Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Altı yaşında iken annesini kaybeden Peygamber Efendimizi, yaşlı dedesi Ab­dül­mut­ta­lib himâyesine aldı.
Ku­reyş’in reisi Ab­dül­mut­ta­lib de nur-u Ahmedî’den na­sibini al­mıştı. O nur kendisine çok üstün meziyet ve sıfatlar kazandırmıştı: Uzun boyu, büyükçe başı ve heybetli görünüşüne, par­lak yüzü, tatlı sözü, utangaçlığı, nezaket ve üstün ahlâkı bir başka güzellik katmıştı. Sabırlı, akıllı, anlayışlı, mert ve cömert idi. Yoksul insanların karınlarını doyurmaktan büyük zevk alırdı. Hatta bu cömertliğini, bu yardımseverliğini hayvanlardan bile esirgemezdi. Dağ başla­rında aç susuz kalan kur­du kuşu da düşünürdü.
Câhiliyye karanlıkları arasında aydınlık yoldan ayrılmayan bahtiyarlardan biri idi. Allah’a bağlıydı ve ahirete inanırdı. Ver­diği sözü ne pahasına olursa olsun mutlaka yerine getirirdi. Nitekim Cenab-ı Hakk’a verdiği sözü yerine ge­tirmek için, en çok sevdiği oğ­lu Abdullah’ı bıçağın altına yatırmaktan bile çe­kin­memişti. Ku­reyşliler müdahale etmeselerdi, onu kurban edecekti.
Câhiliyye devrinin çirkin âdetlerinden uzak durduğu gibi, başkalarını da bunları yapmaktan menederdi. O zamanın zâlim bir âdeti olan kız çocuklarını diri diri gömmekten halkı sakındırırdı. Şaraptan, zinadan her zaman kaçınırdı. Mekke’de zulme, haksızlığa bütün gücüyle meydan vermemeye çalışırdı.
Misafir ağırlamaktan da büyük haz duyardı. Akrabalarıyla yakından ilgile­nir, onlara şefkat ve merhamet gösterirdi. Bu büyük vasfı sebebiyle Ku­reyşliler ona “İkinci İbrahim” derlerdi.
Ramazan ayı girince Hira mağarasında inzivaya çekilip ibadetle meşgul olurdu. Bunu ilk defa âdet eden de kendisi idi.
Yaşlı dede, aynı zamanda çocuk sevgisi, torun sevgisi nedir, biliyordu. He­le, torunu, Kâinatın Efendisi gibi pırıl pırıl bir çocuk olunca, artık sevgisinin sö­zü mü olurdu?
Gerçekten, Ab­dül­mut­ta­lib, etrafa nur saçan torununu canı gibi seviyor, şef­katli kanatları arasında onu nazlı bir yavru gibi barındırıyordu. Onsuz hiçbir yere gitmek istemiyordu. Bu yaşında bile Peygamber Efendimizin davranışları, kâmil bir insanın hareket ve davranışlarından farksızdı. Gittiği her yerde bu fevkalâde durumu herkes tarafından derhal fark ediliyordu. Hatta zaman za­man toplantılarda ve sohbetlerde sorulan sorulara Ab­dül­mut­ta­lib, onunla isti­şare ettikten sonra cevap veriyordu.
Artık Peygamberimiz, o yaşında yaşlı dedesinin adeta samimi bir arkadaşı, içten dert ortağı ve emin bir müsteşarı idi. Bütün bunlara rağmen o, dedesine karşı hürmetinde asla kusur etmiyordu.

Dedesinin Minderine Sadece O Otururdu!

Kâbe duvarının gölgesinde hemen hemen her zaman Ku­reyş’in reisi Ab­dül­mut­ta­lib için bir minder serili bulunurdu. Çocuklarının hiçbiri bu minderin üs­tüne çıkmaz, babaları gelinceye kadar etrafında oturup beklerlerdi.
Ab­dül­mut­ta­lib, çocuklarından hiçbirini almazken, Peygamber Efendimizi kucaklayarak yan tarafına minderin üstüne oturturdu. Amcaları tutup onu minderin üstünden indirmek isterlerdi; fakat babaları buna mani olur ve şöyle derdi:
“Oğlumu serbest bırakın! Vallahi, ileride onun nâmı ve şânı büyük olacak­tır!”
Sonra da, muhterem torununu minderin üstüne yan tarafına oturtur, eliyle sırtını okşayarak ona olan sonsuz sevgisini belirtildi.[1]
Yine Ab­dül­mut­ta­lib uyurken Sevgili Peygamberimizden başkası onu uyan­dırma cesaretini gösteremezdi. Hususî odasına ondan başkası müsaadesiz gi­remezdi.
Yaşlı dede, nur yüzlü torununu sofrada yanıbaşına, ba­zen de dizi­ne oturtur yemeğin en iyisini ona yedirir ve o gelmeden yemeye başlamaya müsaade et­mezdi.

Sevgili Peygamberimiz Biraz Gecikince!

Kâinatın Efendisini, dedesi, bir gün, kaybolan devesini aramaya gönderdi. Biraz gecikince kayboldu endişesiyle Ab­dül­mut­ta­lib büyük bir telâşa kapıldı. Üzüntüsü yüzünden okunuyordu. Derhal Kâbe’ye vararak ellerini Yüce Mev­lâ’ya açtı ve “Allahım, Muham­med­imi bana geri lût­fet!” diye dua etti.
Az sonra Peygamber Efendimiz, deveyle birlikte çıkageldi. Dedesi, kendi­si­ni sevinçle kucakladı ve “Biricik yavrum!” dedi. “Senin için o kadar üzül­düm, o kadar feryat ettim ki artık bun­dan sonra seni yanımdan asla ayır­maya­cağım ve yalnız başına bir yere göndermeyeceğim.”[2]
Hakikaten de Ab­dül­mut­ta­lib, vefatına kadar nur torununu bir gölge gibi takip etmekten geri durmadı.

Seyf b. Zî Yezen, Ab­dül­mut­ta­lib’e Neler Söyledi?

Peygamber Efendimizi candan seven Ab­dül­mut­ta­lib, hayatında sadece bir defa kısa bir süre için ondan uzak kal­dı.
Yemen Hükümdarı Seyf b. Zî Yezen, babasının ülkesini Habeşlilerden geri almış ve San’a’nın Gumdan şehrinde tahta oturmuştu. Arabistan’ın dört bir ta­ra­fından aşiret ve kabile reisleri onu tebrike geliyorlardı.
Mekke’yi temsilen de Ab­dül­mut­ta­lib’in başkanlığında bir heyetin Gum­dan’a gitmesi gerekiyordu. Böylece, Mekke’den ayrılmakla, Ab­dül­mut­ta­lib, ilk defa nur torunundan uzak kalıyor­du.
Uzun bir yolculuktan sonra Gumdan’a varan Ku­reyş heyetini Seyf b. Zî Ye­zen kabul etti. Ab­dül­mut­ta­lib, hüküm­dardan izin alarak, kendisinin üstün me­­ziyetlerinden, babasının hayırlı bir hükümdar olduğundan bahsetti. Han­gi he­yet olduklarını belirtmek için de sözlerini şöyle bağladı:
“Biz, Allah’ın dokunulmaz kıldığı memleketin halkı, Bey­tullah’ın hizmetkâ­rıyız!”
Bu konuşması, hükümdarın dikkatini çekti. Sordu: “Ey tatlı dilli kişi! Sen kimsin?”
Ab­dül­mut­ta­lib, “Ben, Hâşim’in oğlu Ab­dül­mut­ta­lib’­im!” dedi.
Seyf, biraz daha dikkat kesildi. Sevinç ve heyecan karışımı bir sesle, “De­mek, sen kız kardeşimizin oğlusun!”
Ab­dül­mut­ta­lib, “Evet...” diye karşılık verdi.
Bunun üzerine Seyf, Ab­dül­mut­ta­lib’e daha yakın alâka gösterdi. Yanına yaklaşmasını istedi. Sonra da, “Akraba olduğumuzu öğrendim. Ziyaretinizden de çok memnun oldum. Siz gece gündüz sohbet edilmeye, oturulup konuşul­maya lâyık, şerefli insanlarsınız!” diye konuştu.
Seyf, bu iltifatkâr sözlerle de yetinmedi; söylediklerinde samimi olduğunu, Ab­dül­mut­ta­lib’i bir ay boyunca sarayında ağırlamakla da ispat etti.
Sarayda günleri hep sohbetle geçiyordu. Mukaddes kitaplardan gelecek peygamberin sıfatlarını öğrenmiş bulunan Seyf, bu sohbetlerde bazı ipuçları yakalıyordu. Nitekim bir gün hiç kimsenin farkına varamayacağı bir sırada Ab­dül­mut­ta­lib’i gizlice yanına çağırdı ve “Ey Ab­dül­mut­ta­lib!” dedi. “Sana bir sır emanet edeceğim. Bu sırrın senin­le alâkalı olduğu kanaatini taşıyorum! Bu, başkalarından gizlediğimiz, bir kitapta bulduğum çok büyük ve mühim bir haberdir!”
Ab­dül­mut­ta­lib meraklandı, “Nedir o?” diye sordu.
Seyf, sırrını açıkladı: “O, bu sıralarda dünyaya gelmiş olması muhtemel bir çocuğa âittir. O, sizin taraflarda, Tihame bölgesinde doğacaktır. İki küreği ara­sında bir ‘ben’ vardır. Babası ve annesi ölünce, onu dedesi ve amcası sırasıyla himâyeleri altına alacaktır. O, dostlarını ve yar­dım­cılarını ağırlayacak, düş­manlarını zillete uğratacaktır. En şerefli yerleri fethedecek, kıyamet gününe ka­dar insanlara rehber ve önder olacaktır. Bâtıl dinleri ortadan kaldıracak, put­pe­restliği yok edecek, Rahmân olan Allah’a ibadet edecektir. Onun sözü müş­kîl­leri halledecek, işi ise basîret ve adalet üzere olacaktır. Daima iyiliği bu­yura­cak, iyilik yapacak ve insanları kötülükten sakındıracaktır.”
Merak ve heyecana kapılan Ab­dül­mut­ta­lib, hükümdarın biraz daha açık­lama yapmasını ve sırrını biraz daha açmasını istiyordu. Bunun için de, “Ey Hükümdar! Ömrün uzun, sal­tanatın dâim ve şânın yüce olsun! O çocuk hak­kında biraz daha açıklama yapar mısın?” dedi.
Hükümdar, diğer alâmet ve işaretleri saydıktan sonra, “Ey Ab­dül­mut­ta­lib!” dedi. “Bütün bu işaretlere bakılırsa, bu çocuğun dedesi sen olmalısın!”
Bu sözleri duyan Ab­dül­mut­ta­lib, sevincinden derhal sec­deye ka­pandı.
Bu sefer merak ve şaşkınlık sırası hükümdara gelmişti. “Ey Ab­dül­mut­ta­lib! Yoksa, sen, anlattıklarımdan bir şey mi sezdin?” diye sordu.
Gönlüyle birlikte gözlerinin içi de gülen Ab­dül­mut­ta­lib, anlattı. “Ey Hü­kümdar!” dedi. “Benim, Abdullah adında, üzerinde titrediğim, çok sevdiğim bir oğlum vardı. Onu kavmimizin eşrafından Vehb b. Abdi Menaf’ın kızı Âmi­ne’yle evlendirmiştim. Bir çocuk dünyaya geldi. Onun iki küreği arasında bir ‘ben’ vardır. Saydığın alâmetlerin hepsini de üzerinde taşıyor. Babası ve an­nesi de vefat etmişlerdir. Kendisi şimdi benim himâyemdedir.”
Seyf, kanaatinde yanılmış olmamanın sevinci içinde, Ab­dül­mut­ta­lib’e, “Ço­cuğunu çok iyi koru! Yahudiler ona düş­mandırlar. Onların kendisine zarar vermesinden sakın! Fakat Allah, onun düşmanlarına imkân ve fırsat tanımaya­caktır! Benim eski kitaplarda bulup öğrendiğime göre, Yesrib [Medine] de onun hicret yeri olacak ve orada çok yardım görecektir” dedi.
Artık hem hükümdar, hem de Ab­dül­mut­ta­lib, büyük bir müşkîli halletmiş olmanın rahatlığı içindeydiler.
Seyf b. Zî Yezen, adeta kerametvârî, peygamberliğinden evvel Efendimizin nübüvvetini böylece haber veriyordu.
Bir müddet sonra hükümdar, Ku­reyş heyetini büyük ikram ve ihsanlarla Mekke’ye uğurladı. Ab­dül­mut­ta­lib’e verdikleri, diğerlerinkinden çok daha faz­laydı. Uğurlarken de ona, “O çocuğun halinde olan değişiklikleri her yıl bana bildirmeni rica ederim” dedi.
Ne var ki Seyf b. Zî Yezen, Peygamberimiz hakkında dedesinden daha baş­ka bir bilgi alamadan, henüz bu konuş­malarının üzerinden bir sene bile geç­meden hayata göz­lerini yumdu.[3]
Heyetteki arkadaşları, yolda Ab­dül­mut­ta­lib’e, neden ken­disine daha fazla ikram ve ihsan edildiğini sordular. O sadece, “Onu kıskanmayınız. Bunun el­bette bir sebebi var­dır” demekle iktifa etti.
Bir aylık ayrılıktan sonra Mekke’ye varan Ab­dül­mut­ta­lib, nur torununu hasretle kucaklayarak, firak acısını visalin lezzetiyle gidermeye çalıştı.

Peygamber Efendimiz, “Rahmet” Vesilesi!

Sevgili Peygamberimiz, henüz dedesi Ab­dül­mut­ta­lib’in himâyesinde bulu­nuyordu.
Kuraklık yüzünden Mekke ve etrafı dehşetli bir sıkıntı ve kıtlık içinde kıv­ranıp duruyordu.
Ab­dül­mut­ta­lib, büyüklüğünü anladığı torunu Efendimizi yanına alarak, oğ­lu Ebû Tâlib’le birlikte Ebû Kubeys dağına çıktı. Onların peşi sıra da Ku­reyşliler geliyordu.
Ab­dül­mut­ta­lib, yüzünü Kâbe’ye çevirdi ve Peygamber Efendimizi üç sefer gökyüzüne doğru kaldırarak, “Allahım! Bu çocuk hakkı için, bizi bereketli bir yağmurla sevindir” diye yalvardı.
Kâinatın Efendisinin yüzü suyu hürmetine yapılan dua kabul oldu. Ânında yağmur damlalarıyla halkın ve Ku­reyş eşrafının sevinç gözyaşları birbirine ka­rıştı.
Bütün bu olup bitenler, dedenin torununa karşı içten sevgisini ve bağlılığını kat kat artırıyor, istikbâlde büyük bir insan olacağı kanaatini kuvvetlendiri­yordu. Bunun için de nur torununa büyük bir ihtimam gösteriyordu.

ABDÜLMUTTALİB’İN VEFATI

Yaşı epeyce ilerlemiş bulunan Ab­dül­mut­ta­lib, bir gün aniden rahatsızlandı. Rahatsızlığı gittikçe şiddetini artırıyordu.
O, artık bir başka âleme göçün yakında başlayacağını anlamıştı. Yalnız, gör­mesi gereken bir vazife vardı: Sevgili Peygamberimizi teslim edecek emin bir kişi seçmek...
Bunun için bütün oğullarını çağırttı. Aklına Ebû Leheb geldi. Fakat o katı kalpli merhametsizin biri idi. “Olmaz” deyiverdi içinden...
Ya Abbas? Hayır, o da olamazdı. Çünkü çoluk çocuğu çoktu. Ancak onlarla meşgul olabilirdi.
Hamza var. Ona da râzı olmadı. Zira, Hamza genç ve ava meraklı idi. Toru­nuyla gereği gibi ilgilenemezdi.
Ebû Tâlib! İşte, nur torununun hâmîsini bulmuştu. Gerçi, Ebû Tâlib’in ser­veti azdı, ama merhameti ve şefkati boldu. Muhammed’i (a.s.m.), himâyeye ancak o lâyık olabilirdi!
Bununla beraber Ab­dül­mut­ta­lib, onun da görüşünü almayı ihmâl etmedi. “Amcalarından hangisinin himâyesine girmek istersin?” diye sordu.
Sevgili Peygamberimiz, dedesinin sorusuna haliyle cevap verdi. Yerinden kalkarak amcası Ebû Tâlib’in boynuna sarıldı. O, babasıyla anne baba bir kar­deş olan amcasının himâyesini kabul ettiğini, böylece ifade etmiş oluyordu.
Ab­dül­mut­ta­lib de, tercihinde isabet ettiğine sevindi. Sonra Ebû Tâlib’e dö­ne­rek, “Onu sana emanet ediyorum! O, İlâhî bir emanettir. Onu her şeye rağ­men, can, baş pahasına da olsa koruyacağına dair bana açıkça söz ver ki gözle­rim arkada kalmadan gönlüm rahat etsin” dedi.
Efendimizin kendisine karşı teveccühünden oldukça mütehassis olan Ebû Tâlib, gözleri dolu dolu, babasına şu cevabı verdi:
“Sen hiç merak etme babacığım! Onu öz çocuklarıma, hatta ken­di canıma bile tercih edeceğime emin olabilirsin! Hayatta bulunduğum müddetçe ona hiç kimsenin zarar vermesine müsaade etmeyeceğime söz veriyorum!”
Bu asil konuşmadan, Ab­dül­mut­ta­lib fazlasıyla memnun oldu ve gözleri se­vinç gözyaşlarıyla doldu.
...Ve Ab­dül­mut­ta­lib tarafından, Nur Muhammed (a.s.m.), amcası Ebû Tâ­lib’e teslim edildi.
Yakalandığı rahatsızlıktan kurtulamayan Ab­dül­mut­ta­lib, torununun neşe­sine, sevgisine, tebessümüne do­ya­ma­dan dünyaya gözlerini seksen yaşını aş­kın bir ihtiyar olarak kapadı.[4]
Tarih: Milâdî, 578. Fil yılından sekiz sene sonra.
Mekke çarşısı, Ab­dül­mut­ta­lib’in vefatı dolayısıyla günlerce kapalı tutuldu. Ku­reyşliler, sevdikleri ve hürmet ettikleri bu zâtın ölü­mü dolayısıyla günlerce yâs tuttular, cenazesini el üs­tünde dolaş­tırdılar. Sonra Hacun Kabristanı’na, dedesi Kusayy’ın yanına göm­düler.[5]

Peygamberimizin Gözyaşları

Sevgili Peygamberimiz, dedesini kaybetmekten derin üzüntü duydu. Çün­kü bu kaybediş, baba ve annesinin de ebedî âleme göçünü hatırlatıyordu.
Dedesinin cenazesi ve defni sırasında Peygamberimiz, gözyaşlarını tuta­madı; bazen hıçkırarak, bazen de sessiz sedâsız ağladı.
Seneler sonra bir gün kendilerine, dedesinin ölümünü hatırlayıp hatırlama­dığı sorulduğunda, “Evet, hatırlıyorum! Ben, o sırada sekiz yaşında bulunu­yordum” cevabını verdi.
Peygamber Efendimizin saadetli ömrünün ilk sekiz senelik bölümü, İşte böyle acılarla, üzüntü ve kederlerle dolu geçmişti. Adeta büyük ruhu ve rik­katli kalbi, ta o yaşlardan itibaren istikbâlde çeke­ceği meşakkat ve mihnetlere dayanmak için ız­dırap ve sıkıntı teknesinde yoğruluyordu.

________________________________________________

[1] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 178; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 118; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 81.
[2] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 112-113.
[3] İbn Hacer, el-İsabe, c. 2, s. 134-135.
[4] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 110; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 57.
[5] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 119.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Hz. Âmine, Kâinatın Efendisi oğluyla Medine’de bir ay kaldıktan sonra, Mekke’ye dönmeye karar verdi. Akrabalarıyla vedalaşarak şehirden ayrıldılar.
Çöl seccadesinde üç yolcu: Hz. Âmine, şanlı evladı ve Üm­mü Eymen... Hep­si­nin de mana âleminde bir başkalık vardı. Aziz anne ve şerefli evladının ruh­larını, ayrılık ve hasret rüzgârı dalga dalga dövüyordu.
Henüz genç yaşta ve evliliklerinin ilk aylarında ebedî âleme yolcu ettiği ko­casını hatırlayan Hz. Âmine’nin gözleri oluk oluk su akıtan bir pınarı andırı­yordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz de, aziz annesinin bu gözyaşlarına dayana­mıyor, o da ışıl ışıl ağlıyordu. Damla damla akan gözyaşları, rahmet yağmuru gibi elbisesini ıslatıyordu.
Henüz yolu yarılamışlardı ki Hz. Âmine aniden rahatsızlandı. Peygamberi­miz ve Ümmü Eymen’i bir telâş kapladı. Gittikçe şiddetini artıran hastalık kar­şı­sında ne yapabilirlerdi?
Ebva köyü yakınlarında bir ağacın gölgesinde konakla­maktan başka elle­rinde çare yoktu. Hz. Âmine’nin dizlerinden güç kuvvet çekilmişti ve kendisini tutamayarak aniden yere yıkılıverdi. Üstünü örttüler. Hz. Âmine, hastalığın şiddeti içinde ter döküyor, Sevgili Peygamberimiz ise, onu kaybedeceği ve an­nesiz kalacağı endişesi içinde gözyaşı akıtıyordu. Sanki her şey kendileriyle birlikte lâl kesilmişti. Yerde ses yok, gökte sükût hâkimdi.
Hz. Âmine, yerde halsiz bir şekilde yatıyordu.
Bir ara Peygamberimiz kendini toparlayarak, “Nasılsın anneciğim?” diye sor­du.
Gönlü şefkat hazinesi anne, biricik yavrusunun üzülmesini istemiyordu. Şiddetiyle kıvranıp durduğu hastalığının ağır ol­duğu hissini uyandırmamak için, “İyiyim canım oğlum, bir şeyim yok” diye cevap verdi.
Bu birkaç kelimelik konuşmadan sonra da kendinden geçti. Artık hastalık, konuşacak takati dudaklarından çekip almıştı. Bir ara “Su” dediği işitildi. Yay­dan fırlayan ok hızıyla Peygamber Efendimiz, aziz annesine suyu yetiştirdi.
Hz. Âmine suyu içti. Su kabıyla birlikte ciğerpâresinin yumuşacık ellerini de tuttu. Gözlerini açtı. Efendimizin nur saçan simasına doya doya baktı ve el­lerini bir anne şef­katiyle okşadı!
Kâinatın Efendisi bir ara, annesini biraz doğrultup, başını kucağına aldı. Gözlerinden akan mübarek yaşlar, annesinin omuzlarına Nisan yağmuru gibi düşüyordu.
Hz. Âmine’nin ruh ve kalbinde feryatlar kopuyor, fırtınalar esiyordu. Koca­sını kaybediş ızdırabına, şimdi de oğluyla vedalaşma hasretini mi ekleyecekti? Bu dayanılmaz bir ızdırap, çekilmez bir dert idi. Kendisini yakalayan hasta­lık­tan daha çok, bu ayrılık onu ya­kıp kavuruyordu! Ama ne yapabilirdi? Bu, İlâhî Kader’in değişmez hükmüydü!
Hz. Âmine, kendisini yakalayan hastalıktan kurtulama­ya­cağını artık anla­mıştı. Son olarak, güneş gibi parlayan nur yavrusunun yüzüne, ayrılık ve has­retin verdiği duygu içinde baktı; ellerini doya doya kokladı ve dilinden şu cümleler döküldü:
“Ey, dehşetli ölüm okundan, Allah’ın yardım ve ihsanıyla yüz deve karşılı­ğında kurtulan zâtın oğlu! Allah, seni aziz ve devamlı kılsın. Eğer rüyada gör­düklerim doğru ise, sen Celâl ve bol ikram sahibi olan Allah tarafından Âde­moğullarına helâl ve haramı bildirmek üzere peygamber gönderileceksin. Sen, ceddin İbrahim’in teslimiyet ve dinini tamamlamak için gönderileceksin. Al­lah, seni milletlerle birlikte devam edip gelen putlardan, putperestlikten koru­yacak ve alıkoyacaktır. Her yaşayan ölür, her yeni eskir; yaşlanan herkes zevâl bulur. Her şey fanidir, gider. Evet, ben de öleceğim. Fakat ismim ebedî yad edilecektir. Çünkü tertemiz bir evlat doğurmuş, arkamda hayırlı bir yad edici bırakmış bulunuyorum.”[1]
Acıklı ve adeta istikbâlden haber veren bu sözlerinden sonra, Hz. Âmi­ne’nin gözleri kaydı ve ruhunu orada Yüce Allah’a teslim etti.
Yer, Mekke ile Medine arasında bulunan Ebva köyü.
Tarih, Milâdî 576...

Hz. Âmine’nin Defni

Sevgili Peygamberimiz ile Ümmü Eymen donakalmışlardı. Adeta dilleri tu­tulmuştu. Konuşan, sadece Kâinatın Efendisinin gözyaşlarıydı.
Ümmü Eymen, bir ara kendisini toparladı ve aziz yavru­nun gözyaşlarını sildi. Sonra da bağrına basarak teselliye çalıştı. “Üzülme, ağlama, canım Mu­hammedim!” dedi. “İlâhî Kader’e karşı boynumuz kıldan incedir. Can da O’nun, mal da; hepsi bize emanet. Emaneti nasıl vermişse öyle de alır.”
Sevgili Peygamberimiz, derin bir iç çektikten sonra, “Ben de biliyorum. Onun hükmüne her zaman boyun eğerim. Fakat anne yüzü, unutulmayacak bir yüzdür. O yüzü tekrar göremem diye üzülüyorum” dedi; sonra da derhal ken­dini toparladı ve gözyaşlarını silerek Ümmü Eymen’e, “Haydi, o, emaneti Sa­hibine teslim etti. Biz de onun na’­şı­nı toprağa teslim edelim, ra­hat etsin” de­di.
Dünyanın en bahtiyar annesi Hz. Âmine’nin cesedini orada toprağın bağ­rı­na tevdi ettiler. Ruhu ise, Kâinatın Efendisini bağrından çıkardığı için kim bi­lir ne kadar yükseklerde meleklerle bayram ediyordu!

Definden Sonra

Annesiz kalan Dürr-i Yetim’i Mekke’ye götürmek vazifesi, dadısı Ümmü Eymen’e düştü.
Ümmü Eymen, yol boyunca ona annesiz kaldığını hissettirme­mek için elin­den gelen gayreti esirgemedi. Onu öz evladıymış gibi bağrına bastı ve teselliye çalıştı. Efendimiz de, adeta onu bir anne kabul ederek, “Anne, anne!” diye ça­ğırırdı. Daha sonraları da her gördüğünde ise, “Annemden sonra annem!” di­yerek iltifatta bulunuyordu.[2]

Hem Anneden, Hem Babadan Yetim!

Nur yüzlü Kâinatın Efendisi, artık hem babadan yetim, hem de anneden öksüz idi. Fakat onun hakikî muhâfızı ve hâmîsi vardı. O Hafîz, onu ömrü bo­yunca kusursuz muhafazası ve eksiksiz murakabesi altında bulunduracak, her türlü tehlike ve sıkıntıdan kurtaracaktır!
“Rabbin, seni yetim bulup da barındırmadı mı?”[3]meâlindeki ayet-i kerime, Peygamber Efendimizin bu halini ha­tırlatır!
Kâinatın Efendisi, yıllar sonra, Hudeybiye Umresi sırasında, yine Ebva’dan geçecektir. Allah’ın izniyle annesinin kabrini ziyaret edip elleriyle düzeltecek­tir. Sonra da teessüründen ağlayacaktır.
Onun mübarek gözlerinden tahassür gözyaşları akıttığını gören sahabeler de ağlayacaklar ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Niçin ağ­la­dı­nız?” diye soracaklardır.
Resûl-i Ekrem, “Annemin benim hakkımdaki şefkat ve merhame­tini dü­şündüm de ağladım” diye cevap verecektir.[4]

Erken Vefatlarının Hikmeti

Burada hatıra şu sual gelebilir:
“Muhterem peder ve valideleri, Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberli­ğine neden yetişemediler ve neden ona iman, kendilerine nasip olmadı?”
Bu suale, Mektûbat isimli eserinde, Bediüzzaman Said Nur­sî Hazretleri şu cevabı verir:
“Cenab-ı Hak, Habib-i Ekreminin peder ve validesini, Kendi keremiyle, Re­sûl-i Ekrem’in (a.s.m.) ferzendane his­sini memnun etmek için, valideynini min­net altında bulundurmu­yor. Valideynlik mertebesinden mânevî evlat mertebe­si­ne ge­tirmemek için, halis ken­di minnet-i Ru­bu­bi­yeti altına alıp, on­ları mesut etmek ve Habib-i Ek­re­mi­ni de memnun etmek­liği rahmeti iktiza et­miş ki vali­dey­nini ve ceddini, ona zâhirî ümmet etmemiş. Fakat ümmetin me­ziyetini, fa­ziletini, saadetini onlara ihsan etmiştir. Evet, âlî bir müşirin [mare­şalin], yüz­ba­şı rütbesinde olan pederi, huzuruna gir­me­si; birbirine zıd iki his­sin taht-ı tesi­rinde bulunur. Padişah, o mü­şir olan yâver-i ek­re­mi­ne merhame­ten, pederini onun maiyetine ver­mi­yor!”[5]

PEYGAMBER EFENDİMİZİN ANNE VE BABASININ İMANLARI MESELESİ

İslam âlimleri, ittifakla şu hususu belirtmişlerdir:
“Hz. İbrahim’den (a.s.) gelen ve Resûl-i Ekrem’i (a.s.m.) netice veren nurani silsilenin fertlerinin hiçbiri, hak dinin nuruna lakayd kalmamışlar ve küfrün karanlıkla­rına mağlup olmamışlardır. Hiçbirinin temiz gönlü, şirk ve küfürle kirlenmemiştir.”[6]
Bu hususu kaydettikten sonra, Sevgili Peygamberimizin baba ve annesinin imanları meselesi üzerinde duralım: Birbirine yakın izahlarla birçok İslam âli­mi, Peygamber Efendimizin muhterem pe­der ve validelerinin ahirette necat ehli olacaklarını açık ve kesin bir şekilde delilleriyle ortaya koymuşlardır. Bu izah tarzlarını şöylece sıralayabiliriz:
1) Hz. Abdullah ile Hz. Âmine, Efendimize peygamberlik vazifesi verilme­den çok evvel vefat etmişlerdir. Dolayısıyla fetret devrinde vefat edenlere ise azap yoktur.[7]
Bir gün, birisi, büyük âlimlerden Şerefüddin Münâ­vî’­ye, “Pey­gamberimizin baba ve annesi cehennemde midir?” diye sorar.
Münâvi Hazretleri, hiddetle, “Resûl-i Ekrem’in peder ve validesi fetret za­manında vefat etmişlerdir. Peygamber gönderilmeden evvel ise azap yoktur” cevabını verir.[8]
Kendisine bir peygamberin daveti ulaşmayan kimsenin ahirette azap gör­meyeceği, ayet ve hadislerle sâbittir.[9]Peygamber Efendimizin peder ve vali­de­le­rine de, geçmiş peygamberlerden hiçbirinin davetinin ulaşmadığı tarihen sâ­bittir. Şu halde, tereddütsüz söyleyebiliriz ki onlar da necat ehlidirler ve ahi­rette azap görmeyeceklerdir.
2) Resûl-i Ekrem’in muhterem peder ve validelerinin şirk ehli oldukları sâ­bit değildir. Belki, onlar, Zeyd b. Amr b. Nü­feyl, Varaka b. Nevfel ve benzerleri gibi, büyük babaları İbrahim’­den (a.s.) gelen inanç ve âdetlerle amel eden “Hanif”­ler­den­dir­ler.
3) Sevgili Peygamberimizin baba ve annelerinin şirk ehli olmadıklarının bir delili de, “Ben, mütemadiyen temiz babaların sulbünden, temiz anaların rah­minden nakloluna geldim”[10]hadis-i şerifidir.
Kur’an-ı Kerim’de müşrikler “necis kimseler” olarak va­sıf­landırılmışlardır.[11]Temizlik ile pislik, iman ile şirk, mü’min ile müşrik arasında tezat bulundu­ğu­na göre, yukarıda kaydettiğimiz hadis ölçüsü ışığında, Resûl-i Ekrem’in ec­da­dından hiçbirinin küfür ve şirk gibi mânevî kirlere bulaşmadığını kabul et­mek vacip olur.[12]
Bütün bunlardan sonra meseleyi şöylece özetleyebiliriz:
“Resûl-i Ekrem’e (a.s.m.) Allah tarafından rahmet olduğu hitap edilirken parlak nübüvvet ve risâlet güneşi henüz doğmadan o apaçık nuru sîne-i ihti­ra­mında taşıyan bir ana babayı, evladının feyz ve nurundan mahrum farz et­mek, hem edebe, hem mantığa muvafık de­ğildir. Hususîyle, Resûl-i Ekrem’in muh­terem anne ve babasının hayatları Câhiliyye devrinde geç­miştir; Risâlet-i Ah­mediy­ye zamanını idrak etmemişlerdir.”[13]
Öyle ise, bu hususta mü’minin bilmesi ve kabul etmesi gereken husus şu­dur:
“Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) peder ve valideleri ehl-i necattır ve ehl-i cennettir ve ehl-i imandır. Cenab-ı Hak, Ha­bib-i Ek­reminin mübarek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendane şefkatini elbette ren­cide etmez.”[14]
Şu dörtlük de bu hakikati pek güzel dile getirmektedir:

İki cihan güneşi, bürc-i saadette iken
Vâlideynine Mevlâ nice vermeye şerefi,
Çeşm-i insaf ile ey dil, nazar et gavvasa
Alıcak dürrini yabana atar mı sadefi?

Manası:
İki Dünyanın Güneşi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) saadet bur­cunda iken, Cenab-ı Hak, anne babasına nasıl şeref ver­mez ki?
Ey gönül! İnsaf gözüyle dalgıca dikkatle bak. İnciyi alır da sa­de­fi­ni hiç ya­bana atar mı?

_______________________________________

[1] İsfahanî, Delâilü’n-Nübüvve, s. 119.
[2] Resûl-i Ekrem Efendimiz, hakkında “Cennetlik bir kadınla evlenmek isteyen, Ümmü Eymen’le evlensin!” buyurduğu Ümmü Eymen’i, daha sonra azat ederek hürriyetine kavuşturmuştur. Bi­rinci kocasının ölümünden sonra da onu Zeyd b. Hârise’yle evlendirdi. Üsame Hazretleri, işte bu evlilikten dünyaya geldi.
[3] Duhâ, 6.
[4] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 116-117.
[5] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 398.
[6] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 397; Tecrid Tercemesi, c. 4, s. 537.
[7] bkz. M. Dikmen - B. Ateş, Peygamberler Tarihi, c. 1, s. 41-43.
[8] Tecrid Terc., c. 4, s. 539.
[9] İsrâ, 15.
[10] Kadı İyaz, c. 1, s. 183.
[11] Tevbe, 28.
[12] Tecrid Tercemesi, c. 4, s. 546.
[13] a.g.e., c. 4, s. 551.
[14] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 398


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Saadet Güneşi, ömrünün dört yılını geride bırakmış, oldukça gür­büzleşmiş ve gelişmişti.
Zâtında görülen gariplikler, hele göğsünün yarılması hadisesi, Hz. Ha­lî­me’yi bütün bütün düşündürmeye ve telâşlandırmaya başladı. Hatta artık en­di­şe duyuyordu. Canı gibi sevdiği Efendimizin ba­şına hoş olmayan herhangi bir hadisenin gelmesinden korkuyordu.
İşte, bu düşünce, endişe ve korku, Halîme ve kocası Hâris’i şu ka­rarı al­maya mecbur etti:
“Başına bir iş gelmeden, bu yavruyu annesine teslim et­me­liyiz!”
Halîme’nin içi cayır cayır yanıyordu, ama ne yapabilirdi ki?
Nihayet, Nur Çocuk kendisine muvakkaten emanet edil­mişti! Emanete el koyacak hali yoktu ya!
Sa’doğulları yurduna dört sene ışık saçan Saadet Güneşi, şimdi süt annesi tarafından Mekke’ye getiriliyordu. Burada bir başka haş­met­le, bambaşka bir azametle dünyaya ışık saçsın diye!
Halîme ve kocası Mekke’ye gece girdiler. Bir ara Sevgili Efendimiz, gözler­den kayboldu. Halîme ve kocasında bir telâş başladı. Bütün aramalara rağmen onu bulamadılar. Gidip, dedesi Ab­dül­mut­ta­lib’e haber verdiler.
Nur torununun kaybolduğunu haber alan şefkatli dede, birden şaşkına dön­dü. Üzgün ve telâşlı, aramaya koyuldu. Fakat ortalıkta Efendimiz görün­mü­yor­du. Ab­dül­mut­ta­lib, çaresiz, el­lerini açarak yalvardı: “Allahım! Ne olur Mu­hammed’imi bana geri ver!”
Bu arada iki kişi, yanlarında bir çocukla görünüverdiler. Bunlar, Varaka b. Nevfel ve bir arkadaşı ile Peygamber Efendimiz idiler. Ab­dül­mut­ta­lib, hasre­ti­ni çektiği Saadet Güneşini bağrına bastı, doyasıya kokladıktan sonra boynuna bindirdi. Doğruca Kâbe’ye giderek onunla birlikte tavafta bulundu. Sonra da Sevgili Peygamberimizi götürüp annesine teslim etti.[1]
Bilâhare, Ab­dül­mut­ta­lib, sevgili torununa kavuşmanın sevinç ve saadet bayramını kutlamak üzere, kurbanlar kes­tirerek Mekkelilere güzel bir ziyafet çekti.
Artık Peygamber Efendimiz, aziz annesinin sıcak kucağında, şefkatli kolları arasında, mesut ve mütevazı evin­de idi.
Sütanne Halîme, Saadet Güneşini Mekke’de bırakıp yurduna dön­dü. Fakat ne o Efendimizi, ne de Efendimiz onu hayatı boyunca unutmadı. Kendisini dört sene gibi uzun bir zaman kucaklayan ve saran kollara karşı hürmetini, saygısını hiçbir zaman yitirmedi. Onu, her gördüğünde, “Anneciğim!” diye, saygı ve hürmetle çağırır, kendisine ihsan ve ikramda bulunurdu. İhtiyacının olup olmadığını sorar, varsa hemen gidermeye çalışırdı.
Aradan uzun zaman geçecek, yine Sa’doğulları yurdunu, bir yıl, kıtlık ve kuraklık saracak. Bu kıtlık ve kuraklığın dehşetine dayanamayan Halîme, çıkıp Mekke’ye gelecek ve Resûl-i Ekrem Efendimizle görüşmek isteyecektir.
Kâinatın Efendisiyle görüşen Halîme, kendisine yurdundaki kıtlık ve ku­rak­lıktan şikayet eder. Zengin ve zengin olduğu kadar da kadîrşinas ve ha­yır­sever olan pâk zevcesi Hz. Hatice, derhal Halîme’ye kırk koyun, binmek ve yüklerini taşımak için bir de deve verir.
Yine bir hayır ve vefa örneği: Efendimizin süt kardeşlerinden biri de Şeyma idi. Sa’doğulları yurdunda, Şeyma ile çok tatlı günler geçmişti.
Bu tatlı hatıralardan seneler sonra, Huneyn Savaşı’nda, Şey­ma da, Müslü­manlar tarafından alınan esirler arasındaydı. Şey­ma, ken­disini tanıtınca, bir kız kardeşe gösterilmesi gereken alâkanın en üstününe Peygamber Efendimiz tara­fından mazhar oldu.
Peygamber Efendimiz, Sa’doğulları yurdunda sütanne Halîme’­nin yanında geçen günlerinin hatıralarını ashabına zaman zaman anlatır ve şöyle derdi:
“Ben, aranızda en halis Arabım. Çünkü Ku­reyşliyim. Aynı zamanda, Benî Sa’d b. Bekir yanında süt emdim ve li­sanım da onların lisanıdır.”[2]

Peygamber Efendimiz Annesinin Yanında

Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, süt annesi Halîme tarafından annesi Hz. Âmine’ye teslim edildiğinde dört yaşını bitirmiş, beş yaşına ayak basmıştı.
Takvim yaprakları, Milâdî 575 yılını gösteriyordu.
Aziz annenin kalbine, henüz evliliklerinin ilk aylarında ebedî âleme göç eden kocası Abdullah’ın ayrılık acısı, ızdıraptan bir yumak gibi oturmuştu. Bu ızdırabı az da olsa hafifleten tek teselli kaynağı vardı: Biricik oğlu Muhammed (a.s.m.).
Hz. Âmine, olanca şefkat ve muhabbetiyle nur yavrusunu sarmaya çalışı­yor, ona babadan yetim kalışın da acısını bu şekilde hatırlatmamaya gayret edi­yordu!
Peygamber Efendimiz, Mekke’deki mütevazı evin ışığıydı, bereketiydi, gülüydü, huzur ve sevinci idi. Bu küçük yaşta bile annesine yardım etmekten asla geri durmuyordu. Hele, temizliğe dikkat edişine aziz annesi hayrandı!
O, sadece annesine karşı değil, tanıdıklarının hepsine karşı yardımsever ve hürmetkâr idi. Arkadaşlarının yardımına koşmaktan zevk alırdı. Bu sebeple, arkadaşları da onu sever, sayar ve kendisiyle gezip dolaşmaya adeta can atar­lardı.
Evet, Cenab-ı Hak, peygamberlik yüksek ve kutsî vazifesiyle me­mur ede­ceği resûlünü, böylece en güzel şekilde büyütüyor ve en mükemmel surette terbiye ediyordu!

Baba Kabrini Ziyaret

Kâinatın Efendisi, altı yaşında.
Bu sırada Hz. Âmine’nin içine Medine’yi ziyaret arzusu doğdu. Maksadı; Ab­dül­mut­ta­lib’in annesi tarafından kendilerine dayı gelen Adiyy b. Neccaro­ğullarını görmek, hem de orada medfun bulunan bahtiyar kocasının kabrini zi­ya­ret etmekti.
Bu maksatla hazırlıklar yapıldı. Günü gelince Mekke’den biricik oğlu ve dadısı Ümmü Eymen’le birlikte hareket etti. Âmine’nin âlemi şen ve neşeli ol­ması lâzım gelirken, bilâkis hüzünle kaplı idi. Sanki bir daha bu mukaddes beldeye ve bu Saadet Güneşinin doğuşuna sahne olan mübarek eve kavuşma­yacakmış gibi, tekrar tekrar dönüp Mekke’ye bakıyordu!
Mevsimin en sıcak günlerinde yaptıkları yorucu bir yol­cu­luktan sonra Me­dine’ye vardılar. Efendimizin dayısı oğul­larından Nabi­ga’nın evine indiler.
Hz. Âmine, bu evin avlusunda bulunan aziz kocasının kabrinin başına göz­yaşları içinde yıkılıverdi. Gözyaşları, Abdullah’ın kabrinin toprağını bol bol su­ladı.
Peygamber Efendimiz de, ilk defa ruhunda yetimliğin acısını bu manzara karşısında duydu. O da, muhterem pede­rinin kabrine damla damla gözyaşı serpti.
Sanki bu damlalar, Hz. Abdullah’a bir gül demeti yerine tak­dim ediliyordu!

PEYGAMBERİMİZİN, YAHUDİ ÂLİMLERİNİN DİKKATİNİ ÇEKMESİ

Medine’de geçirdikleri tatlı günlerinin birinde, Peygamberimiz, dadısı Üm­mü Eymen’le kaldıkları evin kapısı önünde oturuyordu. Oradan geçen ruhanî kı­yafetinde iki Yahudi, birden dikkatlerini onun üzerine diktiler. Peygamberi­miz, bu bakışlardan rahatsız olmuş gibi içeri girdi.
Yahudiler, geçip gitmediler ve Ümmü Eymen’e yaklaşarak sordular: “Bu ço­cuğun adı nedir?”
Ümmü Eymen, onları tanımıyordu. Art niyetli olabilirler ihtimâlini göz önünde bulundurarak, “Niçin soruyorsunuz?” de­di.
Adamlar itimat telkin eder konuştular: “Bizim tanıdığımız bir çocuğa ben­ziyor da onun için sorduk. Lûtfen söy­ler misiniz, onun adı nedir?”
Ümmü Eymen, davranışlarından ve konuşmalarından pek korkulacak kim­se­ler olmadığı kanaatine varınca, “Onun adı Ahmed’­dir” dedi.
İki Yahudi, bu cevap üzerine, aradıklarını bulmuş gibi bir­birlerine tebes­sümle bakıştılar. Sonra içlerinden biri, Ümmü Ey­men’e yalvardı: “Ne olur, onu buraya biraz çağırır mısın?”
Ümmü Eymen, tekrar tereddüde kapıldı. Neden, niçin isti­yor­lar­dı? Fakat adam bu tereddüdü şu sözleriyle izale etti:
“Bizler” dedi. “İyilikten başka bir şey düşünmeyen insanlarız. Kimseye za­rar vermeyiz. Allah için onu seviyoruz ve senden, çağırmanı istiyoruz.”
Ümmü Eymen, arzularını reddetmedi. İçeri girdi. Biraz sonra Pey­gamberi­mizle birlikte çıkıp geldi.
Peygamberimizi görür görmez iki Yahudi de yerlere kadar eğildiler. Sonra da sevgi ve hürmet karışığı bir eda içinde Efendimize yaklaştılar. Onu tepeden tırnağa süzdüler. Sonra sır­tını açtılar, baktılar.
Her ikisinin heyecan ve hayretleri gözlerinden okunuyordu. Biri­nin diğe­rine şöyle dediğini, Ümmü Eymen duydu:
“İşte, bu çocuk, bu ümmetin peygamberidir! Bu şehir de onun hic­ret ede­ce­ği yerdir. Bu memlekette çok şiddetli savaşlar, hicretler ve büyük işler ola­cak­tır.”[3]
Bu sözlerinden sonra ikisi de uzaklaşıp gittiler.
Yine rivayete göre Resûl-i Ekrem Efendimiz yüzmeyi, bu ziyareti esnasında Benî Neccâr Kuyusu denilen suda öğrenmiştir.[4]

___________________________________________________________________

[1] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 176.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 176; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 113; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 96.
[3] İbn Sa’d, Tabakat, c, 1, s. 116.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 116.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget