Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Hicret’ten bir buçuk sene önce, Receb ayının 27. gecesiydi. Bu gecede Pey­gamber Efendimizin en büyük mucizelerinden biri olan İsrâ[1]ve Mîrac[2]muci­zesi vuku buldu. Şöyle ki:
Mezkûr gecede Cebrail (a.s.) geldi ve Resûl-i Zîşan Efendimizi Mescid-i Ha­ram’dan[3]alıp Burak’la Mescid-i Aksâ’ya[4]götürdü. Oradan da, gökyüzün­de­ki harika icraat ve Cenab-ı Hakk’ın kudretine delâlet eden ayet ve alâmetle­rin birer birer gösterilmesi için, semâvâta çıkartıldı. Semâ tabakalarında bulu­nan bütün peygamberlerle görüştürüldü. Habib-i Hüda Efendimiz, sonra da Sidre-i Münteha makamına götürüldü. Ora­dan da “imkân ve vü­cub ortasında da Kàb‑ı Kavseyn’le işaret olunan” makama çıktı. Kendilerine birçok acîb ve ga­rip şey­ler temâşâ ettirildi. Ve bilemeyeceğimiz, anlayamayacağımız bir şe­kilde, me­kândan münezzeh olan Cenab-ı Hakk’ın bizzat ke­lâmını işitti ve Ce­mâl-i Pâkini müşahede etti. Aynı gece Hâ­ne-i Saadetine geldi.
Cenab-ı Hak, Sevgili Resûlünün zâtıyla ilgili bu mucizesini Kur’an-ı Azî­müşşan’ında bize şöyle haber verir:
“Kulunu (Muhammed’i [a.s.m.]) bir gece Mescid-i Haram’­dan (alıp) Mes­cid-i Aksâ’ya kadar götüren (Allah Teâlâ her türlü noksanlıktan) münezzeh­tir. (O Mescid-i Aksâ ki) Biz onun etrafına (feyz) ve bereket verdik (ve bu ge­ce yol­culuğunu) ona (o peygambere) ayetlerimizden (kudretimize delâlet eden hari­kalardan) bazılarını gösterelim diye (yaptırdık). Şüphesiz ki O, (her şeyi) hak­kıyla işiten, (her şeyi) kemâliyle görendir.”[5]
Bu ayet-i kerime aynı zamanda İsrâ ve Mîrac mucizesinin hikmetini de be­yan etmektedir.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Sözler isimli eserinin Mîrac-ı Nebevîye­ye dair kısmında, “Mîrac meselesi, erkân-ı imaniyenin usûlünden sonra teret­tüp eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyenin nurlarından medet alan bir nur­dur. Erkân-ı imaniyeyi kabul etmeyen dinsiz mül­hid­lere karşı el­bette bizzat is­pat edilemez. Çünkü Allah’ı bil­me­yen, peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvâtın vücudunu inkâr eden adamlara Mî­rac­tan bahsedilmez. Evvela, o erkânı ispat etmek lâzım geliyor” dedikten sonra “Hik­met‑i Mîrac nedir?” sualine de şu cevabı vererek, bu büyük hadisenin hikmet­lerini şöy­lece izah eder:
“Mîracın hikmeti o kadar yüksektir ki fikr-i beşer ulaşamı­yor, o kadar de­rindir ki ona yetişemiyor, o kadar incedir ve lâtiftir ki akıl kendi başıyla göre­miyor. Fakat bâzı işaretlerle, hakikatleri bilinmezse de vücutları bildirilebilir. Şöyle ki:
“Şu Kâinatın Hâlık’ı, şu kesret tabakatında nur-u Vahdetini ve tecelli-i Eha­diyyetini göstermek için, kesret tabakatının müntehasından ta mebde-i vahdete bir hayt-ı ittisal suretinde bir mîracla bir ferd-i mümtazı, bütün mah­lûkat hesa­bına, Kendine muhatab ittihaz ederek, bütün zîşuur nâmına, makasıd-ı İlâ­hîy­yesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarıyla âyine-i mahlûka­tında cemâl-i san’atını, kemâl-i Rubûbiy­yetini müşâhede et­mek ve ettir­mektir. Hem sâni-i âlemin, âsârın şehâ­de­tiy­le nihayetsiz cemâl ve kemâli vardır. Ce­mâl, hem kemâl, ikisi de mahbub-u li­za­ti­hî­dir­ler, yani bizzat sevilirler. Öyle ise, o cemâl ve kemâl sahibinin cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti var­dır. O nihayetsiz muhabbeti, masnua­tında çok tarzda teza­hür ediyor. Mas­nuatını sever; çünkü mas­nuatının içinde cemâlini, kemâlini gö­rür. Mas­nu­at için­de en sevimli ve en âlî, zîhayattır. Zîhayatlar içinde en sevimli ve âlî, zîşuu­run içinde câmiiyyet itibarıyla en sevimli, insanlar içinde bulunur. İnsanlar içinde istidadı tamamıyla inkişaf eden, bütün mas­nuatta münteşir ve mü­tecelli, kemâlâtın numunelerini gösteren fert, en sevimlidir. İşte, sâni-i mev­cudat, bü­tün mevcudatta intişar eden tecelli-i muhabbetin bütün envaını, bir noktada, bir âyi­ne­de görmek ve bütün enva-ı cemâlini, Ehadiy­yet sırrıyla gös­ter­mek için şe­cere-i hilkatten bir meyve-i münevver derecesinde ve kalbi, o şe­cerenin ha­kaik-ı esa­siy­ye­sini istiab edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o meb­de‑i evvel olan çekirdekten, ta münteha olan meyveye kadar bir hayt-ı ittisal hükmünde olan bir mî­rac­la, o ferdin, kâinat nâmına mahbubiyyetini göster­mek ve huzuruna celbetmek ve rü’yet-i cemâline müşerref etmek ve on­daki ha­let-i kutsîyyeyi başkasına sirayet ettirmek için kelâmıyla taltif edip fer­manıyla tavzif etmektir.
“Şimdi şu hikmet-i âliyyeye bakmak için ‘iki temsil’ dürbünüyle tarassud edeceğiz.
“Birinci temsil:
“Nasıl ki bir sultan-ı zîşanın, pek çok hazinesi ve o hazinelerde pek çok ce­va­hirin envaı bulunsa, hem sanayi-i garibede çok maha­reti olsa ve hesapsız fü­nun-u acîbeye mârifeti, ihatası bulunsa, nihayetsiz ulûm-u bediaya, ilim ve ıttı­laı olsa... Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görüp ve göster­mek istemesi sırrınca: Elbette o sultan-ı zîfünun dahi, bir meşher açmak ister ki içinde sergiler dizsin, ta nâsın enzarına saltanatının haşmetini, hem servetinin şa­şaasını, hem kendi san’atının harikalarını, hem kendi mâ­rifetinin garibelerini iz­har edip göstersin; tâ, cemâl ve kemâl-i mâ­nevîsini iki vecihle mü­şâhede et­sin. Bir veçhi: Bizzat nazar-ı dekaik-âşinasiyle görsün. Diğeri: Gayrın nazarıyla bak­sın. Ve şu hikmete binaen elbette, cesim, muhteşem, geniş bir saray yapma­ya başlar. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim eder. Hazinelerinin türlü türlü murassaatiyle süslendirip, kendi dest-i san’­atı­nın en güzel, en lâtif san’atlarıyla zînet­len­dirir. Fünun ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder. Ve ulûmunun âsâr-ı mucizekâra­ne­leriyle donatır, tekmil eder. Sonra, nimetleri­nin çe­şit­leriyle, taam­larının lezizleriyle, her taifeye lâyık sof­raları serer. Bir zi­yafet-i âmme ihzar eder. Sonra, raiyyetine kendi ke­mâ­lâtını gös­termek için, on­la­rı seyre ve ziyafete davet eder. Sonra birisini yâver-i ek­rem yapar, aşağıki ta­bakat ve menzillerden yukarıya davet eder; daireden daireye, üst üstteki taba­kalarda gezdirir. O acîb san’atının makinelerini ve tezgâhlarını ve aşağıdan ge­len mahsûlâtın mahzenlerini göstere göstere, ta daire-i hususîyesine kadar ge­ti­rir. Bütün o kemâlâtının mâdeni olan mübarek zâtını ona göstermekle ve hu­zu­riy­le onu müşerref eder. Kasrın hakaikını ve kendi kemâlâtını ona bildirir. Seyircilere rehber tayin eder, gönderir. Ta o sarayın sâniini, o sarayın müştemi­lâtıyla, nukuşiyle, acai­biyle, ahaliye tarif et­sin. Ve sarayın nakışlarındaki rumu­zu­nu bildirip ve içindeki san’­at­la­rını işaretlerini öğretip, —derunundaki man­zum murassalar ve mevzun nukuş nedir? Ve sa­ray sahibinin kemâlâtını ve hü­nerlerini nasıl gös­terirler?— o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdabını ve seyrin merasimini bildirip ve görünmeyen sultan-ı zîfünun ve zîşuuna kar­şı, marziyyatı ve arzuları dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin.
“Aynen öyle de, وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰىEzel, Ebed Sultanı olan Sâni-i Zülcelâl, ni­hayetsiz kemâlâtını ve nihayetsiz cemâlini görmek ve göstermek istemiştir ki:
“Şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki her bir mevcut, pek çok dil­lerle O’nun kemâlâtını zikreder, pek çok işaretlerle cemâlini gösterir. Esmâ-i Hüsnâsının her bir isminde ne kadar gizli mânevî defineler ve her bir unvan-ı mukad­de­se­sinde ne kadar mah­fî letaif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcu­datıyla gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki bütün fünun, bütün desatiriyle şu kitab-ı kâinatı, zaman-ı Âdem’den beri mütalâa ediyor. Hâlbuki o kitap, esmâ ve kemâlât-ı İlâhîy­ye­ye dair ifade ettiği manaların ve gösterdiği ayetlerin öşr-i mi’şarını daha okuyamamış. İşte, şöyle bir saray-ı âlemi, kendi kemâlât ve Cemâl-i mânevîsini görmek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Ce­lîl-i Zül­ce­mâl, Cemîl-i Zülcelâl, Sani-i Zülkemâl’in hikmeti iktiza ediyor ki: Şu âlem-i arzdaki zî­şuurlara nisbeten abes ve fâi­desiz olmamak için, o sarayın ayet­lerinin manasını birisine bildirsin. O saraydaki acâ­i­bin men­ba­larını ve netaicinin mahzenleri olan avalim-i ul­vîy­yede birisini ge­zirsin. Ve bütün onla­rın fevkine çıkarsın ve kurb-u huzuruna müşerref etsin ve ahiret âlemlerinde gez­dirsin, umum ibâdına, bir mu­al­lim ve saltanat-ı Ru­bu­biy­yetine bir del­lâl ve mar­ziy­yat-ı İlâ­hîy­yesine bir mübel­liğ ve saray-ı âlemin­deki âyât-ı tek­vi­niy­ye­sine bir müfessir gibi, çok vazifeyle tavzif etsin. Mûcizat nişanlarıy­la imtiyazını göstersin. Kur’an gibi bir fermanla o şahsı, Zât-ı Zülcelâl’in has ve sâdık bir tercümanı olduğunu bildirsin.
“İşte, mîracın pek çok hikmetinden şu temsil dürbünüy­le bir ikisini numune olarak gösterdik. Sâirlerini kıyas edebilirsin.
“İkinci Temsil:
“Nasıl ki bir zât-ı zîfünun, mûciznüma bir kitabı telif edip yazsa... öyle bir kitap ki her sahifesinde yüz kitap kadar haka­ik, her satırında yüz sahife kadar lâtif manalar, her bir kelimesinde yüz satır kadar hakikatler, her harfinde yüz kelime kadar manalar bulunsa, bütün o kitabın maanî ve hakaikları, o kâtib-i mûciznü­manın ke­mâ­lât-ı mâ­nevîyyesine baksa, işaret etse, elbette öyle bitmez bir hazineyi kapalı bırakıp abes etmez. Herhalde o kitabı, bazılara ders vere­cek. Ta o kıymettar kitap, manasız kalıp beyhude olmasın. Onun gizli kemâlâtı zâhir olup kemâlini bulsun ve cemâl-i mânevîsi görünsün. O da sevinsin ve sevdirsin. Hem o acîb kitabı bütün me­a­nisiyle, hakaikıyla ders verecek birisini, en birinci sahifeden ta nihayete kadar üstünde ders vere vere geçirecektir.
“Aynen öyle de, Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemâlâtını ve ce­mâlini ve hakaik-ı esmâsını göstermek için, öyle bir tarzda yazmıştır ki bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz ke­mâ­lâ­tı­nı ve esmâ ve sıfatını bildirir, ifade eder. Elbette bir kitabın manası bilinmezse hiçe sukut eder. Bahusus böyle her bir harfi, binler manayı tazammun eden bir kitap, sukut edemez ve ettirilmez. Öy­le ise, o kitabı yazan, elbette onu bildirecektir, her taifenin istidadına göre bir kısmını anlattıracaktır. Hem umumunu, en âmm nazarlı, en küllî şuurlu, en mümtaz istidatlı bir ferde ders verecektir. Öyle bir ki­tabın umumunu ve küllî hakaikını ders vermek için, gayet yüksek bir seyr-ü sülûk ettirmek hik­me­ten lâzımdır. Yani, birinci sahifesi olan tabakat-ı kesretin en nihayetinden tut, ta münteha sahifesi olan daire- i Eha­diy­yete kadar bir seyeran ettirmek lâzım ge­liyor. İşte, şu temsille mîracın ulvî hikmetlerine bir derece bakabilirsin.”[6]

Pey­gam­be­ri­mizin Dilinden İsrâ ve Mîrac Mucizesi

İsrâ ve Mîrac mucizesi, zaman ve zemin kayıtlarının dışında mülk ve mele­kuta dair sırlarla dolu Resûl-i Kibriya Efendimizin mu­az­zam bir mucizesi ol­duğundan, müteaddit tariklerle güzide sahabeler tarafından Pey­gam­be­ri­miz­den nakledilmiştir. Bu güzide sahabelerin rivayetlerine göre, Resûl-i Kibriya Efendimiz, bir gece Kâbe-i Muazzama’nın Hatim kısmında yatarken, Hz. Ceb­rail gelip göğsünü yardı ve kalbini zemzem suyuyla yıkadıktan sonra içine hik­met doldurup eski haline koydu. Sonra beyaz bir binit (Burak) getirildi. Ha­bib-i Kibriya Efendimiz, ona bin­dirildi. Cibril’in (a.s.) re­fakatinde yol aldılar. Burak, adı­mını, gözünün erişebileceği yerin ilerisine atıyordu! Resûl-i Ekrem Efendimiz, Cibril’le (a.s.) birlikte Beyt-i Mak­dis’e vardı. Orada, bütün peygam­berlerin toplanmış ol­duğunu gör­dü. Orada, onlara imam oldu ve birlikte na­maz kıldı.
Resûl-i Ekrem Efendimizin, Mescid-i Aksâ’da bütün pey­gam­berlere imam ola­rak onlara namaz kıldırması demek, onların şeriatlarının asıllarına vâris-i mutlak olduğunu göstermesi demekti.[7]

Sunulan Üç Bardak

Peygamber Efendimize, orada birinde süt, birinde şerbet ve diğerinde ise su bulunan üç bardak takdim edildi. Takdim esnasında, “Eğer suyu alırsa, kendisi de ümmeti de ihtiyaçsız ve kanaatkâr olur. Şerbeti alırsa, kendisi de ümmeti de mahrumiyete düçar olur. Şayet sütü alırsa, kendisi de ümmeti de doğ­ruyu bu­lur!” diye bir ses işitti.
Resûl-i Ekrem, süt bardağını alıp içti. Bunun üzerine Cebrail, “Yâ Muham­med!” dedi. “Sen, fıtrî ve tabii olanı seçtin. Sen de, üm­me­tin de doğru yola ile­tildiniz.”[8]

Semâvâta Yükselme ve Peygamberlerle Görüşme

Beytü’l-Makdis’te yüksek makamlara çıkmak için mîrac merdiveni kuruldu. Peygamber Efendimiz, bu merdivene Cebrail’le (a.s.) birlikte bindirildi ve bir­likte yükseldiler. Nihayet dünya semâsına vardılar. Hz. Cebrail, gök kapısını çaldı:
“Kim o?” denildi.
“Cibril’im!”
“Yanındaki kim?” diye soruldu.
“Muhammed” dedi.
“Ona gelsin diye haber gönderildi mi?” denildi.
Cebrail (a.s.), “Evet, gönderildi” dedi.
Bundan sonra gök kapısı açıldı ve dünya semâsının üstüne çıktılar.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, orada oturan bir zât gördü. Sağ ve sol yanında bir­takım karaltılar vardı. Sağına bakınca gülüyor, soluna bakınca ağlıyordu. Re­­sûl-i Ekrem Efen­di­mize, “Hoş geldin, safâ gel­din, sâlih peygamber, sâ­lih oğul!” dedi.
Peygamber Efendimiz, Cebrail’e, “Bu kim?” diye sordu.
Hz. Cebrail, “Bu, senin baban Âdem’dir. Şu sağındaki so­lun­daki karaltılar da çocuklarının ruhlarıdır. Sağındakiler cennetlik, solun­da­kiler cehennemlik olanlardır. Sağına bakınca güler, soluna bakınca da ağlar!”[9]cevabını verdi.
Buradan ikinci semâya yükseldiler. Gök kapısı açıldı ve Resûl-i Kibriya Efendimiz, orada Hz. Yahya ve Hz. İsa ile (a.s.) karşılaştı.
Hz. Cebrail, “Bu gördüklerin, Yahya ile İsa’dır. Onlara selam ver” dedi.
Selamlaştılar ve onlar Peygamber Efendimize, “Hoş geldin, safâ geldin sâlih peygamber, sâlih kardeş” dediler.
Bundan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, Cebrail’le birlikte aynı minval üze­re üçüncü katta Hz. Yusuf, dördüncü katta Hz. İdris, beşinci katta Hz. Hâ­run, altıncı katta Hz. Mûsa ve yedinci katta da Hz. İbrahim’le (a.s.) görüştü. On­ların hepsi de kendisine “hoş geldin”de bulundular ve mîra­cını tebrik etti­ler.

Sidre-i Münteha’da

Cebrail (a.s.), yedinci kat semâdan Resûl-i Ekrem Efen­di­mizi alıp yüseklere çıkardı. Daha sonra Habib-i Kib­ri­ya’­nın karşısına Sidre-i Münteha sahası açıldı.
Cebrail, “İşte bu, Sidre-i Münteha’dır. Ben, buradan bir parmak ucu ileri ge­çe­cek olursam yanarım” dedi ve ora­dan ileriye tek adım atmadı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Sidre-i Münteha’dan dört neh­rin aktı­ğını gördü.
Ayrıca Peygamber Efendimiz, burada Cebrail’i (a.s.) bir kere daha aslî şekil ve suretinde gördü. Daha önce de, ken­dilerine risâlet vazifesi verildiği sırada onu Mekke’nin Ci­yad mevkiinde ufku kaplayan haşmetli kanatlarıyla gör­müş­tü.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, daha sonra, yanında Cebrail olmadığı halde, “im­kân ve vücub ortasında Kàb-ı Kav­seyn’le işaret olunan” makama vardı. Bun­dan sonra me­kândan münezzeh Zât-ı Zülcelâl’in sohbeti ve cemâliyle mü­şer­ref oldu.
Mevlid yazarı merhum Süleyman Çelebi Hazretleri, gayet nezih bir tarzda o ânı şöyle tasvir eder:

Söyleşirken Cebrail ile kelâm
Geldi Refref önüne virdi selam.

Aldı ol şah-ı cihanı ol zaman
Sidre’den götürdü vü gitdi heman

Bir feza oldu o demde ru-nüma
Ne mekân var anda, ne arz-ü sema

Kim ne hâlîdir ne mâlî ol mahal
Akl ü fikr etmez o hâli fehm ü hâl

Ref’ olup ol şaha yetmiş bin hicab
Nur-ı tevhid açdı vechinde nikab
Her birisinden geçerken ilerü
Emr olurdı “Yâ Muhammed gel berü”

Çün kamusını görüp geçti öte
Vardı irişdi ol ulu Hazrete

Şeş cihetten ol münezzeh Zülcelâl
Bî-kem-ü keyf ana gösterdi cemâl

Zaten ol sultan-ı ma zağa’l-basar[10]
Eylemişti Hakk’a tahsîs-i nazar

Âşikâre gördü Rabbü’l-izzeti
Ahirette öyle görür ümmeti

Bî-huruf ü lâf-ü savt ol padişah
Mustafa’ya söyledi bî-iştibah.

Beş Vakit Namazın Farz Kılınışı

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mîrac gecesinde birçok İlâhî tecelliye, hitap ve il­tifata mazhar kılındı. Erkân-ı imaniyenin ha­kikatlerini gözle gördü; melâikeyi, cenneti, ahireti, hatta Zât-ı Zülcelâl’i müşâhede etti.
Ayrıca bu gece, her gün beş vakitte namaz kılınması em­redildi. Şöyle ki:
Cenab-ı Hak, ilk önce her gün elli vakit namazı farz kıldı.
Peygamber Efendimiz, dönüşünde Hz. Mûsa’ya uğrayınca o “Allah Teâlâ, ümmetine neyi farz kıldı?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Elli vakit namazı farz kıldı” dedi.
Bunun üzerine Hz. Mûsa, “Rabbine dön ve eksiltmesi için niyazda bulun. Üm­metin buna takat getiremez” dedi.
Resûl-i Ekrem, dönüp Cenab-ı Hakk’a yalvardı. Allah Teâlâ, on vakit na­ma­zı indirdi.
Resûl-i Ekrem, yine Hz. Mûsa’nın yanına döndü ve “Allah, elli vakit na­maz­dan on vaktini indirdi” dedi.
Hz. Mûsa, “Rabbine dön ve niyazda bulun; çünkü üm­me­tin buna da güç yeti­remez” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, yine Cenab-ı Hakk’a döndü ve niyazda bulundu. Allah Teâlâ on vakit daha indirdi.
Peygamber Efendimiz, tekrar dönüp Hz. Mûsa’nın yanı­na geldi ve “Allah, on vakit daha indirdi” dedi.
Hz. Mûsa yine “Rabbine dön ve niyazda bulun; çünkü ümmetin buna da güç yetiremez” dedi.
Hz. Re­sû­lul­lah, yine döndü ve Yüce Allah’a niyazda bulundu. Cenab-ı Hak, yine on vakit daha indirdi. Aynı şekilde on vakte indirilinceye kadar Peygam­ber Efendimiz, tekrar tekrar Cenab-ı Hakk’a niyazda bulundu.
On vakte indirilince, Resûl-i Kibriya Efendimiz, tekrar Hz. Mûsa’ya uğradı. Hz. Mûsa yine söylediklerini tekrarladı; “Rabbine dön ve yalvar! Ümmetin bu­nun hakkından da gele­mez” dedi.
Resûl-i Kibriya yine dönüp Yüce Mevlâsına niyazda bulundu.
Cenab-ı Hak, “Yâ Muhammed! Benim katımda hüküm değişmez! Onlar, her gece ve gündüzde beş vakit namazdır. Her namaz için de on ecir vardır ki bu da elli namaz eder” bu­yurdu.
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, yine dönüp Hz. Mûsa’ya uğradı.
Hz. Mûsa sordu: “Ne emrolundun?”
Pey­gam­be­ri­miz, “Her gün beş vakit namazla emro­lun­dum” dedi.
Hz. Mûsa, “Ümmetin her gün beş vakit namaza da güç ye­tiremez. Ben, sen­den önce insanları, İsrailoğullarını çok tecrübe ettim; bilirim. Sen, dön de, biraz daha indirme­sini Rab­binden niyaz et” dedi.
Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Rabbime çok niyaz ettim. Bir da­ha ni­yaz­da bulunmaya hâya ederim”[11]dedi.
Böylece, beş vakit namaz farz kılındı ve Resûl-i Kibriya Efendimiz tarafın­dan Mîrac gecesinin cin ve inse bir hediyesi oldu.

Pey­gam­be­ri­mizin, İsrâ ve Mîrac Mucizesini Müşriklere Açıklaması

“İmkân ve vücub ortasında Kàb-ı Kavseyn’le işaret olunan makama” giren ve mekândan münezzeh olan Cenab-ı Hakk’ın kelâmına ve rü’yetine mazhar olan Resûl-i Kibriya Efendimiz, aynı gece Hâne-i Saadetine geldi.
Sabahleyin mîracını ve o ulvî seyahat esnasında gördüklerini Ku­reyş’e ha­ber verip anlatmak istedi. Ancak amcası Ebû Tâlib’in kızı Ümmühanî ridâsına yapışarak, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Sakın bunu halka anlatma; seni ya­lanlarlar ve seni üzerler!” dedi.
Fakat Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Vallahi ben onu anlatacağım!” dedi ve halkın yanına varıp mîracını haber ver­di.
Ku­reyşliler şaşırdılar; “Yâ Muhammed! Buna delilin ne­dir? Biz bunun bir benzerini daha şimdiye kadar işitmedik” dediler.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Delili şudur ki filan oğulların devesine filan va­dide, filan yerde rastladım. Develerini kaçırmışlar, arıyorlardı. Onları devele­rine doğru kılavuzladım ve ben Şam’a yöneldim.
“Sonra dönüşümde Dabhanan’a geldiğimde, filan oğulların kafilesine rast­la­dım; halkı uyuyordu. Onlara âit, üstü örtülü su kabının örtüsünü açıp, için­deki suyu içtim. Yine eskisi gibi üzerini örttüm!
“Başka bir delilim de şudur:
“Sizlere âit bir kafileye Ten’im yokuşunda rastladım. Önde karamtırak bir deve vardı. Üzerinde birisi siyah, öbürü alaca renkli iki çuval bulunuyordu”[12]dedi.
Halk merak içinde ve süratle Seniyye mevkiine çıktı.
Bir müddet sonra kafile çıkageldi. Peygamber Efendimizin haber verdiği gibi, önünde karamtırak deve vardı. Gelen diğer kafileye su dolu kaplarını sor­dular. Onlar, su doldurup, üzerini örttüklerini söylediler. Su kabına baktı­lar; üzeri kendilerinin örttüğü gibi örtülüydü, ama içinde su yoktu!
Müşrikler şaşırdılar ve “Tıpkı dediği gibiymiş!” dediler.[13]
Müşrikler, Pey­gam­be­ri­mizin haber verdiği diğer haberleri de araştırdılar ve aynen söylediği gibi buldular. Buna rağmen iman edip Pey­gam­be­ri­mizin da­vasını tasdik etmediler.

Müşriklerin, Beytü’l-Makdis’in Tarifini İstemeleri

İsrâ ve Mîrac mucizesini kabul etmemekte direnen Ku­reyşli müş­rikler, Re­sûl-i Ekrem Efendimizden bu hususta delil üstüne delil istemekten de geri durmuyorlardı. Bir­çoğu, “Deveyle Mekke’den Şam’a gidiş bir ay, dönüş de bir ay sürer. Muham­med, oraya bir gecede nasıl gidip Mek­ke’ye döner?” dediler.
İçlerinden o taraflara seyahat etmiş ve Mescid-i Aksâ’yı görmüş olanlar, Pey­gamber Efendimize gelerek, “Mescid-i Ak­sâ’yı bize tarif edebilir misin? di­ye sordular.
Re­sû­lul­lah Efendimiz, “Gittim, tarif edebilirim” cevabını verdi.
Bundan sonrasını Efendimiz şöyle anlatır:
“Onların yalanlamalarından ve suallerinden pek çok sıkıldım. Hatta o âna kadar öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Derken Cenab-ı Hak, birden Beytü’l-Makdis’i bana gösterdi. Ben de ona bakarak her şeyi birer birer tarif ettim. Hat­ta bana, ‘Beytü’l-Mak­dis’­in kaç kapısı var?’ diye sormuşlardı. Hâlbuki, ben onun kapılarını saymamıştım! Beytü’l-Makdis karşımda görününce, ona bak­maya ve kapılarını birer birer saymaya ve bildirmeye başladım.”[14]
Bunun üzerine müşrikler, “Vallahi, tastamam ve doğru tarif ettin!” dediler. Buna rağmen iman etmediler.

Hz. Ebû Bekir’in Tereddütsüz Tasdiki!

Mekke halkı arasında gönülleri İslam’a ısınıvermiş, fakat Mîrac haberiyle birden şaşırıp kalan kimseler de vardı. Bunlar bu haberi duyar duymaz derhal Hz. Ebû Bekir’e koştular ve “Yâ Ebû Bekir!” dediler. “Arkadaşının işinden ha­be­rin var mı? O, bu gece Beytü’l-Makdis’e gittiğini, orada namaz kılıp Mek­ke’ye döndüğünü söyledi!”
Hz. Ebû Bekir: “Siz bunları ondan mı duydunuz?”
“Evet...” dediler. “Aynen ondan duyduk.”
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, “Vallahi” dedi. “O söylediyse, şeksiz şüphe­siz doğrudur! Siz buna hiç şaşmayın!” Sonra da, kalkıp doğruca Resûl-i Kib­riya Efendimizin yanına gitti ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Sen, şu halka bu gece Bey­tü’l-Makdis’e gittiğini söyledin mi?” diye sordu.
Pey­gam­be­ri­miz, “Evet...” deyince, Hz. Ebû Bekir, “Doğru söylüyorsun! Se­nin, Allah’ın peygamberi olduğuna şehâdet ederim!” dedi.
Peygamber Efendimiz de, bunun üzerine, “Yâ Ebû Bekir! Sen zaten sıddık­sın!” buyurdu.[15]
Ve o günden itibaren Hz. Ebû Bekir, “Sıddık” diye anıl­maya başlandı. Sıddık: Şeksiz şüphesiz doğrulayan...

MÎRACLA İLGİLİ BİRKAÇ SUALE CEVAPLAR

Sual:

Şu Mîrac-ı Azim, niçin Muhammed-i Arabî’ye (a.s.m.) mahsustur?

El-Cevap:

Evvela: Tevrat, İncil, Zebur gibi Kütüb-ü Mukaddese’den, pek çok tahrifata maruz oldukları halde, şu zamanda dahi, Hüseyn-i Cisrî gibi bir muhakkik, Nü­büvvet-i Ahmediye’ye (a.s.m.) dair, 114 işârî beşaretleri çıkarıp “Risale-i Ha­mîde­ye”de göstermiştir.
Sâniyen: Tarihçe sâbit, Şık ve Satîh gibi meşhur iki kâhinin, nübüvvet-i Ah­mediye’den (a.s.m.) biraz evvel, nübüvvetine ve Ahir zaman Peygamberi o ol­duğuna beyanatları gibi çok beşaretler, sa­hih bir surette tarihen nakledilmiş­tir.
Sâlisen: Velâdet-i Ahmediye (a.s.m.) gecesinde Kâbe’­deki sanemlerin suku­tiy­le, Kisrâ-yı Fâris’in saray-ı meş­hu­resi olan eyvanı inşikak etmesi gibi, irhasat denilen yüzer harika, tarihçe meşhurdur.
Râbian: Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi ve câmide bir cemaat-i azi­me huzurunda, kuru direğin, minberin naklinden dolayı müfarekat-ı Ahme­di­ye’den (a.s.m.) deve gibi enin ederek ağlaması, وَانْشَقَّ الْقَمَرُnass ile şakk-ı ka­mer gibi, muhakkiklerin tahkikatıyla bine bâliğ mûcizatla serfiraz ol­duğunu tarih ve siyer gösteriyor.
Hâmisen: Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenin şahsında en yüksek derecede ve bütün muamelâtının şehâ­detiyle secaya-yı samiye, vazifesinde ve tebligatında en âlî bir derecede ve Din-i İslam’daki mehasin-i ahlâkın şehâde­tiyle, şeriatında en âlî hisal-ı ha­mi­de, en mükemmel derecede bulundu­ğuna ehl-i insaf ve dikkat tereddüt etmez.
Sâdisen: Onuncu Söz’ün İkinci İşaret’inde işaret edildiği gibi, ulûhiyyet, mukteza-yı hikmet olarak tezahür istemesine mukabil en azamî bir derecede Zât-ı Ahmediye (a.s.m.) dinindeki azamî ubudiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir. Hem Hâlık-ı Âlem’in nihayet kemâldeki cemâlini bir vasıtayla göstermek, mukteza-yı hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil, en güzel bir surette gös­terici ve tarif edici, bilbedahe o zâttır.
Hem Sani-i âlemin nihayet cemâlde olan kemâl-i san’­a­tı üze­rine enzar-ı dik­ka­ti celbetmek, teşhir etmek istemesine mu­ka­bil, en yüksek bir sadâ ile dellâl­lık eden, yine bil­mü­şâhede o zâttır.
Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakatında vahdaniyetini ilan etmek is­temesine mukabil, —tevhidin en azamî bir derecede— bütün meratib-i tev­hidi ilan eden, yine bizzarure o zâttır.
Hem, sahib-âlemin nihayet derecede âsârındaki cemâlin işaretiyle, nihayet­siz hüsn-i zâtîsini ve cemâlinin me­ha­sinini ve hüsnünün letaifini âyinelerde muk­teza-yı ha­kikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine muka­bil, en şaşaalı bir surette âyi­ne­dar­lık eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren, yine bilbedahe o zâttır.
Hem şu saray-ı âlemin sânii, gayet harika mucizeleriyle ve gayet kıymettar cevahirlerle dolu hazine-i gaybiyelerini izhar ve teşhir istemesi ve onlarla ke­mâ­lâtını tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en azamî bir surette teş­hir edici ve tavsif edici ve tarif edici, yine bilbedahe o zâttır.
Hem şu kâinatın sanii, şu kâinatı enva-ı acayip ve zinetlerle süslendirmek suretinde yapması ve zîşuur mahlûkatını seyr ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhal etmesi ve mukteza-yı hikmet olarak onlara o âsâr ve sanayiinin manalarını, kıymetlerini, ehl-i temâşâ ve tefekküre bildirmek istemesine mu­kabil, en azamî bir surette cin ve inse, belki ruhanilere ve melâikelere de Kur’an-ı Hakîm vasıtasıyla rehberlik eden, yine bil­be­dahe o zâttır.
Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîm’i, şu kâinatın tahav­vü­lâ­tın­daki maksat ve gayeyi tazammun eden tılsım-ı muğlâkını ve mevcudatın “Nereden? Nereye? Ve ne oldukları?” olan şu üç sual-i müşkilin muammasını bir elçi vasıtasıyla umum zî­şuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vazıh bir surette ve en aza­mî bir derecede hakaik-ı Kur’ani­ye vasıtasıyla o tılsımı açan ve o muam­mayı halleden yine bilbedahe o zâttır.
Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâl’i, bütün güzel masnuatıyla kendini zîşuur olan­lara tanıttırmak ve kıymetli nimetlerle kendini onlara sevdirmesi, bizza­ru­re onun mukabilinde zîşuur olan­lara mar­ziy­yatı ve arzu-yu İlâhîye­le­rini bir el­çi vasıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmel bir su­rette, Kur’an vasıtasıyla o marziyyat ve arzuları beyan eden ve getiren, yine bilbeda­he o zâttır.
Hem Rabbü’l-Âlemin, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidat verdiğinden ve bir ubudiyet-i külliyeye mü­heyya ettiğinden ve his­siyatça kesrete ve dünyaya müptelâ olduğundan bir rehber vasıtasıyla, yüz­le­rini kesretten vahdete, faniden bâkîye çevirmek istemesine mukabil, en aza­mî bir derecede en eblâğ bir surette, Kur’an vasıtasıyla en ahsen bir tarzda reh­berlik eden ve risâletin vazifesini en ekmel bir tarzda ifa eden, yine bil­be­dahe o zâttır.
İşte, mevcudatın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmiş vezaifi en azamî bir derecede, en ekmel bir surette ifa eden zât, elbette o Mî­rac-ı Azim’le Kàb-ı Kavseyn’e çıkacak, saadet-i ebedîye kapı­sını çalacak, hazine-i rah­metini açacak, imanın ha­kaik-ı gaybiyesini görecek, yine o olacaktır.
Sâbian: Bilmüşâhede şu masnuatta gayet güzel tahsi­nat, nihayet derecede süslü tezyinat vardır. Ve bilbedahe şöyle tah­sinat ve tezyinat, onların saniinde, gayet şiddetli bir irade-i tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu gösterir. Ve ira­de-i tahsin ve tezyin ise, biz­za­ru­re o sanide, san’a­tına karşı kuvvetli bir rağ­bet ve kutsî bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuat içinde en câmi ve letaif-i san’a­tı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdi­ren ve baş­ka masnuattaki güzellikleri “maşallah” deyip istih­san eden, bilbedahe o san’at-per­ver ve san’atını çok seven saniin na­zarında en ziyade mahbub o ola­caktır.
İşte, masnuatı yaldızlayan mezaya ve mehasine ve mev­cudatı ışıklandıran le­taif ve kemâlâta karşı, “Süb­ha­nal­lah, Maşallah, Al­la­hü Ekber” diyerek se­mâ­vâ­tı çınlattıran ve Kur’an’ın nağa­ma­tıy­la kâinatı velveleye verdiren, istihsan ve tak­dir ile tefekkür ve teşhirle, zikir ve tevhidle, ber ve bahri cezbeye getiren, yi­ne bil­mü­şa­hede o zâttır.
İşte, böyle bir zât ki اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِsırrınca bütün ümmetin işlediği hase­natın bir misli, onun kefe-i mizanında bulunan ve umum ümmetinin salâvatı, onun mânevî ke­mâlâtına imdat veren ve risâletinde gördüğü vezaifin netaicini ve mânevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i İlâhîy­yenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir zât, elbette Mîrac merdiveniyle cennete, Sidretü’l-Mün­teha’ya, Arş’a ve Kàb-ı Kav­seyn’e kadar gitmek, aynı hak, nefs-i hakikat ve mahz-ı hikmettir.” (Bediüz­zaman Said Nur­sî, Sözler, s. 539-542)
* * *

Sual:

Bin müşkîlât ile tayyare vasıtasıyla ancak bir iki kilometre yukarıya çıkıla­bilir. Nasıl, bir insan cismiyle binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfında kate­der, gider, gelir?

Cevap:

Arz gibi ağır bir cisim, fenninizce hareket-i se­nevî­ye­siyle bir dakikada tak­riben 188 saat mesafeyi keser. Takriben 25 bin senelik mesafeyi bir senede kate­diyor. Acaba, şu muntazam harekâtı ona yaptıran ve bir sa­pan taşı gibi döndü­ren bir Kadîr-i Zülcelâl, bir insanı Arş’a getiremez mi? Şemsin câzibesi denilen bir kanun-u Rab­bani’yle, mevlevî gibi etrafında pek ağır olan cism-i arzı gezdi­ren bir hikmet, câzibe-i rahmet-i Rahmân’la ve in­cizab-ı mu­habbet-i Şems-i Ezel’le bir cism-i insanı berk gibi arş-ı Rah­mân’a çıkaramaz mı?
* * *

Sual:

Haydi, çıkabilir. Niçin çıkmış? Ne lüzumu var? Velîler gibi ruh ve kalbi ile gitse, yeter.

Cevap:

Madem Sani-i Zülcelâl, mülk ve melekutundaki âyât-ı acîbesini göstermek ve şu âlemin tezgâh ve menbalarını temâşâ ettirmek ve amâl-i beşeriyenin ne­taic-i uhrevî­ye­sini irae etmek istemiş. Elbette âlem-i mubsıratın anahtarı hük­münde olan gözünü ve mesmuat âlemindeki âyâtı temâşâ eden kulağını, Arş’a ka­dar beraber alması lâzım geldiği gibi, ruhunun hadsiz vezaife medar olan âlât ve ci­ha­za­tının makinesi hükmünde olan cism-i mübarekini dahi, ta Arş’­a ka­dar beraber alması muktezay-ı akıl ve hik­mettir. Nasıl ki cennette, hikmet-i İlâ­hîyye, cismi ruha arkadaş ediyor. Çünkü pek çok vezaif-i ubu­deyete ve had­siz lezaiz ve âlâma medar olan, cesettir. Elbette o cesed-i müba­rek, ruha arka­daş olacaktır. Madem, cennete cisim, ruhla beraber gider; elbette, Cennetü’l-Me’va göv­desi olan Sidre-i Münteha’ya uruc eden Zât-ı Ahmediye (a.s.m.) ile ce­sed-i mübarekini refakat ettirmesi, ayn-ı hik­met­tir.

Sual:

Birkaç dakikada binler sene mesafeyi katetmek, aklen muhaldir.

Cevap:

Sani-i Zülcelâl’in san’atında harekât, nihayet, derecede muh­teliftir. Mesela, savtın süratiyle, ziya, elektrik, ruh, hayal süratleri ne kadar mütefavit olduğu malum. Sey­ya­ra­tın dahi, fennen harekâtı o kadar muhteliftir ki akıl hay­rette­dir. Acaba lâtif cismi, urucda süratli olan ulvî ruhuna tâbi olmuş, ruh süratinde hareketi nasıl akla muhalif görünür? Hem on dakika yatsan, bazı olur ki bir sene kadar hâlâta maruz olursun. Hatta bir dakikada insan gördüğü rüyayı, onun içinde işittiği sözleri, söylediği keli­ma­tı toplansa, uyanık âleminde bir gün, belki daha fazla zaman lâzımdır. Demek oluyor ki bir zaman-ı vahid, iki şahsa nisbeten, birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer.
Şu manaya bir temsille bak ki: İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyadan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezahür eden sürat-i harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farzediyoruz ki o saatte on iğne var. Birisi, saatleri gösterir. Biri de, ondan altmış defa daha geniş bir dairede dakikayı sa­yar. Birisi altmış defa daha geniş bir daire içinde saniyeleri, diğeri yine altmış defa daha geniş bir dairede saliseleri ve hakeza rabiaları, hamiseleri, sa­di­se, sabia, samine, tasia, ta aşireleri sayacak gayet mun­ta­zam azim bir dairede birer ibre farz­ediyoruz. Faraza, saati sayan ibrenin dairesi küçük saatimiz kadar ol­sa, herhalde aşireleri sayan ibrenin dairesi, Arz’ın medar-ı senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lâzım gelir. Şimdi iki şahıs farzediyoruz: Biri, saati sa­yan ib­reye inmiş gibi o ibrenin harekâtına göre temâşâ ediyor; diğeri, aşireleri sayan ibreye binmiş. Bu iki şahsın bir zaman-ı vahidde müşâhede ettikleri eşya, saa­timizle Arz’ın medar-ı senevîsi nisbeti gibi, meş­hudatça pek çok fark­ları var­dır. İşte, zaman —çün­kü— harekâtın bir rengi, bir levni yahut bir şeridi hük­mün­de olduğundan, harekâtta cârî olan bir hüküm, zamanda da­hi cârîdir. İşte, bir saatte meşhudatımız, bir saatin saati sayan ibresine binen zîşuur şahsın meşhudatı kadar olduğu hakikat-i ömrü de o kadar olduğu halde, aşire ibre­sine binen şahıs gibi, aynı zamanda o muayyen saatte Resûl-i Ekrem (a.s.m.), Burak-ı Tevfik-i İlâhîye biner; berk gibi bütün daire-i mümkinatı kat­edip acaib-­i mülk ve melekutu görüp, daire-i vücub noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rü’yet-i cemâl-i İlâhîye mazhar olarak, fermanı alıp va­zifesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir.
* * *
Yine hatıra gelir ki: Dersiniz: “Evet, olabilir, mümkündür. Fakat her müm­kün vâkî olmuyor? Bunun emsâli var mı ki kabul edilsin? Emsâli olmayan bir şeyin, yalnız imkâ­nı ile vukuuna nasıl hükmedilebilir?
Biz de deriz ki: Emsâli o kadar çoktur ki hesaba gelmez. Mesela, her zînazar, gözüyle, yerden ta Neptün seyya­resine kadar bir saniyede çıkar. Her zîilim, aklıyla, kozmoğrafya kanunlarına binip, yıldızların ta arkasına bir da­ki­kada gider. Her zîiman, namazın ef’al ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi mî­racla kâinatı arkasına atıp huzura kadar gider. Her zîkalb ve kâmil velî, seyr-ü sülûkla, Arş’­tan ve daire-i esmâ ve sıfattan kırk günde geçebilir. Hatta Şeyh-i Gey­lani, İmam-ı Rabbani gibi bâzı zâtların ihbarat-ı sâdıkalarıyla, bir da­ki­kada Arş’a kadar uruc-u ruhanileri oluyor. Hem ecsam-ı nurani olan melâikelerin Arş’tan fer­şe, ferşten Arş’a kısa bir zamanda gitme­leri ve gelmeleri var­dır. Hem ehl-i cennet, mahşerden cennet bağlarına kısa bir zamanda uruc ediyor­lar. Elbette bu kadar nu­mu­ne­ler gösteriyorlar ki bütün evliyaların sultanı, umum mü’­min­le­rin imamı, umum ehl-i cennetin reisi ve umum melâikenin makbulü olan Zât-ı Ahmediye’nin (a.s.m.) sey­r-ü sülû­kuna medar bir mîracı bulunması ve onun makamına münasip bir surette olması, ayn-ı hikmettir ve gayet mâkuldür ve şüphesiz vâkîdir. (Bediüz­za­man Said Nursî, a.g.e., s. 534-536).
* * *

Sual:

Mîracın semeratı ve faydası nedir?

Elcevap:

Şu şecere-i Tûba-i Mânevîye olan Mîrac’ın beş yüzden fazla mey­velerinden numune olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz.

Birinci Meyve

Erkân-ı imaniyenin hakaikını gözle görüp, melâikeyi, cenneti, ahireti, hatta Zât-ı Zülcelâl’i gözle müşâhede etmek; kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki: Şu Kâinatı, perişan ve fani ve karmakarışık bir vaziyet-i mev­humeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile o kâinatı; kutsî Mek­tûbat-ı Samedaniyye, güzel âyine-i cemâl-i Ehadiyye vaziyeti olan ha­kikatini göstermiş. Kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip mesrur et­miş. Hem o nur ve o meyve ile beşeri; müşevveş, perişan, âciz, fakir, hâcâtı hadsiz, a’dâsı ni­hayetsiz ve fani, bekasız bir vaziyet-i dalâ­let­kâ­raneden o in­sanı o nur, o mey­ve-i kutsîyye ile Ahsen-i Takvim’­de, bir mucize-i kudret-i Sa­me­daniyyesi ve mektubat-ı Same­da­niy­ye­nin bir nüs­ha-i câmiası ve Sultanı-ı Ezel ve Ebed’in bir muhatabı, bir abd-i hassı, kemâlâtının istihsancısı, halîli ve cemâlinin hay­ret­kâ­rı, habibi ve cennet-i bâkîyesine namzet bir misafir-i azizi suret-i hakikî­sinde gös­termiş. İnsan olan bütün insanlara, nihayetsiz bir sü­rur, hadsiz bir şevk ver­miştir.

İkinci Meyve

Sani-i mevcudat ve Sahib-i Kâinat ve Rabbü’l-Âlemin olan Hâkim-i Ezel ve Ebed’in marziyyat-ı Rabbâniyyesi olan İslamiyetin, başta namaz, esasatını, cin ve inse hediye getirmiştir ki o mar­ziy­ya­tı anlamak, o kadar merak-âver ve saa­det-âverdir ki tarif edilmez. Çünkü herkes, büyükçe bir velîyy-i nimet yahut muhsin bir pa­dişahının uzaktan arzularını anlamaya ne kadar arzukeş ve an­la­sa, ne kadar memnun olur. Temenni eder ki “Keşke bir vasıta-i muhabere ol­sa idi, doğrudan doğruya o zâtla konuşsa idim. Benden ne istiyor, anlasa idim. Benden onun hoşuna gideni bilse idim” der. Acaba bütün mevcudat, kab­za-i tasarrufunda ve bütün mevcudattaki cemâl ve kemâlât, onun cemâl ve kemâli­ne nisbeten zayıf bir gölge ve her an­da nihayetsiz cihetlerle ona muhtaç ve ni­hayetsiz ih­san­la­rı­na maz­har olan beşer, ne derece onun marziyyatını ve ar­zularını anla­mak hususunda hahişger ve merak-âver ol­ması lâzım olduğunu anlarsın.
İşte, Zât-ı Ahmediye (a.s.m.), yetmiş bir perde arkasında O Sultan-ı Ezel ve Ebed’in marziyyatını doğrudan doğruya Mî­rac semeresi olarak hakkalyakîn işitip, getirip beşere he­diye etmiştir.
Evet, beşer, kamerdeki hali anlamak için ne kadar merak eder ki: Biri gidip, dönüp haber verse, hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hay­ret ve meraka düşer. Hâlbuki kamer, öyle bir Mâlikü’l-Mülk’ün memleke­tin­de geziyor ki kamer, bir sinek gibi küre-i arzın etrafında pervaz eder. Küre-i arz, pervane gibi şemsin etrafında uçar. Şems, binler lâmbalar içinde bir lâm­badır ki o Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâl’in bir misafirhânesinde mum­darlık eder. İşte, Zât-ı Ahmediye (a.s.m.), öyle bir Zât-ı Zül­celâl’in şuunatını ve acaib-i san’atını ve âlem-i bekada hazain-i rahmetini görmüş, gelmiş, beşere söylemiş. İşte beşer, bu zâtı, kemâl-i merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne ka­dar hilâf-ı akıl ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın.

Üçüncü Meyve

Saadet-i ebedîyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş, cin ve inse he­diye etmiştir. Evet, Mîrac vasıtasıyla ve kendi gözüyle cenneti görmüş ve Rah­mân-ı Zülcelâl’in rahmetinin bâkî cilvelerini müşâhede etmiş ve saadet-i ebe­dîyeyi kat’iyen, hakkalyakîn anlamış, saadet-i ebedîyenin vücudunun müj­de­sini cin ve inse hediye etmiştir ki biçare cin ve ins, kararsız bir dünyada ve zel­zele-i zevâl ve firak içindeki mevcudatı, seyl-i zaman ve harekât-ı zerrat ile adem ve firak-ı ebedî denizine döküldüğü olan vaziyet-i mevhume-i canhıraşa­ne­de oldukları hengâm­da, şöyle bir müjde, ne kadar kıymettar ol­duğu ve îdam-ı ebedîyle kendilerini mahkûm zanneden fani cin ve in­sin kula­ğında öyle bir müjde, ne kadar saadet-âver olduğu tarif edilmez. Bir adama, îdam edilece­ği anda, onun affıyla kurb-u şahanede bir saray verilse, ne kadar sürura se­bep­tir. Bütün cin ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müj­deye kıy­met ver.

Dördüncü Meyve

Rü’yet-i cemâlullah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü’mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir ki o meyve, ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas edebilirsin. Yani, her kalp sahibi bir insan, zîcemâl, zîkemâl, zîihsan bir zâtı sever. Ve o sevmek dahi, cemâl ve kemâl ve ihsanın dere­ca­tına nisbeten tezayüd eder, perestiş derece­sine gelir, canını feda eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız bir defa görme­sine, dünyasını feda etmek derecesine çıkar. Hâlbuki, bütün mevcudat­taki ce­mâl ve kemâl ve ihsan, onun cemâl ve kemâl ve ihsanına nisbeten, kü­çük bir­kaç lema­a­t­ın, güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek, nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rü’yete ve nihayetsiz bir iştiyaka elyak bir Zât-ı Zülcelâl-i ve’l-Kemâl’in saadet-i ebe­dî­ye­de rü’yetine muvaffak olması, ne ka­dar saadet-âver ve medar-ı sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu in­san isen anlarsın.

Beşinci Meyve

İnsan, kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sani-i Kâinat’­ın nazdar sevgilisi olduğu, Mîrac’la anlaşılmış ve o meyveyi, cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahlûk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur olan insanı, o kadar yüksek bir ma­kama çıkarır ki kâinatın bütün mevcudatı üstünde bir makam-ı fahr veriyor. Ve öyle bir sevinç ve sürur-u mes’udiyetkârane veriyor ki tasvir edilmez. Çün­kü âdi bir nefere denilse, “Sen, müşir oldun.” Ne kadar mem­nun olur. Hâlbu­ki, fani, âciz bir hayvan-ı nâtık, zevâl ve firak sillesini daima yiyen biçare insa­na, birden ebedî, bâkî bir cennette, Rahîm ve Kerim bir Rahmân’ın rahme­tinde ve hayal süratinde, ruhun vüs’­a­tin­de, aklın cevelânında, kalbin bütün ar­zu­la­rında, mülk ve melekutunda te­nez­zü­he, seyerana ve cevelâna muvaffak oldu­ğun gibi, saadet-i ebedîye­de rü’yet-i cemâline de muvaffak olursun, de­nildiği va­kit, insaniyeti sukut etmemiş bir insan ne kadar derin ve ciddi bir se­vinç ve süruru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin. Sana iki küçük temsille bir iki meyvenin derece-i kıymetini göstereceğiz.
Mesela: Seninle biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz ki her şey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı. Her taraf müthiş cenazelerle do­lu. işitilen sesler yetimlerin ağlayışı, mazlumların vaveylâsıdır. İşte, biz, şöyle bir vaziyette olduğumuz vakitte, biri gitse, o memleketin padişahından bir müjde getirse, o müjdeyle bize yabancı olanlar ahbap şekline girse. Düşman gördüğümüz kimseler, kardeşler suretine dönse. O müthiş cenazeler, huşû ve huzûda, zikir ve tesbihte birer ibadetkâr şeklinde görünse. O yetimane ağla­yış­lar, senakârane “Yaşasınlar!” hükmüne girse. Ve o ölümler ve o soymaklar, ga­rat­lar, ter­hi­sat suretine dönse. Kendi sürurumuzla beraber herkesin süru­runa müş­terek olsak, o müjde ne kadar mes­rurane ol­du­ğu­nu elbette anlarsın. İşte, Mî­rac-ı Ahmedi­ye’­nin (a.s.m.) bir meyvesi olan nur-u imandan evvel şu kâi­na­tın mev­cudatı, nazar-ı dalâletle bakıldığı vakit, yabancı, muzır, müz’iç, mu­vah­hiş ve dağ gibi cirmler birer müthiş cenaze; ecel, herkesin başını kesip ademâ­bâd kuyusuna atar. Bütün sadâlar, firak ve zevâlden gelen vaveylâlar ol­duğu halde, dalâletin öyle tasvir ettiği hengâmda; meyve-i Mî­rac olan hakaik-ı er­kân-ı îmâ­niye nasıl mevcudatı sana kar­deş, dost ve Sâni-i Zülce­lâl’ine zâkir ve müsebbih ve mevt ve zevâl, bir nevi terhis ve vazife­den azat etmek ve sadâlar, birer tesbihat hakikatinde olduğunu sana gösterir.
İkinci Temsil: Seninle biz, sahra-yı kebir gibi bir mevkideyiz. Kum denizi fırtınasında, gece o kadar karanlık olduğundan, elimizi bile göremiyoruz. Kim­sesiz, hâmisiz, aç ve susuz, me’yus ve ümitsiz bir vaziyette olduğumuz daki­kada, birden bir zât, o karanlık perdesinden geçip, sonra gelip, bir otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden cennet-misâl bir yerde istikbâlimiz temin edilmiş, gayet merhametkâr bir hâmimiz bulunmuş, yiyecek ve içecek ihzar edilmiş bir yerde bizi koysa; ne kadar memnun oluruz, bilirsin.
İşte, o sahra-yı kebir, bu dünya yüzüdür. O kum denizi, bu hâdisat içinde harekât-ı zerrat ve seyl-i zaman tahrikiyle çalkalanan mevcudat ve biçare in­sandır. Her insan, endişesiyle kalbi dağdar olan istikbâli, müthiş zulümat için­de, nazar-ı dalâletle görüyor. Feryadını işittirecek kimseyi bilmiyor. Niha­yetsiz aç, nihayetsiz susuzdur. İşte, semere-i Mîrac olan marziyyat-ı İlâhîy­ye ile şu dünya, gayet kerim bir zâtın misafirhânesi, insanlar dahi onun misafirleri, memurları, istikbâl dahi cennet gibi güzel, rahmet gibi şirin ve saadet-i ebedîye gibi parlak göründüğü vakit ne kadar hoş, güzel, şirin bir meyve olduğunu an­larsın. (Bedi­üz­zaman Said Nursî, Sözler, s. 544-547).

_____________________________________________
[1] “İsrâ”, gece yürüyüşü ve yolculuğu demektir.
[2] Mîrac, “Yükseğe çıkmak” manasına olan “uruç”tan alınmış isimdir ve “merdi­ven” demektir. Bu itibarla Mîrac, Resûl-i Ekrem Efendimizin yeryüzünden ulvî makam­lara yükselme vasıtası de­mek oluyor. Mîracı anlatan hadislerde Peygamber Efen­di­mizin “Urîce bi (Yükseğe çıkarıl­dım)” tâbiri sebebiyle bu mûcize “Mîrac” adıyla anılmıştır.
[3] Mescid-i Haram: Mekke Mescidi’dir ki Kâbe-i Muazzama’nın etrafında ve Kâbe’yi içine alan bu­günkü tavaf sahasıdır. Bu mübarek sahaya “Harem-i Şerif” de de­ni­lir. “Harem” denilmesi, bu sahaya hürmet göstermenin vacip olması sebebiyledir.
[4] Mescid-i Aksâ: Kudüs Mescidi’dir. Diğer bir adı “Beyt-i Makdis”tir. Yeryüzünde ilk defa Kâbe, on­dan sonra Mescid-i Aksâ bina kılınmıştır. Mescid-i Haram’dan yaya yürüyüşüyle bir aylık uzaklıktadır.
[5] İsrâ, 1.
[6] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 536-539.
[7] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 525.
[8] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 38.
[9] Müslim, Sahih, c. 1, s. 102.
[10] Sultan-ı ma zağa’l-basar, “gözü gördüğünden şaşmayan sultan” demektir. Burada, Peygamber Efendimiz kastediliyor. Çünkü Kur’an-ı Kerim aynı hakikati ifade ediyor: ”Peygamberin gözü gördüğünden şaşmadı ve onu aşmadı.” (Necm, 17)
[11] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 50; Buharî, Sahih, c. 2, s. 328; Müslim, Sahih, c. 1, s. 101.
[12] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 43-44.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 44.
[14] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 215; Müslim, Sahih, c. 1, s. 108.
[15] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 40; İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 170.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Hz. Hatice validemizin vefatıyla, Resûl-i Kibriya Efen­di­mizin aile hayatında bir boşluk meydana gelmişti. Hem Efendimiz, hem de ashab-ı güzin bu duru­mun farkında idiler.
Bir gün, Osman b. Maz’un Hazretlerinin hanımı Havle Hâ­tun, Habib-i Kib­riya Efendimizin huzuruna geldi ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Ya­nı­na girince birden Ha­tice’nin yokluğunu hissettim!” dedi.
Resûl-i Ekrem bunun üzerine, “Evet, o, çoluk çocukların anası, evinin de görüp gözeticisi idi” buyurarak, aile hayatında Hz. Hatice-i Kübra’nın ebedî âleme irtihaliyle meydana gelen boşluğu ifade etmeye çalışmıştı.
Efendimizin bu konuşması üzerine Havle binti Hakîm, “Yâ Re­sû­lal­lah! Ev­lenmek ister misin?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Kiminle?” dedi.
“Ebû Bekir’in kızı Âişe veya Sevde bint-i Zem’a ile...”
Bu karşılıklı konuşmadan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, Havle’ye, “Git” dedi. “Benim için ikisi hakkında da konuş!”
Bunun üzerine, Havle Hâtun doğruca Hz. Ebû Bekir’in evine vardı. Evde, Hz. Âişe’nin annesi Ümmü Rûman vardı.
“Ey Ümmü Rûman!” dedi. “Allah’ın, hayır ve bereketten size neyi eriştirdi­ğini biliyor musunuz?”
Ümmü Rûman, “Nedir?” diye sorunca da, Havle, “Re­sû­lul­lah, Âişe’yi iste­mek için beni gönderdi!” diye cevap verdi.
Hz. Ebû Bekir o anda evde bulunmadığından, Ümmü Rû­man, Havle Hâ­tun’a hiçbir cevap vermedi ve ona, “Ebû Bekir’in gelmesini bekle” dedi.
Hz. Ebû Bekir gelince, Havle aynı şeyi ona da anlattı. “Yâ Ebû Be­kir!” dedi. “Allah, size hayır ve bereketten ne eriştirdi, biliyor musunuz?”
Hz. Ebû Bekir, “Nedir o?” diye sordu.
Havle, “Re­sû­lul­lah, Âişe’yi istemek için beni gönderdi” cevabını verdi.
Hz. Ebû Bekir, bir müddet düşündükten sonra, “Âişe (din) kardeşinin kızı demek olduğuna göre, ona helâl olur mu?” diye konuştu.
Havle, derhal dönüp, durumu kendilerine anlatınca, Resûl-i Kibriya Efen­dimiz, “Ebû Bekir’in yanına dön! Tarafımdan ona ‘Benim sana kardeş oluşum, senin de bana kardeş oluşun (kan ve süt kardeşliği değil) İslam’da kardeşliktir. Senin kızın bu sebeple bana helâldir’ de!” buyurdu.
Havle dönüp bunu bildirince, Hz. Ebû Bekir’in tereddüdü zâil oldu ve keri­mesi Hz. Âişe’yi Resûl-i Kibriya Efendimize Şevval ayın­da nişanlayıp nikâh­ladı. Ancak düğün, sonraya bırakıldı.[1]

EFENDİMİZİN, HZ. SEVDE’YLE EVLENMESİ

Bundan sonra, Havle Hâtun, Sevde bint-i Zem’a’ya gitti.
Hz. Sevde, Sekran b. Amr’ın zevcesi idi. İlk Müslüman kadınlardandı ve kocasıyla birlikte Habeşistan’a hicret et­mişti. Daha sonra Mekke’ye dönmüş­lerdi. Mekke’ye döndüklerinde Hz. Sevde, bir gece rüyasında, Ay’ın süzülüp üzerine iniver­diğini görmüştü. Bunu kocasına anlatınca da, şu karşılığı almıştı:
“Eğer rüyan doğru ise, ben yakında öleceğim. Benden sonra sen de evlene­ceksin!”
Hakikaten de, kısa bir zaman sonra Sekran, hastalanıp vefat etmişti; böy­lece, Hz. Sevde de dul kalmıştı.
Havle Hâtun kendisine, “Re­sû­lul­lah beni sana dünürlük için gönderdi!” de­yince, Hz. Sevde son derece sevindi. Ancak bir tereddüdü vardı: Acaba Ne­biyy-i Ekrem, yanında bulunan beş küçük çocuğuna da rıza gösterebilecek miydi?
Bu endişe ve tereddüt sebebiyle, Resûl-i Kibriya Efendimize he­men cevap vermedi. Re­sû­lul­lah, dini imanı uğruna yerini, yurdunu, akrabasını terk edip yabancı bir diyara göç edecek kadar fedakârlık ve kahramanlıkta bulunmuş bu mücahideyi şereflendirmek ve taltif etmek istiyordu. Buna binaen ken­disinden bir cevabın gelmediğini görünce, bir gün bizzat kendisiyle görüştü ve “Seni, benimle evlenmekten alıkoyan nedir?” diye sordu.
Hz. Sevde, “Vallahi yâ Re­sû­lal­lah, beni seninle evlenmekten alıkoyan hiçbir mühim sebep yoktur; ancak şu çocukların sabah akşam başında vızıldayacak­larını düşünüyorum da, onun için çekiniyorum!” diye cevap verdi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Allah sana rahmet etsin! Kadın­ların hayırlısı, küçük çocuklarından dolayı zorluklarla karşılaşandır” buyura­rak, bu endişe ve tered­dü­de ­gerek olmadığını belirtti; sonra da, “Seni nikâhla­mak için, kavminden birini vazifelendir” dedi.
Hz. Sevde, kaynı Hatib b. Amr’e salâhiyet verdi. O da, Hz. Sevde’yi, bi’setin onuncu yılında Resûl-i Kibriya Efendimize nikâhladı. O sırada, Hz. Sevde 55 yaşlarında idi.[2]
Görüldüğü gibi, Resûl-i Kibriya Efendimiz, akrabalarından ayrılarak iman safına iltihak etmiş ve bir daha akrabalarının üzerinde bulunduğu şirk inan­cı­na dönmek istemeyen bu mücahide yaşlı hanımı, sadece Allah’a ve Allah’ın di­nine olan bağlılık ve sadâkatinden dolayı himâyesi altına alıyor ve onu “mü’minlerin annesi” olmak şerefine ulaştırıyordu!

RESÛL-İ EKREM EFENDİMİZİN TAİF’E GİDİŞİ

Müşrikler, Ebû Tâlib ile Hz. Hatice’nin vefatlarını fırsat bildiler. Adeta bu za­manı bekliyorlarmış gibi, Peygamber Efendimize revâ gördükleri eza ve ce­faları birden kat kat artırdılar. Öyle ki Efendimiz, onların zulüm, hakaret ve iş­ken­celerinden dolayı dini neşretme vazifesini yapamaz hale gelmişti.
Müşriklerin bu insafsız ve merhametsiz tutumu, Resûl-i Kibriya Efendimizi fazlasıyla müteessir ediyordu. Bu sebeple Taif’e gitmeye karar verdi. Maksadı, Ku­reyş müşriklerine karşı, Taif’te oturan Sakif kabilesinden kendisini koruma­la­­rını ve İslam davasını kabul etmelerin istemekti!
Taif, Arabistan’ın mühim yerlerinden biriydi. Bağ ve bahçeleriyle şöhret bul­muştu. Ayrıca Re­sû­lul­lah’ın süt an­nesi Halîme’nin mensup olduğu Benî Sa’d kabilesi de buraya yakın oturuyordu. Dolayısıyla Efendimiz, bu belde sâ­kinlerinin İslam’a alâka duyup iman­la şereflenebilecekleri ümidini besli­yordu. Bu ümidi tahakkuk ettiği takdirde, Ku­reyş müşriklerine karşı büyük bir güç de elde etmiş olacaktı!
Tarih, bi’setin onuncu yılı Şevval ayının yirmi yedisini gösteriyordu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz Zeyd b. Hârise’yle birlikte gizlice Mekke’den ayrılarak Taif’e vardı. Orada Sakif kabilesi ileri gelenleriyle görüşmeye başladı. Onları İslam dinine davet etti. Kavminden muhalefet edenlere, kendisiyle bir­likte karşı koymalarını talep etmek için geldiğini anlattı. Ancak kaldığı on gün zarfında hiçbir müspet netice elde edemedi; üstelik, hakaret ve istihza ile mu­kabele gördü, türlü türlü ithamlara maruz kaldı.
Reislerinden biri, “Allah, peygamber göndermek için, senden başka kimse bulamadı mı?” diyecek kadar küstahlıkta ileri gidip mübarek kalplerini tees­süre boğdu. Bir başkası, “Vallahi” dedi. “Ben hiçbir zaman seninle konuş­ma­yacağım! Çünkü sen, şayet dediğin gibi Allah tarafından gönderilmiş bir pey­gamber isen, senin sözünü reddetmekle kendimi büyük tehlikeye atmak iste­mem! Eğer, sen ‘Allah’ın Peygamberiyim’ diye Allah adına hilâf-ı hakikat ko­nuşuyorsan, o takdirde de ben seninle konuşmaya lüzum görmem!”[3]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu davranışları ve sözleri üzerine Sa­kiflilerden hayır gelmeyeceğini anladı ve bundan müteessir oldu.
Müşriklerin bu durumu haber alıp cür’etlerini artırmalarından endişe duy­du­ğu için de, yanlarından ayrılacağı sırada onlara, “Bâri, konuştuklarımız ara­mız­da kalsın; başka kimse duymasın” dedi.
Ne var ki şirk inancının kuvvetle yaşandığı ikinci bir belde olan Taif sâkin­leri, Resûl-i Zîşan’ın bu arzusunu da kabul etmediler. Gençlerinin İslamiyete alâka duymalarından korka­rak, İki Cihan Güneşi Efendimize, “Memleketimiz­den çık da, nereye gidersen git! Kavmin ve hem­şeh­ri­le­rin söylediklerini kabul etmeyince, çıkıp bize geldin! Val­lahi biz de senden elimizden geldiğince uzak duracağız, isteklerini kabul etmeyeceğiz!”[4]dediler.
Lât ve Uzzâ’ya tapmakta Mekkeli müşriklerle yarışıp du­ran Sa­kif­liler, bu çir­kin sözlerle de yetinmediler; beldelerinde misafir olarak bulunan Cihan Pey­gamberine, ayak takımını, sokak gençlerini ve köleleri kışkırtarak saldırttı­lar.
Gözü dönmüş, kendini bilmez küstahlar, yolun iki tarafında sıralanarak Kâ­inatın Efendisini ve Hz. Zeyd’i taşa tuttular. Re­sû­lul­lah’ın mübarek ayakları kana bulandı. Öyle ki isabet eden taşların açtığı yaraların acısı yürümeye engel olur hale geldi. Resûl-i Ekrem, zaman zaman otur­mak zorunda kaldı. Ama bu vicdansızlar, her seferinde onu zorla ayağa kaldırarak, yeniden yaralı ayakla­rını taş yağmuruna tutuyorlardı. Ayak takımı, Peygamber Efen­dimizi ızdırap içinde bırakırken, taşlarıyla beraber kah­kahalar da savuruyorlardı.
Hz. Zeyd, hayatını hiçe sayarcasına vücudunu Resûl-i Kibriya’ya siper et­mişti. Şirk ehlinin elinden çıkan taşların ona ulaşmasına mani olmaya çalışı­yordu. Ama nâfile idi. O da kan revan içinde kaldı.
Resûl-i Ekrem, bu âdice saldırıdan ancak kendini bir bağa atmakla kurtara­bildi. Bağın sahipleri, kendilerine uzaktan ak­raba sayılan Utbe ve Şeybe b. Ra­bia adında iki kardeşti.
Resûl-i Ekrem, bitkin bir vaziyette kendisini bir asmanın altına attı. İnsan­lığı utandıracak bu âdice saldırının tesirinden biraz olsun kurtulduktan sonra şu hazin münâcâtta bulundu:
“Allahım! Kuvvetsiz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hakir görüldü­ğümü ancak Sana arz eder, Sana şikayet ederim.
“Ey merhametlilerin merhametlisi olan Allah! Herkesin hakir görüp de da­lına bindiği, çaresizlerin Rabbi ancak Sensin. Benim Rabbim de ancak Sensin. Sen, beni kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek kadar merhamet sahibisin.
“Allahım! Yeter ki Senin gazabına uğramayayım. Ne çe­kersem ona katlanı­rım. Fakat Senin af ve mağfiretin, bunları bana yaptırmayacak kadar geniştir.
“Allahım! Senin gazabına uğramaktan, İlâhî rızandan uzak kal­mak­tan, Se­nin o zulmetleri aydınlatan ve ahiret işlerini yoluna koyan İlâhî nuruna sığını­rım!
“Allahım! Sen râzı oluncaya kadar affını dilerim!
“Allahım! Her kuvvet, her kudret ancak Seninle kâimdir!”[5]

Köle Addas

Bağ sahipleri, Resûl-i Kibriya Efendimizin maruz kaldığı şen’î ve menfur saldırıyı uzaktan seyretmişler ve acıma duyguları harekete gelmişti. Köleleri Addas’la Efendimizebiraz üzüm göndererek ikramda bulundular.
Addas, tabak içindeki üzümü alıp Efendimize getirdi. Resûl-i Ekrem, üzümü “Bismillah” diyerek alıp yemeye başlayınca Ad­das’­ın dikkatini çekti. Kendi kendine, “Vallahi” dedi. “Bu sözü, bu beldenin halkı bilmezler ve söy­le­mez­ler!”
Fahr-i Âlem Efendimiz, “Ey Addas! Sen hangi belde hal­kın­dan­sın ve hangi dindensin?” diye sordu.
Addas, “Ninovalıyım ve Hıristiyanım” diye cevap verdi.
“Demek sen, o sâlih kişi Yûnus İbni Metta’nın hem­şeh­risi­sin.”
“Sen, Yûnus İbni Metta’yı nereden biliyorsun?”
“O, benim kardeşimdir. O bir peygamberdi. Ben de pey­gamberim.”
Bunun üzerine, Addas kendisini tutamadı ve Re­sû­lul­lah Efendimizin ba­şı­nı, ellerini ve ayaklarını öptü!
Manzarayı uzaktan seyreden bağ sahiplerinden biri, diğerine, “Senin ada­mın” dedi. “Gözünün önünde kölenin itikadını bozdu!”
Addas yanlarına dönünce de, ikisi birden, “Yazıklar olsun sana Addas! Sen bu adamın başını, ellerini ve ayaklarını nasıl öptün?” diyerek onu azarladılar.
Addas’ın efendilerine cevabı ise şu oldu:
“Yeryüzünde, bu zâttan daha hayırlı bir kimse yok! Bana bir şey bildirdi ki onu ancak bir peygamber bilebilir!”[6]

Pey­gam­be­ri­mizin Şefkat ve Merhameti

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bağdan ayrılıp düşünceli düşün­celi ve Sakif ka­bilesiyle Taiflilerden maksadına muvafık bir netice alamamanın teessürü için­de yoluna devam etti. Mekke’ye iki konaklık bir mesafe kalmıştı ki zâtını bir bulutun gölgelemekte olduğunu gör­dü. Dikkatlice bakınca, bulutun içinde Hz. Cebrail’i fark etti.
Cebrail (a.s.) seslendi: “Şüphesiz, Allah, kavminin sana neler söy­lediğini işitti; sana, şu dağlar meleğini gönderdi. Kavmin hakkında dilediğini yapmak üzere ona emredebilirsin!”
O anda görünen dağlar meleği de, emrine âmade olduğunu ve istediği tak­dirde Ebû Kubeys ile Kuaykıan Dağlarını müşriklerin üzerine kapanırcasına birbirine kavuşturabileceğini söyledi.
Fakat şefkat ve merhamet kaynağı Resûl-i Ekrem’in arzusu baş­ka idi. Dağ­lar meleğine şu cevabı verdi:
“Hayır, ben böyle bir şey istemem. İstediğim tek şey, Hak Teâ­lâ’­nın bu müşriklerin sulbünden, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibadet edecek bir nesil ortaya çıkarmasıdır.”[7]
Evet, Peygamber Efendimizin maksat ve gayesi, insanları beddualarla yok et­mek, belâ ve musibetlere uğratıp perişan etmek değildi; aksine, insanların ima­na kavuşması, hidayete ulaşması ve ebedî saadete ermesi idi. Her adımını bu gayenin tahakkuku için atı­yor, her hareketini bu ulvî maksat için yapıyor, her teşebbüsünde bu eşsiz hedef bulunuyordu. Bu sebeple, her dakikası bir ne­vi ibadetle geçiyor ve her ânı nurlu bir manzara olarak mâziye akıp gidi­yordu.

Cinlerin, Pey­gam­be­ri­mizi Dinlemesi

Peygamber Efendimiz, Mekke’ye varmadan Nahle adlı mevkide bir müddet istirahat etti. Namaza durduğu bir sırada Nusaybin cinlerinden bazıları oradan geçerken, Efen­dimizin okuduğu Kur’an’ı duyunca, durarak dinlediler ve orada Müs­lüman oldular. Sonra da kavimlerine dönerek onları imana davet ettiler.[8]
Kur’an-ı Kerim, bu hadiseden bize haber verir: “Hani; cinlerden birtakımını Kur’an dinlemek üzere sana sevk et­miş­tik; bu suretle vakta ki ona hazır oldu­lar: ‘Susun, dinleyin’ dediler. Sonra bitirildiği vakit de döndüler. İnzar et­mek üzere kavimlerine gittiler. ‘Ey kavmimiz!’ dediler. ‘Haberiniz olsun: Bizler bir kitap dinledik. Musa’dan sonra indirilmiş önündekini tasdik ediyor, hakka ve bir doğru yola hidayet ediyor! Ey kavmimiz! Allah’ın davetçisine icabet edin ve ona iman getirin ki bazı günahlarınıza mağfiret buyursun ve sizi elîm bir azaptan korusun!’”[9]

Mekke’ye Giriş

Peygamber Efendimiz, Batn-ı Nahle’de bir müddet ikamet ettikten sonra Mekke’ye yöneldi. Ku­reyş’in kendisini kolay kolay Mekke’ye sokmayacağını biliyordu. Bunun için o zamanın âdetine göre birinin himâyesi altına girmesi gerekiyordu.
Bu sebeple, Hira’ya varınca, birini göndererek, müşrik Mut’im b. Adiyy’in himâyesini istedi. Mut’im, isteğini kabul etti ve oğullarını silahlandırarak, ken­disi de beraberinde olduğu halde, Efendimizi Hira’dan alarak Mekke’ye getir­diler.[10]
Müşrikler, Mut’im’in bu hareketine çok kızdılar, ama ses çıkaramadılar.
Fahr-i Âlem Efendimiz, müşriklerin kin saçan bakışları arasında Kâbe’yi ta­vaf etti, Harem-i Şerif’te iki rekât namaz kıldı ve oradan evine gitti.
Başta Pey­gam­be­ri­miz ve bütün Müslümanlar, müşrik olan Mut’im b. Adiyy’in bu iyiliğini ömürleri boyu unutmadılar. Resûl-i Ekrem, onun bu iyili­ğini, müşriklere karşı kazandığı Bedir Zaferi sonrasında bile yâdetmiştir.
Mut’im’in oğlu Cübeyr, Bedir esirleri hakkında konuşmak için Medine’ye gelmişti. Pey­gam­be­ri­miz, onu kabul etmiş, ricasını dinledikten sonra şöyle de­mişti:
“Eğer, baban Mut’im hayatta olsaydı ve şu adamlar hakkında ricada bulun­saydı, şüphesiz ben onları Mut’­im’­e bağışlar­dım!”[11]

____________________________________________________________________________
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 58; Buharî, Sahih, c. 2, s. 329; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 6, s. 211.
[2] İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 52-53; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 6, s. 211.
[3] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 61; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 211.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 61; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 211-212; Taberî, Tarih, c. 2, s. 26.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 61-62; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 212.
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 63.
[7] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 60-63; Buharî, Sahih, c. 4, s. 83.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 63; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 122.
[9] Ahkàf, 29-31; bkz. Cin, 1-15.
[10] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 212; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 237.
[11] Buharî, Sahih, c. 4, s. 83.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Art arda vuku bulan bu acı hadiselerin mübarek kalpleri üzerinde bıraktığı derin teessür ve elem sebebiyle, Resûl-i Kibriya Efendimiz, bi’setin bu onuncu yılını “Senetü’l-Hü­zün [Hüzün yılı]” olarak isimlendirdi.

MÜŞRİKLERİN EZİYET VE HAKARETLERİNİ ARTIRMALARI

Ebû Tâlib’in vefatına Peygamber Efendimiz ve Müslümanlar üzülürken, müş­rikler ise sevindiler. Artık karşılarında Sevgili Pey­gam­be­ri­mize arka çıka­cak Hâşimoğullarının reisi yoktu. Bunu fırsat bilerek eziyet ve hakaretlerine hız verdiler. Ebû Tâlib’in hayatında cür’et edemedikleri birçok taşkınlıkta ve insafsızca harekette bulunmaya başladılar.
Resûl-i Ekrem, bir gün yoldan geçerken, müşriklerden biri, üstünü başını toz toprak içinde bırakmıştı. Bu âdice harekete hiçbir karşılık vermeden öylece evine dönmüştü. Sevgili babasının bu halini gören Hz. Fâtıma, onun üstünü ba­şını temizlerken gözyaşlarını tutamamış ve hüngür hün­gür ağla­mıştı. Bir sü­re önce annesini kaybetmekle zaten gönlü mahzun ve kırık olan Hz. Fâtıma, babasını da bu halde görmekle adeta kalbinden vurulmuştu. Sanki o damlalar gözünden değil, kalbinden, ruhundan akıp geliyordu.
Şefkat menbaı Pey­gam­be­ri­miz, dayanılmaz bu manzara karşısında yine iti­dalini muhafaza etti, yine yüce yaratıcısına güvendi, yine O’na döndü ve ağla­yan masum yavrusunun gözyaşlarını mübarek eliyle silerek, “Ağlama kızım, ağlama! Allah, babanı koruyacaktır” dedi; sonra da düşünceli düşünceli ilave etti: “Ebû Tâlib’in ölümüne kadar, müşrikler, bana böyle eziyet ve hakarete cür’et etmemişlerdi.”[1]
Bu devrede, müşriklerin eziyet ve hakaretleri öylesine insanlık dışı bir hü­viyete bürünmüştü ki Ebû Leheb gibi İslam’ın en büyük düşmanının dahi gay­re­tine dokunmuş, onun bile akrabalık damarını tahrik etmiş ve bu durum böy­le sürerse Efendimize arka çıkacağını bile ifade etmesine sebep olmuştu.
Ebû Leheb’in bu sözleri üzerine müşrikler bir süre Pey­gam­be­ri­miz­den uzak durdular. Ne var ki Ebû Leheb’in akrabalık bağından gelen sun’î himâyesi pek fazla sürmedi. Resûl-i Ekrem’in halkı Allah’a imana daveti karşısında, taham­mülü ve nesebî taraftarlığı kısa zamanda tükendi ve himâyeden vazgeçtiğini ilan etti. Himâyeden vazgeçmekle de kalmadı, eski düşmanlığını da aynı şid­detiyle devam ettirdi. Ömrünün sonuna kadar da bu düşmanlığından vaz­geç­medi.

____________________________
[1] Taberî, Tarih, c. 2, s. 229.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget