece önem verilmiş olması, dilin en ince şekilde incelenmesi sonucunu hazırlamıştır.” Böylece, İslam’ın zuhuru sı­rasında Arabistan’da edebiyat, fesâhat ve belâgat, zirveye ulaşmıştı. Adeta, gö­rünmez bir el, zihinleri ve ruhları, Kur’an-ı Mu’­ci­zü’l-Beyan’ın insanüstü üslû­buna hazırlıyordu.
Arapların bu mümtaz hususîyeti haiz bulunmaları sebebiyledir ki Kur’an-ı Azîmüşşan, edebiyat, belâgat ve fesahatin zirvesinde nâzil oluyordu. Bu fesa­hat ve belâgati, i’caz [mucizeliği] ve icazı [vecizliği] ile Arap edip, şâir ve ha­tib­lerini mua­razaya davet ediyor ve onlara meydan okuyordu. Fakat onlar, çok geçmeden bu eşsiz kelâma nazire [benzer] getirmenin mümkün olmadığını an­ladılar ve susmak mecburiyetinde kaldılar.
Kur’an’ın üslûbu öylesine veciz, öylesine tatlı, öylesine fesih ve beliğ idi ki bu işi iyi bilen Araplar, hayretlerini gizleyemi­yorlardı. Bir gün, bedevî Arap ediplerinden biri,  فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُayetini duyunca, kendisinden geçercesine secdeye kapan­mıştı.
Hadise, müşrikleri çıldırtacak nitelikteydi. Nefret saçan bakışlarla adamın üzerine vardılar ve öfkeyle bağırdılar: “Sen de mi Müslüman oldun?”
“Hayır...” diye cevap verdi bedevî edip: “Ben sadece bu ayetin belâgatine secde ettim!”[22]
İmriü’l-Kays, Muallaka şâirlerinden biriydi. Bir gün kız kardeşi
  ayetini işitince, doğruca Kâbe’ye vardı ve “Artık kimsenin söyleyecek bir şeyi kalmadı. Bu belâgat karşısında kardeşimin şiiri de duramaz!” diyerek, kar­deşinin en üstte asılı bulunan kasidesini duvardan indirdi. En meşhur kasi­de­nin kal­dırıldığı görülünce, diğer Muallakat da birer birer indirildi.[23]
Câhiliyye devrinin en meşhur ve en eski şiir örnekleri, şüphesiz “Mual­la­kat-ı Seb’a [Yedi Askı]” şiirleridir. Bu şiirler, dilden dile dolaşmış, asır­lar son­rasına kadar varmıştır. Kuvvetli bir görüşe göre bu şiirler, Hammadü’r-Râviye tarafından toplanmıştır.
Şiirleri Kâbe duvarına asılan şâirler şunlardır:
İmriü’l-Kays, Tarafe, Lebîd, Zuheyr, Amr b. Gülsüm, Antere (veya Nâbiğa), Hâris b. Hiliza (veya A’şâ).[24]
İşte, Efendiler Efendisi Hz. Muhammed’e, peygamberlik vazifesi verileceği sırada Arabistan’ın dinî, ahlâkî, siyasî, içtimaî ve edebî manzarası böyleydi.
Bu dehşet ve vahşet saçan manzarayı değiştirecek bir zâta elbette ihtiyaç vardı. O zât da ezelî kaderin hükmüyle tespit edilmişti: Hz. Muhammed (a.s.m.).
O, beraberinde getirdiği nurla dünyanın maddî mânevî şeklini değiştire­cekti. insanların yüzlerini dünyadan ahirete, fani sevgililerden Mahbub-u Bâ­kî’ye çevirecek ve bunun­la insanı maddî mânevî saadete erdirecekti.
Allah tarafından peygamber olarak vazifelendirilecek olan bu zât, insanla­rın başı boş olmadığını, kâinatta atom­dan güneş sistemlerine, yıldızlardan ga­lâksilere kadar her şeyin kutsî bir gaye için dönüp dolaştıklarını, kâinatın umum heyetiyle ulvî bir maksada hizmet ettiğini bildirip ilan edecek olan zâttı.
Bu zât, ahlâksızlık çamurunda boğulmaya yüz tutmuş insanlığı, en güzel ahlâkı ders vererek kurtaracak zâttı.
Bu zât, “Kâinat niçin var edilmiş, insanlar nereden gel­miş, niçin gelmiş ve nereye gidecekler?” gibi suallere en gü­zel cevapları verecek zâttı.
Bu zât, insanın sahibi Allah’ın, insanlardan neleri istediğini, râzı olduğu ve olmadığı şeylerin neler olduğunu gayet açık bir şekilde beyan edecek zâttı.
Bu zât, yalnız bir kavme, bir millete değil, bütün insanlığa, Allah’tan aldığı emirleri bildirecek, ilan edecekti.
İşte, bütün dünya gibi, Arabistan Yarımadası da böylesine büyük vazifeleri yerine getirecek zâtın ortaya çıkmasını dört gözle bek­liyordu!

___________________________________________________________________________________
[1] Câsiye, 24.
[2] Câsiye, 26.
[3] İsrâ, 94.
[4] İsrâ, 95.
[5] Yâsin, 78.
[6] Yâsin, 79.
[7] Zümer, 3.
[8] Âl-i İmrân, 67.
[9] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 237-238.
[10] Bağdadî, Muhammed Fehmi, Tarih-i Edebiyyat-ı Arabiyye, c. 1, s. 19.
[11] ez-Zebidî, Tecrit Tercemesi, c. 10, s. 38-39.
[12] Bağdadî, Muhammed Fehmi, a.g.e., c. 1, s. 43.
[13] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 79.
[14] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 79.
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 80-84.
[16] Nur, 33.
[17] En’am, 151.
[18] Nahl, 58-59.
[19] Darimî, Sünen, c. 1, s. 3-4.
[20] Ahmed Emin, Fecrü’l-İslam, Terc.: Ahmed Serdaroğlu, s. 37.
[21] Ahmed Emin, Fecrü’l-İslam, s. 37-38.
[22] Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c. 1, s. 78; Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 350.
[23] Ahmed Cevdet Paşa, a.g.e., c. 1, s. 79; Bediüzzaman Said Nursî, a.g.e., s. 416.
[24] Ahmed Emin, a.g.e., s. 102.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget