Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Allah rızası için her şeyini geride bırakıp Medine’ye hicret etmiş bulunan muhacir Müslümanlara, Medineli Müslümanlar (ensar) muhabbet ve samimi­yetle kucaklarını açmışlardı. Ellerinden gelen her türlü yardımı onlardan esir­gememişlerdi, esirgemiyorlardı.
Ne var ki muhacirler, Medine’nin havasına, âdetlerine ve çalış­ma şartlarına alışkın değillerdi. Mekke’den gelirken de beraberlerinde hiçbir şey getireme­mişlerdi. Bu sebeple, Medine’nin çalışma şartlarına ve kendilerine her türlü yardımda bulunduklarından dolayı (ensar) adını alan Medineli Müslümanlara ısındırılmaları gerekiyordu.
Nitekim Medine’ye hicretten beş ay sonra Resûl-i Ekrem, ensar ile muhaciri bir araya topladı. Kırk beşi muhacirlerden, kırk beşi ensardan olmak üzere doksan Müslümanı kardeş yaptı.
Peygamber Efendimizin kurduğu bu kardeşlik müessesesi, mad­dî mânevî yardımlaşma ve birbirlerine vâris olma esasına dayanıyor, bu suretle muha­cirlerin yurtlarından ayrılmalarından dolayı duydukları keder ve üzüntüyü giderme, onları Medinelilere ısındırma, onlara güç ve destek kazandırma ga­yesini güdüyordu.[1]
Kurulan bu kardeşlik müessesesine göre, Medineli ailelerden her birinin re­isi, Mekkeli Müslümanlardan bir aileyi yanına alacaktı; mallarını onlarla pay­laşacaklar, beraber çalışıp beraber kazanacaklardı.
Re­sû­lul­lah Efendimiz, rastgele iki Müslümanı bir araya getirme­miş­ti; bilâ­kis, bir araya getireceklerin durumlarını inceden inceye tetkik ederek, uygun bulduklarını birbirine kardeş yapmıştı. Mesela, Selmân-ı Fârisî ile Ebu’d-Der­dâ, Ammar ile Huzeyfe, Mus’ab ile Ebû Eyyûb Hazretleri arasında mizaç, zevk, hissiyat itibarıyla tam bir ahenk vardı.[2]
Bu kardeşlik sâyesinde, Allah ve Resûlünün muhabbetinden başka her şey­lerini geride bırakmış bulunan muhacirlerin iaşe ve iskân meseleleri de hal yo­luna girmiş oluyordu. Ensardan her biri, muhacirlerden birini evinde barındı­rıyor, beraber çalışıyor, beraber yiyorlardı. Bu, neseb kardeşliğini fersah fersah geride bırakacak bir kardeşlikti. İman kardeşliği, din kardeşliği idi. Me­dineli Müs­lümanlar, yani ensar, her şeylerini bu garip, bu kederli, bu yurt­la­rından uzak bulunmanın hüznünü duyan Müslümanlarla pay­laşıyorlardı. Me­dineli biri vefat edince, muhacir kardeşi akraba­larıyla birlikte ona vâris olu­yordu.[3]
Yine kurulan bu kardeşlik sâyesinde büyük bir içtimaî yardımlaşma da te­min edilmiş oldu. Muhacir Müslümanlar, sıkıntıdan kur­tuldular. Medineli her bir Müslüman, kardeş olduğu Mekkeli Müs­lümana malının yarısını veriyordu. Muhacir kardeşlerine karşı misafirperverliğin, cömertliğin, kadirşinaslığın, in­sanlığın en yüce derecesini göstermekten zevk alıyorlardı.
Medineli Müslümanlar, bunlarla da kalmadılar; Re­sû­lul­lah’­ın huzuruna çı­karak, fedakârlıklarını gösteren şu teklifte bulundular:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Hurmalıklarımızı da, muhacir kardeşle­rimizle aramızda bö­lüştür!”
Ancak muhacirler, o âna kadar ziraatle meşgul olmamışlardı. Ziraat işlerini pek bilmiyorlardı. Bunun için Pey­gam­be­ri­miz, muhacirler nâmına ensarın bu teklifini ka­bul etmedi.
Fakat Medineli Müslümanlar, buna da bir çare buldular. Ziraatten anlama­yan muhacir Müslümanlar, sadece tımar ve sulama işlerini yapacaklar, onlar da ekip biçeceklerdi. Sonunda çıkan mah­sûl ortadan pay edilecekti. Resûl-i Ek­rem Efendimiz bu teklife râ­zı oldu.[4]
Tarih, birçok göçe şahit olmuştur. Ama böylesine manalı, böylesine ulvî bir hicreti, dışarıdan gelenle yerlileri arasında böylesine birbirlerine can-ü gönül­den sarılma, birbirleriyle muhabbetle kaynaşma, birbirleriyle samimiyetle ku­caklaşmayı o âna kadar görmüş değildi; bir daha da göremeyecektir! Bu sa­mimi kaynaşmadan muazzam bir kuvvet doğuyordu; öylesine bir kuvvet ki kısa zamanda bütün Arabistan, her şeyiyle onlara boyun eğmek mecburiye­tinde kalacaktı.

Muhacirlerin Boş Durmaması

Muhacirler, “Ensar kardeşlerimiz, bize mal mülk verdi, iaşemizi temin etti” diyerek boş oturmuyorlardı. Bu, imanlarından gelen gayrete zıttı. Her biri elin­den gelen gayreti göstererek, mümkün oldukça kimseye yük olmamaya çalışı­yordu.
Bunun en canlı örneği, Sa’d b. Rebî’in yaptığı teklife, cennetle müjdelenen on sahabeden biri olan Abdurrahman b. Avf’ın verdiği ce­vaptır.
Resûl-i Ekrem tarafından birbirlerine kardeş tayin edilen Sa’d b. Rebî’, Ab­durrahman b. Avf’a, “Ben, mal cihetiyle Medineli Müslümanların en zengi­ni­yim. Malımın yarısı­nı sana ayırdım!” demişti.
Büyük sahabe Abdurrahman b. Avf’ın verdiği cevap, yapılan teklif kadar ibretliydi: “Allah, sana malını hayırlı kılsın! Benim onlara ihtiyacım yok. Bana yapacağın en büyük iyilik, içinde alış veriş yaptığınız çarşının yolunu gös­ter­mendir.”[5]
Ertesi sabah, Kaynuka çarşısına götürülen Hz. Abdurrahman b. Avf, yağ, peynir gibi şeyler alıp satarak ticarete başladı. Resûl-i Ekrem’in, “malının ço­ğalması ve bereketlenmesi” hususundaki duasına da mazhar olduğundan, çok geçmeden epeyce bir kazanç elde etti ve kısa zamanda Me­dine’nin sayılı tüc­carları arasında yer aldı. Şöyle derdi:
“Taşa uzansam, altında ya altın ya da gümüşe rastladığımı görürüm!”[6]
Resûl-i Ekrem Efendimizin duası bereketiyle fazlaca servet elde eden Hz. Abdurrahman b. Avf, sadece bir defasında yedi yüz deveyi yükleriyle beraber “fî sebilillah” tasad­duk etmişti.
Hz. Abdurrahman gibi birçok Mekkeli Müslüman, Medine’de kendilerine gö­re birer iş bulmuşlar ve kendi ellerinin emeğiyle saadet içinde geçiniyor­lar­dı.

Ebû Hüreyre’nin İfadesi

Mekkeli Müslümanların, Medineli Müslümanlara yük olmayıp, alınlarının teriyle rızıklarını temin ettiklerini, Hz. Ebû Hüreyre’nin ifadelerinden de anlı­yo­ruz.
Bir gün, kendisine, “nasıl olup da diğer sahabelerden çok daha fazla hadis rivayet ettiği” sorulduğunda, meselemize ışık tutan şu cevabı vermişti:
“Medineli Müslümanlar çiftiyle çubuğuyla, muhacirler de çarşı pazarda alış verişle uğraşırken ben, Re­sû­lul­lah’ın yanından ayrılmıyordum. Onun söyle­diklerini dinleyip ezberliyor­dum. Onun duasını almıştım.”[7]

Kardeşliğin Müspet Neticeleri

Kurulan bu kardeşlik kısa zamanda müspet neticesini verdi. Cemiyetin muhtelif tabakaları bu kardeşlik sâyesinde birbirleriyle kaynaştı. Bu kardeşlik, kabilecilik gurur ve adavetini de ortadan kaldırdı. Bu suretle, niyetleri kutsî, gayeleri ulvî, içleri dışları nur faziletli bir cemiyet meydana geldi.
Bu kardeşliğin diğer bir müspet neticesi ise şu idi:
Peygamber Efendimiz, herhangi bir sefere çıkacağı zaman, kardeşlerden bi­rini beraberinde götürüyor, diğerini ise her iki ailenin maişetini temin etmek, idaresini yürütmek için Medine’de bırakıyordu. Böylece, evleri sahipsiz ve hâmîsiz kalmı­yordu!
Ensarın muhacir kardeşlerine gösterdikleri bu eşsiz samimiyet, misafirper­ver­lik, kadirşinaslık, cömertlik, fedakârlık ve feragatı, Cenab-ı Hak, indirdiği şu ayet-i kerimesiyle ilan edip bu davranışlarını, methetti:

“Muhacirlerden önce, Medine’yi yurt ve iman evi edinenler, kendilerine hicret edip gelenlere muhabbet beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı ne­fis­lerinde bir kaygı duymazlar; kendilerinde ihtiyaç bile olsa (onları) nefisleri üzerine tercih ederler. Kim de nef­si­nin hırsından korunursa, işte bunlar (azap­tan) kurtulanlardır.”[8]
Evet, kurulan bu mânevî kardeşlik, hiçbir milletin tarihinde rast­lanmayacak eşsiz bir şeref tablosudur. Bu kardeşlik neticesinde meydana gelen dayanışma, yardımlaşma, hayırseverlik, İslam’ın in­kişafa başlaması dönemine rastlamış ol­ması bakımından da oldukça mühim bir tesir icra etmiştir. “Hiç tereddüt et­me­den denilebilir ki çeyrek asır zarfında İslam nurunun âle­min her tarafına ya­yıl­ması, İran’ın tamamen fethi, Doğu Roma İmparatorluğu’nun teh­dit edil­mesi, hep bu dinî kardeşliğin resâneti [kuvveti] eseridir.”[9]

Muhacirlerin Kendi Aralarında Kardeş Yapılması

Resûl-i Ekrem, ayrıca muhacir Müslümanlar arasında da kardeşlik kurdu.
Bir gün, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, el ele tutuşmuş geliyorlardı. Bu sa­mimi manzarayı seyreden Peygamber Efendimiz, yanındaki sahabelere, “Ne­biler ve resûllerden başka, bütün önceki ve son­rakilerden cennetlik olanların kemâl çağına erenlerinden iki bü­yüğüne bakmak isteyen, şu gelenlere baksın!” buyurdu, sonra da onları birbirine kardeş yaptı.[10]
Resûl-i Ekrem, Mekkeli Müslümanları teker teker birbirlerine kardeş yapı­yordu. O sırada Hz. Ali çıkageldi. Gözyaşları arasında, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Sen sahabeleri birbirine kar­deş yaptın; benimle hiç kimse arasında kardeşlik kurmadın!”
Peygamber Efendimiz, “Yâ Ali! Sen dünyada ve ahirette benim kardeşim­sin!”[11]buyurarak gözyaşlarını dindirdi.

________________________________________________________

[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 238; Suheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 2, s. 18.
[2] Tecrid Tercemesi, c. 7, s. 76.
[3] Bu kardeşliğin mirasa ait hükmü, Bedir Gazâsı’ndan sonra inen, “Hısımlar, Allah’ın kitabınca, birbirine daha yakındırlar” (Enfâl, 75) âyetiyle kaldırıldı.
[4] Buharî, Sahih, c. 3, s. 67.
[5] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 125.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 126.
[7] Tecrid Tercemesi, c. 7, s. 47.
[8] Haşr, 9.
[9] Tecrid Tercemesi, c. 7, s. 77.
[10] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 174-175.
[11] Tirmizî, Sünen, c. 5. s. 300.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Resûl-i Ekrem Efendimizin hicretiyle Medine “İslam merkezi” haline gelmiş oluyordu. Bu bakımdan, o zamanki Medine ve ahalisi hakkında kısaca malu­mat vermekte fayda vardır.
Şimdiki gibi o zaman da Medine, Arabistan Yarımadası’­nın mühim şehirle­rinden biri sayılıyordu. Vadi olan arazisi oldukça geniştir. Vadi tamamen dağ­larla çevrilidir. İklimi tatlı, arazisi münbittir. Havası güzel, suyu serin ve ol­dukça boldur. Yağışı Mekke’den fazladır.
Hz. Re­sû­lul­lah’ın hicretine kadar şehir Yesrib ismini taşıyordu. Bu adı, bu­raya ilk gelip yerleşen “Yesrib” isimli Amali­kalıdan aldığı söylenir.[1]Ancak bu kelimede “fesat” manası bulunduğundan, Peygamber Efendimiz, bu is­mi be­ğen­medi ve onu “Medine” diye değiştirdi. Artık Müslümanlar arasında şehir “Yesrib” diye değil, “Medine” adıyla anılmaya başladı. Bir ara “Medinetü’n-Nebi” diye de anıldıysa da, sonraları sadece “Medine” olarak kaldı. Tarihçiler, Medine’nin doksan dört kadar ismi bulunduğunu kaydederler ve bunları teker teker zikrederler.[2]
Medine’de Müslümanlardan başka Yahudiler ve Hıristiyanlar da oturu­yordu. Bu bakımdan nüfusu kalabalık bir şehirdi. O zamanki nüfusunun on bin civarında olduğu tahmin edilmiştir.
Buradaki Müslümanlar, Evs ve Hazreç kabilelerine mensup idiler. Evs ve Hazreç adındaki iki kardeşten üreyip çoğalan bu iki kabile arasında Arapların seciyeleri icabı ihtilâflar, kavgalar ve çarpışmalar birbirini kovalamıştı. Bu dâ­hilî muharebelerin sonuncusu Buas Harbi idi ki yüz yirmi sene devam etmiş ve Efendimizin Medine’ye hicretlerinden beş sene kadar önce son bulmuştu. Bu kanlı muharebede her iki tarafın da en namlı bahadırları ya ölmüş veya mâlûl düşmüşlerdi. İşte, ensar böyle perişan bir vaziyette iken Resûl-i Kibriya Efendi­mizin hicreti vuku bulmuştu.
Hicret-i Nebevî’yle bu iki kardeş kabile arasındaki düş­manlık, eski uhuvvet ve muhabbete kalboldu. Dargınlık ve kırgınlıklar tamamen ortadan kalktı. İki taraf şâirlerinin okudukları kahramanlık destanları, Arap edebiyatını dolduran ve senelerce kadınlar, çocuklar tarafından terennüm edilen bu asırlık düşman­lığın yeni bir uhuvvete dönmesi hiç şüphesiz, Cenab-ı Hakk’ın, Sevgili Efen­dimize ihsan ettiği bir armağanıdır.[3]
Hz. Âişe (r.a.) der ki:
“Buas günü Allah’ın, kendi Resûlü (a.s.m.) için hazırladığı bir gündür ki bu muharebenin neticesi üzerine, Re­sû­lul­lah (a.s.m.), Medine’ye hicret etmiştir. Öyle ki hicret sırasında birbirleriyle çar­pış­mış Evs ve Hazreç­li­lerin cemiyetleri dağılmış, eşrafı öldürül­müş ve yaralanmış­tı. Bu perişanlık üzerine Allah, bir­birleriyle çarpışıp dur­muş olan ensarın İslam câmiasına girmeleri için bu günü Peygamberine (a.s.m.) hazırlamıştır.”[4]
Buradaki Yahudiler ise, üç kabileye mensup idiler: Benî Kay­nuka, Benî Ku­rayza ve Benî Nadîr...
Şehirde sayıları en az olan, Hıristiyanlardır. Bunlar, İslam’ın Medine’de hız­la yayılışı karşısında tahammül edemediler ve kısa bir zaman sonra Me­di­ne’den ayrıldılar. Uhud Savaşı’nda müşrikler safında Müslümanlara karşı sa­vaşan bu Hıristiyanlar, sonraları Bizans’a sığınmışlardır!
Siyasî hayat itibarıyla Medine, o sırada ibtidaî denecek bir seviyede idi. He­nüz kabile hayatı yaşanıyordu. Tıpkı müşrik Araplarda olduğu gibi, Yahudi­lerde de her kabile kendi başına müstakil bir topluluk teşkil ediyordu. Kendi reislerinden başka hiçbir otorite kabul etmiyorlardı.
Burada, eşitlik mefhumundan ve tatbikatından da uzak bir hayat tarzı hâ­kimdi. Mesela, güçsüz kabilelere ödenen diyet, güçlü ve nüfuzlu kabilelere ödenen diyetin yarısı idi. Cemiyet hayatı, kanunlardan mahrum bulunuyordu. Gerektiğinde hakemler seçiliyor ve bu hakemlerin şahsî kanaat ve görüşlerine göre hüküm ve kararlar veriliyordu.
Okuma yazma bilenlerin sayısı oldukça azdı.
İşte, Peygamber Efendimiz coğrafî, siyasî, içtimaî yönleriyle ana hatlarını anlattığımız böyle bir şehre hicret edip gelmişti. Önünde mühim vazifeler var­dı ve halli gereken birçok ağır mesele kendisini bekliyordu.

ABDULLAH B. SELAM’IN MÜSLÜMAN OLMASI

Hz. Yusuf’un (a.s.) sülâlesinden olan Abdullah İbni Selâm, Medine Yahudile­ri­nin ileri gelen âlimlerinden biri idi.
Büyük bir âlim olan babası Selam’dan birçok şeyle birlikte, Tevrat’ı ve tefsi­rini de öğrenmişti. Ayrıca babası, ahir zaman­da gelecek peygamberin sıfat ve alâmetleri ile yapacağı işleri de kendisine anlatmış ve “Eğer o, Hârun neslin­den gelirse, ona tâbi olurum, yoksa tâbi olmam” demişti. Selam, Efendimiz he­nüz Medine’ye gelmeden önce de vefat etmişti.
Resûl-i Kibriya Efendimizin Medine’ye gelişini Müslümanlara müjdeleyen Yahudinin sesini Abdullah İbni Selâm da işitmiş ve kendisini tutamayarak, “Allahü Ekber!” deyip tekbir getirmişti.
Bunu duyan halası, “Allah, seni umduğuna erdirmesin! Vallahi, Mûsa Pey­gamberin geleceğini duymuş olsaydın bundan fazlasını yapmazdın!” diyerek ona çıkışmıştı.
Abdullah ise, “Ey hala! Vallahi, gelen de onun kardeşidir! O da onun gibi bir peygamberdir!” demişti.
Bunun üzerine halası, “Yoksa, kıyamete yakın gönderileceği bize haber ve­rilen peygamber, bu mudur?” diye sormuştu.
Abdullah, “Evet...” cevabını verince de, “Öyle ise, davranışında haklısın!” demişti.[5]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Medine’ye teşrif buyurdukları zaman, Abdullah İbni Selâm da onu görmek için gitmiş ve Efendimizin nurlar saçan mübarek si­ma­sını görünce, “Şu simada yalan yok! Şu yüzde hile olamaz!” diye kendi ken­di­ne söylenmişti.[6]

Pey­gam­be­ri­mize Soru Sorması ve İslam’ı Kabulü

Resûl-i Ekrem Efendimiz, henüz Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretlerinin evinde misafir kaldığı bir sıradaydı.
Abdullah İbni Selâm da, Efendimizi ziyarete geldi ve ona birtakım sualler sor­du. Tevrat’tan sorduğu suallerine yine Tevrat’a uygun cevaplar alınca, şehâdet getirerek Müslüman oldu.[7]Sonra da, “Yâ Re­sû­lal­lah! Yahudi milleti, if­tiracı, yalancı bir millettir. Yarın benim Müslüman olduğumu duyunca türlü yalanlar uydurup iftirada bulunurlar. Müslümanlığım duyulmadan önce beni onlardan sorup mevkiimi tasdik ettiriniz!” dedi.
Peygamber Efendimiz, onu bir tarafa gizleyip Yahudi ileri gelenlerinden bazılarını davet etti ve onlara, “Ey Yahudi cemaati! Siz benim, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğumu pek iyi bilirsiniz! Ben hak dinle geldim; Müslüman olunuz!” dedi.
Yahudiler, “Biz, senin peygamber olduğunu bilmiyoruz!” diye karşılık ver­diler ve bu sözlerini üç sefer tekrarladılar.
Bundan sonra Resûl-i Ekrem, “Sizin içinizde Abdullah İbni Selâm adında bi­risi var. O nasıl bir kişidir?” diye sordu.
Yahudiler, “O, bizim içimizde hayırlı bir babanın hayırlı bir oğludur. Ken­di­si de babası da en faziletlimiz, en âlimimizdir” diye şehâdet ettiler.
Re­sû­lul­lah, “Abdullah İbni Selâm, Müslüman olursa, siz ne dersiniz?” diye sordu.
Yahudiler, “Hâşâ! Abdullah İbni Selâm, hiçbir vakit Müs­lüman olamaz!” de­diler.
Efendimiz, sualini üç sefer tekrarladı.
Her seferinde onlar da aynı inkârî cevabı verdiler.
Bunun üzerine Resûl-i Kibriya, Abdullah İbni Selâm’a hitaben, “Yâ İbni Se­lam! Gel!” diye çağırdı.
Abdullah, saklı bulunduğu yerden çıktı ve
اَشْهَدُ اَنْ لَٓااِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِdiyerek Müslüman oldu­ğu­nu ilan etti; Yahudilere de, “Ey Yahudi cemaati! Allah’tan korkunuz! Size ge­leni kabul ediniz. Vallahi, siz de bilirsiniz; o, yanınızdaki Tev­rat’­ta ismini ve sı­fa­tını yazılı bulduğunuz Re­sû­lul­lah’tır” diyerek on­ları İslam’a davet etti.[8]
Fakat Yahudiler, “Sen yalan söylüyorsun! Sen şerir oğlu şeririmizsin!” de­diler ve onu, kıymetini düşürmek için türlü türlü kusur ve kabahatler isnat ederek kötülediler.
Abdullah b. Selam, “Yâ Re­sû­lal­lah! Korktuğum işte bu idi! Ben, sana onların gaddar, yalancı, fâcir ve müfterî bir millet olduğunu haber vermemiş miydim? İşte, dediğim çıktı!” dedi.
Resûl-i Ekrem, Yahudileri huzurundan çıkardı.
Abdullah İbni Selâm ise evine gitti. Onun davetiyle bütün ev halkı ve halası da Müslüman oldu.[9]
Yahudilerin bazı ileri gelenleri, Abdullah İbni Selâm’ı türlü türlü desise ve söz­lerle Müslümanlıktan vazgeçirmeye çalıştılarsa da muvaffak olmadılar.
Abdullah b. Selam’la birlikte birçok Yahudi âlimi de samimi olarak İslam’ı ka­bul edip Müslümanlıkta sebat gösterdiler. İman etmeyen diğer Yahudi âlimleri ise, “Muhammed’e bizim şerlilerimiz tâbi oldu! Eğer hayırlı olsalardı atalarının dinini terk etmezlerdi” diye ileri geri konuşmaya başladılar.
Bunun üzerine, Cenab-ı Hak, indirdiği ayet-i kerimede meâlen şöyle bu­yurdu:
“Onların hepsi bir değildir. Ehl-i Kitap içinde bir cemaat var­dır ki gece saat­le­rinde secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerini okurlar.”[10]

MÜŞRİKLERİN TEHDİDİ

Peygamber Efendimiz ve Müslümanların Medine’de hürriyet ve huzur için­de bir hayata kavuştuklarını gören müşrikler, büsbütün rahatsız olup endi­şeye kapıldılar.
Medine’de de onları rahat bırakmak istemiyorlardı. Mek­ke’de uyguladık­ları, “halkı Resûl-i Ekrem Efendimizden uzaklaştırma” tar­zını burada da tatbik etmek istiyorlardı. Bu maksatla, onu himâyeye söz vermiş bulunan ensara, üst üste muhtıra mahiyetinde, ağır dille yazılmış iki mektup gönderdiler. Mek­tup­larda, ensarın bu himâyeden vazgeçmesi isteniyor, aksi takdirde başlarına ge­lecek her türlü hadiseye râzı olmaları gerektiği belirtiliyordu.
Fakat Ku­reyş müşriklerinin bu iki muhtırası, Medineli Müslümanlar üze­rinde hiçbir menfi tesir meydana getirmedi; bilâkis, sert cevaplarla karşılandı. Böylece, Mekkeli müşrikler, Medine’de korku ve tehdit ile kimseyi Hz. Re­sû­lul­lah’ın aleyhine çeviremeyeceklerini de anlamış olu­yorlardı.

Medine’de Korkulu Günlerin Yaşanması

Medinelilere gelen bu ihtar mektuplarından Peygamber Efendimiz de ha­ber­­dar olmuştu. Bu sebeple, Medine devamlı tayakkuz halinde idi. “Her an müş­­rik saldırısı olabileceği” ih­timaline binaen, Resûl-i Ekrem Efendimiz, de­vam­lı ihtiyatlı bulunuyor, Müslümanları da dikkatli ve tedbirli olmaya çağırı­yordu. Bu yüzden uyumadıkları geceler bile oluyordu.
Gerçekten, Medine’de Müslümanların durumu oldukça nâzikti. Çünkü bu­raya hicret etmekle müşrik Arap kabilelerine boy hedefi olmuşlardı. Elbette, bunun karşısında her zaman uyanık bulunmak gerekiyordu. Müslümanlar en ufak bir gürültü, bir seslenişten dolayı hemen bir araya toplanıyorlardı.
Hatta bir gün, bir ses işitilmişti. Sesi duyan feryadı bas­mıştı. Her haslette zirvede olan Resûl-i Kibriya, cesarette de zirve noktadaydı. Hemen kılıcını ku­şanıp atına atlayarak yanlarına varmış, kendilerini teselli ve teskin etmişti.
Enes b. Mâlik (r.a.) der ki:
“Ne zaman bir feryat kopsa, Re­sû­lul­lah’ı, atla oraya yetişmiş bulurduk!”[11]
Mekkeli müşrikler, Medineli Müslümanları Resûl-i Ekrem’in himâyesinden vazgeçirmek için sadece bu muhtıra mahiyetindeki mektupları göndermekle de kalmamışlardı. Bu meyanda bazı ekonomik tedbirlere de başvuruyorlardı. Ayrıca Medine’deki münafıklardan ve Yahudilerden bazılarını elde ederek, Müslümanlar arasına fitne ve fesat düşürmeyi de plânlı bir şekilde yürütüyor­lardı.
Bütün bunlara rağmen Medineli Müslümanlar, Re­sû­lul­lah’ı bağırlarına bas­mada, İslam’ı yaşayıp yaşatmada, muhacir Müslümanlara her türlü yar­dımda bulunmada zerre kadar tereddüde kapılmadılar ve geri durmadılar; bilâkis, daha ciddi ve samimi bir tarzda bu hizmetlerini de­vam ettirdiler.

______________________________________________________________________________________

[1] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 2, s. 16; Müslim, Sahih, c. 4, s. 120.
[2] bkz. Âsım Köksal, Hz. Muhammed ve İslamiyet: Medine Devri, c. 1, s. 30.
[3] Tecrid Tercemesi, c. 10, s. 123.
[4] Buharî, Sahih, c. 2, s. 309.
[5] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 163; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 266.
[6] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 235; İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 3, s. 922; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 92.
[7] Buharî, a.g.e., c. 2, s. 335; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 108.
[8] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 164; Buharî, Sahih, c. 2, s. 335.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 164.
[10] Âl-i İmrân, 113.
[11] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 373; Müslim, Sahih, c. 7, s. 72


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Resûl-i Ekrem Efendimizin Medine’ye hicretleriyle, on üç senelik Mekke devri geride kalmış oluyordu. İslam tebliğ tarihinde mühim bir yer işgal eden bu devreyi burada tekrar özetlemek, hususan Pey­gamber Efendimizin bu dev­redeki tebligatını bir kere daha nazara vermekte birçok fayda vardır.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Milâdî 610 yılında Cenab-ı Hak tarafından pey­gam­ber olarak vazifelendirildiği zaman, o günün Arap cemiyeti bütün dün­yay­la birlikte tarihi­nin en karanlık ve vahşetli devrini yaşıyordu. İçinde bulun­du­ğu cemiyeti ve bütün insanlığı bu zulmet ve vahşetten kurtarma vazifesi ise Efendimizin omuzuna tevdi edili­yordu.
Onu peygamber olarak gönderen Cenab-ı Hak, aynı zamanda İslam’ı neş­retme ve yaşayıp yaşatma vazifesinde nasıl hareket etmesi gerektiğini de bildi­riyordu. Peygamber Efendimiz de bu emirlere göre hareket tarzını tayin ve tespit ediyordu.
Hayata her yönüyle yepyeni bir düzen ve şekil vermeye müteveccih bir teb­ligatın pek kolay olmayacağı muhakkaktı. Hele o zamanın vahşî âdetlerine son derece mutaassıp ve inatçı Arap cemiyeti içinde bu işin daha da güç olaca­ğın­da şüphe yoktu.
İçinde yaşadığı cemiyetin hususîyetlerini, mizaç ve efkârını çok iyi bilen Re­sûl-i Ekrem Efendimiz, bu sebeple peygamberlikle vazifelendirilir vazifelendi­rilmez ortaya atı­lıp açıktan davete girişmedi; peygamberliğini ve İslam di­nini açıktan ilan etmedi. Bunun yapılabilmesi için zama­na ihtiyaç olduğu kadar, lehte de bazı şartların doğma­sı gerekiyordu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, iman ve İslam’a davete ilk ön­ce en yakınlarından başladı. İlk defa davasını zevcesi Hz. Hatice-i Kübra’ya anlattı. Hz. Hatice, onun peygamberliğini tasdik ederek derhal Müslüman oldu. Daha sonra yine en yakını olan ve dört beş yaşlarından beri yanında ve terbiyesinde bulunan Hz. Ali’yi İslam’a davet etti. O da İslam’la müşerref oldu. Bundan sonra ailesi dı­şında en çok güvendiği kimselere iman ve İslam’ı anlattı. Bunların başında Hz. Ebû Bekir geliyordu. Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla da birçok kimse İslam’a gir­di.
Gizli davet devresinde Peygamber Efendimiz bizzat son derece tedbirli ve ihtiyatlı davrandığı gibi, ilk Müslümanlara da aynı tedbir ve ihtiyatı göster­melerini ısrarla tavsiye ediyordu. Ebû Zerr-i Gıfarî Müslüman olduğu zaman, ona tavsiyesi şu olmuştu:
“Yâ Ebâ Zerr! Sen şimdi bu işi gizli tut ve memleketine dön git! İşi açığa vurduğumuzu haber aldığın zaman gel!”[1]
Efendimizin bu tavsiyesindeki hikmet ve sebebi, imanından gelen coşkun­lukla bir anda düşünemeyen Ebû Zerr, henüz zamanı değilken, Mescid-i Ha­ram’a gidip açık­tan açığa Müslümanlığını ilan ederken, müşriklerin öl­dürücü darbelerinden ancak Hz. Abbas’ın yardımıyla kur­tulabilmişti.[2]
Hz. Re­sû­lul­lah, tam üç sene böyle gizlice tebligatına de­vam etti. Bu zaman zarfında, safında yer alanların sayısı ancak otuz kadardı.
Bu devre, “En yakın akrabalarını ahiret azabıyla korkut!”[3]me­â­li­ndeki ayet-i kerimenin nâzil olmasıyla sona erdi. Bundan sonra Efendimiz, emr-i İlâ­hî gereğince en yakın akrabalarını İslam ve imana davet etmeye başladı. Önce, Ab­dül­mut­ta­liboğullarını bir araya toplayıp onlara davasını anlattı.
Bundan sonra tebliğ dairesini biraz daha genişletti ve ilk defa Safâ te­pe­sin­den Mekkelilere seslendi. Onları Allah’­ın birliğine imana ve peygamberli­ğini tasdike davet etti. Bu davete icabet edenler çıkmadığı gibi, üstelik Ebû Leheb, işi daha da ileriye götürerek Efendimize hakarete yel­tendi. Fakat Pey­gamber Efendimiz, iman ve İslam’ı anlatmaktan, insanları Allah’ın birliğine imana ve ri­sâ­le­ti­ni tasdike davete ara vermeden bütün gayretiyle devam etti.
Cenab-ı Hak, indirdiği ayet-i kerimelerle, İslam’ı neşretme ve yaşayıp ya­şat­ma vazifesinde Pey­gam­be­ri­mizin hareket tarzını da tespit ediyordu.
Mekke’de nâzil olan ayetlerin özellikle iki ana hedefi vardı: 1) Allah’ın var­lık ve birliğine, 2) Ba’se, yani öldükten sonra tekrar dirilmeye imanı akıl, kalp ve ruhlara nak­şetmek...
Peygamber Efendimiz de, mesaisini bu iki ana hedef üzerine teksif etmişti. İnsanları Allah’ın varlık ve birliğine imana davet ediyor, onlara öldükten sonra tekrar dirileceklerini ve kabirden sonra yeni bir hayatın başlayacağını ha­ber veriyordu.
Bunlardan başka da, Pey­gam­be­ri­mizin karşı karşıya bulunduğu ve hallet­mesi gerekli meseleler vardı. Fakat en önemlisi bunlardı. Bunlar halledilme­dikçe, halkın zihninde, kalp ve ruhunda bu iki muazzam mesele tespit edilme­dik­çe diğer içtimaî meselelerin halli de mümkün değildi. Nitekim o, bilâhare bu meseleleri teker teker halletmek yo­lunu tuttu ve bunda muvaffak da oldu.
Pey­gam­be­ri­miz, her şeyden önce Allah’tan aldığı emir gereği bütün enerji­sini, cemiyetin esasında noksan bulunan temel anlayışı tesis etmeye, bütün in­sanlığı Allah’a imana ve O’na mutlak itaate hasretti. Çünkü şirk inancını ka­fa­lardan sökmedikçe hak ve hakikati kalplere yerleştirmek mümkün değildi. Bu temelde bozukluk olunca hiçbir İslam davası muvaffak olamazdı.
Bunun içindir ki Hz. Resûl-i Ekrem, insanlığın en asil hissiyatına ve ahlâk duygusuna hitap ederek, bu kâinatın yegâne Hâlık ve Mâlik’inin Allah oldu­ğunu telkinle işe başladı. O’nun iradesinden başka itaat edilecek, önünde baş eğilecek hiçbir kuvvet ve kudret bulunmadığını ortaya koydu. Bunu tebliğ ederken de davasından tâviz vererek hemen bir muhit hazırlamak veyahut hâ­kim bir kuvvete dayanmak gibi bir şeye lüzum hissetmedi. Doğrudan doğruya insanlığa “tevhid” inancını sundu. “‘Lâ ilâhe illallah’ deyiniz, kurtulunuz” di­ye insanlığa hitap etti.
Resûl-i Ekrem Efendimizin bu daveti, haliyle cemiyete hâkim du­rumda bulunan kuvvetli, zengin ve nüfuzlu kimselerin işine gelmedi. Dünyanın zâhi­ren tatlı, fakat mânen zehirli bir bal hükmünde olan gayrimeşru lezzetlerinden vazgeçmek is­temiyorlardı. Açıkçası, menfaatlerinin devamını, eski yaşayışları­nın idamesinde görüyorlardı. Bu sebeple Efendimize muhalefete başladılar.
Önceleri, Peygamber Efendimizi cemiyetten tecrid etmek, kendi başına bı­rakmak, anlattıklarını ciddiye almamak ve onunla istihza etmek yoluna gittiler. Ne var ki onun telkin ettiği muazzam hakikatlerin etrafındaki mü’­min­ler hal­kası günden güne genişliyordu. Bunu görünce telâşlandılar. Bu sefer taktik de­ğiştirdiler. Aleyhte propagandaya başladılar. Türlü türlü iftira ve isnatlara kal­kıştılar. Resûl-i Ekrem Efendimize “sâhir, kâhin, şâir” dediler. Fakat bunların hiçbirisi tutmadı. Bu iftira ve isnatlarına rağmen hak ve hakikate inanmışların saflarının sıklaştığını gördüler.
Bu sefer açık ve tecavüzkâr hareketlere teşebbüs ettiler. Peygamber Efendi­mizle Müslümanları Kâbe’de namaz kıl­mak­tan menediyorlar; üzerlerine mur­dar şeyler atıyor; na­maz kılacakları, oturacakları yerlere ve gidip geldikleri yol­lara dikenler saçıyorlardı. Zayıf, fakir ve kimsesiz Müslümanları zulüm, iş­ken­ce altında inletiyorlardı. Bazıları bu işkenceler altında can vererek yüce şe­hâ­det mertebesine ulaşıyordu.
Bu duruma tahammül etmek oldukça zordu. Üstelik Müslümanlar sayıca az, kuvvetçe zayıf bulunuyorlardı. Bu sebeple yapılan eziyet ve hakaretlere kar­şı koyma durumuna da giremiyorlardı. Böyle bir durum, yok olmalarını ne­tice verebilirdi.
Bütün bu zorluklara ve her türlü aleyhteki şartlara rağmen Hz. Re­sû­lul­lah, durmadan dinlenmeden İslam dini­ni tebliğ ediyordu. Sâir Müslümanlar gibi o da müşriklerin eziyet, işkence ve hakaretlerine maruz kalıyordu. Fakat bu­na rağ­men Allah’tan aldığı emir gereği sabrediyor ve davasını tebliğden asla vaz­geç­miyordu.
Cenab-ı Hak, işkence, eziyet ve hakaretlerin her türlüsüne maruz kalan Müslümanlara, gönderdiği ayet-i kerime­lerle devamlı sabrı tavsiye ediyordu. Mesela, ilk nâzil olan surelerden biri, Asr Suresi’dir. Bu surede “birbirlerine hak ve hakikatle birlikte sabrı da tav­siye edenler” övülür.
Bazen Cenab-ı Hak, doğrudan doğruya Resûl-i Kibriya Efen­dimize sabrı emir ve tavsiye ediyordu: “(Ey Habi­bim!) Sen, şimdi sabret! Şüphe yok ki Al­lah’ın vaadi mutlaka tahakkuk edecektir! Sakın, ahirete imanı olmayanlar (se­ni sabırsızlıkla) hafifliğe götürmesinler.”[4]
Bir başka ayet-i kerimede, Efendimize şöyle hitap ediliyordu:
“(Ey Resûlüm!) Sen şimdilik (o kâfirlerin eziyetlerine karşı) güzel bir sabırla mukabele et.”[5]
Bütün bu emirler gereği, Resûl-i Kibriya Efendimiz, Mekke devrinde kendi­sine yapılan haksız muamelelere ay­nıyla cevap vermediği, mukabele-i bilmisil­de bulunmadığı gibi, mü’minle­re de uğradıkları eziyetlerden dolayı fevrî ha­reket etmemelerini ve herhangi bir maddî mukabeleye girişmemelerini emir ve tavsiye ediyordu. Bunun en açık bir misâli, Yasir ailesine yap­tığı tavsi­yedir.
Bir gün, Yasir ailesine toptan işkence ediliyordu. O sırada Efendimiz, onları görünce, “Sabredin ey Yasir ailesi! Sizin mükâfatınız cennettir”[6]demişti. Yine bir gün, uğradığı eziyet ve işkencelerden adeta bunalan Habbâb b. Eret (r.a.), kendisine şikayette bulunduğunda, Efendimiz şu cevabı vermişti:
“Sizden önce yaşayanlar arasında öyleleri vardır ki bazılarının vücutları ke­miklerine kadar demir taraklarla tarandığı, bazılarının gövdeleri başlarının or­ta­sından testerelerle ikiye bölündüğü halde, bu yapılanlara yine de sabretti­ler, imanlarından vazgeçmediler. Allah, muhakkak, İslamiyeti tamamlayacak ve üstün kılacaktır! Öyle ki hayvanına binip San’a’dan Hadramut’a kadar tek ba­şına giden bir kimse Allah’tan başkasından korkmayacak, koyunları hak­kında da kurt saldırmasından başka hiçbir kor­ku duymayacaktır. Fakat siz acele edi­yorsunuz!”[7]
Yine İkinci Akabe Biatı sırasında Medineli Müslümanlardan biri, “Yâ Re­sû­lal­lah! İstersen, yarın sabah kılıcımızı sıyırır, Mina’da bulunan halkın üzerine yürürüz!” dediği zaman Peygamber Efendimiz, “Hayır! Bize, henüz bu şekilde hareket etmemiz emro­lun­ma­dı” cevabını vermişti.
Görülüyor ki Peygamber Efendimiz ve Müslümanların Mekke devrinde en büyük silahları her şeye rağmen “sabır”dı. Nitekim bu sabrın müspet neticeleri kısa zamanda görüldü. İşkenceye uğrayan Müslümanlar lehinde müspet bir hava uyandı. Bu havanın tesiriyle Müslümanlar safında yer alanlar bile oldu. Hz. Hamza, böyle bir durum sonunda İslam’la şereflenmişti.
Bir gün Ebû Cehil ve birkaç müşriğin, Pey­gam­be­ri­mize hakaret ettiğini duy­muştu. Son derece hiddete gelmiş ve doğruca Kâbe’nin yanında bir toplu­luk içinde oturan Ebû Cehil’in yanına vararak, yayını kaldırıp şiddetle başına çalmış, başını yarmış ve “Sen misin ona sövüp sayan? İşte, ben de onun dinin­deyim! Onun söylediklerini söylüyorum. Kendine güveniyorsan, ona yaptıkla­rını bana da yap, göreyim!” demişti. Sonra, Pey­gam­be­ri­mizin yanına varmış ve Müslüman olmuştu.[8]
Müşrikler bir ara Müslümanlar üzerindeki baskı ve işken­celerini öylesine artırdılar ki Peygamber Efendimiz, Mekke’nin münasip bir yerinde ibadetlerini rahatça yapabilecek ve İslamiyeti serbestçe yayabilecek bir yer bulmak zo­runda kaldı. Bunun için Erkâm b. Ebî’l-Erkâm’ın evini merkez yaparak hizme­tine burada devam etti. Burada birçok kimse Müslüman oldu.
Peygamber Efendimizin herşeye rağmen davasını anlatmaktan vazgeçme­diğini gören müşrik ileri gelenleri, bu sefer amcası Ebû Tâlib vasıtasıyla işi hal­letme yoluna gitmek istediler. Ona başvurarak, “Yâ Ebâ Tâlib! Kardeşinin oğ­lunu ya bu davasından vazgeçir, bizim ilâhlarımızı kötüle­mesin ya da onunla aramızdan çekil!” dediler. Ebû Tâlib durumu anlatınca Kâinatın Efendisi şu ce­vabı verdi:
“Amca! Vallahi, bu işi bırakmak için Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime koyacak olsalar, ben yine onu bırakmam! Ya Allah Teâlâ onu bütün cihana ya­yar, vazifem biter ya da bu yolda ölür, giderim!”[9]
Müşrikler, artık Resûl-i Kibriya Efendimizi tehditlerle, baskı ve zorla dava­sından vazgeçiremeyeceklerini kesinlikle anlamışlardı. Yine taktik değiştirdi­ler. Efendimize, mal mülk, servet, makam ve reislik teklif ettiler. Fakat Re­sû­lul­lah’ın bunların hiçbirine iltifat etmediğini ve aynı hızla İslamiyeti anlatmaya devam ettiğini gördüler.
Resûl-i Ekrem ve Müslümanların, başından beri müşriklerin eziyet, hakaret, işkence ve suikastlerine sabırla mukabele ettiklerini belirtmiştik. Ne var ki sab­rın da bir hududu vardı. Müslümanlara revâ görülen eziyet ve işkenceler de artık sabır hududunu aşma rad­desine gelmişti. Bu sebeple Resûl-i Ekrem Efen­dimiz, Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye buyurdu: “Habeşistan’a gi­din; zi­ra, orada çok âdil bir hükümdar var. Onun yanında kimseye zulmedil­mez. Orası adâlet ve doğruluk diyarıdır. Allah bu du­rumdan bir çıkış yolu ya­ra­tın­caya kadar orada kalın!”[10]
Bunun üzerine dinlerini yaşamak ve neşredebilmek gayesiyle, Müslümanlar iki kafile halinde Habeşistan’a hicret ettiler. Her zaman olduğu gibi, bu saf­hada da Peygamber Efendimiz, kemmiyetten ziyade keyfiyete, tâbiri câizse va­sıflı ve nüfuzlu kimseler kazanmaya daha çok ehemmiyet veriyordu: “Allahım! Bu dini Ömer İbni Hattab veya Amr b. Hişam’la [Ebû Cehil] kuvvetlendir” dua­ları, bunun açık bir misâlidir.
İçinde bulundukları cemiyetin ileri gelenlerinden olan Ömer b. Hattab da, Ebû Cehil de İslamiyetin en şiddetli düşmanı, Peygamber Efendimizin en ateşli muarızı idiler. Bu ikisinden birinin Müslüman olması demek, İslam davası önündeki engellerin büyük ölçüde ortadan kalkması demekti. Nitekim bu du­adan kısa zaman sonra Hz. Ömer, Müslümanlar safında yer alınca, İslamiyetin ilan ve kuvvet bulmasına vesile oldu. Müşrikler, Müslümanlar üzerinde­ki bas­kı ve işkencelerini bir derece gevşetme mecburiyetinde kal­dı­lar. Müslü­manlar da, artık kenarda köşede saklanmaya, ibadetlerini korku içinde gizli gizli yap­maya lüzum hissetmemeye başladılar.
Aradan bir müddet geçtikten sonra, Efendimizi himâyesinde bulunduran amcası Ebû Tâlib’in vefatını, müşrikler fırsat bildiler. Tecavüzlerini kat kat ar­tır­dılar. Hz. Re­sû­lul­lah’ın durumu, aleyhinde artan bu gayretler netice­sinde son derece müşkîl bir hal almıştı. Evinden nâdiren çıkar olmuştu. Bu vaziyet karşısında dini neş­retmek için, Mekke’den daha emin bir yer temin etmek maksadıyla Taif’e gitti. Ne var ki buradaki bütün temaslarına rağmen istediği zemini bulamadı. Davetine icabet etmeyen Taifliler, üstelik onu taşladılar, kan revan içinde bıraktılar. Buna rağmen, âlemlere rahmet olarak gönderilen Pey­gamber Efendimiz, onlara beddua etmedi ve “Rabbimden iste­diğim, müşrikle­rin sulbünden bu dine hizmet edecek kimseler halketmesidir” diye niyazda bulundu.
Peygamber Efendimizin Mekke’de, İslam’ın ilk senelerinde göze çarpan mühim diğer bir hareketi, her yıl hac mevsiminde Mekke’ye gelen kabilelerle gizlice görüşerek, onlara Kur’an okuması ve İslam dininin esaslarını telkin et­mesi idi. Kabileler arasında dolaşması esnasında da Ku­reyş­li müşrikler yine peşini bırakmayarak türlü türlü iftira ve isnatlarla halkı onu dinlemekten vaz­geçirmeye çalışıyorlardı.
Fakat onların bütün bu gayretleri boşa çıktı. Re­sû­lul­lah’ın gönüllerin fet­hiy­le büyüyen davası gittikçe yayılıp Mekke’nin dışına taştı ve ve Medine ufuk­la­rında parlamaya başladı.
Hicretle de Müslümanlar için yepyeni bir devir başlamış oldu.

______________________________________________________________
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 4, s. 214-219; Müslim, Sahih, c. 7, s. 156.
[2] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 219.
[3] Şuarâ, 214.
[4] Rum, 60.
[5] Mearic, 5.
[6] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 342.
[7] Buharî, Sahih, c. 2, s. 321.
[8] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 311-312; İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 9-12.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 244-245; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 170-171.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 344; Taberî, c. 2, s. 222.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget