Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Hz. Hatice, Kâinatın Efendisini çocukluğundan beri tanıyor­du. Ticaret mal­la­rının başında Şam’a göndermesi ise, onu daha da yakından tanımasına vesile olmuştu.
Dul olan Hz. Hatice o sırada, Ku­reyş kadınları arasında soy sop, şeref ve zen­ginlik bakımından en üstün mev­kiye sahip bulunuyordu. Aynı zamanda, Cenab-ı Hak, Ce­mîl ismiyle, pek az kadına nasip olacak bir güzelliği de kendi­sine ihsan etmişti.
O âna kadar, kabilesinden birçok kimse evlenmek için kapısını çalmış ise de, o bunların hiçbirini kabul etmemişti.[1]Adeta, evlen­me­yi düşünmüyor gi­biydi.
Ne var ki kader şimdi karşısına bambaşka bir şahsiyet çıkarmıştı: Ruhun­daki güzellikler yüzüne aksetmiş, gönlündeki sevgi simasında tebessüme kal­bolmuş, zihnindeki derin düşünce dışarıya ciddiyet ve samimiyet şeklinde tezahür etmiş müstesna bir insan...
Daha önce bütün Ku­reyş büyüklerinin evlenme teklifini reddeden ve adeta evlenmek fikrini zihninden atmış bulunan Hz. Hatice, bu eşsiz insanla daha ya­kından tanışınca, bu fikrinden vazgeçti.
İlâhî kader, bu iki insanın kalbini birbirine ısındırmayı takdir et­mişti. Her şeye rağmen Ku­reyş’in ileri gelenleri ve zenginleri, kaderin çizmiş olduğu bu programı bozamamışlardı.

Hz. Hatice’den Gelen Teklif

Evlenme teklifi, bizzat Hz. Hatice’den geldi. İffeti ve namusunu koruması se­bebiyle Câhiliyye devrinde bile tertemiz kadın manasına gelen “Tâhire” la­ka­bıyla anılan Hz. Hatice’den...
Teklifi getiren, Hz. Hatice’nin yakın arkadaşı Münye kızı Nefîse ile Pey­gam­be­ri­miz arasında şu konuşma geçti:
“Ey Muhammed! Seni hangi şey evlenmekten alıkoyuyor?”
“Elimde evlenecek kadar para yok!”
“Eğer bu temin edilse ve sen, mala, güzelliğe, şeref ve denkliğe çağrılsan icabet eder misin?”
“Kimdir bu?”
“Hüveylid’in kızı Hatice...”
“Ama, bu nasıl olabilir?”
“Orasını ben bilirim!”
“O halde, dilediğini yaparım.”[2]
Nefise, sevinç içinde, Kâinatın Efendisiyle konuştuklarını, gelip Hz. Ha­tice’ye iletti.
Hz. Hatice’nin sonsuz memnuniyeti, yüzündeki tebessümlerden okunu­yor­du. Nefise’yle birlikte sevinç ve memnuniyetlerini yaşadıktan sonra, Pey­gam­be­ri­mize, “Ey amcam oğlu! Sen, benim akrabam olduğun,[3]kavmin için­de şerefli, güvenilir kimse, güzel huylu, doğru sözlü bu­lunduğun için seninle ev­len­meyi arzu ediyorum” diye haber gönderdi.[4]
Teklifi alan Efendimiz, durumu amcası Ebû Tâlib’e bildirdi.
Ebû Tâlib, teklifi tahkik etti. Hz. Hatice’nin böyle bir evliliği arzu ettiğini, biz­zat kendisinden öğrendi.

Düğün Merasimi

Düğün merasiminin tarihi, bizzat Hz. Hatice tarafından tespit edildi. Mera­sim de onun evinde yapılacaktı.
Tespit edilen tarihte, Resûl-i Ekrem Efendimiz, amcaları, hala­ları ve Hâşi­moğullarının ileri gelenlerinden bazılarıyla birlikte Hz. Hatice’nin evine geldi.
Güzel bir düğün merasimi için gereken her şey, bizzat Hz. Hatice tarafın­dan temin edilmişti. Koyunlar kesilmiş, yemekler hazırlanmıştı.
Yemekler yendikten sonra, âdet olduğu üzere sıra, iki taraf büyüklerinin ko­nuşmasına geldi. Hz. Hatice’nin babası, Ficar Harbi’nde ölmüştü. Bu sebeple onu temsilen merasime, amcası Amr b. Esed katılmıştı.
Geleneğe göre, ilk konuşmayı yapmak üzere Ebû Tâlib ayağa kalktı ve şöyle dedi:
“Allah’a hamdolsun ki bizi, İbrahim’in zürriyetinden, İsmail’in sulbünden, Maad’ın mâdeninden, Mudar’ın aslından vücuda getirdi. Bundan sonra, asıl maksada gelir ve derim ki:
“Kardeşimin oğlu Muhammed b. Abdullah; ki akrabanız olduğu malûmu­nuzdur. Onunla Ku­reyş’ten hiçbir genç tartı­lamaz, ölçülemez! Bu, şeref ve asâ­letçe, akıl ve faziletçe onların hepsinden üstün gelir!
“Gerçi, malı azdır. Fakat mal dediğin nedir ki? Geçici bir gölge, bir perde, alınır verilir iğreti bir şey!
“Allah’a yemin ederim ki bundan sonra onun mertebesi daha da büyüye­cek, daha da yükselecektir!
“Şimdi o sizden, kızınız Hatice’yi zevceliğe istemekte, muaccel ve müeccel mehir olarak da yirmi erkek deve vermeyi taahhüd etmektedir.”
Ebû Tâlib konuşmasını bitirince de, Hz. Hatice’nin amcasının oğlu Varaka b. Nevfel ayağa kalktı ve şöyle konuştu:
“Allah’a hamdolsun ki bizi de, anlattığın gibi yarattı; say­dıklarından daha fazlasıyla bize üstünlük verdi. Biz de sizinle hısımlık kurmak ve şereflenmek istiyoruz!
“Ey Ku­reyş topluluğu! Şahit olunuz ki ben, Huvey­lid’­in kızı Hatice’yi, şu kadar mehirle Muhammed b. Abdullah’­la ev­lendir­dim!”
Varaka b. Nevfel konuşmasını bitirdikten sonra, Ebû Tâlib, Hz. Hatice’nin am­cası Amr b. Esed’in de muvafa­ka­tı­nı istedi. Amr da ayağa kalkarak, “Ey Ku­reyş topluluğu! Şahit olunuz ki ben de Muhammed b. Abdullah’a Hüvey­lid’­in kızı Hatice’yi nikâladım!” diye konuştu.
Böylece, Kâinatın Serveri Efendimiz ile Ku­reyş kadınlarının, ne­seb, şeref ve zenginlik bakımından en üstünü bulunan Hü­vey­lid’­in kı­zı Hz. Hatice-i Kübra zevc-zevce ilan edilmiş oldular. O sırada Resûl-i Ekrem Efendimiz yirmi beş, Hz. Hatice ise kırk yaşlarında bulunuyordu. Evlilikleri Milâdî tarihle 595 yılına rastlıyordu. Yani, Efendimizin nübüvvetinden on beş yıl önce...
Bundan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, muhterem zevcesini alarak Ebû Tâlib’in evine geldi. Burada velime, yani düğün cemiyeti yaptı; iki deve kesti­re­rek halka yemek ziyafeti verdi.
Ebû Tâlib de, bu mesut hadisenin hatırı için develer kestirdi ve halka ye­mek­ler yedirdi. Sonra da, Pey­gam­be­ri­mizle âilesini evine davet etti.
Onları karşılamaya çıktığında, sevinç gözyaşları arasında Allah’a hamdedi­yor­du: “Hamdolsun Allah’a ki bizden bütün üzüntüleri yok etti!”
Efendimiz ile ona ilk hanım olma şerefini kazanmış bulunan Hz. Hatice, Ebû Tâlib’in evinde ancak birkaç gün kaldılar. Sonra tekrar Hz. Hatice’nin evi­ne döndüler. Artık mesut hayatlarını burada geçireceklerdi.
Kâinatın Efendisi Pey­gam­be­ri­miz, kendisine “Hatice-i Küb­ra” de­diği bu asil ve tâhire kadın hayatta olduğu müd­detçe baş­ka bir ka­dınla evlenmedi.[5]Her türlü teselliyi ve en parlak saa­deti bu huzurlu evinde buldu.
Peygamber Efendimize, babasından miras olarak pek bir şey kalmamıştı. Uzun zamandır himâyesinde bulunduğu Ebû Tâlib ise, fakir ve zaruret içinde idi. Bu bakımdan, Hz. Hatice’yle evleninceye kadar bin bir meşakkat ve zah­met içinde hayat sürmüştü.
Hz. Hatice’yle evlendikten sonra, onun servetini ticarette kullandı ve bir de­rece genişliğe kavuştu. Fakat zevcesi bol ser­vet sahibi iken o yine israfa, göste­riş ve lükse kaçmadı. Eski mütevazı ve sâde hayatına yakın bir yaşayışı devam et­tirdi. Üstelik, dünya malına da kalbinde yer vermiyordu. Onun o yüce ru­hu­nu bambaşka ulvî ve kutsî duygular istilâ etmişti. Dünya ve içindekilerin mu­habbeti, o ulvî duyguları söküp atmaya hiçbir zaman muktedir olamı­yor­du.
Daha sonra, Hz. Hatice-i Kübra’dan, Resûl-i Ekrem Efen­dimizin sırasıyla Kà­sım, Zeyneb, Rukiyye, Fâtıma, Ümmü Gülsüm, Abdullah adında altı çocuğu oldu. Oğlu Abdullah, Tayyib ve Tâhir isimleriyle de anılırdı.[6]
Bu mesut aile yuvasında Kâinatın Efendisi ile Hz. Hatice, en ulvî duygu­larla birbiriyle kaynaşmışlardı. Âlî yuvasında hâkim olan, karşılıklı emniyet, sa­mimi hürmet ve muhabbet idi. Hz. Hatice, Kâinatın Efendisi kocasından on beş yaş büyük ol­masına rağmen, yüce şahsiyetinden dolayı kendilerine karşı son derece nâzik, duygulu ve itinalı davranıyordu. Peygamber Efendimizin şe­refli hanımına karşı muhabbeti de fazlaydı. Öyle ki vefatından sonra bile hiçbir vakit muhabbetini kalbinden atmadı, gönlünün en mûtena köşesinde ebedî be­raberliğe kadar sakladı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Hatice’nin kerem­kâr­lı­ğı­nı, hayırseverliğini ve kendisine yaptığı büyük yardımı her zaman ya­d e­derdi. Bu yad ediş, Hz. Âişe validemize, “Hatice-i Kübra’­dan başka, Nebiyy-i Ekrem’in zevcelerinden hiçbi­rini kıskanmadım!”[7]dedirtecek ve onun kıskançlık damarını tahrik edecek ka­dar fazla idi.
Nasıl yâdetmezdi ki? Yedi çocuğundan biri hâriç diğerlerinin annesi o idi. Herkes ona düşman iken, ona dost elini uzatan, o idi. Her türlü ızdırap ve sı­kıntı karşısında kendisini teselli eden, o idi. Herkesin ona arka çevirdiği bir zamanda yanı­ba­şından ayrılmayan, o idi.
Elbette, böylesine yüksek duygu ve meziyetler sahibi zevcesini, Peygamber Efendimiz hiçbir zaman unutmayacak ve onu her zaman hayırla yad edecekti.

___________________________________
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 201; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 131.
[2] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 131.
[3] Baba tarafından Hz. Hatice’nin soyu Peygamberimizin baba tarafından dedesi olan Kusay’da bir­leştiği gibi, annesi tarafından da soyu yine Resûl-i Ekrem Efendimizin baba tarafından dede­si olan Lüey’de birleşir.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 200-201; Taberî, Tarih, c. 2, s. 197
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 201.
[6] Ebu’l-Kàsım Abdurrahman es-Süheylî, Ravdu’l-Ünf, c. 1, s. 214.
[7] Müslim, Sahih, c. 7, s. 133.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Mekke halkının meşguliyetleri başında ticaret geliyordu. Ebû Tâlib de bir müddet ticaretle uğraştı. Ancak kıtlık kuraklık yıllarının başgöstermesi, kabile savaşlarının birbirini takip et­mesi ve aile efradının fazla oluşu gibi sebepler yüzünden ticaret yapabilecek malî kuvveti pek kalmamıştı. Bu yüzden, Efen­di­mizi de yanına alarak yaptığı Suriye seyahatinden sonra bir daha ticaret ker­vanlarına katılma imkânını elde edemedi. Mekke’nin içinde bazı işler yap­mak­la geçinip gidiyordu.
Mekke’de Nebiyy-i Ekrem Efendimizin akrabalarından zen­gin bir dul kadın vardı: Hatice binti Hüveylid... O, servetiyle ticaret kervanlarına ortak olu­yordu.
Peygamber Efendimiz, yirmi beş yaşında bulunduğu sırada, Ku­reyş yine Şam’a göndermek üzere bir ticaret kervanının hazırlığı içindeydi. Bu kervana Hz. Hatice de, mallarıyla iştirak edecekti. Her seferinde olduğu gibi bu defa da mallarının başında gön­derecek emin ve sağlam adamlar arıyordu.
Geçim sıkıntısı içinde kıvranıp duran Ebû Tâlib, bunu duydu. Himâyesinde bulunan yeğeni Nebiyy-i Muhterem Efendimizi yanına çağırarak, kendisine açılmak zorunda kaldı ve şöyle konuştu:
“Ey kardeşim oğlu! Mal ve mülk sahibi olmadığımı biliyorsun. Şiddetli kıt­lık ve kuraklık, elimizi avucumuzu kuruttu; bizde ne ticaret bıraktı, ne de kal­kacak, kımıldana­cak güç ve derman... Bak, kavminin ticaret kervanı Şam’a git­meye hazırlanıyor. Hüveylid’in kızı Hatice de, bu ker­vana yükleyeceği mallar­la katılacak ve mallarıyla birlikte de kavminden bazı kimseler göndere­cektir. Hatice, ticaretle uğraşan, serveti bol ve başkasının da bu servetten isti­fade et­mesini isteyen bir kadındır. Senin gibi emniyet edilen temiz, vefalı bir insana, onun bu konuda ihtiyacı vardır. Gidip bu hususu kendisine anlatsan, herhalde dürüstlüğün ve üstün meziyetlerinden dolayı seni başkaları­na tercih edecek­tir!”
Bu konuşmasının ardından endişesini de üzüntü içinde belirtti: “Gerçi, seni Şam’a göndermekten çekiniyorum; Yahudilerin sana bir zarar vermesinden de korkuyorum! Ama ne yapayım ki geçimimizi temin konusunda, bundan başka hatırıma gelen bir fikrim de yok.”[1]
Amcasına, “Amcacığım, sen nasıl istiyorsan öyle yap” cevabında bulundu.
Ebû Tâlib’le Resûl-i Ekrem Efendimiz arasında geçen konuş­ma, Hz. Ha­ti­ce’ye ulaştı. Nebiyy-i Mükerrem’in doğru söz­lü, güvenilir, emniyetli, üstün ah­lâklı olduğunu bilen Hz. Hatice, hemen haber göndererek çağırttı, kendisine şöyle dedi:
“Ben, seni Şam’a gidecek ticaret mallarımın başında gön­der­mek istiyorum. Senin doğru sözlü, son derece güvenilir ve güzel ahlâklı olduğunu biliyorum. Sana, kavmim­den hiçbir kimse­ye vermediğim yüksek bir ücret vereceğim!”
Peygamber Efendimiz, teklifi amcası Ebû Tâlib’e haber verdi. Bu­na son de­rece sevinen amcası, “Bu, Allah’ın sana ihsan ettiği bir rızıktır!” diye konuştu.
Ebû Tâlib, ücreti tayin etmeden yola çıkılmasını münasip görmediğinden, Efendimize, gidip bizzat Hz. Hatice’yle bu hu­susu konuşmasını söyledi. Ancak Peygamber Efendimiz, bunu istemediğini belli etti. Bunun üzerine Ebû Tâlib kendisi bizzat giderek, “Ey Hatice!” dedi. “Biz işittik ki sen filanı iki erkek de­ve vermek üzere tutmuşsun. Biz, Muhammed için dört erkek deveden aşağısına râ­zı olmayız!”
Efendimiz gibi son derece itimat edilir birini bulan Hz. Hatice sevinç içinde, “Ey Ebû Tâlib!” dedi. “Sen çok kolay ve hoşa gidecek bir ücret dilemiş bulunu­yorsun! Bundan daha fazlasını isteseydin bile ben yine kabul ederdim!”[2]
Haliyle Ebû Tâlib, bu sözlerden fazlasıyla memnun oldu.
Hz. Hatice, kölesi Meysere’yi de Re­sû­lul­lah Efendimizin emrine verdi ve ona şu tembihte bulundu:
“Sana ne emrederse derhal itaat edeceksin, hiçbir fikrine kar­şı ay­kırı iş görmeyeceksin, bir dediğini iki etmeyeceksin ve her halini bana bildireceksin!”
Kervanın yola çıkması için bütün hazırlıklar tamam­lan­dı. Ebû Tâlib ile Efen­dimizin halaları da, onu uğurlamaya geldiler ve kervanda bulunanlara onunla ilgilenmelerini rica ettiler.
...Ve kervan yola çıktı.
Ticaret kervanı üç aylık yorucu bir yolculuktan sonra, Şam topraklarına vardı. Kervana iştirak edenlerin her biri, Busra panayırının münasip yerlerine tezgâhlarını kurdular. Kâinatın Efendisi ise, oradaki manastıra yakın bir zeytin ağacının altına indi.

Rahip Nastûra ve Efendimiz

Efendimizin daha önceki Şam seyahati sırasında manastırda bulunan Rahip Bahîra, ölümüyle yerini Nastûra adındaki rahibe bırakmıştı.
Efendimizin, zeytin ağacının altına inmesi, pencereden gelen ka­fileyi seyre­den rahibin dikkatinden kaçmadı. Önceden tanıştığı Meysere’yi yanına çağırdı ve ağacın altında konaklayanın kim olduğunu sordu.
Meysere, “O, Ku­reyş ve Mekke halkından bir zâttır” cevabını verdi.
Nastûra, bir anlık bir düşünceye daldı. Sonra da Mey­sere’yi hayretler içinde bırakan fikrini açıkladı: “O ağacın altına şimdiye kadar (bu vakitte) peygam­berden başka kimse inmemiştir.”[3]
Daha sonra Meysere’ye şu suali yöneltti:
“Onun gözünde biraz kırmızılık var mıdır?”
Meysere’den “Evet” cevabını alınca, teşhisini kesinleştirdi: “O, peygamber­dir, hem de peygamberlerin sonuncusu­dur!”[4]
Meysere, heyecan ve hayretinden şaşkına döndü. İstikbâlin peygamberinin hizmetinde bulunma saadet ve sevinci, vücudunun bütün zerrelerine bir anda yayıldı. Tabii, rahibin söyledikleri de hâfızasına nakşoldu.
Satışlar tamamlanmış ve alınacaklar alınmıştı. Bir de baktılar ki Peygambe­rimiz herkesten ziyade kârlı bir ticaret yapmış.[5]Bu sefer Meysere’nin hayre­tine, kafiledekilerin de hayret ve şaşkınlığı katıldı.
Kervan, Busra’dan ayrılarak Mekke’ye doğru yola çıktı.

Melekler Gölge Ediyor!

Kervan, sıcak kumlar üzerinde Mekke’ye doğru yol alıyordu. Kızgın güneş, ateşten oklarını yere saplamakta idi. Fakat bu da ne? Meysere, gözlerine inana­mıyordu. Tekrar tekrar açıp kapatıyordu gözlerini... Acaba yanlış mı görü­yordu?
Ama hayır! Gördüğü, ne hayal, ne de gözlerindeki bir yanılmanın eseri idi; tamamıyla gerçekti: İki melek, kavurucu sıcaktan rahatsız olmaması için, bulut tarzında Kâinatın Efendisi üzerinde gölgelik ediyordu.[6]
Meysere, hayranlık ve heyecanından yerinde duramaz hale gelmişti. Güne­şin sıcaklığı, bu garip hadisenin mûnis sıcaklığı yanında artık ona pek de tesir etmiyordu. Ne var ki Nur Muhammed’e (a.s.m.), bu olup bitenleri ve duy­duklarını anlatma cesaretini kendinde bir türlü bulamıyordu! Hayretini, heye­canını ve şaşkınlığını hep içinde saklıyor, dışa aksetmemesi için var gücünü sarfe­di­yor­du.
Artık kervan, Mekke’den görülmeye başlanmıştı.
Hz. Hatice, evinin damında, Ku­reyş kadınlarıyla birlikte, gelen kafileyi göz­lü­yordu. Herkes gibi o da hayret içinde idi! Gelen, Muhammed ve Mey­se­re’dir. Ya Muhammed’in (a.s.m.) başı üzerinde gelenler ne? Gözleri yan­lış mı gö­rü­yor? Hayır, o da gerçeğin ta kendisini görüyordu ve yine iki melek, Kâi­na­tın Efendisi üzerinde gölgelik ediyorlardı. Hatice, heyecan içinde yanın­daki ka­dınlara da bu garipliği gösteriyordu:[7]“Bakın, bakın, Muhammed me­lekler ta­ra­fından gölgeleniyor!”
Kervan Mekke’ye ulaştı. Peygamberimiz, malları Hz. Hatice’ye teslim etti. Hatice de getirilen malları yüksek bir kârla sattı.[8]Meysere, müşâhedelerini an­latıyor...
Meysere, bu yolculuk esnasında Kâinatın Efendisinden çok şey görmüş, çok şey öğrenmişti.
Her şeyden önce, temizliğe son derece riayet ediyordu, ahlâkı mükemmeldi, doğru sözlüydü, arkadaşlığı samimi ve ciddiydi. Ticaretteki dürüstlüğüne di­yecek yoktu.
Bütün bunları, Rahip Nastûra’nın söylediklerini ve yolda gördüğü garipliği, Meysere bir bir Hatice’ye anlattı.
Hz. Hatice’nin yirmi beşindeki bu gence karşı hayranlık ve alâkası artık son haddine varmıştı. Meysere’den duyduklarını ve kendisinin gördüğünü, vakit ge­çirmeden amcası oğlu Varaka b. Nevfel’e nakletti.
Varaka, bilgili bir Hıristiyandı. Putperestliğe taraftar de­ğildi. Kendi halinde yaşlı ve aklı başında bir insan idi.
Hatice’den duydukları karşısında o da hayretini gizleyemedi: “Eğer bu söy­lediklerin doğru ise, şüphesiz Muhammed bu ümmetin peygamberidir! Ben, zaten bu ümmetten bir peygamberin çıkacağını biliyor ve onu bekliyor­dum. Bu zaman, onun tam zamanıdır!”[9]
Bu ifade ve itiraf karşısında Hz. Hatice’nin gönlü sevinçle doldu.

____________________________________________________________________
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 129-130.
[2] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 130.
[3] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 199; İbn Sa’d, Tabakat, c, 1, s. 130; Taberî, Tarih, c. 2, s. 196.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 130; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 122.
[5] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 130.
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 200; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 130; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 196.
[7] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 200; İbn Sa’d, a.g.e., s. 130-131.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 200; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 197.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 203; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 123; İbn Kesir, Sîre, c. 1, s. 267.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Peygamber Efendimiz, yirmi yaşında.
Son Ficar Harbi’nde, çok kimse hayatını kaybetmiş, oluk oluk kan akmıştı. Bununla, Arap kabileleri arasındaki düş­manlık duygusu daha da bilenmişti. Her an basit sebepler yüzünden büyük hadiseler çıkabilir, adam öldürülebilir, kabileler birbirine saldırabilir durumuna gelinmişti.
Mekke’de, dışarıdan gelen yabancılar için can, mal ve namus emniyeti diye bir şey kalmamıştı. İsteyen, istediği yabancının malını alıyor, karşılığında tek kuruş ödemiyordu. Âciz ve güçsüzler her türlü zulme maruz kalıyor ve bun­lara karşı koyma cesaretini gösteremiyorlardı.
Bu vahşet saçan manzaraya bir çare bulunması gerekiyordu. İnsanlık haysi­yetine yakışmayan bu hareketlerin önüne geçilmeliydi. Fakat ne yapılmalıydı? Ne yapılabilirdi?
Namus ehlinin, haksızlık karşısında vicdanı ızdırap duyanların, cemiyetin emniyet ve âsâyişini düşünüp duranların halletmek istedikleri meselelerdi bunlar!

Zebidlinin Gasp Edilen Malı!

Bardağı taşıran son damla, Yemen’in Zebid kabilesinden birinin bir deve yükü malının, şehrin ileri gelenlerinden Âs. b. Vâil tarafından gasp edilmesi hadisesi oldu.
Zebidlinin yardım istemek maksadıyla çaldığı her kapı, yüzüne kapatılı­yor­du. Sonunda, Ebû Kubeys dağına çıkarak, uğ­radığı zulüm ve hakareti Ku­reyş­li­lere yüksek sesle bildirmeyi denedi ve bu yüksek tepeden şehir halkını yar­dı­ma çağırdı.[1]
Bu davet, cemiyetin perişan halini düşünen kafaları uyandırdı. Derhal bir araya toplanarak, bu yolsuzluklara, bu gayri­meşru davranışlara çare aramaya koyuldular. Bu konuda başı çeken ve Mekke’nin hatırı sayılır büyüklerini bir araya getirmeye teşebbüs eden ilk şahıs, Peygamberimizin amcası Zübeyr ol­du.[2]
Hâşim, Muttalib, Zühre, Esed, Hâris, Teymoğullarının ileri gelenlerinden bir­çoğunun iştirakıyla, Mekke’nin zengin, itibarlı ve en yaşlısı sayılan Abdul­lah b. Cüd’a’nın evin­de toplanıldı ve “Hılfu’l-Fudûl” cemiyeti kuruldu.
Uzun uzadıya konuşup tartışıktan sonra, şu maddeleri karar altına aldılar:
1. Mekke’de —ister ehlinden, ister dışından olsun— zulme uğramış kimse bırakılmayacaktır.
2. Bundan böyle Mekke’de zulme asla meydan verilmeyecek, zâlime asla müsamaha ve fırsat tanınmayacaktır.
3. Mazlumlar zâlimlerden haklarını alıncaya kadar, mazlumlarla beraber hareket edilecektir.[3]
Cemiyet üyeleri, bu ahitleri üzerinde sebat edeceklerine dair de şöylece ye­minde bulundular:
“Denizlerin bir kıl parçasını ıslatacak suları kalmayıncaya, Hira ve Sebir dağı yerlerinden silinip gidinceye, Kâbe’de istîlâm ibadeti [Kâbe’nin tavafı sı­ra­sında Hacerü’l-Esved’e el sürülmesi ve izdiham dolayısıyla bizzat el sürü­lemiyorsa uzaktan selamlama işaretinin ya­pılması] ortadan kalkıncaya kadar bu ahdimizde sebat edeceğiz.”[4]
Kurulan bu cemiyete “Hılfu’l-Fudûl” adı verildi.
Sebebi şöyle izah ediliyor:
“Hilf” yemin, “Fudûl” ise fâzıllar demek.
Mekke’de bulundukları bir sırada Cürhümî kabilesinden Fazl isminde iki ki­şi ile Katüra kabilesinden Fudayl adında biri, “şehirde, zulme ve tecavüze mey­dan vermemek” hususunda yeminde bulunmuşlardı.
Ku­reyş ileri gelenleri de, bunlara benzer sebeplerden dolayı bir araya gelip karar aldıklarından, “Fâzıllar” hadisesini hatırlama babında bu cemiyete “Hılfu’l-Fudûl” denildi.[5]
Cemiyetin ifa ettiği ilk iş, Yemenli Zebidlinin, ticaret mak­sadıyla getirdiği malın Âs b. Vâil’den geri alınması oldu.
Sevgili Peygamberimiz de, henüz yirmi yaşında bir genç olmasına rağmen, yaşlılardan teşekkül eden bu cemiyete amcalarıyla birlikte katılmış ve zulme karşı birleşmede oyunu müspet olarak kullanmıştır.
Bu, Efendimizin genç yaşından beri derin düşünceye sahip olduğunun, zulme karşı nefret duyduğunun ve henüz o zamandan be­ri kavmi ve kabilesi arasında büyük bir itibara sahip bulunduğunun ifadesidir.
Şefkat ve merhamet timsâli zât, elbette peygamberlikle vazifelendirilmeden evvel de mazlumun imdadına koşacak, bu hu­susta gösterilen gayretlere yar­dımcı olacaktır. Çünkü o, “güzel ahlâkı tamamlamak” maksadıyla gönderil­mişti. Öyle ise, güzel ahlâka vasıta olan her gayrete ken­di­si de katılacaktı.
Nitekim kendilerine İlâhî risâlet vazifesi verildikten son­ra da, mezkûr ce­miyete katılmış olmaktan duyduğu mem­nuniyeti şu ifadelerle beyan buyura­caktır:
“Abdullah b. Cüd’a’nın evinde yapılan yeminleşmede ben de bulundum. Bence o yemin, kırmızı tüylü develere sa­hip olmaktan daha sevimlidir! Ben, ona İslamiyet devrinde bile çağrılsam icabet ederim.”[6]
Resûl-i Ekrem Efendimizin bu sözü, günümüz Müslümanları için de bir öl­çüdür: Zulme ve ahlâksızlığın her tür­lüsüne karşı, isim ve şekli ne olursa ol­sun, mücadele ve­ren teşekkül ve cemiyetlere yardımcı olmak...

_________________________________________________________________

[1] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 91.
[2] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 128; Süheylî, a.g.e., c. 1, s. 91.
[3] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 141; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 129; Süheylî, a.g.e., c. 1, s. 93.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 129; Süheylî, a.g.e., c. 1, s. 93.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 142; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 129.
[6] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 141-142; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 129; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 94; İbn Kesir, Sîre, c. 1, s. 261.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget