Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Habbâb b. Eret, Ümmü Anmar adında İslam düşmanı bir kadının azatlı kö­le­siydi. Demirci idi, kılıç yapardı. Peygamber Efendimizle öteden beri görü­şür ve konuşurdu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz henüz Dârü’l-Erkam’a yerleşmediği bir sırada ge­lip Müslüman oldu.
O günlerde Müslüman olmak ve hele Müslümanlığını ilan etmek demek, malından ve canından olmayı göze almak demekti. Buna rağmen, Hz. Habbab, zerre kadar korku eseri göstermeden İslam’la şereflendiğini kahramanca ilan ve izhar etti.

İşkence

Ku­reyşli müşrikler, Müslüman olduğunu duyunca, onu da eziyet ve işken­ce­lere tâbi tuttular. Ümmü Anmar, hiddetinden çıldıracak gibiydi. Onu bağ­lat­tı, ateşte kızdırttığı demirle başını dağlattı. Hz. Habbâb, geçim vasıtası olan mes­leğiyle şimdi işkenceye uğruyordu! Ama nâfileydi! Onun gönlü iman ate­şiyle çoktan tutuşmuştu.
Bir gün çıkıp Re­sû­lul­lah’ın huzuruna geldi. Ümmü An­mar’­dan ve başının ızdırabından şikayet etti. Peygamber Efendimiz, “Yâ Rab! Habbab’a yardım et!” diye dua etti.
Bu duanın hemen akabinde Ümmü Anmar, şiddetli bir baş ağrısına mübtelâ oldu. Ağrının ızdırabından inler, dururdu. Sonunda kendisine, başını ateşle dağlaması tavsiye edildi. Hz. Habbab da bir müddet onun başını dağladı.

Hz. Habbâb, Ateş Alevi İçinde

Merhametten mahrum müşrikler, bir gün Hz. Hab­bâb’­ın gözleri önünde ko­caman bir ateş yaktılar. Onu ateşin üzerine yatırıp, ayaklarıyla göğsüne bastı­lar. Bir müddet öyle bıraktılar.[1]
Seneler sonraydı. Hz. Ömer, İslam’ın halifesi idi. Yanında Hz. Habbâb bulun­duğu bir sırada, İslam uğruna çektikleri eza ve cefayı kastederek, “Yer­yüzünde şu meclise bundan daha lâyık ve müstahak olan, sadece bir tek adam vardır” diye konuştu. Hz. Habbâb merak edip, “Yâ Emî­re’l-Mü’minîn! Kimdir o?” diye sordu.
Hz. Ömer, “Bilâl’dir” diye cevap verdi.
Hz. Habbâb, “Yâ Emîre’l-Mü’minîn! O benim kadar işkence çekmemişti! Çünkü müşriklerin eziyetlerinden Bilâl’i koruyan vardı. Benim ise, koruyucu hiçbir kimsem yoktu ve olmadı da...” dedikten sonra müşrikler tarafından ateş içine yatırılması­nı da şöyle anlatmıştı:
“Bir gün müşrikler beni tuttular. Ateş yaktılar. Ateşin içine beni sırtüstü ya­tırdılar. Sonra adamın biri göğsümün üzerine bastı. Yer soğuyuncaya kadar da beni bırakmadı!” Bu sözlerinden sonra da Hz. Habbâb, sırtını açtı. Ateş yanık­la­rından, sırtı alaca olmuştu!

Pey­gam­be­ri­mize Başvurması

Her türlü eziyet ve işkenceye rağmen Hz. Habbâb, iman ve İslami­yetinden zerre kadar tâviz vermiyor, Allah’­a ve Resûlüne sonsuz muhabbetini izhar et­mekten çekinmiyordu. O, bir köle idi. Müşriklerle başa çıkacak durumda de­ğildi. Maruz kaldığı eza ve cefalardan dolayı Re­sû­lul­lah’a başvurmaktan baş­ka elinden hiçbir şey gelmiyordu. Bir gün öyle yaptı. Efendimizin huzuruna çıka­rak, “Yâ Re­sû­lal­lah! Çektiğimiz şu işkencelerden kurtulmamız için Allah’a dua etmez misin?” dedi. Resûl-i Kibriya Efendimiz hem ibret, hem de müjde dolu şu cevabı verdi:
“Sizden önceki ümmetler içinde öyle kimseler vardı ki demir tarakla bütün derileri, etleri soyulup kazınırdı da bu işkence yine onu dininden döndüre­mezdi. Testereyle tepesinden ikiye bölünürlerdi de, yine bu işkenceler onları dinlerinden geri çeviremezdi. Allah, elbette bu işi (İslami­ye­ti) tamamlayacaktır ve bütün dinlerden üstün kılacaktır. Öyle ki hayvanına binip San’a’dan Hadramut’a kadar tek başına giden bir kimse, Allah’tan başkasından korkma­yacak, koyunları hakkında da kurt saldırmasından baş­ka hiçbir endişe duyma­yacaktır. Fakat siz acele ediyorsunuz.”[2]

Âs b. Vâil’e Verdiği Cevap

Hz. Habbâb’ın, azılı müşriklerden Âs b. Vâil’den mühim­ce bir alacağı vardı. Bir gün gidip alacağını istedi. Bu azılı müşrik, “Muhammed’i inkâr etmedikçe, sana olan borcumu ödemeyeceğim!” de­di. Hz. Habbâb, “Ben her şeyimden vaz­geçerim, yine de ölünceye kadar ve öldükten son­ra dirilinceye kadar onu red ve inkâr etmem!” diye cevap verdi. Bunun üzerine Âs b. Vâil, “Ben, öl­dükten sonra diri­lecek miyim? Eğer böyle bir şey olacaksa, sabret! Diriltilip malıma ve evladıma tekrar kavuştuğum o gün, sana olan borcumu öderim!”[3]diye küstahça konuştu. Âs b. Vâ­il’in bu sözleri üzerine Cenab-ı Hak, indirdiği ayet-i kerimelerde şöyle buyurdu:
“Şimdi şu ayetlerimizi ve ‘Elbette bana mal ve evlat verilecektir!’ diyen adamı gördün mü? O, gayba muttali mi olmuş? Yoksa Rahmân’ın huzurunda bir söz mü almış? Hayır, öyle değil. Biz, onun dediğini yazacağız ve azabını da çoğalttıkça çoğaltacağız! Ve o söy­lediği şeyleri hep elinden alacağız da, o bize tek başına gelecektir!”[4]
Hz. Habbâb, her türlü tehlikeyi göze alarak Müslümanlığını ilan ettiği gibi, çekinmeden yeni Müslümanlara Kur’an-ı Kerim’i okutmak ve öğretmekle de meşgul olurdu. Hz. Ömer, elinde yalın kılıç, eniştesi ve kız kardeşinin evine hı­şımla girdiği zaman da, yine bu fedakâr sahabe, onlara yeni inen ayetleri oku­yor ve öğretiyordu.

_____________________________________
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 165.
[2] Buharî, Sahih, c. 4, s. 238-239.
[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 164-165.
[4] Meryem, 77-80.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İslam’ın ebedî nuru, gizliden gizliye ruhları sarmaya ve gönülleri fethet­meye devam ediyordu. İlk Müslümanlar bütün samimi­yet­le­riyle Hz. Re­sû­lul­lah’ın muallimliğinde İlâhî davayı öğrenmeye ve yaşamaya çalışıyorlardı.
Peygamber Efendimiz, henüz davasını âşikâre ilan etmemişti; ama buna rağ­men, Mekke’nin dışında da birçok yerden, bek­lenen Son Peygamberin zu­hur ettiğine dair haber duyanlar vardı. Bunlar­dan biri de, Gıfar kabilesine men­sup Ebû Zerr idi.
Ebû Zerr, Câhiliyye devrinde de putlara tapmaktan nef­ret eden ve seneler­den beri hak ve hakikati arayan, Araplar­ın güzide şâirlerinden biriydi. Duy­duğu haber üzerine önce, aradığı rehber zâtın Mek­ke ufuklarında parlayan zât olup olmadığını anlamak maksadıyla kendisinden de üstün bir şâir olan kar­deşi Üneys’e, “Haydi, Mek­ke’ye, zuhur ettiği söylenen zâta git, kendisiyle bir gö­rüş ve onun hakkında bana haber getir” diyerek onu Mekke’ye gönderdi.
Üneys, kardeşinin bu tâlimatı üzerine Mekke’ye geldi ve Peygamber Efen­di­mizle görüşüp konuştuktan sonra geri döndü.
Ebû Zerr, “Ne haber getirdin? Halk onun hakkında ne söy­lü­yor?” diye sor­du.
Üneys, “Gördüğüm zât, halka iyilikte bulunmayı, kötülükten sakınmayı tav­siye ediyor ve güzel ahlâkı duyuruyor” dedikten sonra, sözlerine şöyle de­vam etti:
“Halk, ‘Şâirdir, kâhindir, sâhirdir’ diyor! Ama ben kâhinlerin sözlerini işit­tim. Onun söyledikleri kat’iyyen kâhinlerin sözlerinden değildir. Söyledikle­rini, şâirlerin de her türlü şiirleriyle kıyas ettim; aralarında hiçbir benzerlik görmedim. Onun söyledikleri şiirden başka, apayrı bir şey! Bundan sonra ona şâir demek kimsenin ağzına ya­kışmaz. Hülâsa, yeminle derim ki Muhammed (a.s.m.) sâdıktır; ona çeşitli ithamlara yeltenenler ise kâziptir, yalancıların ta ken­dileridir.”[1]
Ebû Zerr kardeşine, “Sen” dedi. “Beni rahatlatıcı fazla bir malumat getir­me­din. Ama yine de gidip onu bizzat görmeliyim!”
Üneys, onu ikaz etti: “Gitmesine git, ama kendini Mekke halkından kolla! Çünkü onlar Muhammed’e karşı düşman cephesi kurmuşlardır!”
Bundan sonra Ebû Zerr, eline asâsını, sırtına bir su kırbası ile bir azık da­ğar­cığı alarak yola düştü. Çölleri aşa aşa gelip Mekke’ye kavuştu ve doğruca Kâ­be’ye gitti. Resûl-i Ekrem’i aradı, fakat tanımadığı için bulamadı. Kimseye sor­­maya da cesaret edemedi; hem de uygun bulmadı. Çünkü kardeşinin de söy­­le­diği gibi, Mekke’de Müslümanlarla müşrikler arasında şiddetli bir müca­dele vardı ve Müslümanlar çok nâzik bir devreyi yaşıyorlardı.
Mescid-i Haram’da kalmaktan başka bir çaresi yoktu. Öyle yaptı. Açlığını ise zemzem suyu içerek gideriyordu.
Bir aralık Hz. Ali, onu Mescid-i Haram’ın bir köşesinde büzülmüş halde gördü. Yanından geçerken, kendi kendine, “Zannımca bu adam uzak bir yol­dan gelmiştir” diye konuşunca Ebû Zerr, “Evet” dedi. “Uzak bir yoldan gelmi­şim!”
Hz. Ali, “Gel, evimize gidelim” dedi ve onu alıp evinde misafir etti. İkisi de ihtiyatlı ve tedbirli davrandıklarından o geceyi birbirlerine açılmadan geçirdi­ler.
Sabah olunca Ebû Zerr, yine Re­sû­lul­lah Efendimizi sorup bulmak için Mescid-i Haram’a gitti; fakat aynı şekilde hiç kimseden Efendimiz hakkında bir malumat alamadı.
Yine aynı köşede ümitsiz bir vaziyette beklerken yanına Hz. Ali uğradı; tek­rar kendi kendine, “Bu adamcağızın hâlâ yerini öğrenmek zamanı gelmedi mi?” diye konuştu. Bunun duyan Ebû Zerr, “Hayır...” dedi.
Bunun üzerine Hz. Ali aynı şekilde, “Haydi, öyle ise bize gidelim” dedi ve alıp evine misafir götürdü.
Bu sefer birbirlerine açıldılar. Önce Hz. Ali, “Nereden ve niçin geliyorsun?” diye sordu.
Ebû Zerr, “Eğer, gizli tutacağına söz verirsen, sana anla­tırım!” de­di.
Hz. Ali, “Emin olabilirsin” karşılığını verince, Ebû Zerr asıl maksadını açık­ladı. “Ben” dedi. “Gıfar kabilesindenim. Buradan pey­gamberlik iddiasında bu­lunan bir zâtın zuhur ettiği haberini duy­dum. Bizzat onu görüp konuşayım, diye geldim!”
Samimi maksadını anlayan Hz. Ali, “Sen, bu hareketinle akıllılık ettin, doğ­ruyu buldun!” diye konuştuktan sonra, “Ben” dedi. “Şimdi Re­sû­lul­lah’ın ya­nı­na gidiyorum. Sen de peşimden gel! Benim girdiğim yere sen de gir! Eğer ben yolda sana zarar vereceğinden korktuğum birisini görürsem, pabucumu dü­zel­tir gibi bir duvara yönelir dururum. O zaman sen beni beklemezsin, yü­rür gi­dersin!”
Evden çıktılar. Hz. Ali önde, Ebû Zerr ise onu arkadan takip ediyordu. Hiç­bir anormal durumla karşılaşmadan Hz. Re­sû­lul­lah’­ın huzuruna vardılar.
Ebû Zerr,“Selam, sana olsun ey Allah’ın Re­sûlü!” dedi.[2]
Resûl-i Ekrem, “Allah’ın rahmeti, senin üzerine de olsun” dedikten sonra, “Sen kimsin?” diye sordu.
Ebû Zerr, “Ben, Gıfar kabilesindenim” diye cevap verdi.
“Ne zamandan beri buradasın!”
“Üç gün üç geceden beri buradayım!”
“Seni kim doyuruyor?”
“Tek yiyeceğim zemzem suyu idi. Şişmanladım bile! Hiç açlık ve susuzluk duymadım!”
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Zemzem, mübarek, doyurucu bir yiyecektir” buyurdu.
Sonra Ebû Zerr, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bana İslam’ı anlat” dedi.
Re­sû­lul­lah Efendimiz, İslamiyeti kendilerine anlatınca, derhal şehâdet geti­rerek Müslüman oldu.[3]

Müslümanlığını İlân Etti!

Şehâdet getirerek İslam’la şerefyab olan Hz. Ebû Zerr’e, ihtiyat ve tedbiri asla elden bırakmayan Re­sû­lul­lah’­ın tavsiyesi şu oldu:
“Yâ Ebû Zerr! Sen, şimdilik bu işi gizli tut! Ve memleke­tine dön, git! İşi açı­ğa vurduğumuzu haber aldığın zaman gel!”
Vecd ve heyecan mâdeni haline gelen Hz. Ebû Zerr, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Seni hak peygamber olarak gönderen Al­lah Teâlâ’ya yemin olsun ki ben bunu müşriklerin arasında açıkça ilan edeceğim!” Sonra da kalkıp doğruca Kâbe’ye koştu ve müşriklere karşı per­vasızca, “Ey Ku­reyş top­luluğu! Ben şehâ­det ede­rim ki Allah’tan başka ilâh yok ve Muhammed, O’nun Resûlüdür!” diye hay­kırdı.
Bu kahramanca haykırış, müşrikleri hiddetlendirdi. Hep birden üzerine çul­landılar ve onun bayıltıncaya kadar dövdüler. Eğer, henüz o sırada İslamiyete girmemiş olan Hz. Abbas, ye­tişip, Gıfar kabilesine mensup oldu­ğunu ve bu ka­bilenin de Şam ticaret yoluna hâkim bulunduğunu söyleme­seydi, onu öldüre­ceklerdi!
Fakat imanın verdiği cesaret ve heyecana sahip Hz. Ebû Zerr’i, bu darbeler de yıldırmadı. İkinci gün aynı şekilde ve ay­nı yerde, yine müşriklere karşı Al­lah’ın varlık ve birliğini, Hz. Re­sû­lul­lah’ın da O’nun hak peygamberi oldu­ğunu pervasızca haykırdı. Tekrar müşriklerin ağır darbelerine maruz kaldı. Yine araya Hz. Abbas girdi ve “Yazıklar olsun size! Siz, Gıfar kabilesinden bi­rini mi öldürmek istiyorsunuz? Onların sizin ticaret yeriniz ve yolunuz üze­rinde bulunduğunu bilmiyor musunuz?” diyerek onu müşriklerin merhamet­sizce savurdukları darbelerden kurtardı.[4]
Bu hadiseden sonra Hz. Ebû Zerr, kavim ve kabilesini hak dine davet etmek üzere yurdunun yolunu tuttu. Hicret’in altıncı yılına kadar da orada kaldı. Bu sebeple Bedir, Uhud ve Hendek Gazâlarında bulunamadı. Fakat bunlardan sonraki gazâlarda Resûl-i Ekrem Efendimizin yanından ayrılmadı.

_______________________________________________________
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 4, s. 224; Müslim, Sahih, c. 7, s. 153-154.
[2] İslam’da bu türlü ilk selam veren zât, Ebû Zerr Hazretleridir.
[3] İbn Sa’d, Tabakat, c. 4, s. 224-225; Müslim, Sahih, c. 7, s. 153-154.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4. s. 255.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Sa’d b. Ebî Vakkas, henüz 17 yaşlarında, hareket ve heyecan dolu bir genç idi. Bu sırada bir rüya gördü: Zifirî bir karanlığın içindeyken, birdenbire parlak bir ay doğuyor ve o, ayın aydınlattığı yolu takip ediyor. Sonra aynı yolda, Zeyd b. Hârise, Hz. Ali ve Hz. Ebû Bekir’in önünden ilerle­di­ğini görüyor. Ken­dilerine, “Siz ne vakit buraya geldiniz?” diye soruyor. Onlar da, “Şimdi” diye cevap ve­ri­yor­lar.[1]
Bu rüyasından üç gün sonra, İslam’a gizli davet devresinde fevkalâde bü­yük bir cehd ve gayret gösteren Hz. Ebû Bekir, ken­disine İslamiyetten bahsetti, sonra da alıp Resûl-i Zîşan Efendimizin huzuruna götürdü. İslamiyet hakkında Resûl-i Ekrem Efendimizden malumat alan Hz. Sa’d, hemen orada Müslüman oldu.[2]
Nesebi, hem baba tarafından hem de anne tarafından Peygamber Efendi­mizle birleşir. Resûl-i Ekrem Efendimiz de, Hz. Sa’d da, annesi tarafından Zühreoğullarına mensup bulunduğundan, Hz. Sa’d annesi tarafından Pey­gam­be­ri­mizin dayısı dü­şerdi. Bu sebeple Re­sû­lul­lah Efendimiz, “İşte da­yım Sa’d! Böyle bir dayısı olan varsa bana göstersin!” diyerek kendisine ilti­fatta bulu­nurdu.[3]

Hz. Sa’d ve Annesi

Hz. Sa’d’ın Müslüman olması, annesi Hamne’nin hoşuna gitmedi. Oğlu, atalarının dinini bırakıp yeni dine, onun rızası olmadan nasıl tâbi olabilirdi? Oğlunun kendisine karşı saygısını ve bağlılığını bilen Hamne, onu İslami­yetten vazgeçirip tekrar putperestliğe döndürmek için kararlıydı. Bir gün kendisine şöyle dedi:
“Allah’ın, sana hısım ve akraba ile ilgilenmeyi, anne babaya daima iyilik etmeyi emrettiğini söyleyen, sen değil misin?”
Hz. Sa’d, “Evet” dedi.
Bunun üzerine asıl maksadını şu cümlelerle ifade etti:
“Yâ Sa’d!” dedi. “Vallahi, sen Muhammed’in getirdikle­rini inkâr etmedikçe, ben açlık ve susuzluktan helâk olun­caya kadar ağzıma hiçbir şey almayacağım! Sen de bu yüzden anne katili olarak insanlarca ayıplanacaksın!”
O güne kadar, Hz. Sa’d, annesinin her isteğine boyun eğmişti. Bir dediğini iki etmemişti. Fakat artık o, Allah’a iman etmiş ve Resûlüne kalbinin bütün samimiyetiyle teslim olmuştu. Elbette, her şeyini bu iman ölçüsü içinde değer­lendirecekti!
Annesinin yememekte ve içmemekte inat ettiğini görünce, yanına vardı ve “Ey anne!” dedi. “Senin yüz canın olsa ve her birini İslamiyeti bırakmam için versen, ben yine dinimde sâbit kalırım! Artık ister ye, ister yeme!”[4]
Bu cevap üzerine anne Hamne’nin inadı, Hz. Sa’d’ın hakta sebatı karşısında eridi; hem yemeye, hem de içmeye başladı. Böylece bir kere daha küfür ima­nın, şirk tevhidin azameti karşısında ezildi ve mağlubiyetini ilan etti!
Hz. Sa’d ile annesi arasında geçen bu hadise üzerine Ce­nab-ı Hak, Ankebut Suresi’nin 8. ayetini göndererek, mü’minlere ebedî bir ölçü verdi: “Biz insana, ana ve babasına iyilikte bulunmasını tavsiye ettik. Bununla beraber, hakkında bilgi sahibi olmadığın (ilâh tanımadığın) bir şeyi Bana ortak koşmak için sana emrederlerse, artık onlara (bu hususta) itaat etme! Dönüşünüz ancak Bana­dır. Ben de, yaptığınızı (amellerimizin karşılığını) size haber verece­ğim!”[5]
Hamne, oğlunu İslam’dan vazgeçirmek için bu sefer başka bir yol denedi: Bir gün Hz. Sa’d, evde namaz kılarken, konu komşusunu da çağırdı ve hep be­raber kapıyı kapatarak onu evde hapsettiler. Ciğerpâresine eziyet edecek kadar şirkin kalbini katılaştırdığı Ham­ne, o sırada şöy­le bağırıyordu:
“Ya o burada girdiği yeni dini terk eder veya ölür gider!”
Şirk ve dalâletin kalpleri nasıl karartıp merhamet ve şef­katten mahrum hale getirdiğini, bir annenin öz evladına eziyet etmekten çekinmemesinden anla­mamız mümkün­dür!
Hadiseler, hep Hamne’nin aleyhinde cereyan ediyordu. Çünkü İslamiyetten vazgeçirmek için çırpınıp durduğu Hz. Sa’d’ın peşini oğlu Âmir de takip etmiş ve Müslüman olmuştu.
Büsbütün hırçınlaşan Hamne, bu sefer Âmir’in yakasına yapıştı ve “Tuttu­ğun dini bırakmadıkça, şu hurma ağacının altında gölgelenmeyecek ve yiyip içmeyeceğim!” dedi.
Allah’a imanın ve Resûlüne tâbi olmanın hadsiz zevkini tadan ve İslam’ın emirlerini ihlâs ve samimiyetle yaşayan Hz. Sa’d, annesinin bu yeminini duyar duymaz yanına vardı. “Ey anne!” dedi. “Cehennem ateşi durağın oluncaya ka­dar sakın ‘Gölgeleneyim, yiyip içeyim’ deme!”[6]
Bu harika iman, sarsılmaz azim ve irade karşısında anne Hamne’nin elin­den, susmaktan başka bir şey gelmedi.

Hz. Sa’d’ın Cesareti

Müslümanların, müşrikler tarafından işkence ve eziyet cenderesine alın­dıkları en çetin bir sırada idi.
Hz. Sa’d, ilk Müslümanlardan birkaçıyla Mekke’nin Ebû Dübb vadisinde namaz kılmakta idiler. Müşriklerin ileri gelenlerinden Ebû Süfyan, birkaç müş­rikle yanlarına geldi. Yaptıkları ibadetin asıl­sız bir şey olduğunu iddiaya kalkı­şınca, yaka paça birbirlerine gir­diler. Hz. Sa’d, eline geçirdiği bir deve çenesi kemiğiyle müşriklerden birinin başını yardı. Bunu gören diğer müşrikler, cesa­retlerini kaybettiler ve kaçmaya başladılar. Müs­lümanlar da onları vadiden çı­kıncaya kadar kovaladılar.
Böylece, Hz. Sa’d, “Allah yolunda ilk kan döken sahabe” un­vanını almış ol­du. İslam tarihinde dökülen ilk kan budur!
Aynı zamanda son derece cömert olan Hz. Sa’d b. Ebî Vak­kas, cennetle müjdelenen on sahabeden biridir. Allah Resûlü zamanında bütün gazâlara ka­tıldı. Uhud Harbi’nde Fahr-i Kâinat’a vücudunu siper etti ve müşriklere öyle­sine ok attı ki Allah Resûlünün, hiçbir faniye nasip olmayan şu hitabına maz­har oldu:
“Anam babam, sana feda olsun yâ Sa’d! Durma, at!”[7]
Hz. Ali der ki:
“Re­sû­lul­lah (a.s.m.), ‘Fedake ebî ve ümmi’[8](Anam ba­bam sana feda olsun) cümlesini sadece Uhud günü Hz. Sa’d için söyledi.”[9]
Aynı muharebede, Hz. Sa’d, her ok attıkça, Allah Resûlü, “İlâhî, bu Senin okundur” diyor ve onun için şöyle dua ediyordu:
“Allahım! Sana dua ettiğinde Sa’d’ın duasını kabul et, atışını da doğrult!”[10]
Allah Resûlünün,“Allahım, onun dua­sını kabul et!” bu­yurması sebebiyledir ki kahramanlığı, cesareti ve ok atmadaki mahareti ya­nında duasının kâbulüyle de şöhret bulmuştur. İslam düşmanları onun kılıç ve okundan korktukları gibi, Müslümanlar da bu sebeple onun dua oklarından korkarlardı. Onu üzmekten son derece çekinirlerdi.[11]
İslam’a davetin henüz gizli devresinde, ömrünün baharında Müslüman olan Hz. Sa’d, o genç yaşından itibaren bütün ömrünü İslam’a hizmette ge­çir­di. Hz. Ömer devrinde İran’a gönderilen ordu­nun kumandanlığına tayin edildi ve Kadisiyye Zaferi’nin kumandanlığını yürüterek Kisrâ ülkesini fethe­dip İs­lam topraklarına kattı. Bu sebeple ona “İran Fâtihi” unvanı verildi.

________________________________________________________________________________
[1] İbn Esîr, Üsdü’l-Gabe, c. 2, s. 292.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 266; İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 139; Taberî, Tarih, c. 2, s. 216.
[3] İbn Hacer, el-İsabe, c. 2, s. 33; İbn Esir, a.g.e., c. 2, s. 291.
[4] İbn Hacer, el-İsabe, c. 2, s. 31; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 1, s. 280.
[5] Bu âyet-i kerîmenin hükmüne göre bir evlat, anne babasının ancak İslam’ın dışında olmayan meşru emirlerini tutmakla mükelleftir. Böyle bir itaat evlat üzerine vaciptir. Aksi hâlde, yani anne veya baba, Müslüman evladını imanın ve İslam’ın dışında birtakım meşru olmayan hare­ketleri işlemeye emir ve teşvik ederse, bu sefer onlara bu hususta itaat etmemek vaciptir. Çün­kü “Allah’a isyan olacak şeyde kullara itaat edilmez, emirleri yerine getirilmez.” kaidesi, İs­lam’ın bir düsturudur (Nesefî, Tefsir, c. 3, s. 251).
[6] İbn Esir, a.g.e., c. 2, s. 292.
[7] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s.139.
[8] “Fedake ebî ve ümmi” tâbiri, asıl manasında değil, örfî manasında kullanılır. Bu kelimeler, râzı olmayı, memnun olmayı ifade eder. Yaptığı tebcile şâyan bulunan zât­lar, bu kelimelerle medh ve senâ edilirler.
[9] Müslim, Sahih, c. 7, s. 125.
[10] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 141.
[11] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 149.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget